Yeni Üyelik
4.
Bölüm

Hayat Görevlerden İbaret Midir?

@cruelsummerr__

Derin'le yeni bir güne uyanmıştım ve Egemen ile konuşmalarını telefonla konuştuğumuz Begüm'e anlatıyordu. Begüm ise istemsizce kıskanmıştı; bunu hissedebiliyordum. Derin'in salondaki yatağını toplarken Derin bana döndü:

 

"Burada gezecek yerler yok mu?" dedi. Ardından Begüm, benden önce lafa atladı:

 

"Şırnak'tasın. Ve küçük bir köyde çıkmanın çok tehlikeli olduğunu anlamalısın," dedi ve katılarak başımı salladım.

 

"Ee, Barlaslar gezdirmez mi bizi?"

 

Yüzümü buruşturdum. "Derin, adamlar bizimle mi uğraşacak? Ne Barlas'mış arkadaş! Naparlarsa yapsınlar, sal artık şu adamları."

 

Begüm ikimize gülerken, Derin bozuldu. Bu sırada kahvaltı hazırlamaya geçmiştim. Bir haftalık tatilimin daha başındaydım ve ben artık bu senenin bitmesini istiyordum.

 

Kahvaltıya oturduk; ardından kapı çaldı. Derin, "Ben bakarım," dedi ama kalkıp ben açtım. Kapıyı açtığımda, bir çift ela göz karşıladı beni. Rüzgar Uras.

 

"N'oldu, Rüzgar?"

 

"Komşuluk önemli. Kahve içmez miyiz ama?"

 

Gözlerine baktım. Gülümsedi, ela ve telaşsız.

 

7 Sene Önce Çeşme Ilıca Plajı

 

"Napıyorsun?" dedi gülerek Birce sevgilisine.

 

"Krem sürmeye çalışıyorum. Sonra kumda oynayacağım kankalarımla," deyip göz kırptı Rüzgar. Bahsettiği kankaları plajdaki küçük çocuklardı. Onlarla oynuyorlar, eğleniyorlardı; bu da aslında onların seçmek istediği bölümü belli ediyordu.

 

Birce gülerek, "Senin kankalarınla oynamana bayılıyorum; onların sevgisini kazanmak için çocuk olman gerekmiyor," dedi. Rüzgar da gülümseyerek, "Evet, belki de bu yüzden öğretmen olmak istiyorum," diye ekledi. Plajda oyun oynayan çocukları izlerken gözleri parlıyordu.

 

O sırada, plajın biraz ilerisinde minik bir kızın elinde büyük bir kum kalesi setiyle yanlarına yaklaştığını fark ettiler. "Merhaba, birlikte kale yapalım mı?" diye sordu utangaç bir şekilde. Rüzgar hemen yanıt verdi: "Tabii ki! Hadi başlayalım!"

 

Birce, Rüzgar ve küçük kız, birlikte büyük bir kum kalesi yapmaya başladılar. Rüzgar, kumdan kalenin kulelerini inşa ederken küçük kıza yapıcı önerilerde bulunuyor, Birce ise kale çevresine küçük deniz kabukları yerleştiriyordu. Çevredeki diğer çocuklar da yanlarına gelip onlara katıldı. Kısa sürede, etraflarında neşeli bir çocuk grubu oluştu; herkes birlikte çalışıyor ve gülüşmeler yankılanıyordu.

 

Birce, bu anın ne kadar özel olduğunu fark etti. Rüzgar'ın çocuklarla nasıl doğal bir bağ kurduğunu görmek ona çok mutluluk veriyordu. "Gelecekte gerçekten harika bir öğretmen ve baba olacaksın," dedi ona gülümseyerek. Rüzgar, "Umarım," diye cevap verdi.

 

"Olacağız. sende harika bir anne olacaksın."

 

Günümüz

 

"Yok, içmeyiz."

 

"Aa neden? Ama yılların hatırına en azından."

 

"Rüzgar, sen yüzsüz müsün?"

 

Sesleri duymuş olacak ki Derin yanıma geldi.

 

"Aa, Derin, sen de mi buradasın?"

 

Yüzünü buruşturdu Derin. "Evet, ben de buradayım, Rüzgar."

 

"Kahve içmeye geldim, hadi ama misafir çevrilir mi hiç?"

 

"Gitmen için 3 saniye veriyorum," dedim.

 

"Bir hafta sonra her gün benimlesin tatlım," deyip gitti.

 

Kapıyı kapattım ve kapıya yaslandım. "Aptal!"

 

"Takma be kuzum kafana, mal işte. Hadi gel otur, sen; ben sofrayı toplayayım, kahve yapayım."

