Yeni Üyelik
50.
Bölüm

※14※ sen ve çölün bin farklı ezgisi

@cinkonur

"Plan mı?" dedi Erez. "Ne planı? Kibritleri havalı görünüyorlar diye almıştım." Keskin uçlu bir kayanın üstünden atladı. "Sen taşla uğraşırken oraya buraya gidip ne halt edeceğimi düşünüyordum. Dereyi görünce," Ellerini gizemli bir şey gösterir gibi başının hizasında iki yana açtı. "Aydınlandım."

Onun zıpladığı yeri Eliz kaya kaya indi. "Belli belli." diye homurdandı tozları silkelerken. "Hepimiz aydınlandık. Göz kamaştırıcıydı. İki anlamda da."

Oğlanın kurumuş ince dudakları yukarı kıvrıldı. "Ama işe yaradı." dedi gururla.

"Kabul, yaradı." Yani, tabii ki, Eliz ona dikkat çek demişti. O da çekmişti. Sonuncusu epey çarpıcı olsa da yerleşkeden çıkmışlardı işte. Bu iyiydi.

Muhtemelen o yerleşkede kalıp hareket edebilecek tüm yelkanlılar iki çocuğun peşine düşmüşlerdi. Sonuçta kim evini yıkıp dostlarını enkaz altında bırakan bir de yuha yağı depolarını patlatan iki büyücüyü kovalamazdı ki?

Bu da kötüydü.

Hava artık ağarıyordu. Tatlı pembe ve turuncu gecenin karanlığını yavaş yavaş süpürmekteydi. İkisi de tepeden indiklerinden beri hiç durmamışlardı. Eliz birkaç kez yorgunluktan düşme raddesine gelmişti. Ama neyse ki tuhaf arkadaşının bitmek bilmeyen, acayip bir enerjisi vardı. Birkaç saat istemeye istemeye de olsa oğlanın sırtında yol almıştı.

Yerleşkeye verdikleri hasar epey büyük olmalıydı. İkiz tepelerin altındaki sığ gölü geçene kadar rüzgarkesenlerin ağlamaklı çığlıklarını işitmişlerdi hep. İnce yılansı vücutlar bir inip bir kalkmıştı tepeden. Her bir çığlıkta, her bir harekette Eliz'in yüreği hoplamıştı. Peşlerinden geleceklerinden o kadar emindi ki çaldığı kağıtları çıkarıp ayaküstü ikisini de ağaç, toprak, yosun gibi gösterecek illüzyon rünleri karalamıştı.

O karanlıkta yazdığı rünleri neyse ki kullanmak zorunda kalmamışlardı. Çizgileri yanlış yanlış çekmişti aceleden. İkinci bir patla vakası olması işten değildi.

İlginçtir ki peşlerinden kimse gelmemişti. Ne Eliz renk görmüştü ne de Erez paya ait olabilecek bir ses duymuştu. Yelkanlılar dikkatlerini önce şehre sonra da ikiz tepelere verememiş olmalılardı. Emir komuta zincirini ani gelişen acayip olaylarla kırmıştı iki çocuk. Olayın sıcaklığı ve şaşkınlığından olsa gerek kimse göl tarafına tüyen iki kişiyi fark etmemişti.

İkiz tepeler arkada kalalı çok olmuştu. Pek sık sayılmayan, yaşlı çam ormanındaydılar şimdi. Orman iyesi halen uyanmamıştı. Ağaçlar gibi yosunlar, çalılar, mantarlar ve otlar hala uyuyordu.

Buranın iyesine rast gelecek olurlarsa iyeye dert anlatmak epey ilginç olacaktı.

"Peki," dedi Eliz. "Işığın rüzgarkesenleri öyle korkutacağını nereden biliyordun? Evdekiler mi söyledi?"

"Bilmiyordum." Sanki devam edecekti de birden ani bir düşünce seliyle konuşması bölünmüş gibi durdu. Kaşlarını çattı. "Biri bana söylemedi. Böylesi daha... Doğru gibi geldi. Sonuçta tepelerden duyulacak kadar gürültü çıkaramazdım. Gözlerine ışık tutmak hem daha kolaydı hem de daha dikkat çekiciydi. Sen biliyor muydun bunu?"

"Hayır. Öyle korkmalarının sebebi ışığın kendisi değil art arda doğal olmayan şekilde birkaç kez yanıp sönmesiydi muhtemelen. Arbuz'da tüm dünyada görmediğin kadar şimşek çakar ve yıldırım düşer. En kötü havada bile böyle davranan bir rüzgarkesen ne gördüm ne duydum."

"Vay be, yanlışlıkla Sakin'lere karşı oynayabileceğimiz bir koz bulmuşum."

"Sakin değil. Salik."

"Salik." Sesi "nereden buluyorlar böyle abuk subuk isimleri?" der gibi çıkmıştı. Haksız da değildi. "Tam olarak kim bunlar? Kızkardeşlerin yancıları mı?"

"Daha beterleri. Ama aralarında doğrudan bir bağlantı yok diye biliyorum." En azından yıllar önce Arbuz'da iken böyle duymuştu. "Kızkardeşlerin hepsi yelkanlı. Ama Salik'lerin hemen hemen hiçbiri yelkanlı değil."

"Neden biri yelkanlı olmamasına rağmen onlar için çalışsın ki?" Erez kıza baktı. "Sözüm meclisten dışarı ama yelkanlılar hiçbir yerde iyi anılmıyorlar."

Eliz cevap vermeden önce derin bir nefes verdi. Neden Erez'in de farklı bir düşüncede olacağını zannetmişti ki? Ana karada bu düşünceyi paylaşmayan bir avuç insan bulamazdı. Ama keşke yelkanlıların tek bir kavim veya halk olmadığını da akıl edebilselerdi.

Yelkanlılar genellikle adalı halklardı. Yalnız Gökçeli'de değil, dünya üstündeki hemen hemen her adaya yerleşmiş yelkanlı kavimler olurdu. Kopuk Dağlar'da ikamet edip kanatlı şehirlerle ticaret yapardı bir kavim örneğin. Buminler ile Deneri'de iç içe yaşayanlar da vardı, Tirim'de devlerle geçinen de. Tara-Kur sulaklarında kabileler halinde yaşayanlar da. Ya da Arbuz gibi ekvator kuşağı boyu uçup büyüye ve şifaya ihtiyaç duyanlara yardıma gidenler de.

Ama her nasılsa Gökçeli'nin namı alıp başını yürümüştü. Ve onlar sağ olsunlar, geride kalan tüm yelkanlı kavimler hep aynı ithamlarla suçlanmaya başlanmıştı: Yelkanlılar kötüdür. Yelkanlılar işgalcidir. Yelkanlılar sinsidir. Yelkanlılar sömürgecidir. Ana karadaki yelkanlı olmayan hemen herkesin aklına yer etmiş bir kabuldü bu.

Haksız değillerdi.

Gökçeli yüzlerce yıldır, simya ve bilimi birleştirip sanayide devrim yapıp kaostan para ve güç kazanabileceklerini keşfettiklerinden beri adım attıkları her yeri ve herkesi kullanabilecekleri bir mal gibi görmüşlerdi. Kendilerinden uzaktaki halkları birbirlerine düşürmüşlerdi. Onlara kendi kandaşlarını yok etmeleri için mal ve motivasyon sağlamışlardı. Ana kara halklarının canları ve mülkleri yanmıştı.

Çünkü ana karada hiçbir adada bulamayacakları kadar zengin mercan kükürtü yatakları bulmuşlardı. Herhangi bir mücevherden daha değerliydi bu kükürt. Metal ancak bu kızıl-mor renkli kükürt yardımıyla üstüne büyülerin kazınmasına izin verirdi. Mercan kükürtü olmadan metal iki güne kalmadan eriyip giderdi.

Ve ana karadaki toprağın bereketi de işte bu kükürt yüzündendi. Madenlerin üstündeki her ağaç bire beş meyve verir, her tarla bir mevsim içinde iki hasat çıkarırdı. Yatakların olduğu yerlere uçsuz bucaksız tarlalar kurulmuş, kasabalar ve şehirler inşa edilmişti. Eh, kim böylesi bir bolluktan uzakta kalmak isterdi ki?

Gökçeliler de istememişti.

Adaya hapsolunmuş binlerce yıllık izolasyonun acısını şehirleri yakıp içindekileri uzaklara sürerek çıkarmışlardı.

"Doğru," dedi Eliz. "İyi anılmayız. Ama herkesin bir fiyatı vardır."

"Ne yani, payı yüksek insanları parayla mı kendilerine katıyorlar?" Erez kaşlarını çattı. "Ve bu insanlar da sırf para için dünyanın ta öbür ucuna gidip acayip bir devletin kirli işlerini mi görüyor?"

"Birinin fiyatı yalnız parayla olmayabilir" Eliz sesini alçalttı. "Güvenlik vaat etmiş olabilirler. Aileleri için vatandaşlık örneğin. Elinde avucunda yalnız ailesi kalmış birinin onları korumak için nelerden vazgeçeceğini bilemezsin. Ya da belki de sadece mevki teklif etmişlerdir. Ya da güç. Ya da yalnızca bir topluluğa ait olmayı." Kız yanındaki arkadaşına baktı. "Neden? Sana bu tekliflerle gelseler kabul etmez miydin?"

"Asla," dedi Erez tereddüt etmeden. "Özgürlüğün bir fiyatı olmaz."

Ama Eliz oğlanı sıkıştırmakta kararlıydı. "Düşkün bir halde olduğunu farz et. Evinin ya da yurdunun olmadığını. Aç ve açıkta olduğunu düşün."

"İmkanı yok."

"Yalnızca istedikleri birini tuzağa çekerek ya da basitçe öldürerek istediğin şeylere kavuşabilirsin." Eliz, gözlerini hafifçe kısıp şimdi dosdoğru önüne bakmış arkadaşını izledi birkaç saniye. "Açsan yemeğe. Yurtsuzsan barınağa."

"Birilerini öldürmek bana yemek ve barınak sağlayacaksa bunu yelkanlılara katılmadan da yapabilirim."

İnatçı iblis. Fiyatı olmayan kimse olmazdı, en azından Zenith hep böyle derdi. Herkes bir şey uğruna kendini satabilirdi. Önemli olan o derinlerde yatan, azap verici muhtaçlığın kaynağını bulabilmekti.

Acaba o ne uğruna kendi özgürlüğünden vazgeçerdi?

Bunun cevabını sonradan bulacaktı.

"Eh, herkes bu kadar kararlı ve dirayetli olmayabiliyor." Eliz neşesizce gülümseyip başını önüne çevirdi. "Bir yelkanlının eline düşmektense ölürüm daha iyi diyorsun demek, ha?"

"Kesinlikle." Böyle dosdoğru ve patavatsız yanıtıyla kız kocaman açılan gözleriyle Erez'e bakakaldı. Biraz alınmıştı ama Eliz. Biraz. Belki daha fazla. O an çok yanlış bir şey söylediğinin farkına varmış olmalı, "Kesinlikle değil," diye geveleyiverdi alelacele Erez. "Bak-"

"Teknik olarak şu anda da bir yelkanlının eline düşmüş vaziyettesin." Eliz'in içindeki öfke saman alevi gibi tutuştu. Yanakları cayır cayır yandı. Ama yine de kendini dizginledi.

"Öyleyim ve bundan şikayetçi değilim." Erez uzun bir adım atıp kızın tam önünde durdu. Eliz az kalsın oğlanın göğsüne çarpacaktı. Gözlerini dosdoğru kıza çevirdi. Göz göze gelebilmek için başını kaldırdı Eliz. "Ağzım kafamdan daha hızlı işledi. Yine. Ama şimdi dinle," Yüzü yumuşak, sesi yatıştırıcı, kelimeleri dürüsttü. "Her yelkanlı bir değil." dedi. "Nasıl bir olabilir ki? Yan yana akan iki nehrin iyeleri bile birbirine benzemezken aralarına koskoca denizler girmiş halklar da aynı olamaz."

"Aynı değiliz." Gökçeliler bile hepten aynı değildi. Annem gibi.

"Hem Gökçeli'den bile değilsin." dedi Erez.

Eliz gözlerini kaçırdı. Soracağı şey acımasızcaydı. Ama alacağı yanıtların ihtimalleri bile en kötü kabusları olmaya adaydı. "Ya öyle olsaydım?" diye sordu. Bakışlarını arkadaşına çevirmek için kendini zorladı. "Ya Gökçelili olsaydım? Bu bir şeyi değiştirir miydi?"

Yumuşak ifadesi bozuldu. Kaşları hafifçe çatıldı. Karmakarışık hale gelen yüzünde Eliz bir yanıt aradı. Ufacık bir onay, küçücük bir kabul için arkadaşının biraz şaşırmış ama ciddi simasını inceledi.

"Hayır," dedi Erez. "Hiçbir şeyi değiştirmezdi. Hangi adadan ya da toprak parçasından olursan ol, sen yine sen olurdun. Arkadaşım olurdun."

Farkına epey geç vardığı bir gülümseme ile yüzü aydınlandı Eliz'in. "Arkadaşın mıyım?"

Arsan oğlanın ciddi yüzü bozuldu. Oyuncu oyuncu gözlerini kıstı. "Yoksa değil misin?" diye sordu şakadan bir şüpheyle.

Eliz de ona uydu. O da dudak büktü. "Bilmem," dedi kollarını göğsünde kavuştururken. "Öyle miyim?"

"Genelde arkadaşım olmayanlar için dereleri yakmam."

Ama daha fazla öyle kalamadı. Kıkırdadı ve çocuğun yanından geçip yine yürümeye başladı. "Öyleyse böyle bir arkadaşım olduğu için çok şanslıyım."

"Oo, hem de ne şans." dedi keyifli keyifli. Erez'in Eliz'e yetişme sorunu hiç yoktu. İki koca adımda hemen yanındaydı kızın. "Düşünsene bir: Ben bir Salik'im. Artık iyi büyü yapıyorum ve hatasız rün yazıyorum. Sonra da bir gece seni tepenin üstünde bir yerde yakalıyorum."

Eliz sinir bozucu ufak gülümsemesini takındı. "Hmm... Hiç sorun olmazdın bana."

"Ya?" Erez'in meydan okuyan sesiyle Eliz kıkırdadı. "Ne yapardın da sana sorun olmazdım?"

"Ne o, taktiklerimi öğrenip sonra bana karşı mı kullanacaksın?" Eliz kaşlarını kaldırıp arkadaşına ayıplayan bir ifadeyle baktı. "Yoksa gizli gizli Salik'lere mi katıldın?"

Erez Eliz'e göz kırptı. "Belki."

Eliz derin bir nefes aldı. "Paylarımızın zıt olduğunu hemen anlardım muhtemelen. Zıt olduğunu anlayamasam bile sende bir acayiplik olduğunu muhakkak anlardım. Sonra da her zaman yaptığım gibi seni söndürürdüm."

Sesindeki şaka biraz soldu. "İlk başta da anlamış mıydın?"

Yukarı meyleyen ufak bir tepeliği çıktılar. Eliz çantasının kayışlarını omzunda düzeltti. "Dürüst olmak gerekirse hayır." Anlamamıştı. "Kafam karışmıştı." Belki de biraz ürkmüştü.

"Neden?"

"Çünkü hissettiğim şeyin bir pay mı yoksa başka bir şey mi olduğunu epeyce bir süre idrak edemedim."

Oğlanın kaşları çatıldı. "Neden ki? Birinin payının rengini görebiliyorsun. Benimkini de görmüş olmalısın."

Eliz duraksadı. Hatta adımları yavaşladı. Görmüş müydüm? Işık ruhunun turunculu huzmeleri vardı yalnızca kafasının içinde. Bir de karakolun duvarına sinmişken çok uzaklarda gördüğü umurların minik titreşen renklerini. Ya Erez'inki?

"Hayır," dedi Eliz. Görmüş müydü? Yok. Kendinden hiç emin değildi. "Görmedim." Böylesi büyük bir payın rengini nasıl göremezdi ki? "Dursana," Oğlanı bileğinden yakalayıp durdurdu. "Gerçekten, seni neden göremiyorum?"

Kendi payını harekete geçirdi Eliz. Dikkatle Erez'i süzdü. Zihninin ardında ufacık da olsa bir renk patlaması bekledi. Ama olmadı. Yorgunluktandı herhalde. Gözlerini ovuşturup tekrar denedi sanki payı gözüyle görüyormuş gibi. Bana mısın demedi.

Göremiyordu. Yalnızca parmak uçlarından, avuçlarının içinden ve göğüs kafesinin tüm kemiklerinden sıcak bir sızıyla titreşim geçiverdi.

Ama hissediyordu işte. Her yanındaydı onun payı. Neredeyse oğlanın kemiklerinden dışarı taşıyordu. Her şeyi titreştiriyordu, harekete geçiriyordu, ısıtıyordu. Erez'in çevresindeyken etrafındaki yaşayan ya da yaşamayan her şey daha berraktı Eliz'in zihninin gerisinde. Üstündeki toz silinmiş gibi daha parlak ve daha canlı. Yerdeki çalının incecik canı bile zihninde belirdi. Ötesindeki ulu mavi çam ağacının. Arkalarındaki bir oyukta henüz yuvasında uyuyan tavşanların. Üstlerine düşen damlanın. Güneşin henüz sıcak olmayan ışığının.

Her şeyin payı vardı Eliz'in bilincinin derinliklerinde. Kum zerresi kadar olsa da vardı.

Yalnız onunki yoktu.

Hayır hayır. Böyle olmamalıydı. Her payın rengini görürdü Eliz. Her payın. Kendini bir şekilde gizliyor olmalıydı. Belki de bilinç dışı yapıyordu bunu. Neden göremiyorum? Yeterince ararsa görürdü. Hep görmüştü.

Ona doğru yaklaştı. Elini oğlanın göğsüne uzattı. Ama Erez keskin bir refleksle kendini bir adım geriye çekti. Gözleri o yabani pırıltıyla doldu. Titreşim bir kez daha ama bu sefer neredeyse tedirgin bir şekilde Eliz'in uzuvlarına yayıldı. Az evvelki oyunbaz halinden eser yoktu. Tetikteydi. Çilde'de olduğu gibi.

Yanlış bir hamle mi yapmıştı? Eliz gözlerini kırpıştırdı. Parmakları avcuna doğru kapanırken eli biraz aşağı düştü. "Seni bu şekilde göremiyorum. Bir şekilde itiyor gibisin beni." Oğlanın yüzünde tek bir kas bile oynamadı. "Payına temas edebilirsem bakmama gerek kalmaz. Belki o zaman görürüm." Sonradan aceleyle ekledi: "Tabii izin verirsen,"

Gözleri Eliz hariç her yerde gezinirken bakışları birazcık da olsa yumuşayıverdi. Bir şeyleri ölçüp tarttı hızlıca. Pişmanlık ve bir parça da utanç Eliz'in içini yaka yaka midesine oturdu. Hiç kalkışmayacaktı bu işe. Altaçuların yanından gelen birine hele de başına neler geldiği muallak olan birine böyle şeyler denememeliydi. Eliz oğlana tam boş vermesini, yola devam etmeleri gerektiğini söyleyecekti ki Erez başını aşağı yukarı salladı. Sırtını dikleştirdi. Kıza bir adım yaklaştı. Ama gözlerinde hala aynı tedirginlik kuytu bir köşede bekliyordu.

Eliz sol elini düştüğü yerden kaldırdı. Yavaş ve uysal hareketle oğlanın göğüs kemiğinin üstüne koydu. Avcunun altındaki göğüs hızlıca inip kalktı.

Gücün yani büyüyü ateşleyen payın hepsi kemiklerde saklıydı. Ama en çoğu da işte bu sağlam kemiğe gizliydi. Kız gözlerini kapattı, artık onlara ihtiyacı yoktu. Gözlerinden kaçan, kendi payıyla arasında mutlak ve muazzam zıtlık halindeki bu tuhaf paya erişti.

Aslında Eliz yalnızca bir renk aramıştı. Ya da ışık. Genelde bunları görürdü çünkü. Nadir'in rengi ömründe görebileceği en yumuşak pembe ve en parlak metal grisiydi örneğin. Zenith'inki Porsuk'un yaprakları kadar zengin yeşildi. Kız kardeşi Alyaz'ın payı pek azdı ama ona dikkatle bakarsa tatlı eflatun noktacıkları görürdü. Annesininki yağmur sonrasında açan göğün mavisi kadar berraktı.

Ama bulduğu şey renk değildi. Işık da değildi.

Kargaşa buldu Eliz. Karman çorman bir güç cevheri. Sıcak, hareketli, sürekli dağılıp parçalanan, dönen, yükselip alçalan kaosu buldu. Her renk oradaydı. Ve hiçbir renk orada değildi. Gürültülüydü. Yankılarla doluydu. Bilmediği, henüz var olmayan, ölmüş dillerin yankısı. Gökyüzü oradaydı. Ve çöl. Kıpkırmızı, her an değişen, kandan bir çöl. Kumlar gibi yıldızlar da durmadan dönüp duruyordu. Kayıyordu her şey. Ve yeniden birleşiyordu. Biraz bile öyle kalamadan çatlayıp parçalanıveriyordu.

Acı bir eksiklik hissi kendi payının uçlarından ısırdı. Bir gözünü almışlardı sanki kızdan. Parmaklarını. Benliğinin yarısını.

Ama kalabalıktı. Eksikliklere rağmen hem de. Olması gereken şeyler yoktu. Olmaması gereken şeyler vardı. Yama gibiydi her bir parça. Oradan buradan toplanmış, zorla bir araya gelmiş, üflese yıkılacak bir bütündü. Ama eksikti. Ve fazlaydı. Çok fazlaydı.

Kaos şekillendi zihninin gerisinde. Gürültü büyüdü, görüntüler çağladı. Yamalar söküldü. Birleşti. Yeniden ayrıldı. Çöl değişti. Çamur oldu. Bir nehir. Akıntı onu önüne katıp sürükledi. Bir kaya oldu. Falezin ucundaydı şimdi. Biri itti onu. Eliz de düştü. Su oldu. Çok derin bir su. Işık üstteydi. Ama Eliz batıyordu. Işık azalıp yitti. Eliz de boğuldu. Ama ölmedi. Çöl onu bırakmadı. Kandan ve pastan kumlar etrafında dans etti. Uçtu ve kondu.

Eliz'in istediği yalnızca bir renkti.

Çöl ona ses verdi.

Onlarca farklı ses birleşti. İç içe girip örüldü. Çınladı. Tangırdadı. Öttü. Üfledi. Vurdu. Gümledi. Kırdı ve kırıldı. Sesler birbirlerine sarıldı. Eliz melodiye kapıldı. Her ne kadar birlikte çalınsalar da yalnızdı seslerin hepsi. Hatta neredeyse üzgün.

Sesler üzgün ve yalnız olur muydu ki?

Basbayağı oluyordu işte.

Üzüntüden ve yalnızlıktan öte o derin tınılarda çok başka şeyler daha vardı. Kapkara bir korku canlandı Eliz'in zihninin gerilerinde. Öyle karanlıktı ki Eliz'in gözleri gibi zihni de kör oldu. Delilik çıkageldi sonra. Ele avuca sığmaz turuncuyla yanıp tutuştu. Eliz onu itti. Akıntıya karşı direndi. Ama çöl onu müziği ile yuttu. Düştü. Uçtu. Paramparça oldu. Yeniden bir araya geldi. Derine indi.

Orada da gökyüzü kadar özlem buldu.

Özlem dişlerini gösterdi. Delilik yardıma koştu. Korku hırladı. Pençelerini savurdu. Eliz'in üstüne atladı.

Eliz elini hızla geriye çekti. Nefesi hızlanmış, cildini ateş basmıştı. Gözlerini hızla kırpıştırdı. Sol avcu alev alev yanıyordu. Ama canını yakmıyordu. Sanki tenini ateşe tutmuş, ateş onu yakmak yerinle onunla oyun oynamıştı. Oğlana kaçamak bir bakış attı. Omuzları çökmüştü ve Azkana'dan buraya koşmuş gibi nefes nefese kalmıştı.

Titreyen sağ elini sıkıp göğsüne çekti Erez. "Ee? Ne renkti bari?"

"Sesin rengi olur mu?"

"Neden olmasın ki?"

"Doğru," dedi Eliz. "Neden olmasın ki?" Yutkunup kurumuş boğazını temizledi. "Hiçbir şey göremedim." Aslında çok şey görmüştü. Hafızasından silinmeye başlayan bir çok şey. Anlamsız, telaşlı, deli bir imgeler dizisi.

Erez önüne düşen saçlarını geriye atıp omuzlarını dikleştirdi. "Madem göremiyorsun," diye başladı biraz şüpheyle, "Öyleyse nerede olduğumu nasıl anlıyorsun?"

Bunu nasıl açıklayacaktı şimdi? İçinde ılık bir sıkıntı gonca verdi. "Titreşimlerden," Ama oğlan yalnızca kaşlarını çattı. Demek ki bundan habersizdi. "Her ne zaman elimi bir yere koysam, biraz da odaklansam tuhaf bir titreşim duyuyorum. Elimin altındaki her şey ısınıp harekete geçiyor, canlanıyor gibi bir his. Bir yönü var. Zayıf ve güçlü atışlardan çıkarabiliyorum yönü." Eliz derin bir nefes verdi. "Ve her nasılsa bu yön hep seni gösteriyor. Koca dünya bir pusula gibi. Kutup da sensin."

"Ama büyü yapmıyorum." dedi. Kendi kendine konuşur gibiydi. "Hiçbir şeyi bozmuyorum."

"Büyünle ilgisi yok. Payını bu şekilde algılıyorum büyük ihtimalle."

"Ya diğerleri?"

"Ne?" Kız aval aval oğlana baktı.

Erez kızın yanına geldi. Dudakları ince, düz bir çizgiydi şimdi. Ciddiyeti Eliz'in tüylerini diken diken etti. "Nadir mesela. O da hissedebiliyor mu bunu? Ya da başkası?"

"Hayır," Eliz bunu evden ayrılmadan önce Nadir'e söylemişti. Büyücü kadın hayretle kızı dinlemiş, bu titreşime bir kez de kendi ulaşmayı denemişti. Ama duyumsayabildiği yalnızca yakındaki ölümler olmuştu. "Bildiğim kadarıyla yalnızca ben hissedebiliyorum."

Gözlerini kapatıp rahat bir nefes verdi. "Pekala," dedi. "Sen bil. Dünyanın geri kalanı beni öğrenmese de olur." Eliz kaşlarını çattı. Ama Erez birkaç adım uzaklaştı. "Bence biraz mola vermeliyiz." Eliz'e imalı imalı baktı. "Beni epey yordun, zeki kız."

 

Loading...
0%