
37.Bölüm
Elimdeki kâğıtları katlayarak zarfların içine yerleştirmeye başladım.
Odanın içini dolduran kâğıt hışırtıları, şöminenin çıtırtısına karışıyor, her nefesimde mürekkep ve balmumu kokusu duyuluyordu.
Bir yandan kâğıtlarla uğraşırken, bir yandan da hemen başucumda dikilen ve benim hatırladığım kadarıyla çizdiğim yarık ağızlı adama bakan Denzel'i izliyordum.
Loş ışık, onun yüz hatlarını keskinleştiriyor, gölgeler saçlarının arasına gizleniyordu. Suratı heykel gibi hareketsizdi ama çehresinde derin, kıpırtısız bir dikkat yanıyordu.
"Bence çizimim o kadar kötü değil," dedim homurdanarak. Denzel, yanıt vermek yerine kafasını hafifçe eğip masanın üzerindeki zarflara baktı.
Kafasını eğince uzun beyaz saçları omzuma ve masanın kenarına döküldü. Saç telleri, ay ışığında ince bir gümüş şerit gibi parladı.
"Ben kötü demedim" diye mırıldandı. "Sadece bu kadar iyi çizim yapabildiğinizi bilmiyordum."
Sesi düşük ve soğuktu; sanki kelimeler ağzından değil, odanın içindeki sessizlikten süzülüyordu.
Buna karşılık bacağımı bacağımın üstüne atıp, her zamanki gibi kendimle gurur duyarcasına omuzlarımı dikleştirdim.
Omuzlarımdaki kumaşın hışırtısı, bu küçük meydan okumanın yankısı gibiydi.
Denzel, Marcuslarla yaptığımız o konuşmadan sonra bir daha yanıma gelmemişti. Nedenini anlayamamıştım. Bu yüzden neredeyse bütün malikhaneyi dolaşmış ama onu bulamamıştım.
Malikhanenin taş duvarlarında yankılanan adımlarım hâlâ kulaklarımdaydı; sanki sessizlik bile beni onun yokluğuna yönlendiriyordu.
En sonunda Elien, "Leydim, cidden fark etmediniz mi? Muhafızınız, efendisindeki değişimleri fark edemediği için bocalamış görünüyor. Belki de aranızdaki bağ yeterince güçlü olmadığı için fark edememiştir," diyerek beni aydınlatmıştı.
Elien'in odanın diğer ucundaki sesi yankılandığında dikkatimi toparladım, pencereden sızan ışık Denzel'in yüzüne düşmüş, yüzünde belli belirsiz bir ifadenin oluşmasına neden oldu.
Denzel ile İlia'nın arasının bozuk olmasının sebebi de buydu belki de. Muhafızlar ve efendileri arasındaki bağın çeşitli seviyeleri vardı.
Bu düşünce içimde bir yankı gibi dolandı; görünmez bir iplikle birbirine bağlı iki ruhun kırılganlığı kadar sessizdi.
Toplamda dört ana seviye bulunuyordu ve her birinin içinde üç alt seviye vardı. Ben henüz birinci seviyenin ilk evresindeydim; bu da Denzel'le aramızdaki bağın henüz zayıf olduğunu gösteriyordu.
Birinci Seviye'nin üç evresi şöyleydi:
İlk evre: Bağın oluşumu.
İkinci evre: Bağın ruhsal hisler üzerindeki kuvveti.
Üçüncü evre: Ruhun, efendisinin hislerini algılamaya başladığı dönem.
Tarih boyunca çok az insan üçüncü seviyeye ulaşabilmişti. Üstelik bu seviyenin evrelerini tamamlamak bile başlı başına zordu. Bu yüzden Muhafızı'yla dördüncü seviyeye ulaşan birine hiç denk gelmemiştim.
Sanki bu bağ, insanın kendi ruhunu parçalayarak dokuduğu bir ağ gibiydi güçlü, ama her an kopmaya meyilli.
Denzel ve benim aramdaki bağın hangi evrede olduğundan emin değildim, fark etmeden bazen duygularımı ve düşüncelerimi algıladığı oluyordu ancak yine de çok sık değildi. Daha çok his gibiydi.
Düşüncelerini sadece bir kere duymuştu, bu da birinci seviyenin tüm evrelerini tamamladığımızı gösterir miydi ki?
Bu sorunun yankısı içimde tuzlu bir tat bıraktı belirsizlikle karışık bir korku gibi.
Elimdeki zarfı köşeye koyarak gözlerimi köşede temizlik yapan Elien'e çevirdim. Bu mektupların her biri sahibine iletilecekti.
Zarfların balmumu mühürleri, mum ışığında kan kırmızısı gibi parlıyordu.
Gözlerim sırasıyla zarflarda gezindi. Lenora, Diane ve Isaac'a yazılmış bu mektuplar benim ilk hamlelerimin temel hazırlığıydı.
Kâğıdın üzerindeki mürekkep kurudukça kaderin çizgileri belirginleşiyor gibiydi.
Davet gecesine son bir gün kalmıştı, asıl hikaye başlamak üzereydi. Davet gecesinden sonra akademideki hayatım tam bir kaostu, çünkü romanın ilk yarısını geçmiş ana karakterin teker teker sahneye indiği zamana gelmiştik.