 

Başımı salladım; ardından salona gidip uzandım.

 

10-15 dakika sonra yanıma gelen Derin'le sohbete başladık.

 

Barlas Yıldız

 

Dünkü güzel günün ardından görevdeydik. Dağın başında timle birlikte saklanmış, oturmuş izliyorduk.

 

"Dün eğlendiniz ama bayağı," dedi Murat sessizce.

 

"En çok Egemen'le Semih eğlendi abi," dedim ben de karşılık olarak. Semih sırıttı, ardından Egemen'in omzuna vurdu.

 

"Bence siz de eğlendiniz komutanım. Birce Hanım'la."

 

Egemen'in sözüne kaşlarımı kaldırdım. Bir yandan etrafı kolaçan ediyordum. "Çok konuşma da işine bak."

 

Murat abi gözlerini kıstı ve bana baktı. "Sen herkesi çok tersliyorsun da Birce kızın yanında melek oluyorsun. Kendini şartlandırıyorsun. Kız elinden kaçtığında görürüm seni."

 

"Oh be abi," dedi Yiğit, ardından devam etti: "Bizim olsa, kaybetmemek için elimizden geleni yaparız. Komutan istemiyor. Bak, Semih'le Egemen'e."

 

"Sana mı kaldı lan göt? İşinize dönün, izdivaç programında değiliz. Her şeyin yeri, zamanı var."

 

Sessizlik tekrar çöktü. Herkes gözlerini izledikleri bölgeye çevirmiş, dikkatlice etrafı gözlemliyordu. Görev, eğlenceden çok daha önemliydi ve bunu herkes biliyordu.

 

Bir süre sonra telsizden hafif bir parazit sesi geldi ve ardından komutanın sesi duyuldu: "Tim, dikkatli olun. Hareketlilik gözlemliyoruz. Hazır olun."

 

Herkes tetikteydi. Sessizlik bir anda gergin bir atmosferle yer değiştirdi. Semih ve Egemen, şakalaşmalarını bırakıp tam ciddiyetle mevzilerini aldı. Yiğit, dürbünle çevreyi kontrol ederken hafif bir nefes verdi. Murat, silahını sıkıca kavrayarak yere çömeldi ve sessizce etrafı dinledi.

 

Murat, tekrar bana dönüp fısıldadı: "Bak, ben sadece seni düşünüyorum. Hayat sadece görevlerden ibaret değil. Ama şimdi bu konuyu kapatıyorum, çünkü iş başa düştü."

 

Gözetleme sırasında uzaktan gelen seslerin artması dikkatleri daha da yoğunlaştırdı. Sesler belirgin şekilde yaklaşıyordu. Tim üyeleri tetikte beklerken telsizden tekrar bir anons geldi: "Gözlerinizi dört açın, düşman unsurları yaklaşmakta. Ateş etmeyin, sadece gözlemleyin."

 

Herkes bu talimat doğrultusunda hareket etti. Semih, dürbününü alarak görüş alanını taradı. Egemen, yanına yanaşıp fısıldadı: "Ne görüyorsun?"

 

"Birkaç kişi... Silahlılar... Sanırım keşif yapıyorlar," diye yanıtladı Semih, gözlerini dürbünden ayırmadan. "Sayısını kestirmek zor ama en az beş kişi."

 

Murat, sessizce yanıma yaklaştı ve gözlerini sıkıca kıstı. "Komutanım, yaklaşmakta olanlar ne yapmamızı gerektirir?"

 

"Etrafı kontrol altında tutalım ve olası bir çatışmaya karşı hazırlıklı olalım," dedim. "Ama ateş emri gelmeden herhangi bir harekette bulunmayacağız."

 

Bir süre sonra düşman unsurlarının daha net bir şekilde görülebilir hale gelmesi, ekibin dikkatini daha da yoğunlaştırdı. Herkes, sessiz bir anlaşmayla pozisyonlarını korudu ve gözlerini hedeflerden ayırmadı. Tansiyon yüksekti, fakat profesyonel bir disiplinle herkes sakin kalmayı başarıyordu.

 

Düşman grubunun lideri gibi görünen biri, etrafına kısa talimatlar veriyor gibiydi. Semih, dürbünüyle durumu izlerken, Yiğit ise notlar alıyordu. Egemen, bir anlığına yanındaki arkadaşına baktı ve alaycı bir gülümsemeyle fısıldadı: "Gözlerinizi dört açın çocuklar, büyük an yaklaşıyor."

 

Bu sırada telsizden gelen emirle tüm dikkatler tekrar toplandı. "Düşman unsurların niyetini belirlemek için dikkatli olun. Herhangi bir provokasyona karşılık vermeyin, sadece gözlemleyin. Hazırlıklı olun ama temkinli kalın."

 

Görev devam ederken herkes dikkatini en üst seviyede tutuyor, en ufak bir detayı bile gözden kaçırmamaya çalışıyordu. Durum ne kadar gergin olursa olsun, disiplin ve soğukkanlılık her zaman öncelikliydi. Herkes, herhangi bir an patlak verebilecek olaylara karşı hazırlıklıydı.

 

O sırada uzaktan bir ses duyuldu. Herkes tetikteydi. Sadece bir anlık dikkatsizlik her şeyi değiştirebilirdi. Görevlerinin ciddiyetinin farkında olan ekip, tüm dikkatlerini bölgeye odakladı. Her şeyin yeri ve zamanı vardı; şimdi, işlerini yapma zamanıydı.

 

Düşman unsurlarının daha net bir şekilde görülmesiyle birlikte ortam iyice gerginleşmişti. Herkes tetikte, olası bir çatışma için hazır bekliyordu. Bir an için sessizlik oldu, sonra beklenmedik bir şekilde uzaktan bir silah sesi yankılandı.

 

Bir acı dalgası omzumda patladı. Aniden yere düştüm ve bir anlığına ne olduğunu anlayamadım. Omuzumdan vurulmuştum. Yerdeki toz ve toprak etrafa saçıldı. Murat hemen yanıma geldi, yüzünde endişe vardı. "Amına koyayım."

 

"Barlas, iyi misin?" diye sordu, hemen omuzumdaki yarayı kontrol etmeye çalışarak.

 

"İyiyim," dedim dişlerimi sıkarak. "Sadece omzumdan vuruldum, önemli değil."

 

Diğerleri de hemen pozisyon alarak karşılık vermek için hazırlıklarını yaptı. Ancak hala ateş emri gelmediği için beklemek zorundaydık. Omzumdaki ağrıya rağmen, silahımı sıkıca kavradım ve ayağa kalktım. Murat, "Dur, biraz dinlenmelisin," dedi ama ben onu dinlemedim.

 

"Burada işimiz bitmedi," dedim kararlılıkla. "Hepimiz burada görevdeyiz ve görev bitmeden kimse geri çekilmeyecek."

 

Egemen, diğer tarafa bakarak, "Sadece birkaç kişi kaldı," dedi. "Dikkatli olalım, yanlış bir hareket her şeyi mahvedebilir."

 

Omzumdaki kanamayı durdurmak için hızlı bir şekilde bir bandaj yaptı Oğuz. Ağrı kesiciler ve ilk yardım seti bizimleydi ama şimdi onları kullanma zamanı değildi. Görev devam ediyordu ve ben de savaşmaya devam edecektim. Herkes, tehlikenin geçmediğinin farkındaydı ve bu yüzden daha dikkatli hareket ediyordu.

 

Telsizden tekrar komutanın sesi duyuldu: "Tüm timler, dikkatli olun. Düşman unsurlar geri çekilmeye başladı. Şu an için takip etmeyin, yerinizde kalın ve durumu değerlendirin."

 

Omzumdaki ağrıya rağmen, görevden kopmamak için kendimi zorladım. Bu, bizim işimizin bir parçasıydı ve her durumda hazır olmalıydık. Görev henüz bitmemişti ve herkes gibi ben de görevimi yapmaya devam edecektim.

 

Birkaç saat sonra kesinlikle kayboldular ve biz de askeriyeye geri dönüyorduk. "Komutanım, kolun için hastaneye gitseydik?" dedi Yiğit.

 

Ardından Egemen devam etti, "Yani, Birce Hanım'ı görmek istiyorsan, Derin de tıp okuyormuş, gidebiliriz."

 

Derin bir nefes verdim ve yüzümü buruşturdum. Bir süre sessizlikten sonra, "Bakın, kalbinizi kıracağım, lütfen yapmayın artık. Hoş olmuyor."

 

Susup başını salladı hepsi. "Önemli de değil."

 

Murat, telefonundan gelen bildirime bakınca sıkıntıyla nefes verdi. "Ne oldu abi?"

"Melih durmuyormuş komşuda."

Oğuz lafa atladı, "Ee, Birce Hanım da duruyordu, neden ona bırakmadık ki?"

Murat saçlarını geriye attı. "Oğlum, bakıcı mı kız? Ayıp oluyor artık."

Devam etti Oğuz, "Sen de keyfinden bırakmıyorsun ki abi."

Murata bakıp duruşumu düzelttim. "Ben bir yazayım Birce'ye. Mete'yi alır geçeriz. Pansuman da yaptırırım, tamam mı?"

"Bir de kahve içeriz," dedi Egemen ama benim sert bakışlarımı görünce, "İçmeyiz," dedi.

Telefonumu elime alıp WhatsApp uygulamasını açtım. Ardından sohbetler kısmından Birce Aksu yazan sohbete tıkladım

​​Siz

"Selam Birce, rahatsız ediyorum. Melih durmuyormuş komşuda, huysuzluk yapıyormuş bayağı. Biz onu alıp gelsek, sende biraz dursa, sonra gitsek olur mu?"

 

5-6 dakika sonra cevap yazdı.

 

 

Birce Aksu

"Tabii ki, estağfurullah, bekliyorum."

 

Siz

"Teşekkürler."

 

Sohbetten çıkıp bizimkilerle konuşmaya daldım.


Birce Aksu

 

Evi iyice dağıtmıştık. Bu yüzden ben kalkıp yemek yapmaya gittim. Derin ise evi topladı. "Ya yemeğe kalmazlarsa, Birce?!" diye seslendi içeriden.

 

"Görevden dönüyorlarsa kalırlar!" dedim.

 

Ardından bir yarım saat sonra kapı çaldı. Derin gidip açarken, ben özenle sofra kuruyordum. Tek tek içeri girdiler ama ben hala sofra kuruyordum.

 

Kapıya yaslanmış bana bakan Barlas'ı görmedim.

 

"Keşke zahmet etmeseydin, kalmazdık yemeğe."

 

Barlas'a dönüp baktım. "Ne olacak, kalırsınız."

 

"Üstümüz başımız kirli."

 

Üniformasına dikkatle baktığımda omzundaki kanı gördüm ve gözlerim büyüdü. "İyi misin? Ne oldu?" dediğimde kollarını birleştirdi.

 

"Önemli değil. İyiyim," gülümsedi.

 

"Derin tıp okuyor. İstersen pansuman yapsın ya da ne gerekiyorsa."

 

"Olur, ama istersen yemeği yiyelim ilk. Zaten saatlerdir böyle, pek önemi yok."

 

Kaşlarımı çattım, sonra başımı salladım. Yemeğe oturduğumuzda yemek servisi yapmaktan rahat yiyemiyordum, zaten açtım ama onlar da misafirdi.

 

Melih'le sohbet ettik bayağı, özlemişim çocuğu da. Yemekten sonra sohbetler edilmeye başlandı.

 

Yemek sonrası herkes oturma odasında yerini almıştı. Derin, Barlas'ın omzuna yaptığı pansumanla ilgilenirken biz de diğer askerlerle sohbete daldık. Murat, Egemen, Yiğit, Oğuz ve Semih, sıcak bir aile atmosferi içinde oturmuş, yüzlerinde özlem dolu ifadelerle geçmişi yad ediyorlardı.

 

Murat, elinde çay bardağıyla iç geçirdi. "Oğlum Melih," dedi, gözlerinde şefkatle, "her zaman babasına benzemek isterdi. Ama onun o küçük yaramazlıklarını nasıl unutabilirim ki? Küçücük bir çocuk, küçücük elleriyle ne numaralar yapardı..."

 

Oğuz, gülümseyerek Murat'ın sözlerini tamamladı. "Hatırlıyorum da bir gün mutfağa gizlice girip tüm kurabiyeleri yemişti. Sessizdi, adeta bir gölge gibi. Sonra ortalığı ayağa kaldırdığımızda yüzündeki masum ifadeyi görmeliydin. Sanki hiçbir şey yapmamış gibi... Sonra da kusmaktan kendini yemişti, Birce Hanım."

 

Egemen kahkahayla araya girdi. "Ah, o kurabiyeler! Günlerce uğraşmıştım, hepsini tek başına bitirmiş. Melih'in yüzündeki tatlılıkla karışık suçluluk ifadesini unutamıyorum."

 

Melih, bu konuşmaları duymak için kapının kenarına yaklaşmıştı. O küçük, meraklı gözleriyle bizi izliyordu. "Ben yapmadım!" diyerek odanın içine doğru yürüdü, yüzünde tatlı bir masumiyetle.

 

Semih, Melih'in savunmasını duyunca ona doğru eğildi. "Tabii, tabii, sen yapmadın," dedi, şefkatle gülümseyerek.

 

Melih, biraz utanmış ama aynı zamanda memnun olmuş bir ifadeyle yere baktı.

 

Barlas, hafifçe gülümseyerek, "Evet, Melih. Senin o tatlı hallerin bizleri zor zamanlarda hep güldürdü," dedi. "Ama sanırım en unutulmaz olanı, bayram sabahı Oğuz'un yüzünü sabaha karşı yeşile boyamandı."

 

Oğuz, bu anıyı hatırlayınca gülerek başını salladı. "Ah evet, o sabahı asla unutamam! Uyanıp her yerin yeşil olduğunu görünce ilk düşündüğüm şey, doğanın beni kabul ettiğiydi. Meğer Melih'in boyalarla yaptığı bir şakaymış."

 

Oda kahkahalarla doldu. Herkes o anların tatlılığıyla gülüyordu. Melih de onların bu neşesine katıldı; yaptığı küçük yaramazlıkların şimdiki huzurlu ortamı nasıl ısıttığını görmek hoşuna gitmişti.

 

Geceye doğru Murat çayının son yudumunu içip kalktı. "Biz kalkalım artık."

6 Gün Sonra

 

Okullar açılmıştı ve okula giderken yolda Melih'i ve babasını gördüm. Murat, Melih'i bana emanet etti ancak bir süre sonra kafamda hissettiğim yüksek acıyla küçük bir çığlık attım. Ardından hiçbir şeyi hatırlamadım.

 

3-4 saat sonra gözlerimi açtığımda karanlık, hafif ışık vuran bir odada olduğumu fark ettim. Ensemi tuttum ve gözlerimle Melih'i aradım. "Melih!" diye seslendim.

 

Elim duvara bağlı olduğu için kalkamadım ve karşı duvarda benim gibi oturan Melih'e baktım. "Ablacığım, iyi misin?!" diye korkuyla ağlamaya başladı.

 

"Ağlamana gerek yok, bir tanem, ağlama. Barlas amcan, baban ve diğer amcaların hepsi arıyordur bizi."

 

"Elim acıyor!" diyerek daha çok ağladı. İçeriye bakan adama baktım ve ardından adama bağırdım, "Şu çocuğu sustur, yoksa ben sustururum!" dedi, bozuk bir Türkçe ile.

 

Korkuyla Melih'e baktım.

 

Barlas Yıldız

Kaçırıldıklarıni anlamamız çok da uzun sürmedi. Murat, önce eşini sonra da çocuğunu kaybetmek istemediği için çok telaşlıydı.

 

Ne yalan söyleyeyim, ben de telaşlıydım ama sebebini bilmiyordum. Melih'in üzerine yordum. Bize katılan yeni çömez olayı anlamaya çalışıyordu. Adı ise Mert'ti. Kimse sevmemişti onu ama ileride seveceklerine emindim.

 

Birce'yi de merak ediyordum hem de çok.

 

"Birce'ye bir şey yaparlar mı ki?" dedi Oğuz. O sırada Yiğit, "Belki. Komutanımın yanında gördüler ya," dedi.

 

"Cesaret edemezler," dedim.

 

Hepsi bana baktı ve "Önünüze dönün lan, orada küçük bir çocukla Birce var. Haydi, plan yapalım," dedim.

 

Egemen, Yiğit, Semih, Oğuz ve Murat katıldı ve plana başladık. Asker olmak bu yüzden zordu. Sizi sevmeyenler, sizler için yakınlarınıza göz dikerdi.

 

Plana hızla devam ettik. Herkes görevini biliyordu ve kimse gereksiz konuşmalarla vakit kaybetmiyordu. Birce ve Melih'i sağ salim bulmak için her an önemliydi. Murat, gözlerindeki kararlılık ve telaşla dikkat çekiyordu. Bu operasyonun onun için ne kadar önemli olduğunu hepimiz anlıyorduk. Çocuğunu kaybetme ihtimali, onu olduğundan daha da dikkatli ve özenli hale getirmişti.

 

Egemen, harita üzerinde belirlediğimiz noktaları işaret etti. "Burada onları tuttuklarını düşünüyoruz," dedi, işaretli bölgeyi gösterirken. "Sessiz ve dikkatli olmalıyız. İlk olarak gözcüleri etkisiz hale getireceğiz, ardından içeriye sızacağız." Herkes başıyla onayladı. Plan basitti ama en ufak bir hata her şeyi mahvederdi.

 

Yiğit, "Dışarıdaki nöbetçileri sessizce hallederiz," dedi. Oğuz ve Semih, Yiğit'le birlikte hareket edecekti. Ben ve Murat, içerideki asıl operasyondan sorumlu olacaktık. Melih'in güvenliğini sağlamak benim için kişisel bir mesele haline gelmişti. Küçük çocuk, bu kargaşanın ortasında savunmasızdı ve onu korumak boynumun borcuydu. Birce'nin güvenliği ise bambaşka bir önem taşıyordu; onun zarar görmesi düşüncesi bile beni derinden sarsıyordu.

 

Birkaç gün araştırmaya devam ettik ve bulduğumuzdan emin olup hazırlandık.

 

Yola çıkmadan önce, son bir kez hepimiz birbirimize baktık. Bu bakışlar, kimsenin geri adım atmayacağını ve herkesin üzerine düşeni yapacağını anlatıyordu. Ya da birbirimizi son görüşlerimizdi. Silahlarımızı ve diğer ekipmanlarımızı kontrol ettik. Sessizce ve dikkatlice hareket edecektik; en ufak bir gürültü her şeyi bozabilirdi.

 

Görev alanına yaklaşırken etrafımızdaki sessizlik ve karanlık gerilimi daha da artırdı. Kalbim hızla atıyordu ama soğukkanlılığımı korumak zorundaydım. Murat'ın yüzündeki gerginlik ve kararlılık, benim de daha dikkatli olmamı sağladı. Bir an önce onları bulmalı ve güvenli bir yere götürmeliydik.

 

Sonunda, belirlediğimiz hedefe ulaştık. Gözlerimizle birbirimize kısa ama anlamlı bir bakış attık. Şimdi harekete geçme zamanıydı. Yiğit, Oğuz ve Semih, dışarıdaki nöbetçileri etkisiz hale getirmek için yola çıkarken, ben ve Murat da içeri sızmak için hazırlandık. İçimdeki tüm endişe ve korkuyu bastırarak, tamamen görevime odaklandım. Şu anda, Birce ve Melih'in güvenliği her şeyden daha önemliydi.

 

İçerideki adamları etkisiz hale getirip Melih'i bulduk ancak Birce yoktu. Her yeri gezdik ve son odaya girdiğimizde duraksadım. Birce'nin kolları yukarıdan bağlanmış ve sağ omzu yanmıştı. Yakılmıştı.

 

Sağ omzundaki yara, yapılan işkencelerin izini taşıyordu ve onu koruyamamış olmanın suçluluğu içimi kemiriyordu.

 

Kapı açıldığında arkadaşlarımın içeri girdiğini fark ettim. Bir an için rahatladım; nihayet bir çıkış yolumuz vardı. Egemen, hemen Birce'nin yanına koştu. Bense zorla ayağa kalkmaya çalışarak, "Birce..." diye seslendim. Sesim kısık ve yorgundu. O anda göz göze geldik. Yorgun ve acı dolu olsa da Birce'nin bakışlarında bir parça umut vardı.

 

Egemen, Birce'nin iplerini çözerken yavaşça yanına yaklaştım. Yaralı omzuna dokundum, "Birce, dayan," dedim. Sesi kısık ama kararlıydı. O, hafif bir gülümsemeyle karşılık verdi. "Senin için dayanırım," dedi ve gülmeye çalışıp göz kırptığı anda içimde garip bir sıcaklık hissettim. Ama bu duruma fazla kapılmamaya çalıştım; şu an en önemli olan şey, onu ve Melih'i güvende tutmaktı.

 

Birce'yi kucaklamadan önce ona bir kez daha baktım. "Lütfen dayanmaya çalış. Sana bir şey yapmalarına izin verme. Özür dilerim, keşke ben göndermeseydim Melih'i okula babasını dinleyip."

 

Bu sözlerin arkasında hem endişe hem de bir kararlılık vardı ama daha fazlasını ifade etmemek için kendimi zorladım. Birce'nin yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. "Barlas, burada olman yeterli," dedi. Onun bu sözleri, içinde bulunduğumuz duruma rağmen bir teselli gibiydi.

 

Oğuz, durumun ciddiyetini hatırlatarak gitmemiz gerektiğini söylediğinde, Birce'yi dikkatlice destekleyerek ayağa kalkmasına yardımcı oldum. Yaralı hali, yaşadığımız tehlikenin ne kadar ciddi olduğunu gösteriyordu. Ancak onun yanında olmak bana biraz da olsa güç veriyordu. Dışarı çıkarken Melih'i güvenle taşıyan arkadaşlarıma baktım ve kısa bir süreliğine olsa da her şeyin iyi olacağını düşündüm.

 

Birce'nin yanımda olması, içimde garip bir rahatlama hissi yaratıyordu. Onun güvenliğini sağlamak için her şeyi yapmaya hazırdım. Ancak duygularımı belli etmemeye çalışarak, önceliğimi ona ve ekibimize odakladım. Şu anda hissettiklerimden çok daha önemli bir mesele vardı: onları güvende tutmak ve buradan sağ çıkmak.

 

"Buradan inemezsiniz. Güvenli bir bölge oluşturup orada Birce'ye pansuman yapalım. Görev bittiğinde ineriz," dedi Egemen.

 

Aniden çıkıştım, "Burada pansuman mı olur? Yanığa bakın. Ayrıca burada kalamazlar!"

 

Sesimi alçaltıp Egemen'e baktım. Murat da Egemen'e hak verdi ve görevde pek işe yaramayan çömez Mert'i pansuman için getirdi. "Uyuşturucu iğne yok mu?" dedim.

"Yok komutanım."

"Hay sokucam senin pansumanına."

Birce'nin vücudu gerildi.

"Sakin ol çok acımaz."

Ardından Mert pansumana başladığında, Birce'nin bağırmasını ya da dişlerini kırmasını önlemek için bez parçası sıkıştırdım. Boncuk boncuk terliyordu. Bu durum yaklaşık 15-20 dakika sürdü.

 

Pansuman bittiğinde acıdan bayılacakmış gibi baktı. "Naptın lan?"

Ki zaten kız kıpkırmızıydı.

"Parmağıma gazlı bez doladım, içine sokup temizledim," dedi.

Birce acıdan ağlamaya başladı. Napacağımı bilemedim. Saatlerce öyle durmak zorunda kaldı kız. Kendime yaslamış uyanık tutmaya çalışıyorduk.

 

En sonunda

"Sikerim görevini isterse ceza yiyeyim ben gidiyorum."

Murat bana döndü "Bizde gelelim."

 

Aşağı indiğimizde ve hastaneye giderken, Birce'nin gözleri kapanıyordu. Doğruydu, acıdan dayanamıyordu ama bayılmaması lazımdı. Akşamın ilerleyen saatlerinde, görmediğimiz yaraları gördük. Karnında ve sırtında bıçak izleri vardı. Ancak Birce'yi gördüğümüz an kat kat sardığımız için bu yaraları görememiştik. İşler ciddiye binmişti. Belki de ameliyatlık bir durumdu. Yanıkları ve kesikleri o kadar ciddi görünüyordu. "Birce, dayan. Az kaldı, hastaneye varmak üzereyiz."

 

"Nefes al, derin nefes al. Beni dinle, lütfen. Sen buradaki çocuklar için ne kadar değerli olduğunu biliyorsun, değil mi?"

 

Gözlerini açık tutmaya çalışıyordu ama ağrısından derin nefesler alıp veriyordu. Semih, arabanın hız sınırlarını zorlarken bir yandan da bizi teskin etmeye çalışıyordu. "Hastaneye az kaldı, merak etmeyin. Dayan Birce, az kaldı."

 

Birce'nin alnındaki terleri silerken onunla sürekli konuşarak dikkatini dağıtmaya çalıştım. "Hatırlıyor musun, çocuklarla birlikte oyun oynadığınız o günü? Onların yüzlerindeki gülümsemeyi sen sağlıyorsun. Buradaki herkes seni çok seviyor, çünkü sen onların hayatına dokundun."

 

Birce, yarı açık gözleriyle hafifçe başını salladı. Gözleri dolu dolu, ama hala benim söylediklerimi duymaya çalışıyordu. "Sen bizim için çok değerlisin, biliyorsun değil mi? Dayan Birce, biraz daha dayan. Hastaneye varmak üzereyiz."

 

Her cümlemde Birce'nin acısını biraz olsun hafifletmeye çalışıyordum. Arabanın her virajında, her sarsıntıda ona destek olmaya, yanında olduğumu hissettirmeye çalıştım. "Birce, birlikte daha yapacak çok şeyimiz var. Sen iyileşeceksin, yeniden çocuklarla birlikte olacaksın. Biraz daha sabret, lütfen."

Bana baktı ve tebessüm gösterdi.

 

Nihayet hastanenin acil girişine vardığımızda, Melih arabayı hızla park etti. Hemşireler ve doktorlar, Birce'yi sedyeye alıp hızla içeri götürdüler. Oturup beklemeye başladık. Semih, Fidan'ı arayıp haber vermişti gelmesi için.

 

Bu sürede İzmir'deki diğer arkadaşı da gelmişti ve Fidan diğer kızları alıp hastaneye gelmişti. Üstüm başım kan olmuştu zaten. İçeri giren Begüm ve Fidan'a baktım.

 

"Nerede Birce?" diye atıldı Begüm. Hiç yakınca tanışmamıştık ve oturup baktım. "İçeride," dedi Oğuz.

 

Oğuz'a baktı. "Nasıl peki?!"

 

Yiğit yüzünü buruşturup Begüm'e baktı. "Bağırmayı keser misiniz, hanımefendi? Bilmiyoruz, içeride işte."

 

Begüm, Yiğit'e baktı ve yüzünü buruşturdu.

"Kes sesini merak ediyorum."

Yiğit tam tekrar atılacakken "Tamam sus." dedim.

 

Birkaç saat sonra kafamı duvara yaslamış oturuyordum. Doktor çıktığında ayağa kalkıp üstümü düzelttim ve baktım. "İyi mi? Nesi var?"

 

"Bıçak yaraları fazla derin değil ancak yanıkları çok kötü. İyileşmesi zaman alır ama vaktinde getirmişsiniz. Şu anda odada uyuyor. Geçmiş olsun."

 

Odaya girdik ve Birce'ye baktım. Suratında yapılmış pansumanlar vardı. Belki de dayak yemişti, aç kalmıştı.

 

İşte bu yüzden ben kimseyi hayatıma alamazdım.

 

​​​​Birce Aksu

 

Ben acıyla uyandığımda odaya bakındım ve yan koltukta yatan Barlas'a baktım. Daha sonra Begüm'ü gördüm. "Aşkım, iyi misin?" diyip sarıldı ve kolumu görmemiş olacaktı; küçük bir çığlık attım.

 

"N'oluyor?" dedi Barlas. Ardından Begüm'ü azarlamaya başladı.

 

"Doktoru duymadın herhalde kolunda yanık var dedi ?" dedi Barlas.

 

"Görmemiş olabilirim ne boş yaptınız."

 

Kimin kim olduğunu bilmiyordu Begüm henüz.

"Tamam, sorun yok, iyiyim." diyerek susturdum hepsini.

 

Bir süre öylece oturduk. "Melih nerede, nasıl?"

 

Murat abi bana döndü. "İyi, iyi, korkmuş sana bir şey olacak diye," dedi.

 

Gülümsedim ve daha önce hiç görmediğim birini gördüm. "Bu kim?"

 

"Mert. Yeni geldi, çömez daha," dedi Barlas.

 

Kıkırdadım. Mert ise kendini sevdirme çabasındaydı. Elini uzattı bende elimi uzatıp sıktım. "Memnun oldum."

Bende dedi.

 

"Annenleri arıyorum," dedi Derin. "Ay, hayır, telaş olacaklar."

 

Aradı. "Alo annem, n'oldu? Sana bakayım, niye hastanedeysin sen?" dedi sesi telaşa döndü.

 

"Anne, ben düştüm de köyde, eve giderken ondan oldu. İyiyim ama şimdi bir şey yok. Babam nasıl?"

 

"Baban iyi annecim uyuyor."

 

"Sen?"

Yüzü gerildi ve gülümsedi "Iyiyim iyi"

 

Biraz konuştuk, sonra kapattık. Sonra Mert dedikleri çocuk bana baktı. "Şey, acıkan var mı? Tost yaptırayım mı, ya da başka bir şey?"

 

Barlas onayladı ve kart uzattı. "Komutanım, ne gerek var-"

 

"Uzatma Mert, hadi," dedi.

 

Yaptırmaya gitti. Herkes bir yere dağıldığında Barlas bana baktı. "Bir süre çalışmayacaksın."

 

"Emredersin, başka?"

 

"Bir de daha dikkatli olacaksın."

 

Başımı salladım. "Tamam, öyle olurum."

 

Biraz sohbet ettik. Sonra içeri girdiler ve Barlas, saçımdaki ellerini çekti. Gelip hepimiz tostumuzu yedik ve yememde yardımcı olan kişi Barlas oldu.

 

İçeri giren Rüzgar ve Emre'ye bakıp duraksadım. Rüzgar ve Barlas tanışmamıştı. Pek de istemezdim.

 

"Selamlar," dedi ve bana baktı. "Bu kim?" dedi Barlas.

 

"Sanane?" dedi Rüzgar ve ikili arasında bir gerginlik çıktı. Barlas ayağa kalkacak gibi olduğunda Murat oturttu.

 

Rüzgar hepimize rahatsızlık veriyordu. "Koruyamamışlar seni."

 

"Kardeşim, bas git," dedi Barlas.

 

Ardından kalkıp Rüzgar'ı kedi gibi ensesinden tutup çıkardı ve o sahne çok komikti. Güldüm.

 

.

.

.

.

.

.

.

 

Uzun Heyecanlı Bir bölüm.

Umarim keyif alirsiniz. Bugünlük bu kadaar.

(Medya: Ceza, Sagopa - Neyim Var ki?)

Barlas vibe verdi gibi azicik.

 

 

Loading...
0%