@cruelsummerr__
|
"Etrafıma kendi elimle bi duvar ördüm," diyordu telefonumdan duyulan Deniz Tekin. Çocuklara binbir çeşit farklı oyun ve ders türü hazırlarken kendimi sakinleştirmek için bu tarz şeyler dinliyorum. Kes, yazdır, bir daha kes, bir daha yazdır. Çok yorucu işler ama hepsinin iki gülüşü bana yetiyor, çocuklarımın.
Bulduğum etkinlikleri topladım, hepsini ayrı ayrı zımbalayıp köşeye koydum ve kestiğim kağıtları toplamaya başladım. Süreçte Deniz Tekin'e eşlik ediyordum. Masayı tamamen düzelttikten sonra geceden çantamı hazırladım ve yatağıma geçtim. Aklımda güzel bir kombin vardı ve zaten çocuklarla olacağım için pek kötü olmasının bir önemi yoktu. Uzandım ve tavanı izlemeye başladım. İzmir'i özlüyordum ama buradaki yaşamımı da seviyordum. Burada gerçekten tek başıma kalmak beni oldukça yoruyor, diye düşündüm.
Gece boyunca bu düşüncelerle çelişirken uyuya kalmışım. Sabah alarmımla uyandım, kalkıp dişlerimi fırçaladım ve pencereden dışarı baktım. Şırnak'taki soğuk hava yine etkiliydi. Beyaz boğazlı kazak giydim, onun altına ise normal skinny jean giydim. O da aynı kazak gibi beyazdı. Bugün olabilecek en kötü ve rezil ihtimal regl olmamdı. Saçlarımı yukarıdan dağınık bir topuz bıraktım ve bu saça en uyumlu olacak şekilde halka küpelerimi taktım.
Okula giderken zaten hatrı sayılır şekilde makyaj yapıyordum, çünkü çocuklarım her sürekli yanaklarımdan minciyor. Uzun siyah çizmelerimi giyip çantamı aldım, paltomu giyip evden ayrıldım.
Okula geldim ve diğer öğretmen arkadaşıma selam verdim. Zaten toplam 3 öğretmendik, Allah'ın bile unuttuğu bir dağda bir köydeydik. Ama teröristler bu köyü unutmamıştı elbette. Burada öğretmen olmanın en zor yanı buydu işte. Her an ya çocuklara ya arkadaşlarıma ya da kendime zarar gelecek, onları koruyamayacağım korkusuyla günlerimi saatlerimi dakikalarımı geçiriyordum.
Emre hoca bana dönüp, "Bugün de fazlasıyla güzelsiniz," dedi. Kendisi buraya Ankara'dan gelmiş, halinden fazlasıyla şikayetçi bir adamdı. Yeşil gözleri ve koyu kumral saçları ile etrafi resmen yakıyordu. En çok da Fidan'ı.
Fidan ise buraya Bursa'dan gelmiş. O biraz daha saf bir kız ama yine de seviyorum, öğrencilerine karşı çok iyi o da. Ancak Emre'ye yanık... Emre'nin gözleri pek açık değil önündeki göremiyor... Ya da görmek istemiyor. Güzel, alımlı, çalımlı bir kız da hem. Ama tabii gönül, bu kime yanacağı hiç belli olmuyor.
"Teşekkür ediyorum kibarlığınız için," diyip gülümsedim kocaman. Kahvemi doldurdum ve sınıfa gittim.
Hepimiz çiçeği burnunda öğretmenlerdik ve hepimizin bir şeyler öğretme, öğrenme çabası hala vardı. Burada okutulan kız ya da erkek çocuk çok bulunmazdı. Hepimizin sınıfına toplasan on veya on beş öğrenci vardı. Yani hepimizin sınıfında on beş öğrenci olsa kırk beş öğrencimiz vardı köy okulumuzda. Hepsinin gözleri parıl parıl okuma hevesiyle her gün okula gelen soğuğu kahırı çeken korkuyla da olsa dersi hevesle dinleyen çocuklarımız vardı bizim.
Yavaş yavaş hepsi birer birer geldi.
Ders anlatmaya başladım hepsine. Konumuz matematikti, çarpma konusunu işliyorduk. Tahtaya soru yazmaya başladım.
"Ela 3 yaşındadır. Alpin yaşı Ela'nın yaşının 2 katıdır. Buna göre Ela ve Alp'in yaşının toplamı kaçtır?"
Soruyu gören çocuklardan bazıları soruyu defterlerine yazmaya başladılar bile, ben söylemeden. Mustafa, soruyu görünce bana döndü: "Birce öğretmenim, ben ilerde asker olcam biliyon mu?" Diye bağrındı. Bu, onun dersi kaynatma silahıydı. Soru zor geldiği zaman hep bunu yapar, dersi kaynatırdı. Küçük çocukları bilirsiniz, biri bir şey söyleyince hepsi söylemeye başlar.
Nazlı, Zeynep, Ali ve Yusuf hariç hepsi:
"Ben doktor olucamm!" "Bende asker olmak istiyorum!"
Diye başka meslekleri sıralıyorlardı. Hakimiyetimi kurmam gerekiyordu ve hafifçe sesimi yükselttim:
"Bu konumuzu dersimizi bitirdikten sonra konuşalım, çocuklar. Bakalım soruları kimler çözmeye çalışacak. Yıldız vereceğim onlara."
Yıldız, onlara öğrettiğim bir çeşit aferindi. İzmir'den getirdiğim stickerlardı. Dersimizi işledik ve ben çözenlere sözümü verdiğim gibi yıldızlardan verdim. Teneffüs için onlara ara verdiğimde güzel kızım Zeynep geldi yanıma.
"Öğretmenim, saçlarımı senin gibi yapar mısınız?" diye bir soru yöneltti bana. Siz ve seni aynı anda kullanması ve soruyu sorarkenki tatlılığı beni benden aldı. Gülümsedim ve yanağından öptüm.
"Elbette yaparım, tokan var mı bakalım?" diye bir soru yönelttim ben de ona.
Başını salladı istekle. Sanırım bugün herkesin saçı benimki gibi olacaktı. Tüm kızların saçlarını aynı benimki gibi topladım, sıkılmadan yılmadan.
Tüm derslerimizi işledik ve artık biraz onlara izin verdim. Mete bana döndü, parmağını kaldırdı. "Parmağını kaldırdığın için teşekkür ediyorum ve seni dinliyorum, oğlum," dedim gülümseyerek.
"Birce Öğretmenim, senin adın niye Birce?" diye sordu Nazlı.
Sorusuna daha çok gülümsedim. Hepsi o kadar merak doluydu ve mutluydu ki. Birbirlerini de çok seviyorlardı.
"Bilmiyorum, anneme hiç sormadım. oda söylemedi."
Gözleri fal taşı gibi açıldı, "Anlamı neymiş?" dedi Nazlı.
Mete ona parmak kuralını hatırlattı. Güldüm ikisine de ve Nazlı'ya döndüm.
"Bilmiyorum, hayatım bunuda merak etmedim. Ama araştıracağım, yarın söylerim."
Gülümsediler. Ben de çıkardığım boyama kağıtlarını verdim ve hepsi boyamaya başladı.
Bir süre sonra silah sesleri duyulmaya başladı. Seslerden anlayamıyordum ne tür bir silah olduklarını, ama bunlar silahtı. Emre ve Fidan aynı benim gibi sınıftan çıkıp koridora geldiler.
"Teröristler iniyorlar okula doğru. Çocukların yanına gidip korumaya alın," dedi Emre soğukkanlılıkla ve hepimizi sakinleştirmeye çalıştı. Sınıflara geri dağıldık. Çocukları bir köşeye geçirdim ve önlerinde durdum.
Duraksadım.
Burası son mu? Onlar hiç 20'li yaşlarına gelemeyecekler mi? Gözlerindeki ışıklar sönecek, ailelerinin içi mi yanacak? Bu çocukların meslek hayalleri suya mı düşecek, diye kendi kendime sordum. Bir sürü deli soru vardı aklımda ve onların hiçbir suçu yoktu. Olamazdı. Hepsine arkasını dönmüştüm ve hepimiz bodruma inmiştik.
"Öğretmenim ölecek miyiz?" dedi Parla diye bir öğrencim.
Gözlerim doldu ilk defa. Parlaya baktım ve hafif kızarak,
"Ölmeyeceğiz, yarın matematik çözmeye devam edeceğiz. Gözlerinizi sıkıca kapatıp açmayın, tamam mı?" dedim ve dediğimi yaptılar. Çok saf, çok masumdu hepsi.
Bir süre sonra ayak sesleri yaklaştı. Olduğumuz yere birisi girdi.
Adama baktım. Sakallı genç bir adamdı. Adam demeye de bin şahit ister. Zevkle silahını kaldırdığı sırada gözlerimi sıkıca kapattım.
Çocukların yanına koştum ve onlara sarıldım.
Artık karanlıktı, önümü arkamı sağımı solumu göremiyordum. Güzel kızlarımı, yakışıklı çocuklarımı göremiyordum.
Ardından adım adım yanımıza yaklaştı, ayak seslerini duyuyordum.
Omuzuma dokundu, şaşırdığım derecede nazik bir şekilde.
