
...📖...
36.Bölüm
Bacağımı bacağımın üzerine atarak dalgın bir şekilde elimdeki fincanın içine, durgun yüzeyinde beni yansıtan çaya bakmaya başladım.
Odamda yaptığımız konuşmalar aklımdan çıkmıyordu. Hikâyenin ilerleyişi öyle bir hâl almıştı ki, içinden sağ salim çıkabileceğime dair inancım sarsılmaya başlamıştı.
İçimdeki o pek sevgili destekçim bunların iyi günlerim olduğunu söylüyordu.
Hayır... Bunlar iyi günlerimse, kötü günlerimi düşünmek bile istemezdim.
Bacağımı sallayarak, gözlerimi kıstım. Düşes ve Dük'ün neden benim İlia olmadığım konusunda hiç şüphelenmediklerini anlamıştım. Çünkü onlar kendi kızlarını doğru dürüst tanımıyorlardı ki.
Yani Düşes, İlia'ya karşı birazcık bile olsa olumlu duygular beslemeye başladığında büyüde bir çatlak oluşuyordu.
Düşes ve İlia'nın kahin becerileri yüzünden, büyü çatlağın varlığını sezdiği an döngüyü başa alıyordu. Zaman aynı ilerliyor ama anılar siliniyordu.
Birbirimize karşı hissettiğimiz tüm duygular ve düşünceler sınırlanıyordu. Bu da Düşes'in neden İlia'yla bir türlü iletişim kuramadığını açıklıyordu.
Ne zaman Düşes ve İlia yakınlaşsa ya da bir şeylerin farkına varmaya başlasa, döngü başa sarıyordu. Sanki karşımızdaki insanla hiçbir ilişkimiz, yakınlığımız ve bağımız yokmuşçasına. Bu durum, döngünün içindeki herkesin dünyaya hatta kendisine bile yabancı hissetmesine neden oluyordu. Ancak en çok hasarı hissedenler Düşes Elisia ve İlianna oluyordu.
Diğer insanlar döngünün varlığını bile hatırlamazken, kahinlerde ruh kırılmaları meydana geliyordu.
Hay bin kunduz... Bu da İlia'nın neden her seferinde farklı davrandığını açıklıyordu. Çünkü anılarımda birçok kez İlia'nın başkalarıyla ilgili anılarını görüyordum.
Bu kafa karışıklığının en büyük nedeni buydu. Ben de ortaya bomba gibi inip bir anda herkese samimi ve kendim gibi davranınca, otomatik olarak bütün varlığımı bilen insanlar bunu garipsemiş olmalıydı.
Demek bu yüzden Marcus bana bu kadar şüpheyle yaklaşıyordu. Şerefsiz, bir de zihnime girip hiçbir şey görememesi onu daha da endişelendirmiş olmalıydı.
Marcus'un aksine Elien ise döngünün kırılmış olabileceğini düşünmüştü. Bu yüzden umutsuzca, çocukken tanıştığı o neşeli, cıvıl cıvıl çocuğa dönüşebileceğimi hayal etmişti.
Elien ve İlia oyun arkadaşı sayılırlardı. Elien ona hizmet etse de birlikte oyun oynamış, birçok yaramazlık yapmışlardı. Elien çaresizce, ruhsuz birine dönüşmesini izlediği İlia'nın sonunda özgürlüğe kavuşacağını düşünmüştü.
Onun bu şekilde düşünmesi normaldi; ancak Marcus daha mantıklı ve şüpheci bir yaklaşımla ele almıştı olayı. Ki ben olsam ben de öyle yapardım. Özellikle de gölge suikastçıları peşlerindeyken.
Gölgeyle karşılaştığım zamanı hatırlıyorum da... Hiç de iç açıcı bir karşılama değildi.
Hele ki Lenora'nın gölgelere dokunabiliyor olması ve romanın sonunda kaçırılacak olması ödümü patlatıyordu.
Kapının tıklatma sesini ve ardından gelen fısıltıları işittiğimde gözlerimi fincandan ayırıp kapıya çevirdim.
"İçeri gel."
