@damlalandiiin
|
Uyandım. Ceylin arıyordu. Açtığımda beraber kahvaltı etmek istediğini söyledi. Kahvaltıya gitmek için üstüme yeşil uzun hırkamı alıp mutfağa doğru ilerlemeye başladım. Yoldayken şarj aletini aldığım çocuğu gördüm. Hala şarj aletini vermemiştim. Çünkü hala kendime şarj aleti alacak bir yer bulamamıştım. Aldırış etmeden yürümeye devam ettim. Mutfakta kimse yoktu, Ceylin sanırım birazdan gelecekti. Birisi kapıyı açtı ve içeri girdi. Gelen Ceylin'di. Elinde bir poşetle içeri girdi ve elindekileri mutfak tezgâhının üzerine koymaya başladı. "Ceylin, ne aldın bu kadar?" "Kahvaltı için bir şeyler peynir, zeytin, salam falan." "Keşke oraya kadar gidip yorulmasaydın, dolapta bir şeyler vardı." "Sabah Ege söyledi yemekleri yiyen iki kız zehirlenip hastaneye kaldırılmış o yüzden gidip yeni aldım." "Nasıl zehirlenmiş?" "Bas baya zehirlenmiş işte." "Bozulmuş mu yoksa başka biri mi içine bir şey koymuş." "Söylenenlere göre bozulmamış daha her şey yeniymiş." "Tamam. Birde Ege söyledi dedin ya, Ege kim?" "Bizim evde 18 numarada kalan birisi işte çok önemli değil." Ceylin sözünü bitirdikten sonra ona kahvaltı hazırlaması için yardım ettim. Bir tava çıkararak yumurta kırdım ve üstüne salam koydum. Ceylin ise peynir ve zeytini tabaklara koydu. Çay demledik ve kahvaltı etmeye başladık. Kahvaltı ederken etraf sessizdi, etrafta kimse yoktu ve aynı zamanda Ceylin'inde hiç sesi çıkmıyordu. Aniden bir çığlık sesi yükseldi ama nereden geldiğini anlayamamıştık. İştahımız kesilmiş, hiçbir şey yiyesimiz kalmamıştı. Masadan kalkarken tabağımı da almıştım çünkü neredeyse hiçbir şey yememiştim, tabağımı odama alıp, acıkınca yemeği düşünmüştüm. Odama doğru ilerlerken arkamdan bir miyavlama sesi geldi. Arkama döndüğümde sarı tüylü, mavi gözlü ve biraz kilolu bir kedi bana bakıyordu. Onu odama almayı çok isterdim ama bunu yapamazdım. Odamda zaten bir kedi vardı ve ikisine birlikte mama almak hem çok pahalıya gelirdi ve ben bu sorumluluğu üstlenemezdim. Ama onu da burada bırakıp gidemezdim. Bu kediyi birinin sahiplenmesi gerekiyordu. Telefonumu aldığım gibi Ceylin'i aradım. "Ceylin, çabuk buraya gel." "Almina, bir şey mi oldu?" "Ya sen gel hadi." "Almina neredesin?" "Koridordayım çabuk ol hadi." "Tamam Almina geliyorum." 2-3 dakika sonra Ceylin odasından çıkarak yanıma geldi. Küçümser bir ifadeyle bana ve yanımda duran kediye bakıyordu. Bir yandan kediye korkarmışçasına bakarken, bir yandan da benim yüzüme şaşkın bir ifadeyle gülümsüyordu. "Almina yanında bir kedi var farkındasın sanırım." "Seni o yüzden çağırdım ya zaten." "Ne alaka?" "Bir şey soracağım sana, bu kedi burada ölmeden sen odana alsan olmaz mı bu kediyi?" "Almina iyi de ben nerde bakıcam ki bu kediye yatacak bir yeri bile yok kedinin, ayrıca bunun mama parası da var Almina. Yok ben bu sorumluluğu üstlenemem Almina. Çok özür dilerim." "Ceylin ben sana benimkinin mamasından veririm, yatacak yeride ben ayarlayacağım söz. Sen yeterki bu kediyi odana al." "Almina sanada çok yük olur, bak sende boşver zaten bir tane kediyi aldın odana daha ne kadar alacaksın." "Ceylin bana yük olmaz, sen odanda isteyip istemediğini söyle." "Tamam Almina. Anlaşılan yine inadın tuttu, ben isterim kalmasını odamda ama sen uyuyacak yerini ayarla öyle gelsin." Ceylin'e veda etmeden odama doğru koşmaya başladım, kedi gitmeden hemen ona yatacağı yeri ayarlamam lazımdı. Dolabımım altından yeni aldığım ayakkabılarımın kutusunu çıkardım. Küçük çekmecemdeki bir kaç küçük kumaş parşasınıda çıkardıktan sonra ayakkabı kutusunun üstüne kumaşları koydum. Çekmecemden bir tane küçük poşet çıkarttım ve biraz mama koyduktan sonra poşetin ağzını bağlayıp odamdan çıktım. Ceylin hala odasına girmemiş, kediyle oyun oynuyordu. Omzuna dokunduğum gibi ürpererek arkasını döndü. "Almina hazırladın mı her şeyi?" "Evet hadi gel odana gidelim, sana hazırladığım sanki bir tık kötü olan o yatağı göstereyim." "Yatacak yeri olsun yeter, yani çokta aman aman bir şey olmasına gerek yok." Odama ilerlerken karşımıza çıkan güvenlik bizi korkutmuştu. Bize doğru sorgulayıcı gözlerle bakarken onu aldırış etmeden yanından geçmeye çalıştım. Tam o sırada kolumdan tutarak "Gidemezsin!" diyerek bağırdı. Neden olduğunu sormak için doğrulurken benim sormama gerek kalmadan bana cevap verdi. "Odandan miyavlama sesleri geliyordu, video izliyorsun zannetmiştim ama kapıyı çaldığımda hiç bir yanıt alamadım, bakıyorum sen burada arkadaşınlasın. Hadi söyle bakalım, odandaki o seste neyin nesi?" Tam o sırada başımdan aşağı kaynar sular inmişti. Titreyen sesimle cevap vermeye çalıştım. "Şey, benim odamda küçük bir radyo varda ondan öyle sesler geliyor arada aldırış etmeyin yani." "En yakın zamanda odana kontrol amaçlı birini yollayacağım. Neyse kızlar görüşürüz." Hızlı adımlarla Ceylin'in odasına gittik. Kedi odaya girmemekte ısrarcıydı. Biraz Yanına yaklaşarak elimle onu tuttum ve odanın içine aldık. Mamaların olduğu poşetin ağzını yırtarak kenarda duran küçük bir kaba doyacağı kadar mama koyduk. "Kedinin adını Venüs koyacağım." Şaşkınlıkla Ceylinin yüzüne baktım. "Ceylin neden böyle bir isim seçtinki?" "Senin kedinin ismi Mars ya, benimkide Venüs olsun istedim." Gözlerim dolmuş bir şekilde Ceylin'e bakarken telefonum çaldı. Arayan Beril'di. Telefonu o sırada hiç açasım yoktu. Kesin yine bir şey unutmuştur diye açmadım. Saat ikide dersim başlıyordu, saat tam on ikiydi. Daha iki saatimiz vardı ama benim hazırlanmam zaten bir saat sürüyordu. Bu yüzden aceleyle odama çıkıp üstümü giyindim. Üstüme bordo bir tişört altıma bol siyah bir pantolon giydim ve siyah, kare bir çanta aldım. Dudağıma nemlendirici sürüp, saçlarımı taradım. Taranmış saçlarımdan tutamlar alarak düzleştirdikten sonra bol bir at kuyruğu yaptıktan sonra çantama iki, üç tane kalem bir tanede not almak için defter aldıktan sonra beyaz spor ayakkabılarımı dolaptan çıkarıp ayağıma giydim. Ceylin'in kapısına gitmek için kapıdan çıkarken saat 13.28'di. Kapıdan çıktığımda Ceylin mutfakta kahvesini yudumluyordu. Yanına gidip bende bir kahve alıp yanına oturdum. Mutfak bugün çok kalabalıktı. Normalde kimse odasından çıkmaz, sadece akşam veya sabah kahvaltıda etmek için bazende öğlen acıkanlar odalarında atıştırmalık bir şeyler kalmadıysa yemek almak için gelirlerdi. Yani anlayacağınız bu kadar kalabalık olmazdı mutfak. Kahvelerimiz bittikten sonra kapıdan çıkarak küçük ormanda huzurlu bir şekilde yürümeye başladık. O kocaman ve dışarıdan mükemmel görünen okula gelmiştik. Biraz ilerisinden, saat kulesine benzeyen o kule okulun görünümüne ayrı bir hava katıyordu. Okulun büyük ve sade kapısından geçtikten sonra içeride görünen yeşillik beni benden alıyordu. İçeri girdiğimde yine yeşilliklerin üstünde oturan genç grupları ve çimenlerin ortasında açan cıvıl cıvıl çiçekler beni karşıladı. Yavaş adımlarla yürürken siyah kot pantolonumun cebinden telefonumu çıkararak dersimin hangi binada olduğuna baktım. 2 bina ötedeydi. Dersimin başlamasına tam 13 dakika vardı ve hızlı adımlarla sınıfıma doğru ilerlemeye başladım. Sınıfıma girdiğimde en arkalardan bir sarıya oturarak not almak için getirdiğim küçük defter ve birkaç kalemi masaya doğru bıraktım. Ön sıramda oturan iki kız arkasını dönerek bana baktı. Ardından oturduğum sıraya doğru gözlerini indirdiler. Ve sonrasında oturdukları sıraya doğru kafalarını çevirdiler. Neden baktıklarını çok umursamamıştım çünkü kafam sabahtan beri yiyeceklere kimin zehir katabileceğinde idi. Aslında bulunduğum evde herkesten şüphelenebilirdim, çünkü Ceylin ve ben dışında bulunduğumuz evde düzgün başka kimse yoktu. Geçen gün koridorda bir kız görmüştüm dışa dönük bir kıza benziyordu ama sanırım buradakilerle konuşmayı hiç denememişti. Ama kızda haklıydı, böyle bir ortamda bende kimseyle tanışmaya cesaret edemezdim. Okuldan döndükten sonra güvenliğe soracaktım kızın kaç numaralı odada kaldığını ve kapısını çalarak konuşmayı deneyecektim. “Hepinize iyi dersler diliyorum” İçeriye seyrek, beyaz saçlı, kahverengi gözlerinin üzerinde camları görünmeyecek kadar ince olan bir gözlük olan, altında mavi kot pantolon, üstünde ise rengi solmuş, kırmızı gibi bir rengi olan, üzerine de biraz bol gelen bir gömlek giymiş ellili yaşlarda erkek bir profesör girdi. Konuşmasını yaparken gözlerini, yanımda oturarak boş bir kağıdı karalayan, kumral, dağınık saçlı ve ela gözlü çocuğa dikmişti. “Oğlum” yanımda oturan çocuk hocayı duymamış olacak ki, kafasını kağıdından kaldırmaya yeltenmedi bile. İstemsizce kolundan dürterek “Hoca sana sesleniyor” diye uyardım. Kambur sırtını düzelterek hocaya baktı. “Dersimde benden başka bir şeyle ilgilenilmesine müsaade etmem, dinlemeyecekseniz kapı orada.” “Hocam sizi dinlemediğimi kim söyledi. Resmimi gözlerim ve ellerimle yapıyorum, kulaklarımla değil.” “Oğlum dışarı çıkar mısın?” “Neden hocam?” “Sınıfımda böyle öğrencilerin olmasına müsaade edemem. Lütfen, rica ediyorum çıkar mısın?” Hiçbir şey söylemeden sırasından kalktı, kağıdını ve kalemini çantasına koydu ve hızlı bir şekilde yürümeye başladı. Hocaya gösterdiği bu tavrı hiç beğenmemiştim. Pekala, bir nebze haklı olabilirdi ama hocaya bu şekilde karşılık vermesi pek de uygun değildi. Dersimiz bittiğinde diğer dersimizin hangi binada olduğunu bulmak için telefonumu çıkardım ve hemen ders listesini açtım. Sonunda derslerimiz bitmişti. Saat 14.23’tü. Eve gitmek için kulaklıklarımı taktım, ve bir müzik açtım. “Kumralım” Yavaş yavaş yolda yürürken Ceylin’in yan yoldan geldiğini gördüm ve yanına doğru yürümeye başladım. Bugünde üstüne rengarenk bir kazak ve altına, da benim kot pantoluma benzeyen siyah bir pantolon giymişti. Düzleştirdiği saçları yanına doğru yaklaşırken daha çok uçuşuyor ve ona farklı bir hava katıyordu. Kulağında kulaklıklarıyla şarkı dinlerken, sessizce yanına yaklaştım ve onu korkutmayı denedim. Pek istediğim gibi olmamıştı çünkü ben onun yanına giderken beni fark etmişti. Gerçi salaklık bende, kızın gözünün önünden gittim, yani nasıl fark etmesin. “Almina, sende mi 14.20’de çıkıyorsun dersten?” “Evet,bir şey diyeceğim. Bir kız var bizim evde. Ben odama gidip üstümü değiştireceğim sonrada tanışmak için odasına gideceğim. Sende gelmek ister misin?” “Tamam, bana uyar. Ben senin kapına gelirim hazırlanıp.” “Tamam o zaman” Konuşmaya devam ederek yeşilliklerle dolu yolda yürümeye devam ettik. Ceylin çok dışa dönük bir kızdı ve çok tatlıydı. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünür ve insanları mutlu etmek için elinden gelen her şeyi yapardı. Evin kapısının önüne geldiğimizde güvenliğe ismimizi yazdırıp içeriye girdik. Uzun koridorda yürümeye devam ettik ve Ceylin’in odasına ulaştık. Karşı çaprazında da benim odam vardı. O odasına girdikten sonra bende hemen odama girdim ve hızla üstümü değiştirdim. Üstüme klasik evde giydiğim uzun kollu, kalın tişörtüm ile altıma da, gri eşofmanımı giydim. Ceylin’in odama gelmesi için beklerken bende biraz telefonumu alıp annemle konuştum. 2 hafta sonra biraz onların yanına gidecektim. Muğla’ya. Ailemi özlemedim diyemem. Evet, buraya geleli çok olmadı altı üstü 2 hafta 4 gün oldu. Kapımın tıklatıldığını duydum ve hemen ayağa kalkıp kapıyı açtım. Gelen Ceylin’di. Hemen tavşanlı terliklerimi giyip, kızın oda numarasını sormak için güvenliğin yanına gittik. “Abi bir tane kız var ya bizim evde onun adı ne?” “Evladım hangi kızdan bahsediyorsun, bir sürü kız var bu evde?” “hani şu kızıl dalgalı saçlı olan.” “he sen Erva’yı diyorsun, o kız 13 numarada kalıyor.” “Tamam abi sağ ol” Erva’nın oda numarasını öğrendiğimiz gibi koridorda yürümeye başladık. Ceylin arkamdan gelirken ben sanki çok acelemiz varmış gibi hızlı adımlarla 13 numaranın önüne gidiyordum. Hızlı adımlarla koridorda ilerlerken, zifiri sessizlik ile beraber camlardan biraz olsun giren güneş koridorun arka tarafını biraz aydınlatıyordu. Yukarıdan etrafı aydınlatan eski, loş bir ışık bulunduğum bölgenin aydınlanmasına yardımcı oluyordu. Biz koridorda yürürken arkamızdan gelen hafif dalgalı, kumral saçlı, yaklaşık 1.75 boyundaki, mavi gözlü çocuk odasına doğru ilerliyordu. En son şarj aleti meselesinden sonra bir daha ne sohbet etmiştik, ne de aynı mekanda birlikte oturmuştuk. Odaya vardığımızda Ceylin’le kapıyı kim çalacak diye tartışmaya başladık. Sanki ilkokuldaymış da sen çal ben konuşurum muhabbeti yapıyorduk. Ben en sonunda dayanamayıp yavaşça kapıyı tıklattım. İçeriden gelen boğuk müzik sesi, kulaklarımı tırmalarken aynı zamanda hangi şarkının çaldığını anlamaya çalışıyordum. Ceylin kapının aralandığını görünce bir adım geriye çekilerek selam verircesine el salladı. Erva sanki hiç hayatında insan görmemişçe şaşkın ve iğrenirmişçesine bir ifadeyle hem yüzümüze hem de biraz eskimiş, rahat kıyafetlerimize göz gezdiriyordu. “Merhaba.” Ceylin çok istemsiz bir ifadeyle selam verdikten sonra, cebinden telefonunu çıkartıp saate bakmak için eline aldığı telefona dalıp gitmişti. Bende selam verdikten sonra Erva bizi içeriye davet etti. Galiba tam yemek yerken yakalamıştık. Yatağının yanında duran komidinin üstünde bir salata ve yanında da bir bardak soğuk çay duruyordu. Dağınık yatağının yanındaki prize bağlı olan telefonunda çalan şarkı eşliğinde bilgisayarından izlediği dizinin sesi birbirine karışınca ortaya, kulağı tırmalayan garip bir ses çıkıyordu. “Sende müsait değilmişsin, kusura bakma rahatsız ettik.” “Önemli değil, zaten benimde tek başıma canım sıkılıyordu.” “Biz tanışmaya gelmiştik de. Ben geldiğim ilk günden beri seni görüyorum tanışmakta istedim ama buradakiler, sanki biraz şey yani-“ “Anladım ben seni ben buraya geleli 4 sene oldu ve okul arkadaşlarım, Ege ve Bora’dan başka kimseyle konuşmadım. Ben geldiğimden beri burada bi’ kötü enerji seziyorum ama şuana kadar hiçte kötü bir şey olmadı.” Hah! Sonunda benimle aynı fikirde olan birisi. Gerçekten buraya girdiğinizde aldığınız koku bile sizin modunuzu düşüre biliyor. Sanki burada bir katil varda, her an gelip sizi öldürebilecekmiş gibi bir his oluşuyor içinizde. Sadece evin dış görünüşü bile size ölümü anımsatıyordu. Eski, duvarları çatlamış ve tuğlaları dökülen bir ev hayal edin. Bence düşünmesi bile huzursuz edici. “Akşam bizim okulun ilerisindeki kafeye gitmeye ne dersiniz?” “Bence olur” “Bence de olur fark etmez ben size uyarım.” Sözümü bitirdikten sonra vedalaşıp odalarımıza dağıldık. Koridorda yürürken, arkamdan gelen Bora omzuma dokunarak, Erva’nın onu da çağırdığını, ve oturma alanında toplanacağımızı söyledi. Tamam dercesine kafamı salladım ve gülümseyerek odama doğru, yavaş adımlarla ilerledim. Dolabımın karışık görüntüsü gittikçe beni boğuyordu. Hızla giyeceğim şeyleri bulmaya çalışırken, yatağımdan gelen telefon sesini duyarak yatağıma doğru yöneldim. Arayan bilinmeyen bir numaraydı. Telefonu açarak sessizce alacağım cevabı bekledim. “Alo, Almina, orada mısın?” Gelen ses Bora’nındı. Ne zaman geleceğimi sordu ve ardından soluksuzca hepsinin beni beklediğini söyledi. Bende hemen geleceğimi sadece saçlarımı tarayacağımı söyledim. Telefonu kapattıktan sonra nasıl bir şey giyeceğimi önemsemeden direkt elime ne geçtiyse onları üstüme giydim, parfümümü sıktım ve hemen saçlarımı tarayıp, yanıma da spor bir çanta alıp aceleyle odamdan çıktım. Odam koridorun en sonunda olduğu için gözlerimi kıssam bile oturma alanı zor görünüyordu. Galiba sadece Ceylin’in kumral dalgalı saçlarını görüyordum. Hızlı adımlarla yanlarına gittim ve selam verdim. Yaklaşık 10-20 saniye bekledikten sonra mırıldanarak “Eee, ne bekliyoruz.” Dedim. “Evet, ne bekliyoruz” diyerek söze girdi Bora. “Artık gitsek mi daha fazla zaman kaybetmeden?” “Ege’yi bekliyoruz.” Dedi Erva. “Ege’yi mi?” Ceylin biraz şaşırmış birazda bize sormadan çağırdığı için kızmış bir ifadeyle bir yere, bir Erva’ya bakıyordu. “Selam millet!” Ceylin’le ikimiz sorgularcasına Erva’ya bakarken Bora Ege’ye selam verdi. “Arkadaşlar ben size söylemeyi unuttum, Ege’de bizimle gelecek. Bu arada ben sınıftan bir arkadaşımı daha çağırdım, oda birazdan burada olur. Sizin için sıkıntı olur mu? Eğer istemezseniz arayıp haber verebilirim.” “Benim için sıkıntı olmaz, sizi bilmem tabi.” Herkes bana bakıp tamam dercesine kafasını salladı. İki dakika geçmeden Erva’nın arkadaşı içeri girdi. Herkese selam verdikten sonra hızla kapıdan çıktık. Ağaçların içinden biraz olsa da açıklık ve yol olan bir alana, taksi beklemek için yürürken Bora’nın bize seslendiğini duyduk ve hızla arkamıza döndük. “Nereye gidiyorsunuz, gelsenize” yanında duran Ege bize gelin dercesine el hareketi yapıyordu. Niye yanlarına gittiğimizi hala anlamış değildim ama bir bildikleri vardır diye hızlı adımlarla yanlarına doğru ilerlemeye başladık. Bora’nın yanında durduğu spor araba çok güzel gözüküyordu. Keşke şuan şöyle bir arabam olsaydı da, herkesi bu arabayla götürseydim kafeye. “Ee niye geldik şimdi buraya. “Ne demek niye geldik, hadi ne bekliyorsunuz binsenize.” “Neye bineceğiz Bora kafayı mı yedin?” “Arabaya bineceksiniz neye binmeyi planlıyordun sen? Taksiye falan mı?” Ne yani taksiye binmek alay konusu mu olmuştu şimdi? Buna sessiz mi kalmalıydım yoksa dalga geçecek bir şey mi var diye olayı savunmalı mıydım? “Evet, taksiyle gideceğiz sandım. Hem ne var bunda, çok mu komik taksiyle gitmek?” “Yok yani ben ond-“ “Ben senin ne demek istediğini anladım. Ben taksiyle gideceğim, gelen gelsin.” Arkamı döndüğüm gibi hızla yürümeye başladım. Hah! Yok neymiş taksiyle mi gidecekmişiz, yok neymiş o öyle demek istememişmiş. Sanki taksiyle gitmek çok komik bir şey de, dalga geçiyor aklı sıra. Yaklaşık 10 dakika da taksilerin daha çok geçtiği yol ayrımına gelmiştim. Yol boyunca hiç dönüp arkamdan birisi geliyor mu diye bakma ihtiyacı duymadım. Yol ayrımında taksi beklemeye başladığımda yanımdan geçen sarı tüylü, biraz bakır gibi olan gözleri olan kedi, bir bana bakıyordu bir de sanki arkamda başka birisi varmış gibi arkama bakıyordu. 5-6 kere bunu tekrarladıktan sonra artık bir şey olduğunu garipseyip, biraz ileri doğru ilerlemeye başladım. Kedi hala benimle geliyor, hala da bir bana, bir arkama bakmaya devam ediyordu. Artık gerçekten bu durumdan sıkılmış bir şekilde arkamı döndüğümde, Bora arkamda dikilmiş yolu izliyordu. “Ne işin var senin burada. Hem sen gidip ÇOK KIYMETLİ arabana binsene.” “Almina sen her şeyi çok yanlış anladın. Ben gerçekten o anlamda dememiştim.” “Daha fazla şey duymak istediğimden emin değilim. Hem senin burada ne işin var?” “Seni yalnız taksiye bindireceğimi falan mı sandın? Bende senle geliyorum.” “Yalnız binsem ne olacak. Sanki bir şey olsa ben kendimi koruyamayacağım, emin ol senden daha iyi korurum kendimi. Bu arada, diğerleri nerede?” “Ege arabayı kullanacak, ona emanet ettim arabayı. Bende seninle geleceğim.” Hiçbir şey demeden sadece önüme döndüm ve taksi bekledim. İleriden gelen sarı arabayı gördüğüm gibi durması için elimi kaldırdım ve bekledim. Araba gelip önümde durduğunda ön kapıyı açtım ve şoförün yanına oturdum. Bora sanırım arkada oturmamı bekliyordu. Oflayarak arka koltuğa oturduğunda gideceğimiz yeri söylemem için yüzüme bakıyordu sanki. “Deniz kabuğu kafeye gidiyoruz.” “Oraya gitmiyorum ben.” “Biz gidiyoruz zaten siz değil.” “Yok yani o anlamda söylememiştim, oraya götüremem maalesef.” Sanırım biraz rezil olmuştum. “Neden parasıyla değil mi sonuçta. Hem ayrıca bildiğim kadarıyla bu saatte taksilerle istediğimiz yere gidebiliyoruz.” “Bayan memnun değilsen in başka taksiye bin, sanki zorla bindiriyoruz.” “Almina in!” Bora’nın da konuya girmesiyle gaza geldim ve taksiden inip kapıyı sertçe kapattım. Adama bak ya! Sanki onun taksisine kaldım. “Almina sen saf mısın? Böyle şeyler olunca sende laf atcaksın onlara, göt gibi kalcaklar.” Sırıtarak Bora’ya bakarken arkamızdan gelen taksiye Bora’nın el kaldırdığını gördüm. Taksi durduğunda ben yine sırf Bora’yı sinir etmek için ön koltuğa oturdum ve gideceğimiz yeri söyleyip giderken dinlemek için telefonumu aldım, çalma listemden bir şarkı açıp onu dinlemeye başladım. Vardığımız da parayı ödeyip taksiden inmiştik. Dışarıdan bile güzel gözüken bu kafenin etrafı, komple camla kaplanmıştı ve içerideki masaların hepsi gözüküyordu. Bizim grupta cam kenarında, köşede olan bir masayı seçmiş sipariş vermek için bizi bekliyorlardı. Hızla içeri girerken, sanki gün içinde hiç aksilik olmamış gibi, bir de üstüne bizi içeri alamayacaklarını söylediler. “Rezervasyon olmadan içeri alamıyoruz maalesef.” “Arkadaşlarımız içeride beyefendi, müsaadenizle geçeceğiz.” “Maalesef alamayacağım, zaten boş sandalyemizde bulunmuyor.” “Yapacağınız işin…” Kısık bir sesle Bora’ya öksürürken, içeridekiler bizi umursamıyorlardı. Dışarıdan gören olsa, birbirimizi tanımıyoruz falan sanacaklardı. Bora etrafa küfürler savururken, ben Bora’nın telefonundan Ege’yi aramaya çalışıyordum “ÇALIYOR” yazısını gördüğüm anki mutluluk hissini size anlatamazdım. “Alo Bora neredesiniz? Kanka en az 40 dakikadır sizi bekliyoruz, bi’ gelemediniz.” “Ege, susarsan konuşacağım. Bora görevlilerle kavga ediyor, ben sakinleştiremedim gel sen dene.” “Almina sen misin diye sorsam saçma olur. Tamam geliyorum ben, nerdesiniz?” “Ege afedersin de sen salak mısın?! Bora görevlilerle kavga ettiğine göre nerede olabiliriz?” “Geliyorum.” Telefon yüzüme kapandığında sinirden olduğum yerde çıldıracaktım. Bi’ yanda Bora kavga ediyordu, bir yanda Ege bana saçma sapan bir konudan dolayı trip atıyordu. Ege’nin kapıdan çıktığını görünce Bora’nın yanına gittim ve Ege’yi parmağımla işaret ederek göstermeye çalıştım. Niye Ege’yi çağırdığımı sorgularcasına bir bakış attığını hissedebiliyordum. Hiçbir şey demeden, Bora etrafa küfürler savururken öylece Ege’nin gelmesini bekliyordum. Bora’nın konuyu neden bu kadar abarttığını düşünürken, merdivenlerden inen Ege’yi görünce hızlıca merdivenlerin önüne doğru yürümeye başladım. “Bora nerede?” “Sağına bakarsan görebilirsin.” Ege geldikten sonra, hızlıca asfalt yoldan geçerek karşımda duran eşsiz manzaralı, mas mavi denizin önünde duran, sanki bana “gelsene” diyen kahverengi, boyası biraz yıpranmış bir bank vardı. Yanına gittim ve yavaşça oturdum. Denizden gelen rüzgar hafifçe saçlarımı hareketlendirirken, kulağımdaki melodi ayrı bir huzur vermişti sanki bana. Uzun süre orada tek başıma oturup denizin huzuruyla baş başa kalırken, omzuma dokunan elin farkına vardığım an ışık hızıyla arkamı döndüm. Ege’ydi. Kabul etmeliydim bi’ tık korkmuştum. “Manyak falan mısın sen?” “Ne alaka kızım, hadi gel içeri.” “Noldu, akıllandı mı güvenlikler” dudağının kenarı kıvrılırken, gel dercesine elini savurdu. Hızlı adımlarla ilerlerken karşı camdan el sallayan Ceylin ve Erva’yı gördüm. Bora’da içerideydi. Ben onun yerinde olsaydım kavga ettiğim şerefsizlerin mekanına ölsem girmezdim. Yavaşça sırıtarak Ege’nin önüne geçtim. Güvenliğin önüne geldiğimde, yüzlerine bile bakmadan içeriye daldım. Köşedeki deniz manzaralı masaya doğru ilerledim. Herkes masanın etrafında toplanmıştı. Ben ve Ege hariç. Bora’yla Ceylin’in arasındaki sandalyeye doğru yöneldim. Herkes kahvelerini söylemişti, hatta neredeyse yarılamışlardı. “Bakar mısınız?” Bora’nın mekanda yankılanan sesini duyduğum an yerimden sıçramıştım. Nedenini bilmediğim bir şekilde kulağıma çok ürkütücü gelmişti bu ses. “Eee söylesenize ne istediğinizi.” “Ben bir americano alabilir miyim?” “Tabi ki, siz ne alırdınız?” Garsonun kafası bana yöneldiği anda başımdan kaynar sular inmiş gibi hissetmiştim. Kalbimden başlayarak boynuma kadar gelen sıcaklığa anlam veremeyerek, titreyen ellerimle garsona döndüm. “Sağolun ben bir şey almayacağım.” Gülümseyerek garsona baktığım sıra bana tamam dercesine kafa salladı. Neden bir şey içmeyeceğimi söylemiştim ki? Aksi taktirde, bir şeyler içmeye çok ihtiyacım vardı. Artık yapacak bir şey yoktu. Yapmıştım yapacağım salaklığı bide yanıma garsonu tekrar çağırıp komik duruma düşmemeliydim. Hiçbir şey demeden oturduğum yerde kalakaldım. “Neden içmiyorsun?” “Ney?” Off ne saçmalıyordum ben. Bu kadar saçma bir soru sormuş olamazdım. Ne içecektim, süt mü? “Acaba?” Erva’nın kıkırdamasıyla herkes kahkaha atmaya başladı. Çok da şaşırmamıştım rezil olduğuma, artık günlük doz olarak rezil oluyordum. Hızla ayağa kalkarak “Ben lavaboya gidiyorum size afiyet olsun.”dedim. Hafif sırıtışımla ortama samimiyet kattıktan sonra hızlıca tuvalete gittim ve kapıyı açtım. Kapıyı açtığım an karşımda duran aynada kendimi, düz, kumral saçlarımı, mavi gözlerimi ve hayattan bıkmış yüzümü gördüm. Aynı yüzde birikmiş birden çok duyguyu. Eski neşem, eski huzurum kalmış mıydı? Eski günler gittikçe azalan mutluluk, arkadaşlar gittikçe biriken anılar, aile sevgisi olmadan büyüyen çocuk, hepsini bir yüzde beslemek kolay mıydı? Denemeli miydim acaba hepsini bir beden de saklamayı? Denemeli miydim eski beni hatırlamayı? Belki hepsi boşuna duran birer umut kırıntısıydı. Belki saçma sapan oyunların tek bir hanesiydim ben, belki de hep öyle olmaya devam edecektim. İçimde biriken duyguları kafamdan birkaç dakikalığına da olsa attım. Yaklaşık 2-3 dakika geçmişti, muhtemelen 2 dakika sona falan beni merak etmeye başlarlardı, gerçi beni neden merak edeceklerdi ki. Girdiğim kapıyı yavaşça aralayarak yavaş adımlarla kapıdan dışarı çıktım. Çıkmaz olaydım. Bu kadar mı denk gelirdi onu o an düşünemedim ama tam kapıdan çıktığım an, bizim oturduğumuz masanın 2 yan masasının yanındaki cam bir anda patladı. Gördüğüm manzaraya inanamazsınız. Camın önünde oturan, yaklaşık 40 yaşlarında gözüken adamın alnına mermi girmişti. Yanındaki kadının kollarına da patlayan camdan parçalar saplanmıştı. Dehşet görüntüye tepkisiz bir şekilde bakarken bir anda kolumda bir el hissettim ve hızlı bir şekilde çekildiğimi. Kalbim yerinden çıkacakmışçasına atarken sağıma döndüm ve Ceylin’i gördüm. Harika bir bu eksikti! Sanki gün içinde gram aksilik yaşanmamış gibi birde şimdi cinayete şahitlik ediyordum. Ha bide arkadaşlarıma adamın vurulmasını gayet normalmiş gibi izlerken yakalanıyorum. Mükemmel ya! Müthiş! “Ya ben artık gerçekten olanlara inanamıyorum, sanki başımızda hiç sorun yokmuş gibi bide mafyalar çıktı başımıza. He bide şimdi Bora gider mafyalarla da ‘siz niye cama sıkıyorsunuz?’ diye kavga eder. Ya ben hayatımda bu kadar efsane, bu kadar müthiş bir gün geçirmedim!” Alaycı bir şekilde konuşmamı sürdürürken arkamdan gelen sesle birlikte ürperdim. “Kulaklarım delik, duyuyorum.” “KULAKLARIM DELİK DUYUYORUM” Diyerek Bora’yı tekrarladım. Evet çocuk değildim ama Bora’yı sinir etmekten aldığım keyfi anlatamazdım. Bora’nın küçümser bakışları altından çekildikten sonra tek düşüneceğim şey ölmekti. Ya ölürsek diye düşünmeye bile başlamıştım. Tabi kim olsa düşünürdü. Etrafıma bakmak için kafamı kaldırdığımda, gözlerim pörtlemişti. Az önce kapısından çıktığım tuvaletin önünde sıralanmış bir şekilde gizlenmek için oturuyorduk. Gizlenmek için tuvalet önünü seçecek akıl hangimizde vardı bilmiyordum ama kesinlikle sivri zekalı olduğu belliydi. Tek bir hamlede ayağa kalkarak sorgulayıcı bakışlarla konuşmaya başladım. “Bakıyorum da böyle çok rahat gözüküyorsunuz, bir kapı ardımızda katiller var siz burada biraz daha kalsanız uyuyacaksınız. Ben gidiyorum kardeşim siz naparsanız yapın.” “Almina çıkarsan, kafanı bile kesebilirler.” Ortamda hafif bir kıkırdama olduğunda tek ciddi kalan bendim. “Ya arkanızda cam var kafamı kesecek olsalar camı kırar gelir kafamı keserlerdi zaten.” “Kız haklı.” Ege’nin onayını aldıktan sonra kapıyı açmak için tekrar arkamı döndüm. “Boşverin çıkarsa çıksın.” Bora’nın sesini duyunca nedensizce sinir küpüne döndüm. Buraya gelirken bani tek başına taksiye bindirmeyen çocuğa şimdi ne olmuştu. Çok da umrumda değildi ama o an çok sinirlenmiştim. Nedeni bilinmiyor. “Tamam lan çıkıyom siz de burada salak gibi bekleyin.” “Bende geliyorum!” Ceylin’in sesini duyduğumda hiddetle arkamı döndüm. Döndüğüm an kıyametler kopuyor gibiydi 2 tane adam vardı orada. Tam olarak karşımda duruyorlardı. Yüzlerini görememiştim. Zaten görmeme zamanda tanımamışlardı. Herkesle işleri bittiği gibi sıra bana gelmişti. En korktuğum şeydi yaşadığım. Ölüm. Enseme yediğim darbeyle gözlerim kapanırken, hayatı sorgulamaya başlamıştım bile. En son gördüğüm şey Bora’nın bana el uzatışıydı. Karardı her yer. Kapattım gözlerimi ve sorguladım. Nasıl biri olmuştum şuana kadar? Yaşadıklarımı hak etmiş miydim? Belki gelmişti sonum. Belki de 12 yaşındaki küçük kızın hayallerini asla gerçekleştiremeyecektim. Onun istediği gibi bir psikolog asla olamayacaktım. Onun istediği gibi özgür bir hayat asla yaşayamayacaktım. Arkadaşlarım olamayacaktı. En önemlisi de hayatım olamayacaktı. İstemeyecektim belki de bundan sonra hayatı yaşamayı. Belki de bir daha hayata asla tutunamayacaktım. Ama şu hayattan öğrendiğim tek bir şey vardı. Sanırım, insanlara güvenmek pişmanlık demekti. Eğer her şeyi doğru anlıyorsam, hayat bağlanmamak demekti. Bağlanmak istersen vurulmak, bağlanmadıkça sarılmaktı. En önemlisi hayat sevmemekti. Sevdikçe suçlanmak, sevmedikçe rahatlamaktı.
|
0% |