Odanın içindeki hava bile yaklaşan fırtınayı hissediyor gibiydi.
Denzel'in üzerimdeki gözlerini hissediyorum, onunla iletişimimiz garip bir hal almıştı. Neden hiçbir şey sormadığını ya da konuşmadığını anlamıyordum. İkimiz de hiçbir şey olmamış gibi davranıyorduk.
Ama sessizlik, bazen kelimelerden daha fazla şey anlatırdı.
Denzel ve Marcus ne konuşmuştu bilmiyorum ancak öğrenmem gerektiği kesindi.
Bu bilme isteği içimde ince bir gerginlik gibi dolaşıyordu.
"Mektuplara olan bakışlarınız onların sıradan bir mektup olmadığını düşünmeme neden oluyor." Denzel elindeki yarık ağızlı adamın fotoğrafını masaya koyarak benim gibi mektuplara bakmaya başladı.
Parmaklarının arasında tuttuğu fotoğrafın kenarları ışığı yutmuştu; masanın üzerindeki gölge giderek büyüyordu.
Ona sormak istediğim o kadar çok şey vardı ki...
Mesela aramızdaki bağ düzeldikçe benim İlia olmadığımı fark etmiş miydi? Yoksa o da diğerleri gibi farkına varmamış mıydı?
"Daha önce hiç bir kahine hizmet etmiş miydin?" Benim sorum onun kafasını masanın üzerinden üzerime çevirdi. Kahverengi gömleği ve gri renkli pantolonumu inceledi.
"Daha önce bana diğer efendilerimle ilgili hiç soru sormamıştınız." Bu söylediği dudaklarıma hafif bir gülüşün yerleşmesine neden oldu.
"Sence sebebi döngü mü dersin?" Ona doğru dönerek ilk önce bembeyaz saçlarına baktım. Uzun, göz alıcı, normalde düz olan saçları bu gün dalgalıydı. Elimi uzatarak saçlarının bir tutamını yakaladım.
Saçları parmaklarımın arasından kayarken ipek gibi yumuşaktı; dokunduğumda içimde garip bir tanıdıklık kıpırdadı.
Gözleri anında elinde tuttuğum saçlarına kaydı.
İlia beyazdan neden nefret ediyordu?
Bu da döngü yüzünden sınırlanmış anılardan biri miydi?
"Efendim–."
Sözünü kesen şey, parmaklarımın arasındaki saçını burnuma yaklaştırarak koklamam oldu.
Saçları gerçekten çok hoş kokuyordu, sanki daha önce kokladığım bir kokuydu. Ancak bu kokuyu nereden aldığımı hiçbir şekilde hatırlamıyordum.
Zaman bir anlığına dondu; odanın havası ağırlaştı, nefesim göğsümde takılı kaldı.
Çok garipti gerçekten, bu kokuyu ne zaman almıştım?
Kendi dünyamda mıydı yoksa bu dünyada mı?
"Sizi rahatsız etmiyor mu?"
Kafamı kaldırarak gözlerinin olduğu yerdeki metal bağa baktım. Siyah kirpiklerimi kırpıştırarak hafifçe gülümsedim. Gözlerinin yüzümde gezindiğini hissediyordum.
"Beyazdan neden nefret ettiğimi hatırlamıyorum; kim bilir döngünün hangi zamanında beyazdan nefret etmeye başladım." Düşünceli bir şekilde onun yüzünü incelediğimde omuzları kasıldı.
"Ben benden nefret ettiğinizi düşünmüştüm, beyazdan nefret ettiğinizi bilmiyordum." Dediğinde, onun söylediği şey üzerine kendimi tutamayarak güldüm.
"Yani senden nefret etmediğimi söyleyemem, belki bir ara etmişimdir ancak şu an bu konu hakkında hiçbir fikrim yok." Denzel yine yerinde gerinerek kıpırdandı.
"Bu kadar rahatsızsan belki de konuşmaya ilk başlayan kişi olmak seni biraz da olsa rahatlatır." Benim sakin yüzümden dolayı mı bilmiyorum ama kafasını çevirerek camdan dışarı baktı.
Yağmur bulutları pencerenin ardında birikmişti; gri ışık, saçlarının üzerine düşerek solgun bir ışıltı bıraktı. Bu da parmaklarımın ucundaki saçların kayıp gitmesine neden oldu.
Zihnimde ona söylemek istediğim çok şey vardı ancak o kadar çok korkuyordum ki.
Neden bilmiyorum ama benim İlia olmadığımı anlamasından cidden çok korkuyordum.
Bana doğru dönerek üzerime yürüdüğünde gözlerimi şaşkınca kırpıştırdım. Sandalye duvara kadar kayarak sert bir şekilde duvara çarptı.
Kalbim bir anlığına boğazıma sıkıştı; odadaki hava kıvılcımlı bir gerilime dönüştü.
İleride mobilyaları silen Elien irkilerek anında bana doğru bir hamle yaptı ama elimle onu durdurmak, dışarı çıkması için elimi hafifçe sallamak dışında hiçbir şey yapmadım.
Denzel'in iri bedeni üzerime doğru eğilmeye başladığında Elien'in yüzündeki ifade sert bir hal aldı ancak yine de dışarı çıktı.
Kapı kapandığında sessizlik odaya ağır bir perde gibi indi.
Denzel bana doğru eğildikçe saçları kucağıma ve göğsümün üzerine doğru dökülüyordu. Yüzü yüzüme doğru yaklaştığında yerimde diklenerek ben de yüzümü ona yaklaştırdım.
Yüzlerimiz arasında milim bir mesafe kala durdu.
Yumuşacık, bembeyaz saçları yüzüme değiyor, nazikçe okşuyordu.
Bedeninin ilk defa bu kadar kasıldığını gördüm; içerideki aura öyle yoğundu ki göğsümde başlayan ağrı nefesimi kesmeye yetecek kadar şiddetliydi.
"Diğer muhafız ve efendiler kadar sıkı bir bağa sahip olmadığımızı biliyorum. Ancak cidden ruhunuzu hissedemediğimi mi düşünüyorsunuz?"
Sesi bu defa yankı gibi çıktı, alttan titreşen bir öfke ya da sinirle.
İç organlarım sıkıştı sanki, ellerimi titrememesi için zar zor zaptettim.
Tam gözlerimin içine bakıyordu; yerimde biraz daha dikleşerek aramızdaki mesafeyi kapatıp burnumu onun burnuna değecek kadar yaklaştırdım.
Tam gözlerimin içine bakıyordu ve ben de onun gözlerinin olduğu yere bakıyordum.
Dudaklarım yavaşça kıvrıldı, "Denzel, sence ben aptal birine mi benziyorum?"
Dudaklarımdan çıkan sıcak nefesim onun dudaklarına değdi.
İki dudağının arasından o sorunun çıkmasını bekledim.
Kalbim öylesine hızlı atıyordu ki, sanki bir an bile durursa bu an sonsuza kadar donacaktı.
"Ruhunuzu hissedemiyorum... bir tarafınız tamamen karanlığa bulanmış durumda."
Sesi, boğuk ve kesik bir yankı gibi kulağımda dolaştı. Sözcüklerin her biri, içimdeki duvarlara çarpıp yankılanırken sanki havadaki ışık da soldu.
Bu söylediği ne anlama geliyordu?
Bir an için odanın içindeki hava ağırlaştı; nefesim daraldı, göğsümde bir sancı gibi hissettim o kelimelerin etkisini.
"Yani gördüğün şeyi daha detayı açıkla." Benim sesim istemsizce sert çıktı, neredeyse bir emirdi bu. Sanki içimdeki korkuyu bastırmak için hükmetmek zorundaydım.
Denzel'in dudakları kıvrıldı; yüzündeki ifade bir anlık tereddütle sertlik arasında gidip geldi. Gözlerini göremesem bile etrafında tanımlayamadığım bir ışık parladı, hem şüphe hem de huzursuzluk gibi.
"Ruhunuzun bir kısmını görebiliyorum," dedi, sesi neredeyse fısıltıya dönmüştü.
"Ancak diğer kısmı... karanlık. Size ait değil. Gölge değil, öyle olsaydı anında anlardım. Ancak bu karanlık ruhun ne olduğunu bilmiyorum. Sizinle bir bütün gibi duruyor. Bir kalbi tamamlayan diğer yarısı gibi düşünün."
Kelimeleri her çıktığında, dudaklarının arasından dökülen hava bile soğuk bir dalga gibi tenime çarpıyordu.
"Aramızdaki bağ sayesinde baktığımda onu görebiliyorum," diye devam etti. "Ve onu içinizden söküp çıkartmam gerekip gerekmediğinden emin değilim."
Sözleri, bir hançer gibi yavaşça ruhuma saplandı.
O an anladım.
Bahsettiği o karanlık... bendim.
Benim başka dünyadan gelen ruhumdu. Yani İlia tamamen yok olamamıştı; ruhunun bir yarısı hâlâ bu bedendeydi, diğer yarısı — benim ruhum — onu tamamlıyordu.
İki dünyanın sınırında duran bir varlık gibiydim; ne tamamen bu dünyaya, ne de geldiğim yere aittim.
Ve Denzel bunu başından beri görüyordu.
O, benim ruhumun en başından beri farkındaydı, ancak bir hamle yapmadı çünkü benim gerçekten İlia olup olmadığından emin değildi.
Bakışlarının ardında her zaman sessiz bir sorgulama, tanımlanamaz bir mesafe vardı. Sanki beni her defasında yeniden tartıyor, içimdeki yankıyı dinliyordu.
Çünkü o döngüyü biliyordu. Marcus her şeyi itiraf ettiğinde de şaşırmamıştı. Ondan beklediğim tepkiyi almamıştım.
Onun ifadesi o an taş kesilmiş gibiydi; ne öfke ne korku... Yalnızca yutulmuş bir sessizlik, içinde çırpınan bir sabır.
Denzel benim İlia olduğumu düşünüyordu çünkü baktığında onun ruhunu görebiliyordu.
Döngü yüzünden farklı davranıyor olma ihtimalimi hesaba katarak bu zamana kadar bana hiç müdahale etmemişti.
Ama bu sessizlik, bu mesafeli dikkat içinde fırtınalar saklıyordu.
Ancak ben döngülerdeki İlia'dan çok farklı davranıyordum. Bu da kafasının daha fazla karışması ve daha fazla şüphe duymasına neden olmuştu.
Her yanlış kelimem, onun gözlerinde yankı bulan bir şüpheye dönüşüyordu.
Her şeyin içine etmiştim, planım ters tepmişti. Denzel benden daha fazla şüpheleniyordu.
O an içimdeki soğukluk, etrafımdaki havayı bile titretti; sanki odadaki her şey nefesimi dinliyordu.
"Sence o karanlık ne olabilir?" Benim fısıltı gibi çıkan sesime karşı Denzel, sertleşen yüz hatlarıyla duraksayarak cevap verdi.
Bakışlarının yüzümde gezindiğini ve tekrar bana döndüğünü hissettim; kararlı, ürkütücü ve bir o kadar da tanıdık.
"Ne olduğunu bilmiyorum," dedi, sesi buz gibi sakin. "Ancak size zarar veriyorsa—" Duraksayıp sıcak nefesini dudaklarıma üfledi. "Parçalara ayırırım."
Göğüsümün atışı şiddetlendi, kalbim yerinden şimdi çıkacak gibi acıyla büzüşmeye başladı.
Her kelimesi bir tehditten çok, bir yemin gibiydi.
Ve o an, başından beri kabullenmeyi reddettiğim şeyi kabul etmek zorunda kaldım.
Biliyordum.
Biliyordu.
Benim İlia olmadığımın farkındaydı.
Açık açık — eğer İlia'ya zarar verirsem — beni parçalamakla tehdit ediyordu.
Sözleri, içimdeki iki ruhun arasına kazınmış bir kesik gibiydi.
Yerimden kalktığımda dudaklarımız birbirine sürttü. Denzel hızla geri çekilerek bir iki adım geri attı.
Havada, birbirine dokunan nefeslerimizin ısısı asılı kaldı.
Yüzümün önüne gelmiş iki üç tutam saçı hafifçe üfleyerek yüzümden çekilmesini sağladım.
Ona doğru bir adım attığımda yerinden hiç kıpırdamadı. Ancak benim üzerine yürümeye devam ettiğimi fark ettiğinde geriye doğru adımladı; ta ki bu sefer onun sırtı benim kıyafet dolabıma çarpıp durana kadar.
Aramızdaki hava, elektriğin bile kıvılcım çıkaramayacağı kadar gergindi.
Bir adım daha atarak bedenimi onun bedenine yaklaştırdım. Elimi yavaşça onun yanındaki dolaba koyarak kafamı yukarıya doğru kaldırdım.
Kalbimin her atışı, göğsümden dışarı çıkmak ister gibiydi.
Bu sefer o, hatasını eğerek yüzünü benimkine yaklaştırdı. Onun bedeni bana saldıracak kadar hazırlıklıydı; etrafında ilk defa farklı bir renk görüyordum.
Tıpkı insanların gözlerinden duygularının renklerini görebildiğim gibiydi. Ancak bu onun gücüydü — onun aurasıydı.
Ben aynı zamanda insanların auralarını ya da sahip oldukları yetenekleri görebiliyordum.
Denzel kendisini tutuyordu. Ancak çatlaklardan sızan bu garip enerji akımları, eğer onun gücüyse, bu evrene geldiğimden beri gördüğüm en dehşet verici şeydi.
Kan kırmızısı aura, odanın içinde duman gibi süzülüyordu.
Sanki birer el gibi boynuma doğru uzanıyor, beni kavramaya hazır parmaklarını hissedebiliyordum.
Bu kırmızı, kanın rengi değildi; tutkunun, öfkenin ve sadakatin birbirine karışmış hâliydi.
Ve en çokta ölüm ve vahşetin kendisiydi.
Tütlerim diken diken olduğunda, dudaklarımdan çıkan sıcak nefes onun dudaklarına çarptı.
"Anlıyorum," dedim, sesim neredeyse bir mırıltıydı. "Yani bu şekilde davranacaksın."
İlia olmadığımı bildiği hâlde bana başından beri oymuşum gibi davranıyordu.
Bu sayede kimse bir şeyden şüphelenmemişti. Ama o, sessizliğin içindeyken bile her şeyin farkındaydı.
Ben de ona ayak uyduracaktım.
Madem şu an bile İlia'ymışım gibi davranıyordu, o zaman İlia olmamda bir sorun yoktu.
İlia'yla arasının bu kadar kötü olması Denzel'den kaynaklanan bir şey değildi. İlia her döngüde ona aynı davranıyordu; ben ise farklı davranmıştım.
Denzel de ona ayak uyduruyordu. Büyük ihtimalle Marcus, onun döngünün farkında olduğunu bilmiyordu; çünkü Denzel bunu aynı şeyleri yaparak ve aynı tepkileri vererek gizlemişti.
İkimizin arasındaki boğucu hava, kapının gürültüyle çalmasıyla son buldu. Elimi dolaptan çekip toparlanarak geriye doğru bir adım attım.
"Ne oluyor? İçeri gel." Benim seslenmeme karşı dışarıda geçici bir sessizlik oluştu; ardından titrek, cılız bir ses kulağıma ulaştı.
"Efendim, beni Hizmetli Elien yolladı. Düşes'in durumu hiç iyi değil."
Kızın zayıf sesini zihnim algıladığında, ilk defa sanki tüm bedenimden bir soğukluk geçti. Etimden kemiğime kadar buz dolu suya batmışım gibi hissediyordum.
Kapıya bir adım attım; ayaklarım ilerleyemiyordu sanki. Kapıya doğru ilerledim; tam önünde durmama rağmen kapıyı açamadım.
Duygularım karmakarışık olmuştu; kendimi tutamayarak mırıldandım.
"Sikiyim." Yüzümün önüne gelen saçlarımı parmaklarımla tarayarak geri doğru attım.
Arkamdaki Denzel'in beni izlediğini bilmek, sırtımdaki tüylerin diken diken olmasına neden oluyordu. Zorla yutkunarak kapıyı açtım.
Gözleri kızarmış, beti benzi atmış hizmetli kızın yüzüne bakarken sakince, "Gidip Marcus'a Elwester Düklüğünde yaşayan hekimi buraya getirmesini söyle." Kız gözlerini kırpıştırarak bana baktı. Yaşı kaçtı bilmiyordum ama cidden çok korkmuş görünüyordu. Ellerinin ve omuzlarının titrediğini fark ettim.
Gözlerinde dolanan renkli duyguları, sanki ben yaşıyormuşum gibi hissediyordum. Gözlerimi onun gözlerinden çekip ona doğru bir adım attım. Elimi ona doğru uzattığımı fark ettiğinde irkilerek geriye çekildi.
Ona vuracağımı falan mı sanıyordu?
Derin bir nefes alarak elimi onun omzuna koydum ve, "Bu kadar korkmana gerek yok. Hizmetlilerimin kanıyla duvarları boyamıyorum. Bu arada küçük arkadaşlarına bir soylunun arkasından bu şekilde konuşmanın başını belaya sokacağını hatırlat."
Kızın gözleri irice açılarak dehşetle bana baktı. Hizmetlilerden birinin çocuğuydu; diğer hizmetlilerin çocuklarla birlikte benim hakkımda konuştukları her şeyi görmüştüm.
Sadece bir kere gözlerinin içine bakmak bile yetmişti.
Haklısın, İlia, bu güç gerçekten de acı verici.
"Beni anladın mı?" Sert sesim, onun panikle beni onaylayıp hızla harekete geçmesine neden oldu.
O an koridordaki sessizlik bir anda parçalanmış, hava neredeyse elektriklenmiş gibiydi. O koşarak koridorun sonuna doğru ilerlerken, ben de onun aksi yönüne doğru ilerledim. Adımlarımın yankısı taş duvarlarda çarpıyor, sessizliği geriyordu.
Denzel hemen arkamdan ilerliyordu; ancak öyle rahatsız hissediyordum ki kendimi, sanki nefes almak bile bir yük olmuştu.
O artık bir şeylerin farkındaydı, bu yüzden de beni izleyerek tartıp değerlendirdiğini biliyordum. Koridordan geçip merdivenleri çıktık; üst katta geçtiğimde koridorda Kahya Marshall hizmetlilere bağırıyordu.
Sesinin otoritesi, yüksek tavanlı koridorda yankılanıyor, her kelime sanki duvarlara çarpıp geri dönüyordu.
Herkes ne yapacağını şaşırmış gibi kala kalmıştı. Marshall'ın işine geri döndüğünü ve ipleri eline aldığını fark etmek, beni biraz da olsa rahatlattı; onun güven veren duruşu, etrafı sarmış kaosu bir nebze yatıştırıyordu.
Beni fark eden Marshall hızla eğilerek beni selamladı. Onun bu davranışı, daha önce beni selamlamayan tüm hizmetlilerin selamlamasına neden oldu.
Hizmetlilerin yüzlerindeki korku ve şaşkınlık, odadaki gerginliği daha da görünür kılıyordu.
Hizmetliler hızla sağa sola kaçışarak bana yol açtı. Düşesle ilgilenen hizmetlilerin beti benzi atmıştı; elleri titriyor, gözleri korkuyla büyümüştü. Gözlerimi anında Marshall'a çevirdim; onun ifadesi ise ciddi ve telaş doluydu.
"Kahya, neler oluyor?"
Marshall ellerini önünden bağlayarak, "Efendim, Düşes uzun zamandır sağlıklı beslenmiyormuş, durumu kötüleşti; benim de şimdi haberim oldu, sanırım bayılmış."
O an odadaki hava daha da ağırlaştı; duvarlar, tavan ve koridor, sessiz bir korku ile dolmuştu.
Gözlerim hizmetlilerin üzerinde gezindi. Koridorun loş ışığı, yüzlerinde korku ve tedirginliği daha da belirgin kılıyordu. Bakışlarımı ne kadar sert de olsa o kadar sakin, nasıl baktığımı bilmiyorum; ancak kimse kafasını kaldırıp bana bakmadı.
"Düşes bayılacak dereceye gelene kadar siz ne yapıyordunuz, size diyorum." Sonlara doğru sesim yüksek çıktığında, havadaki sessizlik daha da ağırlaştı; herkes yutkundu, adeta nefeslerini tutmuştu.
"Efendim, yemin ederim, her gün Düşesle ilgilendik; ancak ısrarla yemek yemek istemediğini söyledi."
Hizmetlilerden biri kısık sesle konuştuğunda, gözlerimi ona doğru çevirdim. Titreyen elleri ve kaçan bakışları, korkusunu daha da görünür kılıyordu.
"Düşesin durumunu Dük'e bildiriniz mi?" Benim sakin sorum, birçok gözün bana doğru dönmesine neden oldu; tedirginlik ve sorumluluk arasında sıkışmış bakışlar vardı.
"Efendim, Dük imparatorluk sarayından çağrıldığı için bir süredir evde yoktu; bu süreçte Düşes, ona hiçbir şekilde haber vermememizi söyledi."
Sözleri, odadaki gerginliği daha da yoğunlaştırdı; duvarlar, tavana kadar sessizliği emmiş gibiydi.
Kafamı çevirerek Kahyaya baktım.
"Dük ne zamandır evde yok?"
Birçok kişi, baba anne yerine "dük ve düşes" dediğimi fark etmiş gibi gözlerini kaçırdı; küçük panik ve şaşkınlık karışımı bir ifade yüzlerinde belirdi.
Marshall ise ciddi bir tonla cevapladı:
"Öğrendiğim kadarıyla, siz evden ayrıldığınızdan beri Dük imparatorluk sarayında; bu süreçte Başbüyücü Marcus da sık sık saraya gitti."
Sözleri, odadaki herkesin dikkatini üzerine çekmişti; havada asılı kalan sessizlik, sorumluluğun ağırlığını hissettiriyordu.
"Muhafız Kalios nerede?" Benim sorumla birlikte, başka bir hizmetli titrek sesle, "Muhafız Kalios Dük'le beraber imparator sarayına gitti, efendim," dedi.
Kaşlarım istemeden çatıldı; odadaki havayı aniden gerdi. Kolay kolay Düşes'in yanımdan ayrılmayan Kalios, düşesi yalnız bırakıp saraya mı gitmişti?
Gözlerim, boş koridoru tararken, içimde bir karışıklık ve tedirginlik oluştu. Her adım sesi, sessizliği daha da belirgin kılıyor, Kalios'un yokluğu odadaki boşluğu hissedilir kılıyordu.
Gözlerim düşesin odasının kapısına kaydı. Gergin omuzlarımı rahatlatmaya çalışarak kapıya doğru ilerledim; ayaklarımın yumuşak halı üzerinde çıkardığı ses bile içimdeki tedirginliği artırıyordu. Aralık kapının önüne geldiğimde, Marshall'ın tüm hizmetlileri uzaklaştırdığını gördüm. Odadaki sessizlik, ağır bir nefes gibi üzerime çökmüştü.
Gözlerimi içeride gezdirdim; yatakta uzanan düşesin yanında iki kişi vardı. Biri Elien, diğeri ise Freya'ydı. Freya bezle düşesin ağzını siliyordu; belli ki Düşes kusmuştu. O an odadaki hava, yoğun bir tedirginlikle dolmuş, nefes almak bile zorlaşmıştı.
Elien'in Düşesin ateşini kontrol ettiğini gördüğümde kapıyı ittirerek içeriye girdim.
Karşılaştığım oda, beklediğimden çok farklıydı.
Duvarlarda farklı farklı tablolar vardı; ışığın vurduğu köşelerde boyalar hafifçe parlıyordu, odanın havasını geçmişin anılarıyla dolduruyordu.
Ve hepsinde küçük İlianna vardı. Bir tabloda çiçek topluyordu, diğerinde ise ilk defa piyano çalıyordu. Odada o kadar çok tablo vardı ki, sanki her bir köşe onun çocukluğunu saklıyor ve sessizce anlatıyordu.
Düşes, İlia'nın annesi olmasa kesinlikle sapık olduğunu söylerdim; tüylerim öyle dikelmişti ki bedenimde garip bir ürperti dolaşıyordu. Yatağın başında asılı tabloya bakakaldım.
Düşes şu anda yattığı yatağın içinde yatıyordu ve teni çok solgundu. Buna rağmen, kollarındaki kanlı ve ölü gibi bembeyaz duran İlia'ya bakarken gözleri öyle yorgun ve garip bir şekilde bakıyordu ki, yutkunamadım.
Sanki gerçek olduğuna inanamıyormuş gibi bakıyordu İlia'ya. Onlarca duygu vardı o gözlerde ve onlarca acı. Her bakışı, odadaki sessizliğe ağırlık veriyor, döngünün yükünü taşıyordu.
Düşesin her seferinde döngüde nasıl çatlak oluşturduğunu anlamıştım sanırım. Evet, belki o hiçbir duyguyu hatırlamıyordu; döngü her şeyi sıkıp atıyordu içinden, sanki hiç yaşanmamışcasına boşluk bırakıyordu yerine.
Ancak Düşes tüm hislerini tablolara işlemişti. Ellerim titredi; her defasında unuttuğu, kendisi doğurmamış gibi ona yabancı gelen kızını bu tabloları izleyerek hatırlıyordu.
'Çocuğumu seviyorum.'
Bu kelime, tüm tablolara kazınmıştı.
Her bakışımda onu hissediyordum; çocuğunu seven bir anne.
Acı çeken, kendine ve çocuğuna yabancı bir anne.
Her fırça darbesi, unutulmuş anıların ve sevgisinin sessiz bir yankısıydı.
Kollarım çaresizce birbirine dolandı, istemsizce kendime sarıldım; çünkü bu duygu öyle yoğun bir şeydi ki, sanki bedenimden taşmak üzereydi.
Odadaki sessizlik, çarpan kalp atışlarım ve hafifçe titreyen ellerimle birleşince havada somut bir ağırlık oluşmuştu. Ya düşesin her defasında çaresizce çocuğunu hatırlamaya çalışıp ona yakınlaşmaya çalışması sayesinde bir aykırılık oluştuysa?
Düşesin karnındaki bebek tamamen romana aykırıydı. Yatak örtüsünün soluk renkleri ve pencerenin kırık ışıkları, sahnedeki tuhaflığı daha da belirgin kılıyordu.
Romanın akışını bozan en büyük unsurdu; ancak ya buna Düşes'in İlia'ya olan sevgisi neden olduysa? Bir kahin gerçekten buna neden olabilir miydi? O an odadaki hava, geçmişin ve geleceğin gölgesiyle dolmuş gibi ağırlaşmıştı.
Ona sadece bir kere anne demiştim ve bir kere sarılmıştım. Düşes buna o kadar mı muhtaçtı? Ellerimin arasındaki boşluğu, odadaki sessizlik daha da derinleştiriyordu.
Oysa İlia da en az Düşes kadar muhtaçtı bu sevgiye; yıllarca neden sevilmediğini düşünüp duran bir çocuk ve çocuğunu sevmeye çalışan, ancak çocuğunun ondan nefret ettiğini sanan bir anne. Her fısıltısı, her titreyen nefesi ve gözlerindeki acı, odada ağır bir yankı bırakıyordu.
Vicdan azabı çekiyordum çünkü ben kendi anneme asla böyle davranmazdım; hiç bir anne mükemmel değil, ancak yine de onu dinleyebilirdim ya da kendimi ifade edebilirdim.
O an odadaki sessizlik, kalbimdeki sıkışmayı daha da derinleştiriyor, göğsümün üzerinde bir ağırlık gibi duruyordu. Ona akademide söylediğim sözler iç organlarımı geliyordu sanki, her kelime bedenimde bir yanma bırakıyordu.
Belki de hamile olduğunu gerçekten bana kendisi söylemek istemişti, belki de korkmuştu İlia'nın tepkisinden.
Çaresizce ona yaklaşmaya çalışırken, öğrendiği bu bebek belki de onun içinde şok edici ve korkutucuydu. Oda, yoğun bir sessizlik ve hafifçe titreyen nefeslerle doluydu; her nefes, endişesini ve korkusunu yankılıyordu.
Belki de gerçekten çok korktu; kızını kaybetmekten, onunla arasındaki mesafenin daha da büyümesinden korktu.
Üstelik Düşes çok zor bir doğum gerçekleştirmişti; İlia doğduktan sonra asla hamile kalamayacaktı.
Çünkü çok riskliydi; hamile kalması da neredeyse imkânsızdı. Ya bebeği aldırmayı düşündüyse, bunun için de bana danışmak istediğinde ben o an orada değildiysem.
Yalnız hissetmiş miydi kendini?
O da diğer anneler gibi çocuğuyla mutlu ve yakın olmak istemiş miydi?
Her fısıltısı, gözlerindeki acı ve korku odada görünür bir aura gibi yayılıyordu.
Gözlerimi tablodan ayıramıyordum; öyle ki yanaklarımdan süzülen yaşları bile silemiyordum. Bu sefer emindim, ağlayan kişi ben değildim. Hala ruhunun bir parçası burada olan İlia'ydı.
'Anne, ben kendi annemi istiyorum, beni doğuran annemi.' Şuan ona öyle çok ihtiyacım vardı ki, ellerim boşlukta kalıyor kollarımın çaresizce sarılabileceği bir anneye ihtiyacı vardı.
Anneme sarılarak, 'Anne, yanlış mı yapıyorum? Verdiğim kararlar yanlış mı?' sorusu ve sormak istediğim öyle çok şey vardı ki, kelimeler boğazımda düğümlenmişti.
"Leydim." Elien'in sesiyle birlikte irkilerek gözlerimi tablodan çektiğimde, düşesin sayıklayan sesini duydum. Oda bir anda sessizlikle dolmuş, havadaki gerilim nefesimi kesiyordu.
Bembeyaz, zayıflamış yüzünden kurumuş dudaklarından çıkan isim benim adımdı. Baygınken bile çaresizce adımı sesleniyordu. Onun sesi, odada yankılanıyor, her köşeye çarpıyor ve kalbime ağır bir ağırlık bırakıyordu.
Freya ve Elien, düşesin yanından uzaklaşarak kapıya doğru ilerledi. Elien bana doğru bir hamle yapmıştı ama onu engelleyen Freya oldu. İkisinin dışarıya çıkarken Freya'nın Denzel'i de dışarı çıkardığını fark ettim. Titreyen ayaklarımla yatağa doğru bir adım attım.
Köşesine oturarak onu uyandırmak korkar gibi inceledim. Gerçekten çok zayıflamıştı; bu iki haftada hiç bir şey yememiş miydi bu kadın?
Ya bebek, onun sağlığı iyi miydi?
Odadaki ağır hava, titrek nefesleri ve hafif titreyen ellerimle birleşince, zaman neredeyse durmuş gibiydi.
Ne yapacağımı bilemediğim için istemeden ellerimle oynamaya başladım.
"İlia." Adım, dudaklarından çıktığında bakmak istemedim. Zihninin içini görmek istemedim; ellerimin titremesini durduramıyordum.
Gözlerim yüzündeki acı dolu ifadede gezinirken, yaşlarla dolu gözlerimi başka tarafa çevirdim. Yanaklarım tekrar ıslandı, gözyaşlarım ellerime damlıyordu.
Çekinerek yatağın yanındaki çerçeveye baktım; hemen başucundaydı. İlianna Lucender'in kollarındaydı, İlia bir eliyle babasının parmağını tutuyor ve yüzünde öyle güzel bir gülümseme vardı ki, o an odadaki karanlık biraz yumuşamış gibiydi.
Ellerim titreyerek çerçeveye doğru gitti. Lucender'ın gözleri İlia'ya dalmış gibi onu izliyordu; yüzü biraz beyazdı, belki de ilk defa bir çocuğu, özellikle de kendi çocuğunu kollarının arasına aldığı içindi.
Onun yanındaki Düşes Elisia ise gülümseyerek Lucender'ı izliyordu; ona bakarken gözlerinden gelen yumuşak ifade odadaki sertliği biraz olsun dağıtıyordu.
Bir büyü, bir aileyi; belki de birçok aileyi parçalamıştı.
Elimdeki çerçeveyi yerine koyarak elimi uzatıp elini tuttum. Görmek istiyordum Düşesin zihnindeki en çok korktuğu anıyı. Elini tutmamla bırakmam aynı anda olmuştu. Titreyen ellerimi bacaklarımın arasına sıkıştırdım.
Zayıf, soluk tenli bir kadın; daha çok genç ve korku dolu gözleriyle etrafa bakıyor, çaresizce kocasını arıyordu. Etrafındaki hizmetliler ona dayanmasını söylüyor, bir yandan da hayatının en zor doğumunu gerçekleştiriyordu.
Onun yüzünü gördüm; gözlerinin dehşetle açılışı ve korku dolu bağırışları odada yankılanıyordu. "Nefes almıyor bebeğim, nefes almıyor."
"Karnımı yarıp içinden çıkarın, sana diyorum, yap çabuk, bebeğim ölüyor!" Attığı çığlıklar malikanenin içinde yankılanıyordu. Hemen bu yatakta gerçekleşmiş bir doğumdu.
Kollarımı bedenime doladım; çok korkunç birinin zihninde bu şekilde girip, onun yaşadıklarına şahit olmak ve her şeyi onun gibi hissetmek, beni derinden sarsıyordu.
O an içimde yükselen soğuk, sanki damarlarıma enjekte edilmiş gibiydi. Odanın duvarları üzerime kapanıyor, hava ağırlaştıkça nefes almak bile acı veriyordu.
Kocasının savaştan, dönüp dönmeyeceğini bilmeyen; bir yandan da nefes alamayan bebeğinin duygularını hisseden bir anne... O an odadaki sessizlik, korku ve çaresizlik nefesimi kesiyordu. Tavanın gölgeleri uzuyor, mum ışıkları titreyerek duvarlara ürkütücü şekiller çiziyordu. Her şey o kadının kalp atışlarıyla birlikte yankılanıyor gibiydi.
Titreyen bedenim yavaşça Düşesin yanına kıvrıldı, soğuk çarşafların üzerinde dizlerimi kendime çektim. Kalbimin atışları o kadar hızlıydı ki, sanki göğsümü yararak dışarı fırlayacak gibiydi. Kafamı kaldırarak onun yüzünü izledim. Rengi solmuş, dudakları kurumuştu; göz kapaklarının altında yorgun bir titreme vardı.
"Anne."
"Öleceğim." Dudaklarımdan çıkan sözcüklere mani olmadım. Sesim titrek ve kısık çıkmıştı, o kadar sessizdi ki, kendi nefesim bile yankılandı odada.
"Ölmek istemiyorum, yaşamak istiyorum, bana yardım et." Ben kendi anneme yalvardım. Ancak benim annemin beni duyması imkânsızdı. Kelimeler dudaklarımdan dökülürken içimdeki boşluk daha da büyüdü.
Elimi uzatarak Düşesin saçlarını okşadım; parmaklarım onun soğuk telli saçlarında dolaşırken içimde bir sızı oluştu. Gözlerimi açıp ona bakmak istemedim. Ona baktıkça ağlamak, nefes almak çok zor geliyordu.
Ben sadece eve gitmek istiyordum.
Gözlerimi sıkıca kapattım. Dışarıdaki rüzgâr pencerelere çarpıyor, eski ahşap pervazların arasında uğuldayan sesler, sanki geçmişin yankısıymış gibi içimi ürpertiyordu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 4.84k Okunma |
783 Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |