Yeni Üyelik
45.
Bölüm

※9※ Birbiri Etrafında Dönen Iki Yıldız: Akrun Ve Alrun

@cinkonur

Tundradan eve döndüğünde uzun süre kendine gelemedi. Birkaç gün yalnız sabahları uyudu çünkü geceleri uyumaya kalktığında sıçrayarak uyandı hep. Kafasının içindeki çatırtı sesi ve tenindeki sıcak titreşim. Bu ikisi bir hafta kadar her boş kaldığında zihnine zulmetti. Özellikle de geceleri, karanlık ve kapısı kapalı odalarda. Sesi tekrar tekrar duydu. Parmak uçları yeniden ve yeniden yandı.

Ama iyileşti. Hem parçalanmış sağ dizi hem yüzündeki çizikler hem de uykusundaki kabuslar. İki haftanın sonunda sersemliğini üstünden tamamen attı. Atmak da zorundaydı.

Nadir bu iki haftada pek üstüne gitmemiş, hatta yanına gelip isterse Arbuz'a dönebileceğini, ne zaman isterse o zaman geri gelebileceğini, o yokken okulunu dondurabileceklerini söylemişti.

Eliz bunu tabii ki kabul etmedi. Ne yani, o kadar çıtkırıldım mıydı? Birinin ölümünü görmüştü, evet insafsızca bir ölümdü. Ama daha önce de başkalarının son nefesine tanık olmuştu. Onlarca cesedin payını toplamış, rünlü kasede taşımış, Döngü'ye yeniden emanet etmişti.

Hayır, dayanırdı. Devam edebilirdi. Birkaç kabus yüzünden hiçbir şey yarım bırakılmazdı. Uyuyamazsa kendini çok yorar öyle uyurdu. Odaklanamazsa Vesna'ya gider, kurumuş otlarını alır, çayını içer, dersine bakardı.

Yarım bir şekilde Arbuz'a dönemezdi. Eksik halde kendini oradan dışarı atamazdı.

Dirayetine olan aşırı güveni o zamanlar işine yaradı. Ama yıllar sonra başını çok yakacaktı.

Yine de dediğini yaptı. İnadını desteği gibi kullandı. Yapılacak tonla işi vardı. O zamanlar daha on beşindeydi ama ertesi sene mühendislik diplomasını alacaktı. Sadece makineler üstünde değil, cebirin kendisi üstünde de ustalaşıyordu. Ayrıca büyüsü alışılagelmişin dışındaydı. Devinimiyle yaşamına can üfleyen denge payını, kusursuzca bilincinin hakimiyeti altına almayı öğreniyordu. Bununla da kalmıyor olur da her şey ters giderse kaçabileceği bir yeri olsun diye yaygın dillere çalışıyor, kendini savunabilsin diye Nadir'in işinde merhametsizliğiyle ünlü kız kardeşinden -Nara'dan- birini nasıl hızlı ve sessizce öldürebileceğine dair dersler alıyordu.

İşte, Eliz dünyanın en meşgul insanıydı. Uçan şehirlerin dev motorları gibi yorulmadan ve süratle çalışırdı zihni. Dolayısıyla üçüncü haftanın ortalarında ölen çocuğu da tüm kemikleri kırılan adamı da aklından silmişti.

Üçüncü haftanın sonuydu. Dev porsuğun köklerinin arasına inşa edilmiş kütüphanede, sırf başkası gelip oturmasın diye gün aydınlanmadan gelip oturduğu yerinde buharlı makinelerin verimliliğine çalışıyor; karşısında masaya dayanıp uyuyan kız kardeşini rahatsız etmemek için defterine yavaşça formüller yazıyordu.

Yazıyordu yazmasına ama o titreşim arada yeniden uyanıyordu. Yaz yağmurları gibi: parmaklarında biraz dolaşıyor, sonra kayboluveriyor, bir vakit ardından sonra yeniden gezintisine devam ediyordu. Yaptığı işe engel değildi. Dikkatini dağıtmıyordu. Ama incecik elektriklenme hissini fark ediyordu yine de.

Sanki bu hissi tutabilirmiş de inceleyebilirmiş gibi baş parmağını diğer parmaklarının uçlarında gezdirdi. Belki de ölen çocuğun büyüsü onda kalıcı parçalar bırakmıştı. Görülmemiş şey değildi bu: birinin birine payından bir parça vermesi.

Vesna da böyle büyü yapmıyor muydu zaten? Yeteneği abisinden geçmişti ona. Acaba Vesna da bunu fark ettiğinde rahatsız olmuş muydu? Gerçi, onun payını abisi kendi isteğiyle vermişti. Karşılaştırmak pek mantıklı olmayacaktı haliyle.

O rahatsız olmamış olabilirdi ama bu Eliz'in aklına her geldiğinde tüyleri diken diken oluyordu. Birinin ellerini ona sormadan kullanıyor gibi hissediyordu çünkü. Hatta o ellerle dünyaya dokunuyor, algılıyor ve düşünüyor gibi. Hırsızlık değil miydi bu şimdi? Almayı o istememişti, eh, muhtemelen çocuk da vermek istememişti.

Ya hırsızlık değilse? Belki de çocuğun payı ile kendi payı birbirine göreceli zıtlıklar içeriyordu, yakına gelince sinerji yakalamış, Eliz de zıt paya daha hassas hale gelmişti.

Kutupsallık.

Fizikte ve büyüde birbirine tamamen zıt anlamlarda kavramdı. Ve teorisini pek de güzel açıklamaktaydı. Hatta örneği bile vardı: Nadir de eşinin yanında büyüye ve paya daha hassas hale geliyor, birinin büyü kullanacak kadar pay sahibi olup olmadığını şıp diye anlayabiliyordu.

Evet, bunlar en mantıklı olasılıklardı. Ama iki mekanizma da nedense Eliz'in kafasına oturmadı.

Aslında arada mekanizma falan yoktu. Eliz'in varsayımları gerçekte olan şeyi açıklamak için fazla komplike kalıyordu. Sebep çok basitti. Bunu daha sonra öğrenecek ve bol bol kullanacaktı. Bu bazen onu hayatında yaşayacağı en derin umutsuzluklara boğacaktı. O zamanlarda sahip olmaktan gurur duyduğu aklı ve sezgileri onu yarı yolda bırakacaktı. Bazen de içine düştüğü beladan -ki bundan sonra başı çok sık belaya girecekti- kurtulmak için ihtiyaç duyduğu deliliği ateşleyecekti. O zamanlarda da asla'larını bir teferruat edecek, yüzüne vuran çetin rüzgarları sırtına alabilmesine yarayacaktı.

Ama bu hikayelerinin sonraki kısmıydı.

ve işte bu, sevgili dostum, şimdi anlatamayacağım kadar uzun bir hikaye.

O parmak uçlarını incelerken önündeki kağıda gölge düştü. "Hmm," dedi alçak ve güçlü bir ses. "Bunları bizim fabrikalarda da görecek miyim?"

Eliz arkasını dönüp boz renkli dört güçlü kanadıyla kağıdını devasa gölgesinde bırakan adama baktı. "Bunları değil," dedi şakadan meydan okuyarak. "Ama daha iyilerini göreceksin."

Kuzeyin en çetin fırtınalarında -şey, gezici fırtına hariç diyelim- bile yalpalamadan uçabilen koca, kavisli kanatları yanında Zenith aslında o kadar da iri biri değildi. En azından kardeşlerine göre.

Hiç tanımayan biri -ki kuzey coğrafyasında bunun pek ihtimali yoktu- onu genç biri zannedebilirdi. Ki haklı olurdu da. Payının fazlalığı ve Denge'ye olan bağlantısı sağ olsun, kendi kandaşları gibi yaşlanmamıştı o. İki buçuk asırda yalnızca saçlarının yarısı sarıdan griye dönmüş, öyle de kalmıştı. Onun da sebebi yaşlanması değildi.

Ama Zenith'i genç zanneden kişi biraz etrafında dolaşadursun, hemen anlardı esas yaşını. Koskoca şehri iki kez kurup hanlığın başkentini dize getiren nazik ama sinsi, profesyonel, kendine has politikacı tavrını ve insanların açıklarını, olaylardaki fırsatları arayan keskin gözlerini izleyince Sekizkök'lü olmayan herkes şıp diye pek de genç olmadığını anlayabilirdi.

Dışarıda öyleydi. Amansız bir yönetici, katı bir diplomat, kurnaz bir siyasetçi. Ama Sekizkök'te durum bambaşkaydı. Huysuz ve mükemmeliyetçiydi, en sık şikayet edilen özellikleri de bunlardı zaten ama Porsuk'un kendisi gibi merhametli ve savunucuydu. Künzek'te kan gövdeyi götürürken, kuzeyli ve güneyli yelkanlılar kan davalarıyla birbirlerini yerlerken yalnız Zenith kapısını Eliz'e ve kız kardeşi Alyaz'a açmıştı. Anne ve babası yalnızca Zenith'e, Nadir'e ve yönettikleri Sekizkök'e güvenebilmişti.

Kağıtlara bakmak için biraz eğildi, sarılı grili örgüleri omuzlarından döküldü. "Bu sözünü diplomanı aldığında sana hatırlatırım." Sonra hemen karşılarında başını protez koluna dayamış, derin nefeslerle uyuyan Alyaz'ı o an fark etmiş olacak ki, "Hadi gel," dedi Zenith. "Biraz yürüyelim."

Elindeki kalemi ve kucağındaki defteri bırakmadan önce tereddüt etti Eliz. Anne ve babasından bir haber gelmiş olabilir miydi? Arbuz'dan? İçi pır pır etti. Heyecandan değil. Gerginlikten. "Bir şey mi oldu?"

"Hayır, her şey olması gerektiği gibi." Eliz titrekçe nefesini verirken Zenith dönüp birkaç adım ilerledi.

O zaman ne olmuştu ki? Eliz hemen defterini ve kalemini bırakıp umur adamın peşinden koştu. Çıkarken montunu almayı unutmadı. Umurlar sırtlarındaki dört gri kanatla üşümüyor olabilirlerdi ama Eliz ayazda üşürdü. Hele hele rüzgar da yoksa...

Umur adam ve yelkanlı kız kök-tünellere girdiler ve git git bitmeyen bahçeyi geçip arka caddeye çıktılar. Oradan da etrafa güneşten çıkan ışınlar gibi yayılan geniş sokaklardan birine girdiler. Ama ne kadar uzaklaşırlarsa uzaklaşsınlar Porsuk'un dev gövdesinin silik gölgesi hep tepelerinde kaldı.

Zenith'in planlamacılık eserlerinden biri. Şehrin neresinde olursanız olun o yüce ağacın kökleri, dalları, uygun mevsimdeyse meyvesi, Nadir'in keyfi yerindeyse altın ışıltılı dişi ve erkek çiçekleri daima görüş açınızda olurdu. Ev gibi hissettirirdi Eliz'e. Porsuk'un yanında diğer herkesle aynıymış gibi gelirdi. Gölgesinin altındayken dünyanın en bulunamaz insanıymış, en güçlü büyücüsüymüş, en akıllı mühendisiymiş gibi. Eksik değilmiş gibi.

"Nereye gidiyoruz?" diye sordu Eliz. Şimdi Altıncı Taş'ın eteklerini çıkan merdivenlerindeydiler. Zenith nezaketen uçmuyor, merdivenlerden Eliz'in yanında tırmanıyordu. İleride, dağın içinde ve dış cephesinde Eliz'in her hafta üçten fazla kez büyü alıştırmaları için gittiği dağa oyulu manastır bulunuyordu. Ve manastırda ışıklar da yanıyordu. Tuhaf. Nadir ve diğerleri normalde bu kadar erkenden gelmezlerdi. Gerçi son üç haftada kaç kez gelmişti buraya? Bir? İki? Belki de yine o bitmeyen tadilatlardan biri başlamıştı. Fikirle kaşları çatıldı. İyi ama kış vakti ne tadilatı yapılabilirdi ki? "Manastırda ne yapacağız bu saatte?"

"Seni biriyle tanıştıracağım." Alışkın değildi keçi gibi merdiven çıkmaya Zenith. Yarı yolda hızları yarıya düşmüştü bile. "Özellikle Nadir senin de orada olmanı istedi."

Nadir... Pekala... Acaba o da mı şu titreşimleri fark etmişti? Fark ettiyse Eliz buna hiç şaşırmazdı. Ama sırf bu konu için eşini de kızı bulması için yollamazdı. "Nadir bu aralar birazcık tuhaf mı yoksa bana mı öyle geliyor?"

"Biraz." dedi Zenith. Sesi berraktı ama Eliz o minik tınıyı hemen fark ederdi. Düşüncelerini belli etmemeye çalışırken zarifçe takındığı tınıyı. "Ama tüm büyücüler biraz tuhaftır."

"Bu tuhaflık Çilde'den döndüğümüzden beri var." Ağzından bıçakla da olsa laf alacaktı Eliz. "Aklı bir karış havada gibi. Yemeklerde bile sürekli kafasının içinde hesap yapar gibi hali var."

Zenith derin bir nefes aldı. Eliz'e karşı diğerlerine olduğu kadar ketum değildi, olamamıştı. "Şu oğlanı buraya getirince manastır içinde birden konuşası tutan çok kişi oldu."

Bir cesedi neden bu kadar konuşmuşlardı ki? "Kimler?"

Zenith imayla kıza baktı. "Kimler olduğunu biliyorsun." Ha, şunlar... Nadir'in uzunca süreler büyü öğrettiği ama bir işe yaramak yerine anca ses çıkaran, Zenith'in çok da fazla olmayan sabrını zorlayan, kendini kıdemli gören güruh.

Eliz sabırsızca, "Ne söylediler ki?" diye sordu.

"Önlenemez bir güvenlik sorunu olacağını." Dalga geçer gibi gülümsedi. "Yirmi küsür şamanı öldüren çocuğu neden buraya getirmişiz? Değil yirmi, bir tanesiyle bile uğraştırmaktan kurtarıyorsa beni," Kıza baktı, "Ben onu yine buraya getirirdim."

Eliz gözlerini kırpıştırdı. "Bir dakika," Hikayede bir tuhaflık var. "Bu neden sorun teşkil etsin ki? Sonuçta buraya getirdiğin şey cesetti." Zenith'in keyifle kalkan kaşını görünce bir adımı boşluğa geldi, tökezlememek için taş duvara tutundu. "Değil miydi?" Yükselip tizleşen sesini güçlükle kontrol altına aldı. "Yaşıyor mu? Nasıl?"

"Tabii yaşıyor." Zenith merdivenleri çıkmaya devam etti. Kız da peşinden hızlı hızlı adımladı. "Eh, zor ölüyoruz."

Manastırın girişi öyle çok yukarıda değildi. Geniş ama ağır kapılardan içeri girdiler. Eliz montunu çıkardı, girişin hemen yanındaki askıya astı, ayakları alışkın olduğu yola saptı.

Umur adamla birlikte geniş, birbirine bağlı, bir çok odaya ve salona açılan tenha koridorlardan geçtiler, birkaç kıvrımlı merdiven indiler. Dağın yuvarlak oyulmuş, zarif renklerle süslenmiş, aydınlık göbeğine gelip tekrar başka bir koridora saptılar. Dağın dış sırtına inşa edilmiş, Porsuk'a değil karla ağırlaşmış çam ormanlarına bakan kısma vardılar. İndikleri her merdivende Eliz'in parmaklarının ucundaki titreşim canlandı. Ama hiçbir zaman ilk karşılaşmasındaki gibi canını yakmadı.

Nadir koridorun camlı tarafına konulmuş örme sandalyedeydi. Çift renkli uzun asasını yanına dayamıştı. O da Zenith gibi yılların geçişini payıyla kolaylamıştı. Hala yirmilerinin sonunda gibi görünüyordu. İki buçuk asırdan fazla yaşı olmasına rağmen hem de.

Porsuk'un ruhuydu bu büyücü kadın. Bu da onu neredeyse bir iye yapardı. İrtiş ve Alkar sınırlarında yaşayan Ebher halkındandı. Yani esasen güneydendi. Çok güneyden hem de. Yıllar içinde cildi güneşe o kadar hasret kalmıştı ki teni buradaki herhangi bir yerli gibi solmuştu.

Ama saçları hep aynı kalmıştı. Gül rengi saçları minik minik örülmüş ve boncuklarla süslenmişti. Bazı örgüler dalgalı saçları arasında kaybolmuştu. Bazılarıyla başından geriye doğru uzanan kısa boynuzlarının etrafına toplanmıştı. Eliz'i görünce kalktı ama çift renkli asayı -ki çok değerli ve en az Zenith ile evlilikleri kadar eskiydi o asa- orada bıraktı.

Eliz koşarak kadının yanına vardı. Onca merdiveni inip çıkmaktan yanakları al al olmuştu. "Neden daha önce söylemediniz bana?" dedi hemen. "Bilseydim-"

"Bilseydin bile bir şey yapamazdın çünkü bu sabah uyandı." Sesi her zamanki gibi ölçülü, melodik ve güçlüydü. "Hem kafanı daha çok bulandırmak istemedim diyelim." Bir elini kızın sırtına koydu. Birlikte koridorun dağ tarafına döndüler -orada dağa oyulmuş odacıklar vardı- ve ilerlediler. "Burçice biliyorsun. Biraz farklı bir aksanı var ama yavaş ve tane tane konuşursak birbirimizi anlayabiliriz."

Eliz kapıya iki adım kala durdu. Payı ondan uzaklaşıyor gibi içi kıpır kıpır oldu. Vücuduna bağlı ipler çekiliyor gibi. "Ama şamanları öldürmüş." Kemikleri tuzla buz olan adam da bir şamandı demek...

Nadir anlayışla gülümsedi. "Tuhaf bir payı olduğunu kabul ediyorum. Ama elimin altında işe yarar rünler var. İstese de açık açık payını kullanamaz. Hem bir şey yapmayacaktır, daha az önce konuştuk." Sonra menekşe rengi gözlerini eşine çevirdi. "Fikir için teşekkürler."

"Ne demek," dedi Zenith yüz yıllardır devletler arası politikalarla oynamaktan zarifleşmiş üslubu ile. "Görevim."

Eliz bazen bu yaşlı çifti kıskanırdı. İki asır boyunca birbirlerine tahammül edip bir de üstüne koca bir şehri çekip çevirmek, ha? Şaşılasıydı. İmrenilesiydi.

Nadir kapıyı açtı. Eliz camsız odaya girdi. Onu türlü otların karışık ama hoş, tanıdık rayihası karşıladı. Bir yerini incittiğinde, kanattığında hatta en son parçalanan sağ dizine sürülen; Zenith'in kız kardeşi Vesna'nın gözü gibi baktığı Bağ'ının otlarından kaynatılmış merhemin kokusuydu bu. Hafif, tatlı ve birazcık da baharatlı.

Bir iki adım attı. Dört yalancı ateş odanın dört yanına konuşlandırılmıştı, bu da yeterince ışık sağlıyordu. Ne gözleri kamaştıracak kadar yoğun ne de masayı göremeyecek kadar soluktu.

Karşısındaki, her odada aynısında bulunan masanın üstünde boy boy şişeler oturuyordu. Masanın hemen üstündeki duvara rün çalışmalarında kullandığı ince ama uzun, kömür karası kağıtlardan asılmış, üstüne kırmızı ve mavi mürekkeple Nadir'in kısıtlayıcı rünleri çizilmişti. Demek bu yüzden büyüsünün yittiğini hissetmişti. Ve demek bu yüzden çocuğun etrafına bir şey yapamayacağına bu kadar güvenmişlerdi. Akıllıca çizilen çizgiler, doğru yerlere işlenen noktalar büyüsü ile onun arasına girmişti. Muhtemelen şu an payına erişip bir cevap beklese istediği yanıtı alamazdı. Yanıt alamazdı belki ama payı yine de oradaydı: Parmaklarının ucunda ve göğsünün ortasında.

Oda sol yanına doğru genişliyordu. Tavandaki iki yalancı ateşin hemen altında, duvara neredeyse bitişik yatak üstünde oturan çocuk başını kaldırdı. Titreşim yeniden avuçlarında hayat buldu. Bu sefer kör karanlıkta değillerdi. Işık Eliz'in tarafındaydı. Böylece çocuğu ilk kez tam anlamıyla seçebildi.

Son gördüğü halinden çok da farklı değildi, hala insana tedirginlik verecek kadar zayıf ve yorgundu. Teni tüm kanı çekilmiş gibi solgundu. Öyle ki burnunun üstü ve elmacıklarına yayılan tek tük çiller suratındaki nadir renk kaynaklarından biriydi.

Artık kızıl olduğunu seçebildiği düz saçları ilk gördüğü haline kıyasla uzamış, alnına kadar eğilmişti. Gözlerinin altında koyu, mor halkalar sıralanmıştı. Halkalar zayıflıktan içine çökmüş yanaklarının üstündeki elmacık kemiklerine kadar uzanıyordu neredeyse.

Ama gözleri... Ateşten bir maviydi adeta. Kontrolsüz, deli bir güçle parlayan, capcanlı bir mavi. Bunu tundradaki sonsuz gecede fark edememesi o kadar iyi olmuştu ki! Aklından çıkaramazdı, kabuslarına girer, onu sinir ederdi.

Oğlan Eliz'i tanıyamamış, hatırlayamamış gibi gözlerini kıstı birazcık. Kızın kıvır kıvır sarı saçları dikkatini çekmiş olmalıydı. Eh, bunu hatırlayamaması doğaldı, Eliz o gün saçını montunun içine tıkıştırıp kat kat bere takmıştı. Sonra gözleri kızın yüzünde dolaştı. Yanaklarında, dudaklarında, gözlerinde. Sanki sırtı çıplakmış ve bir buz sarkıtı omurgasının üstünde dolaştırılıyormuş gibi ürperdi Eliz.

Oğlanın yüzü aydınlandı aşina bir yüz görmenin huzuruyla. Sonra Nadir'e baktı. "İşte," dedi. "Karşımdaki tanıdığım biriyse kalkıp yok yere saldırmıyorum." Sesi içerlenmiş gibiydi.

Ne oldu ki daha önce? Uyandığı zaman yanında biri mi vardı? Tanımadığı bir yerde, tanımadığı bir yüzü görünce saldırmış olabilirdi tabii. Şamanların -hele de Altaçu şamanlarıysa onlar- eline düştüyse herkesin ona tehdit oluşturduğuna inanmasından doğal başka ne olabilirdi?

Uluyel, bu ne biçim bir aksan? Sert t harfleri ve üstüne basa basa söylediği r'leri ile sanki Burçice değil bambaşka bir dili konuşuyordu.

"Ve bu talihsizlik için seni suçlamıyorum." O ana kadar Nadir'in hemen arkasında olduğu tamamen aklından çıkmıştı. Nadir'e kaçamak bir bakış attı Eliz. Kadının bir eli arkasındaydı. Parmakları, üstüne yazılmış ama henüz devinime geçmemiş kısıtlayıcı rün kağıdını kavramıştı. Kağıt kaşla göz arasında irili ufaklı ceplerden birine girdi. Eliz de bakışlarını önüne çevirmeyi akıl edebildi, çocuğu şüphelendirmemeliydi. "Sana bahsettiğim arkadaş." Arkadaş. Eliz Nadir'in ellerini omuzlarında hissetti.

Bir şamanın her kemiğini nasıl un ufak ettiğini bizzat izleyen arkadaş.

"Öldüğünü zannetmiştim." dedi Eliz var olan tüm dürüstlüğüyle.

"Ben de öleceğimi zanettmiştim." Çocuğun çatlamış dudakları soluk, neşesiz bir gülümsemeyle kıvrıldı. "Ve uçanları öldüreceğimi."

Uçanlar... Eliz kaşlarını çattı. Zenith ve ekipteki diğer umurlar! Onları geriye savurmuştu. Çocuğun bunu sadece gelenleri uzaklaştırmak için yaptığını zannetmişti, onları öldürmek için değil.

Bozuntuya vermedi. "Ama öldürmedin." Sesi sorgulayıcı değildi. Sırf merak vardı sadece. Belki biraz da yaşına bağlı saflık.

"Yapamadım ki. Engel oldun. Çünkü..." Duraksadı. İstediği kelimeyi bulamıyor gibi gözlerini birkaç saniyeliğine sımsıkı kapattı. Ve sonra açtı. "Beni söndürdün."

Hayır, kendi hakimiyeti, zıtlığı ile çocuğunkine baskın gelmişti. O an gerçekleşen şey çocuğun demesiyle bu olmalıydı ama... Kelimeleri seçişi ve konuşması tuhaftı. Söndürmek mi? Daha önce hiç büyü terminolojisi duymamış; denge, pay, zıtlık, devinim gibi en temellerden bihaberdi sanki.

Eliz Nadir'in ellerinden kurtuldu. Yatağın yanındaki iskemleyi alıp oğlanın tam karşısına geçip oturdu. Böyle daha iyiydi. Daha güven verici. Denk iki kişi gibi.

Ama oturunca gözü oğlanın koluna takıldı. Sağ kolu omzuna asılı askıya alınmıştı, ama omzu... Sağ omzu sanki normalde onu tutması gereken desteği kaybetmiş gibi aşağı düşmüştü. Felç mi olmuştu? Omzuna bir şey mi yapmışlardı? Kemiklerini mi almak istemişlerdi acaba? O halde o şamanlar tarafından kaçırılmış olmalıydı. Ama hali hiç öyle değil gibiydi. Acayip bir yabancılık ve yabanilik vardı oğlanın gözlerinde.

Pekala...Ağırdan gitmek en iyisiydi. Sorguya çeker gibi her şeyi soramazdı sonuçta.

"İsmin ne?"

Oğlan irkildi. Beklemediği bir soru muydu ki bu? Ama sonuçta bu soru her tanışmaların başı olmaz mıydı? En temel bilgi. Birinin ismi. Gözleri kısa süreliğine hızlıca etrafta gezinse de sonunda yeniden Eliz'in gözlerine döndüler. "Bir ismim yok."

"Nasıl?" Gözlerini kırpıştırdı Eliz. "Hatırlamıyor musun?" Ah, bu kaçırılma ihtimalini güçlendirmişti işte.

"Hayır, şamanların yanında büyüdüm. Ya da en azından büyüdüğümü hatırlıyorum." Bir saniyeliğine düşüncelerine daldı ama sonra odağını topladı. "Ama bir ismim hiç olmadı."

İsimsiz bir çocuk. Çelimsiz görüntüsünden değil fakat çatallaşmış melodik sesinden az çok yaşını çıkarabilmek mümkündü. Öyle ufak değildi. Eliz'den belki bir belki iki yaş büyüktü.

Bunca yıl isimsiz mi kalmıştı yani? Nasıl çağrılmıştı? Ne diye seslenmişlerdi ona? Adını yazacağı bir kağıdı olmamış mıydı? Annesi ya da babası bu ufak detayı unutmuş olamazlardı, hayır, bu kadar şuursuz olunamazdı. "Uluyel..." diye mırıldandı Eliz. "İyi peki, neden?"

"İsmi olan şeyin değeri olurmuş. Öyle demişlerdi."

Nadir Eliz'in yanı başında durdu. "Altaçulardan beklenebilir bir hareket bu. Kullanacakları eşyalara isim vermezler, isim vermenin eşyayı sıradanlaştırdığına, güçsüzleştirdiğine inanırlar." Unutmak istediği ama aklından da bir türlü çıkaramadığı isyancı bilginin gölgesi sesini boğmuştu. "Belirsizlik güçtür ilkesi yüzünden."

Fakat oğlan bir eşya değildi. İnsanın kendisi büyüsünü çekip sonra da atacakları bir araç olabilir miydi? Doğrudan bedenin ev sahipliği yaptığı paydan faydalanmak... Çok zalimceydi. Ama aynı zamanda çok akıllıca. Hatta verimlice. Kemikler üstünden paylar çekilebilirdi evet ama bunu kemikleri hiç kullanmadan yapabilmek... Muazzam bir teknik ve büyü bilgisi ile gerçekleştirilebilirdi ancak.

"Ama yine de bir isme ihtiyacın olacak." dedi Nadir. "Burada yaşamak istersen buralıların ya da kendi cinsinin isimlerinden bir tane seçebilirsin."

Oğlan biraz düşündü. "Buradaki en yaygın isim ne?"

Eliz düşünmeden "Ertim." dedi. "Dışarıya çıkıp beş erkeğe çarpsan üçünün adı Ertim çıkar."

Oğlan kıkırdadı. "Tamam o halde, Ertim olsun." Gerçekten mi? Gidip karışması en kolay, en fazla duyulan ismi mi seçmişti öylece? Hem de hiç başka bir şey sormadan? Anlamını bile bilmiyordu büyük ihtimalle!

"Öyleyse bunu kaydettirmeye gideyim." Nadir kapıya yürüdü. Nadir'in hareketiyle odadaki renkler hafifçe soldu. Büyüsünü gevşetmiş olmalıydı. Onun bir şey yapmayacağından emin. "Zenith şehirde bir Ertim daha olmasına eminim çok sevinecektir." Sonra da çıktı.

Tabii, Zenith bayılırdı bu isme. Son kırk yılın en popüler adı. İsimler atadağ ve mesleklerle birlikte söylendiğinden aynı ünvana sahip binlerce Ertim çıkmıştı son yarım yüzyılda. Dördüncü Taş'tan Marangoz Ertim demek hiç değilse elli kişiyi kastetmek anlamına geliyordu. Tam bir kaos.

Nadir çıktıktan sonra oğlan yine Eliz'e baktı. "Öyleyse yeniden tanışalım." dedi. "Ben Ertim."

"Hayır hayır, sen Ertim falan değilsin." Ertim olacak kadar yavan biri değildi. O kadar basit. O kadar sıradan. Hayır, daha farklıydı. Hasta ve zayıf ama vahşi ve yabancı suratının ardında çılgın bir ateş gibi parlayan, titreşen, çağlayan ve dans eden payını hissedebiliyordu Eliz. Parmak uçlarında hem de. Avuçlarında, omurgasında ve göğüs kemiğinde.

Aralarında olan şeyi o anda açıklayamıyordu.

Zamanla anlayacaktı.

"Ne önerirdin peki?" diye sordu isimsiz çocuk. "Daha senin adını bile bilmiyorum."

"Eliz."

"Eliz." Her heceyi belirgin aksanıyla düzgünce telaffuz etti, sanki ismin melodisini aklına kazımak ister gibi. "Bu bir yıldız ismi, değil mi?"

"Evet. Yolgösteren. Akrun. Değişik yerlerde değişik isimleri var." Fikir o an zihninde canlanmaya başladı. Kendi isminden başka kızlara rastlaması pek olası değildi. Özellikle de bu kadar kuzeydeyken ve ana karadayken. Eliz güneye has bir isimdi. Ekvatora ve Arbuz'a has. Bu kadar kuzeydeyken başka bir Eliz'e rastlamak hayli zordu. Hele ismini aldığı yıldızın ikizi... Onu bulmak imkansıza yakındı. "Buldum." Gülümsedi. "Erez."

"Yolkaybettiren." dedi oğlan ama anlamından ancak Eliz onu onayladığında emin oldu. "Alrun." Gülümseyince gözleri kısıldı, biraz daha az hasta gibi göründü bir anlığına. "Sevdim bunu. Sanki ekip gibiymişiz geliyor kulağa. Tekerleme gibi: Eliz ve Erez."

Eliz iskemleden kalktı. "O zaman Nadir'e yetişeyim de o ismi yazmasınlar kayıt defterine."

Tam kapıyı açacaktı ki "Hayır, bırak, yazsınlar." dedi adı önce Ertim şimdi de Erez olan tuhaf çocuk. "Bırak herkes beni Ertim diye bilsin."

Eli kapının kulbundan kaydı Eliz'in. "Ee, hani sevmiştin?"

"Sevdim. O yüzden sadece sen kullan onu." Kızın gözlerini kırpıştırdığını, afalladığını görünce açıklamaya devam etti: "Erez buradakilere yabancı bir isim. Ama sana yabancı değil." Bir nefes kadar kısacık bir an duraksadı. "Buralı değilsin, değil mi?"

"Değilim. Arbuzluyum."

"İşte, kimse senden daha iyi söyleyemez." Kendi telaffuzu bile garip, hatta komikti. Er-rez. "Yalnız sen söyle."

"Pekala," dedi kız kıkırdayarak. "Erez. Nasıl istersen."


Loading...
0%