1. Bölüm

KADERİN ÇANLARI

Ceren Evyapan
cursedduchess

Merhaba, Dünyalı! Aramızda yaşanan tüm savaşları unutalım ve birlikte yeni düzeni kucaklayalım. Kim bilir, belki senin de ruh eşini buluruz. Birlikte öğreneceğimiz bir yığın sırlar ve aşacağımız zorluklar var. Sırt sırta olacağımıza dair inancım tam.

Bir kitap kapağı aralanır ve yeni bir dünyaya giriş yaparız. Rica etsem benim dünyama attığın adımın tarihini buraya bırakır mısın?

Güzel..

Başlamadan önce sana aktaracağım bu bölümde bazı Dünyalılar için hassas içerik olabilecek panik atak anı ve akran zorbalığı yer almaktadır. Her ne kadar olabildiğince üstü kapalı anlatılmış olsa da seni etkileyebileceğini düşünüyorsan devam etme.

Şimdi hazırsak başlıyoruz.. Lütfen, önden buyur.

 

 

 

CORVINA

 

 

 

Dışarıda akıp giden hayatın bir parçası olamadığı için yitip giden birçok yaşam vardır. Çoğunluğun arasında kabul görememiş birçok ruh… En kötüsü de hiçbir hayata dokunamadıkları için evrenden yok oluşları da varlıkları gibi fark edilmez…

 

Ben Corvina Meadow.. benim ruhum bir fısıltı. Ben bir gölgeyim. Varlığım ihtişamın ve tüm parıltının ardında kalan unutulmuşlukta gizli. Biliyorum, çünkü yaşamımın her evresinde bana öğretilen buydu. Yanından geçtiğim bedenler sanki beni görmüyor gibiydi, zaten yaşamım boyunca da görmemişlerdi. Caddenin ortasına çıkıp bağırsam muhtemelen bir kişi bile dönüp bakmazdı.

 

Son iş görüşmemde karşısına çıkana kadar günlerce ayna karşısında pratik yaptığım ünlü moda tasarımcısı Giovanni Repuldac “Sende bir şey eksik.” demişti. Bunu duyduğum anda neyden bahsettiğini biliyordum: Işıltı..

 

Sarının en yoğun tonunu barındıran buklelere sahiptim. Biçimli bir burnum ve dudaklarım vardı. Orta boylu, sevimli denilebilecek bir kadındım. Herbiri ayrı ayrı güzel görünen parçalarımın bütünü söz konusu olduğunda ‘sevimli’ adlandırılıyordu. Sevimlinin halk arasında ne anlama geldiğini öğrenene kadar bunu iyi bir şey olarak görmüştüm ama değildi. Sevimli demek bir çeşit amorti gibiydi. Piyangoyu kazanamadın ama üzülme, sana ikramiyemiz var!

 

Tüm hayatım yedek oyuncu, dublör ya da siz göz kamaştıran birincilerin ardında kalanlara ne ad veriyorsanız o olarak geçmişti. Liseden ya da üniversiteden mezun olduğumda kimse benim adımı hatırlamadı, bu da hala yalnız olmamı açıklıyordu. Yalnızlığım ve beraberinde gelen unutulmuş bir hayatı ortalama bulduğum görünüşüme yıkmak adil olmasa da temel nedeni olarak sunmak mümkündü. Geriye kalan tüm özelliklerimi günden günde azalan özgüvenimle şekillendirdiğim için yetişkinlik evremde sosyal becerileri zayıf birine dönüşmüştüm. Tek bir şey dışında. Çizim ve tasarım konusunda körelmeyeceğini düşündüğüm bir yeteneğim vardı. Düz bir zemin ve kalemle moda dünyasının Mona Lisası’nı yaratabilirdim. Tamam…bu biraz abartılı olmuş olabilir. Ama tüm dünyaya yön veren bir markadan mail aldığım günün ertesinde az da olsa şımarmamın bir sakıncası yoktu.

 

Yatağımdan kalkalı neredeyse saatler oluyordu, ayna karşısında dün akşamdan beri yaptığım şeyi yapıyordum. Sahip olduğum kıyafetleri yatağıma yığarak deneyip duruyordum, en sonunda iki kez giyip çıkardığım takımın uygun olduğuna karar vermiştim. Basit bir kesimi vardı, bugün normal zamanlarda da tercih etmekten sakındığım risk dolu düşüncelerin sesini kapatmıştım. Odamdan çıkıp beni kapıda bekeleyen anneme seçtiğim kıyafeti göstermek için bir tam tur etrafımda döndüm. Annem beni dikkatle incelerken alnındaki kırışıklık belirginleşti.

 

“Beğenmedin mi anne?” Sesimdeki hayal kırıklığını gizleme ihtiyacı duymamıştım. İki saatlik bir kıyafet seçme seansına daha başlamak için arkamı dönerken annemin ipeksi sesinin huzur verici tınısı kulaklarımı doldurdu.

 

“Beğenmedim diyemem ama sence de fazla garantici değil mi tatlım? Belki bugün kendini göstermen gereken gündür.”

 

“Öyle mi?” diye mırıldandım aşağıya doğru inen başımla gözlerim çoktan kıyafetimi ölçüp tartmaya başlamıştı. Annem bir tanrıça gibiydi. Koyu kestane rengi saçları herhangi bir müdahaleye gerek kalmadan dümdüzdü. Bazen onun yataktan kusursuz çıkacak kadar güzel olması karşılığında şeytanla anlaşma yaptığını düşünürdüm. Ama biz New York’ta sıradan yaşamlar süren bir anne kızdık. Evrenin herhangi bir yerinde büyü varsa bizi es geçmişti. “Bilemiyorum anne, sanırım güvenli alanda kalacağım.”

 

Annemin yüzüne yayılan gülümseme benim yüzümde de ayna etkisi gösterdi. Onun gülüşünde farklı bir şey vardı. Annemle tamamen zıt görünüşlere sahiptik, onun benim yaşımda dahi kadınsı hatlara sahip olduğuna emindim ben ise ‘sevimli’ydim.

 

Annem odasının açık kapısından içeri girip odanın büyük çoğunluğunu ele geçirmeye başlayan kolileri geçti. Bana yakın bir yere taşınma kararı başta beni üzse de buna alışacağıma dair kendimle sıkı bir konuşma yapmıştım. Annemin benden bağımsız, benim de annemden bağımsız bir yaşam sürme zamanız çoktan gelmişti.

 

Annem sahip olduğu tüm zerafetle paketlenmesi bekleyen takılarının arasından bir kutuyu eline aldı, kapının ardından onu izlerken tereddütünü sezmiştim.

 

“O ne anne?”

 

“Bu..” dedi annem sanki cümleleri kafasında oluşturmaya çalışıyor gibi temkinli konuşuyordu. “babanın sana vermem için bana bıraktığı bir şey. Durma, buraya gel tatlım.”

 

Annemin babamdan söz etmesiyle akıcı olduğunu düşündüğüm hareketlerim yavaşlamıştı. Bildiğim kadarıyla, annemin bana aktardığı kadarıyla, babam ben dört yaşlarındayken evimizde çıkan talihsiz yangın sonucunda hayatını kaybetmişti. Ona dair sahip olduğum tek şey annemin bana anlattığı başı sonu olmayan kısa anılardı ve şimdi de babamdan bir eşya mı alacaktım? Bu sahip olduğum en iyi doğum günüydü.

 

Bedenim tamamen annemin odasına girdiğinde onunla birlikte paketlenmemiş sayılı şeylerden biri olan yatağın üzerine oturdum.

 

“Baban bunu sana vermemi istemişti, bazen sana vermek için geç kalıp kalmadığımı emin olamıyorum. Umarım senden sakladığım zamanlar için beni affedersin.” dediğinde kutunun kapağını açtı. İçinde göz kamaştırıcılığını taşının renginden ve kesiminde alan bir yüzük vardı.

 

 

“Ametist taşından bir yüzük, baban bunun seni koruyacağını ve sana şans getireceğini söylerdi.”

 

Hiçbir şey söylemeden geçen dakikalarda kutudaki yüzüğe bakmakla meşguldüm. Demek babam beni seviyordu. Benim güvende olmamı istemişti. Yüzümde buruk bir gülümseme oluştu. Rimel sürecek kadar cüretkar olmasaydım ağlayabilirdim ama yapmadım. Onun yerine kutuya uzandım ve yüzüğü içinden çıkardıktan sonra kısa bir an inceledim. Kıvrımlı bir metalin ucunda mor bir taş vardı. Ne çok büyük ne de çok küçük olan taş daha önce görmediğim bir parlaklığa sahipti. Yüzük sanki bu yaşımdaki bana yapılmış gibi kusursuz bir şekilde parmağıma oturdu.

 

“Babam doğal taşlarla mı ilgileniyordu? Onun tarih bilimi üzerinde araştırmalar yaptığını sanıyordum.”

 

“Baban birçok şeyle ilgileniyordu tatlım. Sınırsız bir öğrenme arzusu vardı.” Dudaklarım yeni bir soru yöneltmek için aralanacakken annem beni susturdu.

 

“Ve sen bu yönden de babana benziyorsun.” dedi annem gülümsemesine eşlik eden uyarısıyla. “İş görüşmesinden önce mezarlığa uğramak istiyorsan bir an önce çıkman gerekiyor.”

 

Cebimdeki telefonun ekranını aydınlatmak için çıkardım ve annemin haklı olduğunu görünce hızlıca onun yanağına ufak bir öpücük bırakıp ayağa kalktım. Her doğum günü sabahı babamın yanına gider ve dertleşirdim. Bugün de o günlerden farklı olmayacaktı. Odamdan çizim dosyamı ve çantamı aldıktan sonra koşar adımlarla merdivenden aşağı inmeye başladım.

 

“Seni seviyorum anne, bana şans dile.”

 

Kapının kapanma sesini işittiğimde sokağın karşısındaki çiçekçiye doğru yürümeye başlamıştım. Sevdiğim çiçek türlerinden bir demet yaptırarak oradan çıktım. Başka zaman olsa Bayan Peggy ile saatlerce adlarını zihnimde tutmakta zorlandığım bitkiler ve bakımları konusunda konuşabilirdim ama bugün acelem vardı. Adımlarım birbirini kovalıyordu. Normalde çevremdeki insanların beni sanki hayaletmişim gibi görmeden geçip gitmesine üzülür iyice kabuğuma çekilirdim ancak bugün farklıydı. Ardımda bıraktığım her sokakta içimdeki mutluluk hali katlanarak çoğalıyordu.

 

Nihayet mezarlığa giriş yaptığımda babamın mezar taşını buldum, karmaşık bir yapısı olan alanı artık avucumun içi gibi biliyordum. Bazı zamanlar kimsesiz olduğunu düşündüğüm mezarlardan birini rastgele seçer ve sadece konuşurdum. Bu da mezarlıkta çoğu yere hakim olmamı sağlamıştı.

 

Elimdeki çiçeği babamın mezarının üzerine bıraktım ve siyah kumaş pantolonumun tozlanmasını umursamadan babamın yanına oturdum.

 

Babamın yüzünü hiç görmemiş, sesinden hiç masal dinlememiştim ya da düştüğümde yaralarımı sarmak için hiçbir zaman yanımda olmamıştı ama annemin bana anlattığı anılarda onunla yaşıyordum. Sevdiğimiz filmler ve favori pastamız vardı. Bazı günler mezarına gelir ona kitap okurdum. Hayatım tek düzeydi, bir gün diğer bir günün kopyası şeklinde ilerlediği için babama anlatacak güzel anılarım hiçbir zaman olmamıştı ama bugün farklıydı. Ona üç yıl boyunca çabaladığım hayalimin gerçek olduğunu anlatacaktım.

 

“Sanırım çirkin ördek yavrun kuğuya dönüşüyor babacığım. Yanımda olmana ne kadar ihtiyacım olduğunu bilemezsin.” Sesimdeki çatallaşmayı görmezden gelerek ağlama hissini derinlere iteledim, gülümsememi sabit tutmaya çalışıyordum.

 

“Ya da bilebilirsin.” diye mırıldandım buğulanmaya başlayan gözlerimi silerken, yüzüme sahici olmasına özen gösterdiğim bir gülümseme yerleşti. “Annem senin ne kadar zeki olduğunu ve gittiğin yerden bile beni izlediğini söyleyip duruyor. Beni gerçekten izliyor musun babacığım?”

 

Sorduğum sorunun cevapsız kalacağını sanki soru dudaklarımdan çıktıktan sonra oluşan sessizlikte anlamıştım, parmaklarım birkaç saat önce annemin bana verdiği yüzüğü buldu ve hafifçe çevirerek oyalandılar.

 

“Bugün biraz gecikmeli olabilir ama merak etme, iş görüşmesinden sonra en sevdiğimiz pasta ile yanına geleceğim. Ve yeni yaşım ile gelen işimi beraber kutlayacağız.”

 

Oturduğum yerden kalktım ve pantolonuma bulaştığını düşündüğüm tozları körlemesine çırptım. Sonraki hamlem hafifçe eğilerek mezar taşına ufak bir öpücük bırakmak olmuştu.

 

“Seni seviyorum baba, bana şans dile.”

 

 

  

 

Tüm yaşamım boyunca abartılı çizgi filmlerin bize sunduğu depresif karakterler gibi hayatımı sürdürmüştüm, öyle ki yeterli alkol takviyesi aldığımda tepemde kara bulutların olduğunu bile iddia edebilirdim. Ama bugün kara bulutlar dağılmıştı, değil mi? Ufak da olsa bir güneş ışığı görmeye başlamıştım. Heyecan dalgası beni parmağına dolayıp tüm bedenimi ele geçirmeye yaklaştığında nihayet hedefimdeki yere ulaşmıştım.

 

SEOVKA..

 

Hayallerimin ilerleyişindeki başarı basamakları arasında yer alan temel marka.

 

Şimdi tam önünde duruyordum. Göz kapaklarımı birkaç kere kırpıştırdım ve derin bir nefes aldım. Ciğerlerime dolan havanın verdiği his bile farklı geliyordu.

 

‘Omuzlar dik..

Önüne bak.. HAYIR, o kadar değil. Biraz ileriye, evet.

Nefes.. Nefes ALMAYI UNUTMA CORVINA.’

 

Kendimi sakinleştirmek niyetiyle kurduğum cümlelerin ne kadar başarılı olduğu tam bir muammaydı ancak zihnimin içerisinde gereğinden fazla konuştuğum için çarptığım kişiyi fark etmem zaman almıştı. Çarpıştığım kişinin cinsiyeti de dahil olmak üzere sahip olduğu tüm özellikleri kontrol etmemi engelleyen şey etrafa yayılan çizimlerimdi. Hemen dizlerimin üzerine çöküp yerdeki kağıt parçalarını toplamaya başladım. Bunlar benim geçmişimde, tüm hayal kırıklarımı bu kağıtlara dökmüştüm. Bunlar benim geleceğimdi, filizlenmesini umduğum tüm umutları yine bu kağıtlara ekmiştim. Onlara bir şey olması mecazen ölümüm ile eş değerdi.

 

Son kağıt parçasını da almak için uzandığımda ince parmakları olan bir el benden önce davranmıştı. Eğer zorlasam, çizimimi yerden alan elin saniyeler içerisinde her ayrıntısını çizebileceğimi biliyordum çünkü kırmızı ojelere sahip olan elin kağıdımla buluşma anından kağıdımı havaya kaldırma anına kadar yavaş çekimle onu izlemiştim. Kâğıt kadının elinde havalanıp onun görüş açısına girdiğinde ben de nihayet çarpıştığım kişiye bakma fırsatı bulmuştum. Parlak sarı saçları benimkilerden çok farklıydı. Doğal bir ışıltısı var gibi duruyordu. Kadının biçimli çenesi vardı ve nedenini bilmediğim bir sebepten gerilmişti. İşte o anda kadının diğer elinde ucu ezilmiş kırmızı renginde bir ruj tuttuğunu fark etmiştim. Kendi üzerime baktığımda rujun nasıl ezildiğini artık biliyordum. Beyaz gömleğimde varlığını her şekilde vurgulayan kırmızı leke gözlerimin şaşkınlıkla açılmasına neden oldu. Kendimi etrafa dağılan çizimlerime o kadar kaptırmıştım ki çarpışma anında herhangi bir şeyin bana battığını bile hissetmemiştim. Çarpıştığım kadın çizimimi incelerken ben çoktan gömleğimdeki lekeyi çıkarmanın yollarını düşünmeye başlamıştım.

 

“Çizim mi yapıyorsun, ne hoş..”

 

Yalan..

 

İnsanların içerisinde görünmez gibi olmanın bazı iyi özellikleri vardı, yüz ifadelerini onlar size bakmazken ayrıntılı bir şekilde inceleme fırsatı bulabiliyordunuz. Kadının gözlerinin kenarlarında anlık oluşan çizgiler ve dudağının oynayışı kelimelerinin gerçeği yansıtmadığını gösteriyordu.

 

“Sanırım.. o benim. Alabilir miyim?”

 

Kağıdı almak için kolumu ileri doğru uzattım ancak kadın benimle eşzamanlı olarak elini geriye doğru çekmişti.

 

“Ama o benim iş-”

 

Kadın cümlemi tamamlamama izin vermeden arkasını döndü ve sanki az önce tasarımımı çalmamış gibi uzaklaşmaya başladı.

 

“Harika..” diye mırıldandım. Aslında yapmam gereken basitti. Kadını durdurup çizimimi elinden alacaktım. Ne kadar zor olabilirdi ki? Benim için içi zordu. Yapmam gereken ve yaptığım şey arasında dağlar kadar fark vardı. Kadının elinde çizimimle birlikte gözden kaybolmasını izlerken iç çektim. Yaşamım bu çizgide akıp gitmişti. Biri benden bir şey alır ve ben buna ayak uydururdum. Çünkü biliyordum ki ses çıkarmak daha çok bela demekti. Bunu acı yollarla deneyimlemiştim.

 

Kadının varlığı artık tamamen yok olduğunda saatime baktım, gömleğimdeki kırmızı lekeyi gizlemenin bir yolunu bulmak için zamanım vardı. Hasar kontrol yaptığımda eksik bir çizim artı lekeli gömlek ya da sadece eksik çizim olarak iki seçeneğim olduğunu biliyordum. Bu nedenle kötünün iyisini kabullenip lekeye ne yapabileceğimi bulmak umuduyla şirket duvarlarındaki yönlendirmelerle çok da uzakta olmadığını fark ettiğim lavaboya gittim.

 

Çantamı ve dosyamı musluğun yanındaki mermer zemine bıraktım. Gömleğimdeki kırmızı lekeye baktım ve kısa küt tırnaklarımla kazımaya çalıştım. Su ile müdahale etmemeye kalksam iz daha çok yayılacak gibi duruyorsun bu nedenle tuvalet kabinlerinden birine girdim ve ceketimi ardından da gömleğimi çıkardım. Gömleğimi ters giyip yaka kısmını da çantama koyduğuma emin olduğum kolye ile tamamlamayı planlıyordum. Önce gömleğimi ardından da ceketimi giydikten sonra elim tuvalet kabininin koluna gitti. Kapıyı açmak için kolu aşağı doğru indirdiğimde kaşlarım istemsiz bir şekilde çatılmıştı. Birkaç kere aşağı yukarı oynattığım kapı kolunun içten içe bir an önce açılmasını umuyordum ama olmadı.

 

Sıkışmış mıydı? Bir panik dalgası yavaş yavaş içimi doldururken yumruk yaptığım elimi sertçe kapıya vurdum ve yardım istemek için sesimi biraz yükselttim.

 

“Orada kimse var mı? Kapıyı açamıyorum.”

 

Yumruğumu birkaç kere daha kapıya vurdum. Her vuruş yaşadığım panik dalgasının artmasıyla daha da şiddetleniyordu. Kendi yumruk seslerim arasında kabinin dışında bir ses duydum. İlk başta topuk tıkırtısına benzer bir şey olduğunu düşündüm ancak anlık olarak duyulup kaybolduğu için emin olamamıştım. Kapıya bir kez daha sertçe vurdum ve bağırdım.

 

“Bugün olmaz, bugün olmaz. Lütfen.”

 

Nefesim sığlaşıp kalbim göğüs kafesimi dövmeye başladığında bulunduğum zemine çökmüştüm. Nefes almam gerekiyordu, nefes almalıydım… Ama beynim ve komuta merkezim arasında bir kesinti yaşanmıştı. Gençliğimden bu yana ne zaman bir yerde kapalı kaldığımı düşünmeye başlasam sanki biri nefesimi ciğerlerimden alıyor gibi hissederdim. Bu, ufak bir şaka yapmak niyetiyle beni okulun spor salonundaki dolabıma kilitleyen arkadaşlarımın etkilerinden biriydi.

 

Lisedeydim, bir önceki okulumda uğradığım akran zorbalıklarını geride bıraktığım yeni okulumda. Yeni bir başlangıç yapmıştım, en azından bir süre de olsa kendimi bunu yaptığıma inandırmıştım. Görünmez olmak bana tasasız bir yarım yıl sunmuştu ama dönemin diğer yarısında hayatımın bu minvalde akıp gideceğine emin olmuştum.

 

Görünürde sorun çıkaran ben değildim, bunun üzerine düşünerek günlerimi harcadıktan sonra emin olmuştum ama bir sorun vardı. Babam yoktu, birçok çocuk anne ya da babası olmadan hatta aynı zamanda ikisini birden kaybederek yaşamak zorunda kalabilirdi. Bunun dışlanmak için bir neden olmadığını daha o zamanlarda biliyordum. Ama uğradığım zorbalıklara bir neden bulabilmiş de değildim. Zaman ilerledikçe bunun insanların sessizlik yemini ettiği alışılagelmiş bir eylem olduğunu anlamıştım. Büyük balık küçük balığı her zaman yutardı. İster iş hayatında olsun ister okul sıralarında diş geçirebildiklerine istedikleri gibi davranabileceklerini düşünen bir kesim vardı ve bununla erken yaşta yüzleşmek zorunda kalmıştım.

 

Ders bitiminde eve gitmek için çantamı topladığım sırada çok da iletişim kurmayı tercih etmediğim sınıf arkadaşlarımdan biri yanıma gelmişti ve okulun koçu olan Bayan Florence’in benimle görüşmek istediğini söylemişti. Basit bir olaydı,okulda yaşayabileceğim olağan bir durumdu ama içimde filizlenen huzursuzluğu engelleyememiştim. Neredeyse her gün kapısını aşındırmak zorunda kaldığım rehber öğretmenlerine göre çok fazla düşünüyordum. Fazla düşünmek de artan her düşünce balonuyla beni endişeye sevk ediyordu fakat bu sefer yapmayacaktım. Belki de ilk defa zihnimde karanlık bir çukur olan endişe kısmının şalterini kapattım. Bana eşlik eden arkadaşımla okulun spor salonuna doğru yürümeye başlamıştım. Bana haberi getiren kızın neden benimle birlikte geldiğini sormak için çığlık atan fısıltıyı susturmuştum. Fazla düşünmek yoktu. Spor salonuna geldiğimizde tıpkı bu beklemedik davet gibi davetin ulaştırdığı ortam da garipti. Koç etrafta yoktu, bunu benimle birlikte gelen Cecilia’ya soracağım sırada o benden önce davranıp koçun malzeme odasında beklediğini söylemişti. Sadece başımı salladım.

 

Bir..

 

Zihnimde canlanan anıda malzeme odasına doğru attığım her adımla doğru orantılı bir şekilde şu an kapalı kaldığım tuvalet kabininin kapısına elimi acıtacak şiddette bir yumruk atıyordum.

 

İki…

 

Sanki bugünkü halim geçmişimdeki halimi uyarıyor gibiydi. Tuvalet kabininin kapısına indirdiğim her yumruk genç Corvina için bir ikazdı.

 

Üç…

 

Ama hiçbir şey değişmedi. Genç Corvina o adımları attı. Sonrası karanlıktı. Birkaç arkadaşım kahkahalar eşliğinde beni malzeme dolaplarından birine doğru itmiş, metal kapağı da kilitlemişti.

 

Sanki yıllar önceki ana dönmüşüm gibi nefsim kesildi, elimi göğsüme doğru götürdüm. Boğazımı birkaç dakika öncesine kadar sıkmayan gömleğin yakasını tuttum. Parmaklarım kumaş parçasını sıkıca kavramıştı, sanki nefes almamı kolaylaştıracakmış gibi yakayı biraz çektim ve boğazımdan uzaklaştırdım.

 

Yumruk yaptığım elim ile kapıya birkaç kere daha vurmuştum ve o anda bir çift ayak sesi duydum. Kesik kesik aldığım nefesler konuşmamı engellediği için yardım istemek maksadıyla kapıya daha sert vurdum. Birkaç saniye sonra kapının arkasındaki beden kabinin önünden paspası çekti.

 

Paspas oraya nasıl gelmişti? Ya da kim koymuştu?

 

Özgürlüğüme kavuştuğum sıralarda bu soruların cevaplarının üzerine düşünmedim. Tek düşündüğüm yeniden ciğerlerimde dans eden havaydı. Buğulanan gözlerimi silmek için ellerimi gözlerime götürdüm.

 

Nefes al ve ver. Her nefes sonrası zihnimden bazı yıldız isimlerini sayıyordum. Çocukluk yıllarımda annem ile oynadığım bir oyundu, tuhaf bir şekilde yıkdızları saymak panik atak anımda zihnimi toparlıyordu. Nispeten daha iyi olduğum anda yerden yavaşça kalktım, bana irice açılmış gözlerle bakan kurtarıcıma gülümsemeye çalışmıştım.