Bir süre bakamadım ona. Korktum.
"Sakinleşir misiniz lütfen hanımefendi, tehlike geçti."
Gözlerimi açıp bunu söyleyen çocuğa baktım. Diz çökmüş bana su uzatıyordu, çocuklara dönüp hepsine baktım ve sonra da askere döndüm. Suyu almayıp olayın şokuyla boynuna sarıldım adamın.
Hayatımızı ona borçluyduk. Ya da onlara, arkadaşları da vardı yukarıda belki.
Odunsu bir koku aldım. Güzel kokuyordu, bir yandan da gördüğüm manzara karşısında şoke oldum. Az önce bizi öldürmek için silah doğrultan adamın boynu kırılmış vaziyette yerde yattığını gördüm.
Adam bana sarıldı ama öyle ayıp olmasın diye çekildim hızla ve teşekkür etmeyi unutmadan başladım eline su döküp benim suratıma çarptı.
"Çocukları çıkaralım mı? Çok korktular."
Hiç konuşmuyordu gereksiz yere sanırım. Teşekkür ediyorum cevap ver bari.
Böyle olaylarda panik atak geçirmemek imkansızdı. Fidanlar? Onlar nasıldı?
Nazikçe başını salladı.
Beni kaldırıp çevik hareketlerle omzuna bir çocuk aldı. İki kolunu da boş bırakmayıp hepsini aynı şekilde yukarı taşıdı. On beş öğrencim olduğundan beş kere inip çıktı. En son birlikte yukarı çıktık. Hepsini bindirmişlerdi. Ve onlar bindiği gibi biz de bindik.
Odunsu kokulu genç adam bana döndü. "İyi misiniz? Korkmuş görünüyordunuz. Su verebilirim," dedi.
O da siz ve sizi aynı cümle içinde kurdu. Biraz komik geldi ve gülmemek için gülümsedim.
"Teşekkür ederim." Suyu alıp içtim. Emre başka bir askerle sohbet ediyor, fidan ise hala ağlıyordu. Ben nötr bir şekilde etrafa bakıyordum.
"Orada ders işlemeniz artık çok zor," dedi odunsu kokulu bulduğum adam.
Geç kalmadan sözlerine devam etti. "Keşfettiler orayı. Rahat vermezler artık, başka bir köye gideceksiniz. Tüm çocukların aileleri de orada."
Askerlere baktım. "Evlerimiz? Eşyalarımız ne olacak?"
"Köydekileri tahliye ettirdik askerlerimizle. Eşyalarını aldılar hepsi," diye cevapladı.
Emre bana döndü, "Ben seninle gelirim," dedi.
Asker ise Emre'ye baktı ve kaşlarını kaldırdı. "Bizimle gitmeniz daha iyi olur, hepinizin. Tehlikenin farkında değilsiniz."
Emre bey, inan olun gerek yok, askerlerle giderim, dedim.
Ismini bilmediğim ama bizi kurtaran asker, kara kaşlı ve kara gözlü arkadaşına döndü. Emre'yi gösterdi tahammülsüzce yüzünü buruşturarak, "Oğuz, sen beyefendiyi götür evine. Semih, sen de hanımefendiyi götür," dedi.
Zeynep isimli öğrencim gelip adını bilmediğim askerin boynuna atlayıp sarıldı. "Teşekkür ederiz." dedi ve yanağından öptü.
Adamın gözleri güldü. Gülümsedi kocaman. "Ne demek fıstık bir tek bana değil onlara da et bakalım." dedi ve diğer askerleri gösterdi. Zeynep diğerlerine de Teşekkür etti ve kucağıma geçip oturdu.
Adamın sert ve sinirli edası geçmişti Zeynep kucağındayken.
"İlk çocukları köye bırakalım mı, komutanım? Yeni evlerine?" diye bir soru yöneltti sarışın, çakır gözlü ve yüzü kirli çocuk.
Başını salladı, herkesi yöneten ve hala ismini öğrenemediğim adam.
Tek tek çocukları bıraktık ve eski köye geldik.
Sonra köyün başında arabadan indik ve evime doğru yürümeye başladık askerle.
Kartal edasıyla gözleri fıldır fıldır dönüyordu. Ama bu bakışlar boş değildi, ağır ağır dikkatli bir şekilde inceliyordu her yeri.
Sessizliği bozmak adına adama döndüm. "Hitap edebilmek adına isminizi sorabilir miyim?"
"Barlas Yıldız, ben sizin isminizi öğrenebilir miyim?" dedi, etrafa bakarak.
"Ben Birce Aksu, memnun oldum," dedim. Başını salladı, sadece.
"Tek mi yaşıyorsunuz siz?" diye sordu, ilk defa bana doğrudan bakarak. Gözleri hep kızarcasına gibiydi sanki.
"Hmhm. Evet," dedim sakince, ama sesimdeki ürperti ve korku anlaşılıyordu. İkimizdik, sonuçta. Benim zaten 2 gram aklım var, peki bu adamda kaç gram? İkimize yeteceğini sanmıyorum.
Eve girdim, Barlas ise dışarıda kaldı. Etrafı kolaçan etti. Ev eşyaları hariç her şeyimi almıştım resmen. Bir süre sonra bir ses duydum.
"Yalnız biraz çabuk olursanız sevinirim! Herkesin hayatını tehlikeye atma pahasındayız şu an!" Sinir bozucu şekilde bağırdı. Bilerek mi yavaş hareket ediyorum sanki.
Bavulları alıp yanıma geldim, zor oldu. Neredeyse 30 ya da 40 kilo vardı sanırım. Bana garip garip baktı.
"Tatile gittiğimizi sanmıyorum, Birce Hanım," dedi ukalaca.
Yüzümü buruşturdum. "İnanın, ben bir öğretmenim ve orada çocuklara eğitim vereceğim. Ayrıca ne yapabilirim ki?"
Başını salladı. İndiğimizde bavulları elimden almak için hareket ettiğinde Barlas'a döndüm.
"Teşekkür ederim, ben taşırım, Barlas Bey."
Omuz silkti. "Hay hay."
Bir süre sonra taşlı yollarda bavullarla yürümek zor oldu. Bavulları uzatmadım sadece derin bir nefes aldım ve durdum. Dudaklarında hafif bir sırıtış belirdi. Bavulları aldı ve hala gözleri etrafı kolaçan ediyordu.
Tam bir şey söyleyeceğim sırada, iki hamleyle beni yere yatırdı ve kendisi de temkinli bir şekilde eğildi. Bir kolu omuzlarımı sardı ve ayağıyla ayaklarıma serme takip yatırdı. İki saniye sonra az önce ayakta olduğum noktadaki bölgeye üç mermi geldi.
Bavulları önüme dizdi. Ona yine sarılmak istedim. Bu ikinci kez oluyordu.
Bir süre resmen çatıştılar. Timdeki diğer askerler de sesleri duymuş olacak ki geldiler. İnip onlar da devam ettiler. Korkudan altıma işeyecektim!
Sesler bir süre sonra sustu. Önümden bavulları alan birisi oldu.
"Öh be! Eşek ölüsü mü var bunun içinde?" diye sordu bana bakarak.
İsmini bilmediğim adamın garip garip baktığına dikkat ettim.
Oğuz adındaki çocuk, aynı Barlas'ın sözüyle, "Tatile gidiyormuşçasına," dedi ve Barlas hafifçe güldü. Beni kaldırdılar. Tekrar bindik ve beyefendi yine su ikramında bulundu.
Bu sefer cidden korktuğum için içtim. Fidan, kendini Emre'ye sakinleştirtmeye çalışıyordu. Emre bana dönüp bir sürü soru sordu.
Oğuz ise Emre'ye oldukça sinirli görünüyordu. Haklıydı, olmamak elde değildi.
"Sanane kardeşim, burada işte iyi miyiz? Onlara mı verdik?" kirli sakallı, 29-30 yaşlarında olduğunu düşündüğüm adam, Barlas'a dönüp dudaklarını oynatarak "andaval" dedi.
Barlas kollarını kavuşturdu ve gözlerini kapattı. Gergin ortamı kapatmak için yine bir soru sordum.
"Çocuklardan ailelerine zarar gören var mı?" Az önce "andaval" diyen adam bu sefer bana döndü. "Üç-dört kişi. Ölü yok ama henüz." Gözlerine baktım ve başımı salladım.
Hepsinde öyle bir asalet vardı ki. Hepsinde ayrı bir hava, ayrı bir bakış vardı. Aklımdan ya İstiklal Marşı, ya 10. Yıl Marşı, ya da Ayten Alpman'ın "Memleketim" şarkısı çalıyordu sürekli.
Köye vardığımızda herkes oradaydı. Tüm çocuklar ailelerinin yanındaydı ve oldukça sakin görünüyorlardı. Ancak aileleri, yaşadıkları şeyin gerçek olduğunun farkındaydı. Kabus gibiydi. Uyanamıyor, gerçek olmadığını gördüğünde bile korkuyla sevdiklerine sarılamıyorlardı. Çünkü yaşadıkları tamamen gerçekti.
Hellooo umarim keyif alırsınız wattyden buraya gelmek garipti.
medya: ayten alpman- memleketim
|
0% |