Benim net sesim, dışarıdaki fısıltıları anında kesti. İki dakikalık sessizliğin ardından kapının açıldığını gördüm. Önden Elien'in eşliğinde, kahyalara özgü kıyafet giymiş, saçları beyazlamış oldukça yaşlı bir adam içeri girdi.
Açık kapıdan içeriye bakan hizmetliler fısır fısır bir şeyler konuşuyorlardı. Onlara doğru döndüğümü fark edince sessizliğe büründüler. Kapıya attığım bakış, Elien'in hızla kapıyı kapatmasına yetti.
Yaşına rağmen oldukça bakımlı bir adamdı. Hemen önümde durarak beni selamladı. Bu selamlama öylesine profesyoneldi ki, buraya geldiğimden beri aldığım en içten ve saygılı selam buydu diyebilirdim.
Gerçekten soylu olduğumu bana hatırlatmıştı. Elimdeki fincanı masaya bırakarak Elien'e doğru baktım. Dışarı çıkması için tek bakışım yeterliydi. Anlamış gibi hızla dışarı çıktı ve kapıdaki hizmetlileri uzaklaştırmaya başladı.
Adamın gözleri Elien'de gezindikten sonra bana döndü. Büyük ihtimalle diğer hizmetlilerin uzaklaştırılmasını, onları azarlayacağıma yormuştu. Başını öne eğerek benden bir cevap bekledi.
"Çay içer misin?" diye sordum.
Başını kaldırıp bana baktı. Adam uzun süredir bu malikanedeydi, benim hakkımda az çok fikirleri vardı. Yine de tek kelime etmeden karşıma geçip oturdu.
Çay koymak için hazırlanmıştı ama ondan önce davranıp çayını fincana ben koydum.
Duraksayarak yüzümü inceledi. Ben de en az onun kadar sakindim. Sanki kim daha sakin kalacak yarışı yapıyormuşuz gibi, ikimiz de oldukça yavaş ve ağır hareket ediyorduk.
"Bunu yapmanıza gerek yok efendim."
İlk defa sesini duyduğumda kafamı kaldırıp ona baktım. Garipti ama sesinin tonu bana birini hatırlatıyordu.
"Neyi yapmama?"
"Çay koymak bir hizmetlinin görevidir. Eğer siz yaparsanız hizmetlilere yapacak bir iş kalmaz." Kafamı yana yatırarak ses tonuna dikkat eden adama baktım. O ise kafasını kaldırmadan fincanına bakıyordu.
Onunla ilgili anılar zihnimde dolanıyordu. İlia'ya küçüklüğünden beri göz kulak olmuştu. Döngü başa sardığında bile İlia'nın tavırlarını anlamlandıramasa da ona olan saygılı tavrını hiç değiştirmemişti.
Zihnimde beliren anılardan birinde, İlia'nın onun yüzüne doğru bir vazo fırlattığını gördüm. Buna rağmen adam sadece İlia'nın kesilen eliyle ilgilenmişti. İlia'nın pişmanlığı ise iç organlarımda hissediliyordu. Kendi davranışlarına kendisi bile anlam veremiyordu. Duyguları alt üst olmuştu, ama bu yaşlı adam hiçbir şey demeden onun elini sarmıştı.
Üstelik, şimdi bile belli olan yara izine sebep olan o darbeye rağmen...
Her şey, İlia'nın akademide yaptıklarıyla birlikte daha da kötü bir hâl aldı. Karşımdaki bu yaşlı adamın onu uyardığını hatırlıyordum. Ama İlia'nın öfkeyle, "Bana ne cüretle akıl verirsin!" diye bağırışı hâlâ zihnimde kıyılarında geziniyordu.
"Peki, hizmetlilerin diğer görevleri nedir ya da en önemli görevi?" Sorduğum soruyla birlikte duraksayarak bana baktı.
"Saygı, hizmetlinin en önemli görevidir; asla karşısındaki, hizmet ettiği işverenine saygısızlık yapmamaktır." Dudaklarımı büzerek anlıyorum der gibi başımı salladım.
"Peki, sence bu evde bana saygı duyan kaç kişi var?" Söylediğimde karşımdaki adamın gözleri kısıldı; sanki ciddi ciddi sayıyor gibi düşünerek gözlerimin içine baktı.
"Oldukça az olduğunu düşünüyorum." Dediğinde kendimi tutamayarak güldüm. Biliyorum, buna gülmemem gerekiyordu ama cidden komikti.
Benim gülümseyen yüzümü izleyen adamın gözlerinde çok farklı duyguların geçişleri vardı.
"Haklısın, gerçekten de bu dünyada bana saygı duyan çok az kişi var, belki de yoktur." Benim bunu söylerkenki rahatlığım mıydı bilmiyorum ama elindeki fincana kısa bir bakış atıp fincanı masaya koydu.
"Leydim, siz Costantinova topraklarının ilk çocuğu ve şu anki meşru varisisiniz. Dük bunu onaylamasa bile gerçek bu." Ben de elimdeki fincanı masaya koydum.
"Annemin hamile olduğundan haberin var mı, Kahya?" Benim sorum kahyanın beni onaylamasına neden oldu. Yani onun da haberi vardı.
"Eğer ki çocuk erkek olursa meşru varis o olacak. Ancak saygı görmem için varis olmak zorunda mıyım?" Dediğimde yüzüme çok ilginç bir ifadeyle baktı. Bir şeyler diyecek gibi oldu ama dudaklarını birbirine bastırarak kısa bir süre düşündü.
"Hayır efendim, bir insana saygı duyulması için o kişinin illaki bir sıfata sahip olması gerekmez. Ancak yaşadığımız bu çağda kadınların ne yazık ki saygı için daha fazla çabalaması gerekiyor. Asiller ve halk arasında aşılamaz bir güç dengesi var. Asıl soru, gerçekten yapmak istediğiniz şey ne?" Gözlerimi onun yüzünde gezdirdim.
Benim istediğim şey mi, ne?
Ben özgür olmak istiyorum. Ben evime gitmek istiyorum. Ama hepsinden de öte, ben İlianna Costantinova'nın hazin sonunu değiştirmek istiyorum.
Onu bu lanetin içinden çekip çıkarmak ve kimsenin ulaşamayacağı kadar tepeye çıkarmak istiyorum.
Ben bu romandaki haksız bir sonla karşılaşacak tüm o yan karakterlerin hayatını kontrol etmek ve hepsini piyonlarım yapmak istiyorum.
Ben bu evreni bir satranç maçına çevirmek istiyorum.
"Peki ya en tepeye çıkmak istiyorsam?" Benim kıvrılan dudaklarıma baktı. Gözlerimde nasıl bir ifade gördü bilmiyorum ama ilgisini çekmiş gibiydi.
"Biliyorsun, malikaneyle ilgilenmek senin işin. Yani hizmetlilerin bu saygısızlığı için ne yazık ki seni cezalandıracağım gibi görünüyor. İtiraz etmezsin ya, sonuçta şuanlık meşru varis benim."
Suratıma anlam vermez bir ifadeyle baktı. "Ancak ben..." Sözünü yarıda keserek, benim fincanıma baktığımı fark ettiğinde hızla kalkarak bitmiş fincana çay koyup bana servis etti.
Bu, ona işinin başına geç komutumdu ve o da bunun farkındaydı. Düşünceli bir ifadeyle beni izlerken çaydan bir yudum aldım.
"Efendim, bir daha beni görmek istemediğinizi söylemiştiniz; işimi düzgün yapamadığımı da. Aynı şekilde şimdi bana yeniden bir şans veriyorsunuz. Sebebi nedir?" Kafamı çevirerek kahyaya döndüm.
"Küçükken nasıl bir çocuktum sence?"
Benim sorduğum soruyla birlikte duraksayarak düşünmeye çalıştı. "Çok zeki bir çocuktunuz. Her zaman neşeli ve saygılıydınız. Sonrasında ne olduğunu bilmiyorum; ancak sanki başka biri olmuş gibi değişmeye başladınız." Söylediğine gülümseyerek yavaşça oturduğum yerden kalkarak ayaktaki adamın tam karşısına geçtim.
"Öyleyse yine aynı şeyin olduğunu düşün. Başka biriymiş gibi değiştim ve şimdi senden benimle ilerlemeni istiyorum. Ancak sana fikrini sormuyorum. Çünkü Marshall, bana en çok inanmanı istediğim zaman sen bana inanmadın." Duraksayarak hafifçe gülümsedim.
"Eğer ki beni hayal kırıklığına uğratırsan kefaret ödemek istediğini söylemiştin. Sana verdiğim ceza artık bitti. Bana inanmasını istediğim kişi bana inanmadığı için hayal kırıklığına uğradım; bu yüzden yüzünü görmek istemedim. Ancak artık cezan bitti Marshall. Bana yol göstermeni istemiyorum; sadece beni takip etmeni istiyorum. Sorgulamadan, şüpheye düşmeden. Bunu yapabilir misin?" Karşımdaki beyaz saçlı ancak dik duruşlu adamın yüzü bir asker kadar sert bir hal aldı.
Marshall zihnin sınırlarında geziniyorum ve benim hakkımda hissettiğin her bir duyguyu gözlerinden görebiliyorum.
Biliyorum Ilia en büyük korkun ve travman bu güçün yapabilecekleri ancak ben bu korkuyu bir silah olarak kullanacağım.
Çünkü ilerlemem gerek, romanın akışı bu şekilde değişirken hiç bir şey yapmadan öylece duramam.
Karşımdaki bir zamanlar çok yetenekli bir şövalye olan bu adam önünde eğilerek bana şövalye gibi selam verdi.
Dudaklarım şeytanice yukarıya kıvrılırdı. Bu adam İlia'yı öldürülen kızına benzetiyordu bu nedenle çocukluğundan beri onun her hareketine tahammül etmişti.
Bu malikanede güvenebileceğim sınırlı insanlardandı. Eğerki ilerlemek istiyorsam insanlara güvenmeyi öğrenmek zorundaydım.
Bu yüzden de gülmeyerek ona belkide daha fazla kızını hatırlattım ancak yapabileceğim bir şey yoktu. Bu insanların benim piyonlarım olduğunu unutmamam gerekiyordu.
"Ayağa kalk lütfen Marshall ve hizmetlileri düzgün bir şekilde eğit onlara bir görev verdim eminim haberin vardır ne de olsa senin bu malikhanenin içindeki her şeyden haberin mutlaka vardır." diyerek ona yandan bir bakış attım.
Marshall ayağa kalkarak beni selamladı. "Yeni hizmetlilerin size saygısızlık yaptığını duydum Leydim bununla düzgün bir şekilde ilgileneceğim." Onu kafamla onaylayarak bana bir şeyler demek ister gibi bakan adamın konuşmasına fırsat vermeden kapıya doğru ilerledim.
"Ha Marshall Elien sana bir adres verecek o adreste iki çocuk bulacaksın erkek olan oldukça baş belası bir şey onu ve hasta kız kardeşini buraya getir." Benim verdiğim ilk emrimi bir kahya olarak değil de eski bir şövalyenin görevi gibi ciddiye alarak kafasıyla beni onayladı.
Zihnimin önüne gelen simsiyah huysuz gözlerinde hep aşağılayıcı ve haylaz bakışlarla imalı imalı "soylu abla" diyen erkek çocuğuyla dudaklarım yukarıya kıvrıldı.
Seni baş belası velet çok yakında karşılaşacağız.
****
Elimdeki mektubu katlayarak zarfın içine yerleştirdim; içindeki çizimleri düşündükçe daha çok gülesim geliyordu. Yaşlı ihtiyarın görünce ne tepki vereceğini o kadar merak ediyordum ki.
Elindeki mektuba mühür vurarak onu hemen yanımda dikilen Elien'e doğru uzattım. Zarfı anında alarak dolabın üzerine yerleştirdi. Kahya, mektubu benim istediğim yere gönderecekti; tabii ki kimsenin fark edemeyeceği bir şekilde gönderildiğinden emin olacaktı.
Yaşlı ihtiyarı düşündüm; onunla konuşmamızın üzerine köle tacirleriyle uğraştığınız için onun istediğini yapma fırsatım olmamıştı. İhtiyar Noli'yi bana bırakıp karanlık taraftan taşı almalıydı ki bir an önce ruh kırılmasını engelleyebilelim. İşin kötü yanı ise İlianna üst üste iki ruh kırılması yaşayacak olmasıydı.
Biri, üzerindeki büyüyle çatışan kahin güçleri yüzündendi; diğeri ise Lenora'yla arasındaki, bozduğu bağ yüzünden yaşayacağımız ruh kırılmasıydı.
Elimi başıma koyarak ovaladım; ihtiyar mektubu aldığı gibi Noli'yi bana getirecekti. Onunla, mektupta yazdığım şeylere göre Noli'nin görünüşü değişecekti. Onu malikâneye, bizim baş belası velet sayesinde sokacaktım. Üçü kardeş ve köle tacirlerinin elinden bana yardım ettikleri için himayeme aldığım halktan çocuklar olarak tanınacaklardı.
En çok endişelendiğim şey, Noli'nin nasıl ayak uyduracağıydı. Onun ilk defa o karanlık boşluktan çıkıp insanlarla karşılaşacak olması tam bir kabustu. Büyük ihtimalle çok korkacak ve belki de ihtiyardan ayrılmak bile istemeyecekti.
Hayır, ben üç küçük çocukla ne yapacaktım; ben çocuk bakmayı bile bilmezdim ki.
Derin bir nefes alarak bunu çok takmamaya çalıştım. İlk yaptığım şey, Velet'in küçük kardeşi için tapınaktan birini getirmek olacaktı. Umarım hastalığı çok kötü değildir.
Köle tacirleri için çalışan herkes tutuklandığında çocuğu zorladıklarını ve onunla kardeşinin kurban olduğunu söyleyerek ikisini işin içinden sıyırmıştım; ama babası büyük ihtimalle idam edilecekti.
Zaten çok da bir babalık yaptığı söylenemezdi.
Benim odamın olduğu koridorun sonunda onlar için bir oda hazırlamıştım. Kızlar birlikte kalacaktı ve velet de ayrı kalacaktı. İsmini bildiğim halde ona "velet" demeye devam ediyordum.
Çünkü düzgün bir tanışma yapmamıştık; üstelik onun bana "abla" diye seslendiğini de çok net hatırlıyordum. Soylu "abla" değil de direkt "abla" diye seslenmişti. Denzel'in o adamları öldürmesine şahit olduğu için kendimi çok kötü hissediyordum.
Malikhaneye geleli iki gün olmuştu ama Düşes'le hiç karşılaşmamıştım. Kahya Marshall'ın demesine göre Düşes bilerek odadan çıkmıyormuş; ben onu görmek istemediğim için odasında kalıyormuş.
Gözlerim dalgın bir şekilde masada gezindi. Büyük ihtimalle ben ondan daha fazla nefret etmeyeyim diye odasından çıkmıyordu; ancak Elien'in iki üç kere mırıldanması üzerine Düşes'in iyi olmadığını anlamıştım.
Akademide olanların öfkesi hâlâ içimdeydi; ancak gerçekten kızmanın bir faydası var mıydı ki?
Kadın, kızıyla ilgili tüm hislerini ve anılarını unutuyordu; üstelik bunun farkında bile değildi. Aynı şey İlia için de geçerliydi. Nasıl kızabilirdim ki hiçbir şeyin farkında olmayan bir kadına?
Üstelik hamile hâliyle bu kadar büyük bir depresyonda olması iyi değildi. Düşes'in karnındaki o bebek belki de benim tek kurtuluşumdu, İlia'nın ise yaşamak için tek şansıydı. Çünkü asla var olmaması gereken bir unsurdu; bir aykırılık, belki de bir çıkış yolu.
Derin bir nefes alarak ayağa kalktım. Köşedeki bakışları yerde olan Elien bana doğru döndü. En son konuşmamızın üzerine bir daha konuşmamaya yemin etmiş gibi suskunduk.
Elien bir şeyler demeye cesaret edemiyordu.
Ona kısa bir bakış atarak derin bir nefes aldım. "Elien, senden nefret etmediğimi biliyorsun değil mi?"
Omuzları titreyen Elien kafasını kaldırarak bana baktı.
"Efendim, döngü başa sardığında yine benden nefret edeceksiniz." Dediğinde, onun küçük çocuklar gibi ağlamak için kendini tuttuğunu gördüm ve yanına doğru ilerleyerek elimi omzuna koydum.
"Merak etme, yine beni kendine aşık edersin, olur biter."
Omzuna teselli eder gibi vurduğumda, iki eliyle elimi tutarak gözlerimin içine baktı.
"Gerçekten yapabilir miyim?"
Ne.
"Elien, şaka yapıyorum, biliyorsun değil mi? Bazen beni korkutmuyor değilsin. Bir sen, bir Diane türü... Değiştiremeyiz, kendinize gelin."
Anlamaz gözlerle bana baktı. Büyük ihtimalle neyin türünden bahsettiğimi anlamıyordu. Gözleri elimi sıkı sıkı tutan ellerine kayınca, panikle hızla bıraktı.
Herkesin de bana zafı var.
"Ama siz yaptığınızda hiçbir şey olmuyor, niye ben yaptığımda sorun oluyor?"
Ağzım şaşkınlıkla açıldı.
Aaa, çapkına bak.
Ben kötü kadının, burada masum kız sensin. Bir bak bana, hiç bende masum kız havası var mı?
Hayır, bu kıza ne oldu anlamadım, kız bana yürümek istiyor bildiğin.
Onun üzgün gözlerle bana baktığını görünce, gülmemi bastırarak: "Tamam tamam, gel, sen de bana yürü. Seni mi kıracağım kızım? Boş ver, türü değişsin, zaten değişmeyen bir şey mi kaldı?"
Gözlerini kısarak, çatık kaşlarıyla bana baktı.
"Leydim, bazen, hayır, genel olarak ne anlattığınızı hiç anlamıyorum ama bu sefer aynı şeylerden bahsettiğimizi sanmıyorum." Dediğinde kendimi tutamayarak gülmeye başladım.
"Ne demek? Neyden bahsediyorum... Marcus'tan değil, benden daha çok hoşlanmandan bahsediyordum."
Gözleri irice açılarak bana baktı. Yüzü saniyeler içinde kıpkırmızı kesildi. Panikle titreyen bedeni:
"Leydim, saçmalamayın, öyle bir şey yok, nereden çıkardınız!"
Diyerek ellerini kollarını deli gibi sallamaya başladı.
"Tamam canım, anladım, ikimizi birden istiyorsun."
Bu da iyice sadakatsiz Volkan'a döndü ya...
"LEYDİM!"
Bağırarak beni susturmaya çalışıyordu. Onun bu panik hâli beni daha da keyiflendiriyordu; eğlendiğimi fark edemeyen Elien, yatağın üstündeki yastığı bir anda kaptı.
Gözlerim irice açılarak hızla geri geri gitmeye başladım. Üzerime koştuğu anda hızla odamın sonuna doğru koşarak kapıyı açıp koridora fırladım. Arkamdan uçan yastık duvara çarparak yere yapıştı.
Kendimi tutamayarak öyle bir kahkaha attım ki, koridorda sesim yankılandı. Sırıtarak ellerimi arkamda birleştirip ona doğru döndüm. Siyah saçlarım yüzüme doğru savruldu.
Kapının önünde durmuş, kıpkırmızı elmaya benzeyen haliyle bana bakan Elien, öfkeye karışık azarla:
"Leydim, benimle bu şekilde uğraşmanız hiç hoş değil." dediğinde, ne kadar öfkeliymiş gibi görünmeye çalışsa da onun da çok eğlendiğini biliyordum. Aslında bunu bir nevi onun için yapıyordum; çünkü ne kadar büyük bir vicdan azabı çektiğini biliyordum.
Zihnine birçok kez girmiştim ve o günü görmüştüm, büyünün yapıldığı, Elien'nin diğer büyücülere yalvardığı günü.
Minik bedeniyle Marcus'a yapışarak içli içli ağlıyordu.
"Ya çok kötü bir şey olursa? Bu büyünün nasıl bir yan etkisi olduğunu bilmediğinizi söylediniz... Ya İlia'ya bir şey olursa?" diyerek gözyaşlarına boğulan Elien'in minik yüzünü izleyen Marcus zorla gülümsedi.
Eğilerek Elien'i kollarının arasına aldığını gördüm. Sakinleşsin diye saçlarını okşayarak başka bir seçenek olmadığını, diğer büyücülerden çoktan beş kişinin daha öldüğünü söylemişti.
Hiçbiri bu büyüyü yaparken mutlu değildi. Onları tanıyan, onları seven herkes yok olacaktı. Artık sevgi ve anılar hiç var olmamış gibi kaybolacaktı.
Sırtımı duvara yaslayarak onun hâlâ kapıda sinirle bir şeyler anlatmasını izledim.
"Leydim, beni dinliyor musunuz?"
"Elien." Adını seslenmemle kızmasına ara vererek gözlerimin içine baktı. Ona buruk bir ifadeyle baktığımı fark ettiğinde yüzündeki ifade değişmeye başladı.
"Döngünün başa sarmasına ne kadar kaldı bilmiyorum. Bu yüzden neden şuanın tadını çıkarmıyoruz?" Elien zorla yutkundu, yüzündeki ifadeyi düzeltemiyordu. Yüzünü sabit tutmak için çok uğraştı ama kendisini daha ne kadar tutacağını merak ediyordum.
Yüzüme bakamıyordu. O hiçbir şey yapmasa bile utancından yüzüme bakamıyordu. Çünkü İlia'nın hayatını mahvetmek istemeseler bile onların da bu işte payı büyüktü.
Kafamı geriye doğru yasladığımda başım tablonun alt kısmına dayanmıştı. Dikkatimi çeken şeyle kafamı yana çevirdim; tabloya baktığımda gözlerim tablonun altındaki "P.V." harflerinde gezindi.
Şu ressam ve yazarın kim olduğu hâlâ belli değildi. Yazarın Isaac olup olmadığını da açık açık ona soramamıştım.
Kafamı çevirerek bir anda üzerime doğru gelen Elien'i görünce yerimden diklenerek "şaka yaptım" der gibi ellerimi havaya kaldırdım. Elien üstüme atlayarak kollarını boynuma doladı.
Gözlerim irice açıldığında ellerim havada asılı kalmıştı.
"Leydim, ne düşünmem gerektiğini bilmiyorum. Her seferinde o kadar farklı davranıyorsunuz ki hangisinin sizin gerçek düşünceniz olduğunu bilmiyorum. Ama bu şekilde iyi davrandığınızda o kadar kötü hissediyorum ki... Eskisi gibi bana bağırmanızı ya da vurmanızı, benden nefret ederek bana çektirmenizi tercih ederim."
Ağlayarak konuştuğunda bu sefer zorla yutkunan ben oldum.
Çok kötü olmalı... O savaşın içinden gelip kimsesizken edindiğin tek arkadaşının bu kadar acı çekişini izlemek. Elien'nin yerinde ben olsaydım, asla Nilvera'nın bu kadar acı çekişini izlemeye dayanamazdım.
Onun kafasını boynuma yasladığını fark ettiğimde buruk bir ifadeyle bir elimi sırtına koyup yavaşça okşadım. Diğer elimle de saçlarını okşayarak onun bana sarıldığı gibi sarıldım ona.
Aptal Elien... Bu şekilde davranırsan nasıl sana piyon gözüyle bakacağım?
Nasıl kendi evime dönebilmek için seni ve diğerlerini feda edeceğim?
"Elien, şartlar ya da koşullar neyi gerektirirse gerektirsin kendi türünü seçtiğin için sana kızmayacağım, diğer benlerin ne dediğini düşünme. Sadece şu anki benim dediklerime kulak ver. Bir savaşın içindeyiz ve daha kötüsü de kapımızda. Bu yüzden sadece hayatta kalmaya çalış. Bunun için bana ihanet etmen... herkese bile yap ve hayatta kal."
Kafasını omzumdan kaldırarak bana baktı. Hıçkırmaktan omuzları sarsılıyordu, gözlerimin içine yalvarır gibi baktı.
"Leydim."
İki elimle yanaklarını kavradım.
"Dinle, bazen kendimize yakışmayan şeyleri yapmak zorunda kalırız. Çünkü hiçbir şey, hiçbir zaman bizim isteklerimize göre ilerlemez. Elien, bu olduğu zaman senden nefret etmeyeceğim-"
Elien ağlayarak sözümü kesti.
"Hayır Leydim, ben-"
Ellerim onun yüzünü daha güçlü kavradı.
"Elien, sözümü kesme ve beni dikkatle dinle. Benim ne sana ne de başka birine anlatamadığım şeyler var. Anlatamasam ve yaptığım şeyler için geçerli açıklamalar gösteremesem bile yine de yanımda mı kalacaksın? Bu olduğunda sana gidip kendini kurtarman için bir şans veriyorum."
"Leydim, neden böyle konuşuyorsunuz?"
"Elien, aptal değilsin. Saf olabilirsin ama aptal asla değilsin. Bir şeylerin yaklaştığını biliyorsun... ve benim yapmam gereken şeylerin olduğunu da."
Zorla yutkundum. Söylediklerime anlam veremiyor olsa bile bir şeylerin farkındaydı, çünkü o gördüğünden daha zekiydi.
"Kötü şeyler mi?" diye fısıldadı.
"Kötü şeyler." diye mırıldandım.
"Ama eğer gidersem yalnız kalacaksınız Leydim. Belki siz hep kendinizi yalnız hissetmiş olabilirsiniz, ancak ben hep buradaydım. Bir adım arkanızda... yani siz asla yalnız değilsiniz."
İçime oturdu sanki söylediği her bir kelime. İlia'nın bunları duyabilmesini öyle çok isterdim ki. Birinin senin her anında yanında olmak istemesi... ne büyük bir yüktü ve ne büyük bir nimetti.
Elien'in ona duyduğu bu sevgi beni her geçen gün şaşırtıyordu. Dışarıdan gördüğümüz şeyler asla gerçeği yansıtmıyordu. Ben, İlia'nın bedenine girdiğimden beri o kadar çok şey öğrenmiş ve farkına varmıştım ki.
İnsanların duygularını gösterememesi, onların da duyguları olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Dile getiremediğimiz şeyler bazen öyle büyük yaralara neden oluyordu ki...
"Peki, ben... benim sizin için yapabileceğim hiç mi bir şey yok?"
Ellerimi onun yanaklarından çekerek ellerimi sıkıca tuttu. Simsiyah gözleri kıpkırmızıydı; ancak öyle korkusuzca baktı ki gözlerime... Bazen bu ufak kızın cesareti beni utandırıyordu.
Ellerimi onun elinden çekerek tek elimle saçlarını karıştırdım. Benim ona bakışımdan mı bilmem, tek bir mimiğimi bile kaçırmak istemiyor gibi izliyordu yüzümü.
Kim bilir, İlia'nın yüzünde bu mimikleri görmeyi ne kadar uzun süredir bekliyordu. Tıpkı çocukluktaki gibi, İlia'nın ona gülmemesinin hasretini çekiyordu çaresizce.
"Benim için yapabileceğin çok önemli bir şey var." Beklentiyle irileştirdiği gözleriyle baktı gözlerime.
"Düşesin karnındaki bebek... Elien, o bebek ne olursa olsun doğmalı ve hayatta kalmalı. Benim için bunu yapabilir misin? Onun doğuşuna, büyüyüşüne şahit olur musun?"
Savaş öyle bir şeydir ki; kayıpların ardından ağlamak bile işe yaramaz.
Savaş öyle bir şeydir ki; masumların kanı toprağı kapladığında, bunun adı artık katliam olur.
Savaş öyle bir şeydir; ruhların acı çığlıkları mehtabı doldurduğunda bile kimse duymuyorsa, bu sessizliğin tarifi yoktur.
Ve savaş öyle bir şeydir ki; göğüs kafesinize sığmayan, taşan cesetlerin geçerli bir açıklaması yoktur.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 4.84k Okunma |
783 Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |