
---
Melih’in arabasında sessizce otururken, telefonum tekrar çaldı. Numara gizliydi. Tereddütle açtım.
"Sen ne yapıyorsun be kızım ortalığı yıktın resmen!" diyen ses, tanıdıktı. Cemil orgeneral.
"Anlatırım," dedim kısa bir nefesle.
"Anlatırsın tabii. Ama önce dinle. O adam, Yavuz Bozok… sen onu baban sanıyorsun ama o sadece bir paravan. Gerçek baban başka biriymiş."
Kafamdan aşağı kaynar sular döküldü.
"Ne diyorsun sen Cemil amca?"
"Sana adres atacağım. Bu konuşmayı yüz yüze yapmamız lazım. Yanında sadece güvendiğin biriyle gel. Ve sakın kimseye söyleme."
Telefon kapandı. Ekranda bir konum beliriverdi. Mezopotamya'nın kırsalında, terk edilmiş bir konak.
Melih bana baktı, yüzümdeki ifadeden bir şeylerin ters gittiğini anladı.
"Ne oldu Eylül?"
"Daha yeni başlıyoruz Melih. Görünen her şey bir yalanmış." dedim ve adresi gösterdim.
"Benimle gelir misin?"
Cevap vermedi. Arabayı çalıştırıp sadece direksiyona daha sıkı sarıldı.
“Sen nereye, ben oraya…”
---
Gece olmuştu. Konak harabe gibiydi ama içinde hâlâ bir şey vardı... geçmişin izi, gizemin sesi.
Kapıyı açan yaşlı adam baştan ayağa beni süzdü.
"Demek Eylül'sün… seni yıllardır bekliyorlardı."
"Kim?" dedim sertçe.
“Gerçek aileni… ve senden saklanan mirası.”
Melih hemen araya girdi:
"Ne mirası? Ne saçmalıyorsunuz siz?"
Adam başını salladı. “Sana anlatacağım şeyler sadece bir insanın taşıyabileceği kadar ağır Eylül. Ama artık zamanın geldi.”
O sırada yerdeki eski bir sandığın kilidini açtı. İçinden çıkardığı şey… kadim bir mühür, bir mektup ve bir fotoğraftı.
Mektupta şöyle yazıyordu:
> Eylül, bu mektubu bulduğunda her şey değişmiş olacak. Sen sadece Yavuz Bozok’un kızı değilsin. Sen, kayıp soyun son varisisin. Sırlar seni korumak içindi, ama artık korunmaya değil, uyanmaya ihtiyacın var…
Fotoğrafa baktım… anneme benzeyen bir kadın vardı. Yanında, gözleri tıpkı benim gibi kurşun rengi olan bir adam. Mektubun arkasında bir isim yazıyordu:
"Alp Demir – Gerçek Baban"
Dünya başıma yıkılmış gibiydi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |