@creation
|
O gece yaşadığım olayları evdekilere anlattım. Herkes bana güldü ve “Sen hayal görmüşsün, inanma bu tür şeylere,” dediler. Ben de, “Doğrudur, belki yol yorgunluğundan olmuştur,” dedim. Arkadaşlarım ise bana, “Artık uyuyalım. Şimdi ormana götürme bizi, yarın sabah bizi köyün en meşhur dağı, Göktepe’ye götür. Oraya çıkıp hem piknik yaparız hem de Alkent şehrini tepeden izleriz,” dediler. Ben de “Tamam, sizin yerinizi hazırlayalım, uyuyalım,” diyerek yattık. Sabah oldu, horoz sesleri, kuş cıvıltıları ve yan komşunun ineklerinin sesleri duyuluyordu. Doğan ile Erdi çoktan uyanmış, bahçede dedemle oturuyorlardı. “Günaydın,” diyerek yanlarına gittim. Ananem, piknik için kahvaltılıkları hazırlamıştı bile. Biz de “Ya Bismillah,” diyerek Göktepe yoluna düştük. Yol epey uzundu. Bir süre sonra ben, “Arkadaşlar yoruldum, biraz dinlenelim mi?” dedim. Onlar da kayaların üstüne oturup, “Vallahi yorulduk, Mustafa,” dediler. 2-3 dakika oturduk, sohbet ettik. Daha sonra, Göktepe’nin tepesinde iki tane kız gördüm. Arkadaşım Erdi’ye, “Şuraya bakar mısın? Bizden önce iki kişi çıkmış,” dedim. O da, “Evet gördüm, haydi biz de kalkalım çıkalım,” dedi. Kalktık, tepeye gittik. O iki kız orada oturuyorlardı. Bize, “Merhaba, siz de mi şehri izlemeye geldiniz?” dediler. Biz de “Evet,” dedik. Onlarla oturup tanıştık, kaynaştık. Bu sırada, Doğan’ın midesi bulandı ve hemen diğer kayanın arkasına gidip kusmaya başladı. Yanımızdaki kızlardan biri, tuhaf bir ses tonuyla, “Ölmek için buradaysanız, yaşamak için arkadaşınızın yanına gidin,” dedi. Bu sözün anlamını kavrayamadık ama yine de Doğan’ın yanına gittik. “İyi misin?” diye sorduk. Doğan, “İyiyim kardeşim,” dedi. Daha sonra kahvaltı sepetimizi kızların yanına götürdük, “Hep beraber yiyelim,” dedik. Fakat döndüğümüzde o iki kız ortadan kaybolmuştu. İçime bir ürperti düştü ve o iki kızın başka varlıklar olduğunu düşündüm. Daha sonra arkadaşlarıma, “Acaba bunlar başka varlık olabilir mi?” diye sordum. Erdi gülerek, “Oğlum, sen kafayı yemişsin! Dünden beri korku hayalleri kuruyorsun. Otur da kahvaltını et, açlık beynine vurmuş,” dedi. Ama ben hâlâ rahatsızdım, çünkü yiyeceklerin bozulduğunu görüyordum. “Siz görmüyor musunuz? Yiyecekler bozuk, nasıl yiyeceğiz bunları?” dedim. O an Erdi ve Doğan garip bir şekilde bana bakmaya başladı. Gözlerinde tuhaf, korkunç bir ifade vardı. Erdi ve Doğan sanki başka birer varlığa dönüşmüş gibiydi. “İşte böyle yiyeceksin!” dediler ve yiyecekleri hızlıca yemeye başladılar. Doğan, yemekleri kaşıkla değil, bir köpeğin yemek tasından yediği gibi yere eğilip yalayarak yiyordu. Midem bulandı ve dehşet içinde geri çekildim. Erdi'ye döndüğümde ise onun ayaklarının ters durduğunu fark ettim. Yüzünde korkunç bir sırıtışla, “Sende