 

“Teşekkür ederim.”

 

“Şey.. iyi misiniz? Su getirmemi ister misiniz? Ya da bir yere oturmak?”

 

“İyiyim, iyiyim.”

 

Abartılı el hareketlerim ile sanki iyi olduğuma kurtarıcımla birlikte kendimi de inandırmak istiyor gibiydim.

 

“Çok teşekkür ederim, hayatımı kurtardınız. Ciddiyim. Hem fiilen hem de mecazen.”

 

“Abartılacak bir şey yok. İyi olduğuna eminsin değil mi?”

 

“Evet evet, harikayım.”

 

Saatime baktım, toplantı için beş dakikam kalmıştı. Kurtarıcıma ismini sormak ve hayatımın geri kalanında onun yasal kölesi olmak isteyen yanımı susturdum.

 

“Tekrar teşekkür ederim.” Art arda kaç kere teşekkür ettiğime emin değildim ama lavabo kenarına koyduğum çantamı ve çizimlerimin olduğu dosyamı alırken hala teşekkür ediyordum. Son teşekkürüm de dudaklarımdan dökülürken aceleyle tuvaletten çıktım ve koşturarak toplantının yapılacağı odaya doğru ilerledim. Odanın önüne geldiğimde çoktan benimle birlikte toplantıya katılacak insanlar küçük bir grup oluşturmuştu. Bugün buradan iki kişi hayallerine bir adım daha yaklaşacaktı.

 

Odaya alımlar yapılmaya başladığında çizimimi alan kadını gördüm. Demek rakiplerimden biri de oydu. O anda milyonlarca düşünce zihnimdeki çarkları tetiklemişti fakat kadının çizimim ile ne yapacağı konusunda oluşan senaryoları panik dalgasını ertelemek için susturdum. Panik dalgası beni kıskacına bir kez almaya başladığında mantıksal her davranış bedenimi terk ediyordu.

 

 

Kötü bir şey olacak…

 

Hayır Corvina, sorun yok. Her şey yolunda.

 

Bir aksilik yaşanması an meselesi…

 

Hayır, hiçbir sorun yok. Her şey güzel ilerleyecek.

 

Filizlenmeye başlayan endişe kasırgasını kontrol atına almaya çalışırken benim de içinde bulunduğum küçük gruptan insanların görüşmenin yapılacağı odaya girdiğini gördüm. Bir yandan kendimi telkin ederken diğer yandan da diğerlerini takip ederek elimdeki dosyayı girişteki görevli kadına verdim. Daha sonra kendime bir koltuk buldum, kürsüden çok uzağa gitmemiştim.

 

İnsanlar fısıldaşıyordu, geçen her saniye artan gerginliğim üzerinde hiç de olumlu bir etki bırakmıyordu. Ve Seovka’nın kurucu ortaklarından birinin oğlu olan Jeremiah Barlett içeri girdi. İşte o anda odadaki en ufak ses bile durmuştu. Bazıları adamın ün salmış korkutucu nazından bazıları da muhtemelen yakışıklı yüzünden etkilendiği içindi. Ben ilkine daha yakındım. Yine de markanın bünyesinde bulunduracağı tasarımcıları seçmek için zaman ayırması bazı dedikoduları haklı çıkarıyordu.

 

Jeremiah Barlett, Seovka’nın tasarım departmanının başkanı ve CEO’suydu. Sınırlı sayıda üretilen imza tasarımları şu an para içinde yüzen celebritylerin bile almak için sıraya girdiği şeyler arasındaydı. Her sene kendi imzasıyla çıkardığı kreasyonu vardı ve kreasyonda yer alan tüm tasarımlar defile öncesinde satılmış oluyordu. Jeremiah benim için kutsal bir mabedi. Onu görünce heyecanlanmamın nedeni bu olsa da korkumu tetikleyen gayet geçerli başka bir nedenim vardı. Birkaç yıl önce yeniden Seovka’ya başvurduğumda bizzat Jeremiah’ın notuyla ağlama krizine sokulmuştum. Adam tam olarak ne yazmıştı..

 

‘Stardoll’da manken giydirir gibi tasarım yapmaktan ileri gidemeyeceğiniz kanaatindeyim. Çabanızı takdir etsem de yersiz buluyorum. Başka alanlarda yolunuz açık olsun Bayan Meadow.’

 

Bu satırları okuduktan sonra bir hafta odamdan çıkmadan ağlamıştım, bir haftanın sonunda hayata adapte olmak yine sancılı olmuştu. Ama bugün buradayım, Jeremiah yeniden tasarımıma bakacaktı fakat bugün en azından belli bir elemeden geçerek odadaki sayılı kişilerin arasında yer alıyordum.

 

Jeremiah içeri girdiğinde kimseyle göz teması kurmamıştı, direkt olarak tasarımların olduğu dosyaları yardımcısından alarak incelemeye başladı. Hızlıca birine baktı ve çöpe attı. Birine daha baktı ve o dosya da diğeriyle aynı kaderi paylaştı. Dosyanın sahiplerinin hayal kırıklığıyla dolan sesleri duyuluyordu ama Jeremiah hiçbir yorumda bulunmadan dosyaları elemeye devam ediyordu. Ve sıra benimkine gelmişti. Gül kurusu rengindeki kapağa kocaman bir günebakan çizmiştim, Jeremiah’ın yüzünde parlayıp sönen ifadeyi izledim. Dudağımın iç kısmını dinlediğimi ancak ağzıma hafif bir kan tadı geldiğinde fark etmiştim. Ve sonsuzluk gibi gelen sürenin arından Jeremiah tasarımlarımın olduğu dosyayı çöpe attı. İlk tepkim ani bir şekilde oturduğum yerden kalkmak olmuştu, bu eylemi takip eden şey nemlenen gözlerimdi. Bay Barlett’in bakışları kısa bir an beni buldu. Beni baştan aşağı süzmüştü ama verdiği hissiyat üzerimde tanımlanması güç bir rahatsızlık oluşturdu. Jeremiah’ın bakışları benden uzaklaşıp tekrar önündeki tasarım yığınlarına döndüğü sırada hayal kırıklığını saklama ihtiyacı duymadan başını iki yana sallamıştı. Parlak siyah saçlarından bir tutam özenle sıkıştırılan yerden çıkıp Jeremiah’ın gözünün önüne düştü.

 

Bulunduğum koltuk sırasından yavaş ve temkinli adımlarla çıktım. Bana bakan biri var mı diye sorgulamama gerek yoktu çünkü herkesin Bay Umursamaz’ın en ufak bir mimiğini bile kaçırmak istemediğini bildiğim için gözlerini Jeremiah’tan ayırmadığını biliyordum. Bu da çöpteki tasarımımı almak için kusursuz bir fırsattı. Geniş plastik çöp kovasından kendi dosyamı buldum ve dışarıya çıkan bir kağıt parçasını tekrar olması gereken yere sıkıştırmaya çalışırken dosya elimden düştü. İçeriye koymaya çalıştığım kağıt parçası tamamen dışarı çıkmıştı, çıkan kağıdı almak maksadıyla yere eğildiğimde kaşlarım çatıldı. Bu benim tasarımım değildi. Bir metre kadar uzağımda olan Bay Barlett’ı umursamayın çoktan bırakmıştım. Dizlerimin üzerine çöktüm ve dosyadaki diğer kağıt parçalarını da çıkardım. Baktığım her kağıtla kaşlarım biraz daha çatılıyordu. Artık emindim, dosya benim olabilirdi ama içindeki tasarımlar kesinlikle bana ait değildi. Başımı hafifçe kaldırdım ve masada oturan adama baktım. Jeremiah dosyalara bakmaya devam ediyordu. Hızla önümdeki kağıt yığınını dosyaya sıkıştırdım.

 

Ayağa kalk, hakkını ara.

 

İçimdeki ses kulaklarımı patlatacak kadar yüksek bölüm ile bu dört kelimeyi haykırıyordu. Ben de bunu birkaç kere tekrarladım. Görüş açım tamamen Jeremiah Barlett’dı. Öyle ki dakikalar öncesinde bana çarpan kadını görmem zaman almıştı.

 

Masaya doğru birkaç adım attım. Kadın Bay Barlett ile bir şeyler konuşuyordu. Parlak sarı saçları olan kadının isminin Aimee olduğunu ikilinin radarına girecek kadar yaklaştığım anda duymuştum.

 

Birkaç adım daha attım ve o anda masada kendi çizimlerimi gördüm. Benim çizimlerim üzerine konuşuyorlardı. BENİM. ÇİZİMLERİM. ÜZERİNE. KONUŞUYORLARDI.

 

Derin bir nefes aldım, masaya tamamen yaklaştığımda iki çift gözün odacığı olmuştum.

 

“Onlar benim çizimlerim!”

 

“Pardon?” Aimee kıkırdamaya benzeyen bir sesle sadece bir kelime söylemişti, havaya kalkan tek kaşıyla bana tıpkı çarpıştığımız andaki gibi acıyan gözlerle bakıyordu.

 

“Benim çizimlerimi çalmış!”

 

“Delirdin mi?” Ufak bir tıslama tehditleri ses tonunu destekliyordu. Gerçekten delirmiş miydim? Hayır, tasarımlar benimdi. Hangisini hangi gece yaptığımı ve kaç gece uykusuz kaldığımı bile bir çırpıda söyleyebilirdim. Söyleyemeyeceğim şey bu kadının çizimlerimi nasıl aldığıydı. O anda tuvalet kabininde yaşadığım nahoş an ürpermeme neden oldu. Kadın uygun abı yakaladığında önce beni kilitlemiş ardından da çizimlerimi çalmıştı.

 

“Beni kilitleyen de sendin!”

 

Jeremiah, gerçekleşen kısa diyalog sırasında sadece bana bakmıştı. Nedenini bilmiyordum, bir kuruntudan ileri gitmeyecek hislerim dışında bu adamın bakışlarındaki tuhaflığı açıklayamazdım.

 

“Bu kadar yeter, Bayan -“

 

“Meadow.” dedim hızla, hızıma ben bile şaşırmıştım. Hiçbir şey olmamış gibi aynı rahatlıkla oturan adam aldığı bilgiyle yineledi.

 

“Bu kadar yeter, Bayan Meadow. Seçilmediğiniz için üzgün olmanızı anlıyorum fakat suçlamalarınızın şu an için altı boş. Bir deliliniz var mı?

 

“Çizimlerimde imzam var, bakabilirsiniz.”

 

Jeremiah başını önündeki çizimlere doğru hafifçe eğdi, bu hareketiyle kulağının arkasındaki bir tutam saç gözünün önüne düştü. Kağıtlarda imza vardı ama bunlar benim imzam değildi. İsmimin ve soyismimin baş harfleri yoktu, başka harf kombinasyonları göze çarpıyordu.

 

“Sizin imzanız mı Bayan Meadow?”

 

“Hayır ama-“

 

“Zorluk çıkarmayın lütfen. Kapının yerini karıştırmadan bulabileceğinize inanıyorum.”

 

Konuşmak için dudaklarımı araladığım sırada Jeremih’ın ufak bir baş hareketiyle harekete geçen güvenlik belime ufak bir temas uygulayarak beni kapıya doğru yönlendirmeye başladı. Belki de ilk defa sesimi çıkarmak için adım attığım anlar güvenliğin müdahalesiyle kesilmiş ve dakikalar sonra kendimi kapının önünde bulmuştum. Seovka’ya giremediğim gibi bir de kovulmuştum. Buna ek olarak tasarımlarım alenen çalınmıştı. Bir deve kuşu gibi başımı yerin dibine gömmek ve asırlarca orada kalmak için gerekli tüm nedenlere sahiptim. Akmayı bekleyen gözyaşlarımı daha fazla tutamadım. Ardı arkasına süzülen yaşlar önüne konulduğum kapı ve babamın mezarı arasındaki mesafe boyunca akmaya devam etti.

 

Sabah saatlerinde yeni umutlar ve daha aydınlık ruh haliyle ayrıldığım mezarlığa gökyüzündeki kara bulutlara yakışacak bir karamsarlıkla dönmüştüm. Yağmur damlalarının ıslattığı toprağa otururken ikinci kez düşünmedim. Gözyaşlarım yüzüme düşen yağmur damlalarıyla karışmıştı. Ağlama seansım sonrası kesik kesik konuşmaya başladım.

 

“Özür dilerim bacağım, başaramadım.”

 

Gözyaşlarımın ardı arkası gelmiyordu. Kurduğum cümleler hatta kelimeler arasında ağlamaktan kaynaklanan bir nefes kesilmesi yaşıyordum.

 

“Eminim benim gibi bir kızın olduğunu göremeyecek olmak senin için sevindiricidir.”

 

Ağlarken yağmur nedeniyle nemlenen toprak zemine uzandım, sanki babamın yanında yatıyor gibiydim. Dizlerimi hafifçe kendime çektim, cenin pozisyonunda uzanıyordum. Hayatım boyunca yalnızlığı bu kadar sert bir şekilde yüzüme vurmamıştı. Tamam, annem vardı ama annem.. anneydi işte. Tüm dünyaya görünmez olmamak daha farklı hissettirebilirdi.

 

“Keşke..” dedim hıçkırıklarımın arasında. “Keşke beni olduğum gibi sevebilecek biri daha olsaydı.”

 

Yavaşça uzandığım yerden doğruldum, yağmur nedeniyle ıslanan saçlarımın zemine değen kısmı ve yanağımın bir kısmı toprak olmuştu. Temizleme gereği duymadım. Babamın mezarının dışında kalan toprak zeminden elimle çocukken yaptıklarıma benzeyen bir pasta yaptım, yerde bulduğum yaprak parçasının sapını da kumdan pastanın tam ortasına koydum. Derin bir nefes alarak gözlerimi sımsıkı birbirine bastırmıştım.

 

“Bu sefer bir bisiklet ya da güzel bir burun istemiyorum.” Lisede okulun zorbaları tarafından burnum ‘yanlışlıkla’ kırıldığı zaman bunu dilemiştim, bu anı nedeniyle yüzümde buruk bir gülümseme oluştu.

 

“Bu sefer bir arkadaş diliyorum. Gökyüzünde beni dinleyen bir varsa ona sesleniyorum, lütfen.”

 

Kelimelerim bir bütün haline geldiğinde zihnimde geçmişteki anılarımdan bir kesit belirdi ve annemin bana öğrettiği basit kalıp dudaklarımdan dökülmeye başladı.

 

“Bulutların ardında kalan gecenin bekçileri size umutlarımı veriyorum, unuttuklarınızı hatırlamanız için.”

 

Bir şimşek çaktı.

 

“Bana ruh eşimi vermeniz için.”

 

Ve gök gürledi. Ardından keskin bir sessizlik oluşmuştu.

 

 

                                     ... 

 

 

Çok heyecanlıyım. Umarım çıktığım bu yeni yolda birkaç yol arkadaşı edinirim ve onlara kalemim aracılığıyla hayallerimi anlatma fırsatı bulabilirim.

Kurgu hakkında yapılacak duyurular için @cursedduchess hesabıma uğrayabilirsiniz.

Görüşmek üzere.

Bölüm : 15.09.2024 21:58 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Ceren Evyapan / GÖKYÜZÜNÜN UNUTTUKLARI - 1 : VADEDİLEN RUH / KADERİN ÇANLARI
Ceren Evyapan
GÖKYÜZÜNÜN UNUTTUKLARI - 1 : VADEDİLEN RUH

5 Okunma

2 Oy

0 Takip
1
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...