yesene! Neden yemiyorsun?” diyordu. Tüylerim diken diken olmuştu. Kalbim deli gibi atarken, sanki dünya üzerime çökmüş gibiydi. Bir şeylerin fena halde yanlış olduğunu artık biliyordum. Korkuyla, “Arkadaşlar, ne olur kendinize gelin!” diye yalvarmaya başladım, ama ne Doğan ne de Erdi beni duyuyor gibiydi. Onlar, birer varlığa dönüşmüş, insanlıktan çıkmış gibi yiyecekleri yemeye devam ediyorlardı. Oradan uzaklaşmam gerektiğini anladım. Koşmaya çalıştım ama bir şey beni geri tutuyordu. Sanki ayaklarıma görünmez zincirler bağlanmıştı. Koşmak istiyordum ama bacaklarım ağırlaşıyordu, adımlarımı zorla atıyordum. Arkamdan bir şeylerin beni yakalayıp tutacağını düşünüyordum. Yavaş yavaş ilerlerken, kalbimde yükselen korku her an beni ele geçiriyordu. Göktepe’den aşağı doğru indim ama köye doğru değil, Alkent şehri tarafına doğru ilerledim. Ana asfalta vardım, orada iki dakika bekledim. Bir araba geldi, elimi kaldırarak durdurdum. Şoför tatlı ve şirin bir amcaydı. “Selamun aleyküm abi, ben Çayköy'de oturuyorum. Yolda mahsur kaldım, beni köye götürür müsün?” dedim. Yalan söylemiştim. Amca, “Tabii evladım, gel götüreyim seni,” dedi. Beni köye götürdü. Köy meydanında indim ve eve yürüdüm. Eve vardığımda, ışıklar kapalıydı. “Herhalde uyudular,” diye düşündüm. Ama bir gariplik vardı. Sabah evden çıkmıştık, nasıl bir anda gece olmuştu? Bahçeden içeri girdim ve evden gelen fısıltıları duydum. Fısıltılar tanıdık değildi, annem, dedem ya da arkadaşlarımın sesleri değildi. Sanki içeride kalabalık bir topluluk vardı. İçeri yavaşça girdim ve gördüğüm manzara karşısında şok oldum. Köyün insanları içerideydi. Hepsi hüzünlü bir şekilde konuşuyordu. “Çok yazık oldu, daha gencecikti,” diyorlardı. “Nasıl olmuş acaba? Ne işi varmış ormanda?” dediler. O an kanım dondu. Bu "orman" muhabbeti, birkaç gün önce yaşadığım olayla ilgiliydi. Olan biteni anlamaya çalışırken içimde korkunç bir his belirdi. “Ben ölmedim, işte buradayım!” diye bağırdım ama kimse beni duymuyordu. Sanki ben orada değilmişim gibi davranıyorlardı. Tam o anda, bir dua sesi duydum. O kadar huzur verici bir sesti ki, içimdeki tüm korkuyu aldı götürdü. Beyaz ışıklar etrafımı sardı ve ben o ışıkların içinden geçmeye başladım. Birden her şey karardı. Gözlerimi açtığımda, annem, dedem ve arkadaşlarım yanımdaydı. Hepsi mutlulukla birbirlerine sarılıyorlardı. Şaşkınlıkla, “Ne oluyor? Bana ne oldu?” diye sordum. Annem, “Yılan sokmuş seni, bayılmışsın. Zehirlenmişsin. Biz de seni hemen Alkent Devlet Hastanesi’ne getirdik,” dedi. Yaşadığım her şey bir kabustan ibaret gibi görünüyordu ama yaşadıklarım o kadar gerçekçiydi ki, bu işin içinde başka bir şeylerin olduğuna inanmadan edemedim. Köyde, o ormanda bir şeyler vardı. Ama ne olduğunu hâlâ bilmiyordum. |
0% |