Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm Hedefler Ve Engeller

@darklightssx

Şarkılar;


All The Things She Said


My Demons- Starset


Can you feel my heart-Bring Me the Horizon


(Yer-mekan isimleri ve olaylar hayal ürünüdür. Gerçeklikle bir alakası yoktur. Kısacası tamamen sallamadır.)


'İçinde bir şeylerin kırıldığını hissetsen bile gülümse. Çünkü başkalarının değil ama senin iyi olmaya ihtiyacın var.'


Işıkla dans eden gölgelerin ardında, yalnızlığın soğuk nefesi hissedilir bazen. Bir ailenin ellerinden kaybolma korkusu, yürekleri buz kesen bir sessizlik gibi yayılır etrafa. Hayatın ıssız bucaksız yollarında kaybolur gibi hisseder insan, sevdiklerini kaybetme endişesiyle titreyen elleriyle kavrardı geçici anların değerini.


Zamanın acımasız oyununda, aile bağları incelir, yıpranırdı; tıpkı kırılgan bir cam gibi. Gözlerindeki ışık, kaybolan bir yıldızın izi gibidir; sonsuza kadar kaybolmuş gibi görünse de her zaman bir yerlerde parlar.


Kimi zaman hayatın karmaşık ve zorlu labirentinde dolaşırken, yolun sonunda bir çıkmazla karşılaşırız. Bu durumda, tıpkı bir ressamın tuvalindeki boşluğa bakar gibi içimizdeki karmaşayı seyre dalabiliriz.


Duygularımızın karmaşasıyla baş etmeye çalışırken, içsel yolculuğumuzun kıyısında dolaşırız, arayışlarımızın sonu gelmez bir döngüye dönüşür. Hayatın inişli çıkışlı yollarında, bazen durup düşünmek gerekir; çünkü çıkmazlar, aslında yeni bir bakış açısının kapısını aralar. Bu bakış açısını görebilmek için yapmanız gereken tek şey size neyin güç verdiğini bulmaktır. O gelen güç sizi büyütecek, geliştirecek dahası güçlendirecektir.


Pes eder gibi olursun; başını duvara yaslayıp dizlerini kendine çeker ağlamak istersin. Sessizlik olmasını, herkesin susmasını istersin ama nafile. Ne kadar sessiz bir yerde olursan ol geçmişin travmaları kulağına fısıldar.


Odanın içinde yankılanan sessiz çığlıklarla baş başa kalırız, boğuluruz ve içsel pusulamızı yeniden doğru yöne çevirmeye çalışırız. Bazıları rotayı ayarlayamayıp kaza yaparken bazıları yelkeni başka karalara çeker. Ben de umut adı verilen yelkeni başka karaya çekebilmek için gece gündüz durmadan çalışan tayfadandım.


Korku... Tanıdık geliyor mu kulağa? En büyük korku kimisine göre fobi demektir. Anlam veremeden korktuğun herhangi saçma veya anlamsız bir şey. Korkuların derinleşip fobiye dönüşmesi, zihinsel karmaşaya ve kontrolsüz duygulara işaret edebilir. Fobi, korkuların aşırı büyüyüp yönetilemez hale gelmesiyle ortaya çıkardı. İnsan karanlıktan korkardı, yalnızlıktan korkardı, boğulmaktan veya yükseklikten korkardı.


Benim akla gelir herhangi bir fobim yoktu ama herkesin zayıf bir noktası kısacası bir zaafı olurdu. Birçok insanın her şeyden çok sevdiği ve zarar gelmemesini istediği en az bir zaafı vardır. Ne kadar istemesem bile benim de bir korkum, bir zaafım vardı.


Ailem...


En büyük korkum aileme zarar gelmesi veya ölmeleriydi. Onlar benim kırmızı çizgimdi, beni yıkabilecek veya güçlendirebilecek tek şeydi. Kimileri çok iyi bir aile ortamında büyüdüğümü sanabilirdi, lakin aynanın yüzü hiç de öyle değildi. Güzel bir aile ortamında büyüyememiştim. Ben travmalarımı bu ortam sayesinde yaşamıştım.


Ailem yalnız üç kişiden ibaretti. Annem Gönül, kız kardeşim Eslem ve ağabeyim Mahlas. Bu üçü için kendi kalbimi kendi ellerimle deşerdim. Onlar için yapamayacağım hiçbir şey yoktu. Yeri gelir kavga eder, saç bile yolardım. Onları savunur, arkalarında gölge gibi bulunurdum.


Bu aile çerçevesinde eksik tek bir kişi vardı, o da babam Tarık. Sahiplik zamiri kullanırken bile utandığım o lanet insan...


Herkesin olmasa da çoğu kişinin ailesiyle sorunları olurdu, bu bir gerçek. Ya annesiyle, ya babasıyla ya da her ikisiyle. Benimki sadece Tarık'laydı. 'Babam, baba, babacığım!' kelimelerini yalnızca babalarını seven kızlar söylerdi. Sevmeleri içinde babalarının iyi biri olması gerekirdi.


Babamın prensesi olmak yerine babamın eceli olmak istiyordum ben. Bu işe pek mümkün durmuyordu. Haketmediği bu kelimeyi ona söylemek bile istemiyordum. Baba değildi ki o? Zerre babalık yapmayan birine baba denilir miydi?'Baban o senin adıyla hitap etmeyi kes!' diyen kişilerle çok karşılaşıyordum. Bu davranışıma saygısızlık diyorlardı. Tabii onlar benim neden ona adıyla hitap ettiğimi nereden bileceklerdi ki?


Saygısızlık olması ne benim ne keyfimin ne de kahyasının umrundaydı. Ailesine saygısı olmayan bir insan, ailesinden de saygı göremezdi. Anneme, bana ve ağabeyime vuran, bağıran ve bütün mahalleyi ayağa kaldıran, şiddete meyilli ve bizi defalarca kez öldürmekle tehdit eden bir adam şahsen benden saygının s harfini bile göremezdi. Benden görüp duyabileceği s harfiyle başlayan tek kelime ise 'siktirsin gitsin' olurdu.


Sık sık küfür etmezdim. Ya çok üzülünce ya da öfkeden elim ayağım titrerse söylerdim. Beni annem yetiştirmişti. Ben babama benzemeyecektim. Onun inadına ayağını yere dimdik vuran bir kadın olacaktım. Gerekirse o ölecekti.


Annem Gönül, ev hanımıydı. Büyükbabam onu okutmak istememiş diye üniversiteye gidememiş hatta liseyi bile bitirememişti. Çocukluğunun kötü geçtiğini söylüyor, bizimkinin öyle olmaması için saçını süpürge ediyordu. Onun ailesinde kadınları pek ciddiye almıyorlardı. Hayallerini gerçekleştirmelerine izin vermiyorlardı. Ailesinin zoruyla çocuk yaşta kapanmıştı annem. Koyu ela gözlü, kahverengi kıvırcık saçlıydı ve kırk yedi yaşındaydı. Saçında beyazlar, kollarında ve ayaklarına morluklar, gözlerinde de hayatın ona yaşattığı tek şey olan acı vardı.


Ağabeyim Mahlas cerrahi asistandı. Altı yıl tıp okumuş ve kalp cerrahı asistanı olarak çalışmaya başlamıştı. Mahlas çalışmayı seven biriydi ama bir türlü istediği gibi kalp cerrahı olamıyordu. Bir sürü sınava girse bile hâlâ önünde engeller duruyordu. Yeşil ela gözlüydü ve açık kahverengi saçları vardı. Bana göre yaklaşık 1.88 boyundaydı. Şanslı çocuklar değildik, birden fazla travmamız vardı. Yine de bir şekilde yaşamaya ve başarılı olmaya gayret etmiştik. Ta ki altı ay önce doğan kız kardeşim Eslem'e kadar.


Hayat bize zaten zehirden farksızken Eslem'in doğumuyla Tarık daha çok üzerimize geliyor bize bu hayatı bu sefer zindan ediyordu.


Kız kardeşim Eslem, SMA tip 2 hastasıydı ve daha altı aylık bir bebekti. Altı aylık bebekten bile öldüresiye nefret eden biriydi Tarık. Eslem doğduktan üç ay sonra teşhisi konulmuş, bebek yaşta solunum cihazına bağlı kalmıştı. Nefes almada, beslenmede ve hareket etmede zorluklar yaşıyordu. Onunla oynuyor, ayaklarını gıdıklıyor, gülmesi, mutlu olması ve kendini yalnız hissetmemesini sağlamak için öpüp kokluyordum.


Tarık, bizim sesimizden bile artık tiksindiği için başka bir çocuk istemişti. Ama cinsiyetinin kız olmasını istemiyor, erkek çocuk istiyordu. Mahlas her bir kavgada annemden yana olduğu için buna tahammül edemiyor ve kemeriyle annemi korumaya çalıştığı her an onu dövüyordu. Canımın belki de en çok yandığı zaman ağabeyimin kemerle sırtından dövülmesiydi.


Bazen sırf annemi korumak için ona hakaretler ediyor, Tarık'ın öfkesini kendisine yöneltiyordu. Tarık ise hem anneme olan öfkesini hem de Mahlas'ın bu davranışını topluyor, beni de kolumdan tutup odasına götürerek bütün hıncını benden çıkarıyordu. Mahlas'ın ne yapmak istediğini biliyordu. O yüzden beni kullanıyordu. Ben hem anneme hem de ağabeyime bir tehdittim. Tarık birini öldürecek olsa önce beni katlederdi.


Mahlas benim dayak yiyip bayıldığım bir gün yaklaşık 13-14 yaşındayken yatak odasına gidip Tarık'ı öldürmeye çalışmıştı. Odanın kapısı hem kilitliydi hem de açıldığı zaman çok ses çıkarıyordu. Tarık buna hazırlıklı davranıyordu, o yüzden her cinayet girişimi başarısız sonuçlanıyordu. Tarık annemle aynı odada bulunmak istemediği için onu salona göndermişti. Kendi yatağım büyük olduğu için annemle yıllarca birlikte uyumuş, dertleşmiştim.


Annem'in karnındaki bebeğin cinsiyetinin kız olduğunu öğrendiğimizde babam eve gelir gelmez annemi ve daha doğmamış kardeşimi aşağılamış, ağza alınmayacak hakaretler etmişti. Sanki cinsiyetini annem belirliyormuş gibi ona binbir şeyler yapmıştı. Ben, hamile annemi korumak için ona bıçak çekmiştim. Tarık bıçağı ona doğru doğrulttuğumda anlam veremediğim bakışlarla gülüyordu, yüzünde de saçma bir gurur bakışı bulunuyordu. Sanki onu öldürmemi istiyor ya da buna kalkışmamı bekliyor gibi halleri vardı.


Mahlas o gün mesaide kalmıştı. Eğer evde olsaydı, hamile kadına vuran o adamı kesin olarak öldürürdü. Ona söylememiştik, Tarık'ın sessiz kaldığını ve direkt uyuduğunu söylemiştik. Hiç inanmamıştı ama gerçeğide söyleyememiştik. Başını belaya sokmaya meraklı bir çocukluk yaşamıştı. Tarık'la yaşadığı her kavgada ben dayak yediğim için o da sessiz kalmaya çalışıyordu.


Yüzümde belli olan tek morluk yanağımın üstündeydi. Tarık gözükmeyen yerlere vurmayı tercih ederdi. Yanağımın üstündeki morluğu her gün fondöten ile kapatır gizlerdim. Sırf dedikodu olmasın, annem mahcup olmasın diye babam bana el kaldırsa bile inlemezdim. Çığlık atmaz, haykırmaz, hakaretler etmezdim. Sadece başımı omzumun üstüne eğer, gururumun feryadını zihnimde dinlerdim.


Yüzümdeki ve vücudumdaki her yara kapatılacak düzeydeydi. Ama ruhumun yarasına mühür gibi ateş basıyorlardı. Bir yara kapanmadan başka bir yara açıyorlardı. Onu kapatmak mümkün değildi. Bazen odamdaki makyaj aynasının karşısına geçer yüzüme dakikalarca bakar ve düşünürdüm.


Ruhumun acısını da, yarasını da fondöten ile kapatabilsem keşke.


Annem ruhsal, fiziksel ve zihinsel olarak bitik bir hâldeydi ama karnındaki çocuğu istiyordu. Sırf kız olduğu için onu aldırmayacak veya yurda vermeyecekti. Belki de doğacak olan çocuk Tarık'ı biraz olsun değiştirir diye düşünüyordu. Lakin beklediğinin aksine bir sonuç almıştı.


Tarık, Eslem'e SMA tip 2 teşhisi konulduktan sonra annemle büyük bir kavga etmişti. Hatta bu kavgadan sonra ertesi gün geç bir saatte Eslem'i kucaklayıp cami avlusuna bırakmaya kalkarken ağabeyim onu görmüş bu seferde onunla kavga etmişti. Eslem'i kabul etmiyor, 'benim engelli bir çocuğum olamaz' diyerek daha altı aylık bir bebeği aşağılıyordu.


Ben ise Eslem'i yalnız bırakmamak ve Tarık'ın onu alıp başka bir yere götürmemesi için kardeşimi yanıma almış aynı odada kız kıza kalmaya başlamıştım. Ona masal anlatıyor, ninni söylüyor, öpüp uyutuyordum. O benim için bir lütuf gibiydi. Onu tedavi etmek istiyor; normal çocuklar gibi büyümesini, koşmasını, konuşmasını ve okula gitmesini istiyordum. Bu isteğim benim için artık bir hedef olmuştu. Ne yapıp edecek Eslem için o ilaç parasını bulacaktım...


Ben, Şirin Alev Asena! Masum görünen bir ateş topuydum. Sevdiğim uğruna yanıp kül olur, ardından küllerimden geri doğarak düşmanıma cehennemi yaşatırdım.


Beyaz tenliydim. Kahverengiden daha koyu renkli saçlarım dalgalı ve kıvırcık arasındaydı. Dalgalının biraz daha üstüydü. Henüz ben de çözebilmiş değildim. Koyu kahve gözlü biriydim. Dolgun pembe dudaklarım ve özelliklede kış ayları kızaran küçük orantılı burnumla yanaklarıma bakılırsa güzel bir kadındım. Sadece dış ve iç güzelliğine değil kariyer güzelliğine de sahip olmak istiyordum.


Şirin Alev, birbirinden bağımsız iki isim... Bazı psikolojik sorunlarımdan sonra isimlerime kişilik vermeye başlamıştım. Mahlas buna bir son vermemi istese bile psikolojim daha çocukken bozulmuştu benim. Üzgün, öfkeli, hayat enerjisi bitmiş ama güçlü olan kişiliğime Alev derdim ben. Çünkü gözüm dönünce gözlerimden adeta ateş çıkıyordu, bu da ismimin hakkını veriyordu.


Bu aralar bu kişiliğim daha baskındı ama sokağa çıkınca veya arkadaşlarımla buluşunca Alev'i bir kenara atardım. Bana çoğunlukla herkes Şirin diye seslenirdi. Pek Alev diye sesleneni duymazdım. Evde yaşadığım olayları arkadaşlarıma elbette ki anlatmıyordum. Kimsenin bana acımasına gerek yoktu. Ben kendime yeterdim. Ben kendi acımı örtebilirdim.


Tarık benim liseye gitmemi istememişti. Bana annemin yaşadığı hayatın daha beterini yaşatacaktı ama ben izin vermemiştim. Onu dinlememiş yaşıtlarımla liseye gitmiş, eşit ağırlık okuyarak mezun bile olmuştum. Mahlas bana her konuda destek olmuş, yardım etmişti. Aramızda tam üç yıl vardı. Ben yirmi altı yaşındaydım. Annem eski gelenekler yüzünden on dokuz yaşında doğum yapmak zorunda kalmıştı.


Üniversiteye gitmek meslek sahibi olarak kendi ayaklarım üzerinde durmak istemiştim. Ama Tarık beni üniversiteye göndermemişti. Savcı olup adaleti sağlama üzerine kurduğum hayallerimi daha başlatamadan yıkmıştı. Üniversite için para lazımdı ve bende yoktu. Mahlas'tan istemiş, bana borç vermesi için ağabeyime yalvarmıştım. Yalvarmam bittikten sonra yatağının altında yıllardır benim için özel olarak biriktirdiği bir miktar bana vermişti. Mahlas hepimizi kurtarmak için para kazanıyordu. Yetişkin olmamıza rağmen Tarık'dan kurtulamıyor, evi terkedemiyorduk.


Tarık, ağabeyimin bana para verdiğini görünce yine durmamış Mahlas'ın yıl içerisinde kazandığı bütün maaşı gizlice kendi hesabına yatırmıştı. Ağabeyimle şiddetli bir kavga etmişler, laf dalışına girerek bütün mahalleyi ayağa kaldırmışlardı. Mahlas o gün gerçekten küplere binmişti. Tarık yıl içerisinde kazandığı bütün parayı elinden almış, Mahlas'ın banka kartına el koymuştu.


Mahlas ve ben yetişkindik. İstesek Tarık şu an hapisteydi. Ama buna her kalkıştığımızda bir şekilde annemi öldürebileceğini söylüyordu. O olmasa da başka bir yakınından bunu isterdi. Çevresi çok genişti. Daha önce hiç görmediğim insanlarla takılıyor, önemli bazı konular konuşuyordu. Ne işler karıştırdığını hiç anlamıyordum ama Tarık hapse girmekten korkuyordu. Sanki hapse girse ölüm cezası alacaktı. Ki bunu isterdim.


Sabırlı olmak zorundaydık. Sabır bir insanın dayanma kaynağıydı. Sabır ve umut. Sabır ve umudun olduğu yerde mucize de olurdu. Ama bu mucize benim hayatıma hiç uğramamıştı. Sabırlıydım. İçim her ne kadar avaz avaz bağırıp haykırsa da dışım hep sessizdi. Ve bana göre acı çektiğim hâlde bir umudun olduğuna inanıp susmak asıl sabırdı.


Her bağırışma olunca küçüklüğümden beri odama gider, kulaklarımı kapatırdım. Sesleri, bağırışmaları, hakaretleri duymak istemez kendimi sağır etmenin bir yolunu arar dururdum. Sürekli müzik dinler, kitap okurdum. Gerçek hayattan olabildiğince uzaklaşmaya çalışırdım. Çünkü kitaplardaki hayat bana umut verirdi. En azından ben olamasam da başkaları mutluydu. O mutlu insanların hayatlarını okudukça bende mutlu oluyordum.


Kitaplar ve müzik insanı rahatlatan yalnız iki şeydi. En azından bana göre. Biz kitapları yeri gelir bilgi edinmek için yeri gelir daha güzel ve mutlu bir boyuta gitmek için okurduk. Gerçek dünyada acı vardı, kötülük vardı. Her zaman kötülerin kazandığı bir hayat vardı ve ben bu hayatı sevmiyordum.


Gerçeklik kime göre iyiydi ki zaten? Gerçek olmasını istediğin şeylerin imkansız olması mı daha kötüydü, yoksa gerçek olmamasını istediğin şeyleri yaşıyor olmak mı? Bir lanetti bu. Kara büyüyle yapılmış bir lanet. İnsanlığı tüketen, yok eden, gençlerin şah damarını koparan bir lanet.


Ben bir ablaydım. Her abla kardeşi için canını verirdi. Her abla, kardeşini önemser, onun hayatını nasıl daha iyi yapabilirim diye düşünür hayal kurardı. Aynısı ağabeyler içinde geçerliydi tabii. Mahlas'la eskiden günün her saati kavga ederdik. Daha doğrusu o benim üstüme koltuk atarken ben ayaklarımla ona hep tekme atardım. Çok işe yarayan bir savunma mekanizmasıydı bu.


Ağabeyler özelliklede kız kardeşlerine değer verirdi. Onları dövselerde başlarına gelecek herhangi bir olayda destek olur, kavga eder, fedakarlık yaparlardı. Yani bizim kardeşlerimiz için yapamayacağımız hiçbir şey yoktu. Yeri gelir şeytanın pabucunu ters giydirirdik. Ne kadar şiddetten nefret eden biri olsada Mahlas benim için katil olurdu. Ben onun sorumluluğundaydım. Bana bir şey olsa önce o kendi canını verirdi. Bunu bana hissettiriyordu.


Benim sorumluluğumda kardeşimdi işte. Eslem'in ilaçları için para bulmam gerekiyordu. Mahlas istesede yapamıyordu çunku babamın gözü altındaydı. Yaptığı her hareketi inceliyordu. Biriyle konuştu mu haberi olurdu, alışveriş mi yaptı, ne aldığını ne kadar para harcadığını bile bilirdi. O yüzden bu sorumluluğumu kendime bir hedef olarak belirlemiştim. Eslem iyileşecekti. Bunun için gecemi gündüzüme katmam, sabır taşımı birbirine yapıştırmam gerekiyordu. Ama yinede yapacaktım. Çünkü abla olmak bunu gerektiriyordu.


O gün evde ben haricinde kimsecikler yoktu. Annem, Eslem'i bebek arabasına bindirerek parka götürmüştü, Mahlas hastaneye gitmişti, Tarık ise her zaman gidip ortalığı birbirine kattığı kahvehaneye gitmişti. Aslında onu hiç kahvehaneye giderken görmemiştim ama hep oraya gittiğini özellikle dile getirirdi. Orası kalabalık olduğu için bir şekilde bize kışkırtacak adam topluyordu.


Bana yardımcı olması için en yakın arkadaşım olan Miray'ı çağırmıştım. Miray, benim aksime ne olursa olsun neşe dolu ve hayata pozitif açıdan bakan bir kızdı. Hâlbuki onun yaşadığı şeyler de kolay değildi.


Annesi Dilber, boşanma avukatıydı. Babası ise bir restoranda şefti. Babası, annesini başka bir kadınla aldatmıştı ve annesi bunu öğrenince konuşup açıklamasını bile dinlemeden boşanmıştı. Miray tek kardeşti ve artık annesiyle yaşamaya başlamıştı. Dilber teyze korumacı, medeni, baskıcı ve her şeye karışan bir kadındı. Miray'ın giydiği pantolondan saç stiline kadar her şeye karışırdı. Ama onun üniversiteye gitmesine izin vermiş masraflarını karşılamıştı. Miray her şeye rağmen hayata tutunuyor, yaşamayı seviyordu. Kısa sarı saçlıydı. Güneşi andıran sarı ela gözlerinin apayrı bir güzelliği vardı. Yanaklarında ve burnunda, hafif çiller vardı. Yuvarlak bir kafa yapısına sahipti ve minyon tipliydi. Benden birkaç santimetre daha kısaydı. Kötülük ne demek bilmez her zaman iyi ve olumlu yönden hayata bakardı.


Bizim evde kavga olunca Dilber teyze, annemle konuşuyordu. Annemin boşanma avukatı olacağını ve masrafları karşılayacağını söylüyordu. Ama annem kabul etmiyordu. Çünkü bu işin gideri güzelse sonu da kötüydü. Tarık'ın bize zarar verme ihtimalini düşünüyor, bizim için bu işkenceyi görmeye devam ediyordu. Mahlas annemle defalarca konuşsa da onu ikna edememişti. Çıkmazda kalmıştık. Yaptığımız her hareket birimizin sonu olabilirdi.


Miray evime geldiğinde biraz hayat hakkında konuşmaya daha çok gıybet yapmaya başlamıştık. Önümüze bir paket tuzlu çekirdekle bir şişe kola koyup bol bol sohbet ettik. Aslında Miray ile yan yana gelince iki paket çekirdeği bile bir saatte bitirirdik. Onun sohbeti sarıyordu. Her konuyu heyecanla anlatıyor, o ânı milimine milimine yaşıyordu. Çok eskiden olan şeylere o an sinirleniyor, pişmanlık duyuyor ya da daha çok gülüyordu. Onun yanındayken mutlu daha doğrusu Şirin'dim.


"Ben sırada normal bir şekilde oturmuşum telefonda takılıyorum. Geldi bir anda yanıma oturdu. Sonra dediki işte, 'Yanına oturabilir miyim?' Cidden çocuk şaka gibi. Yanıma oturduktan sonra niye soruyorsun soruyu? Artık oturmuşsun yani, ne yapayım postalayayım mı seni?! Bir de gözlerimin güzel olduğunu söyleyip duruyordu. Sanki ben bilmiyormuşum gibi. Tamam iltifat ediyor ama bu bir kez söylenir. Bokunu çıkarıyor artık." Bu tür olayları anlatırken eliyle yanaklarına vuruyordu. Beden dilini heyecanla çok iyi kullanıyor, yaşadığı şeyi tiyatro oynarmış gibi anlatıyordu. Dediği ve anlattığı her şeye gülüyordum. Benimde gülmeye hakkım vardı ve Miray benim neşe kaynağımdı. Hayatıma dair her şeyi bilen tek arkadaşım oydu.


Avucuna çekirdek alarak çitliye çitliye başka bir konuya daha geçti. "Geçen gün de Zehra geldi yanıma. Hani var ya gözlüklü, kısa boylu, utangaç bir kız. Bir sunum ödevi vardı bizde. Ve ben o sunum ödevini o söyledikten sonra hatırladım. İki gün var ödevi teslim etmeye. Yok sen yaptın mı? Yok bana yardımcı olur musun? Yemin ederim ödev kelimesini duydukça cinlerim tepeme çıkıyor. Üniversitenin ilk ayı saçımda beyaz çıktı. Hocalar bir şey anlatıyor ben tek seferde anlamadığım için telefondan gizli ses kaydı açıyorum. Biraz acısınlar hâlimize. İnsaf ya." Olayı anlatırken ki hâllerine gülüyor, çekirdek çitliyerek onun için Allah'tan sabır istiyordum. Üniversiteyi o kadar kötülüyordu ki gidemediğim için mutlu mu olsam yoksa meslek sahibi olamayacağım için üzülsem mi bilemiyordum.


Bir yarım saat sonra üniversiteye gitmeme gerek kalmaması için iş ilanlarına bakmaya başlamıştık. Elindeki gazeteyi yatağımın üstüne açmış, kırmızı keçeli kalemle beğendiklerini yuvarlak içine alıyordu. Ben diğer ilanlara bakıyor ama daha işaretlemeye fırsat vermeden vazgeçiyordum. "Veteriner olur musun sen?" diye sorduğunda güldüm ve reddettim.


"Pek benlik bir meslek değil." Kırmızı fosforla üstünü çizip başkalarına bakmaya başladı.


"Garsonluğa ne dersin?"


Yanağımın içini ısırarak düşündüm. "Yok ya, hiç uğraşamam. Yanlışlıkla ayağım takılır falan, Allah muhafaza." Oflayarak tekrardan önüne döndü ve ilana bakmaya devam etti. Her reddettiğim işin üstüne çarpı atıyordu. Ben de kendi ilanıma bakıp aramaya çalışırken dakikada bir başka bir meslek sorup duruyordu.


"Halı yıkamacısı peki?" diye sordu ciddi bir sesle.


Sinirden gülerek kaşlarımı çattım. "Dalga mı geçiyorsun?" dediğimde omuz silkerek o da güldü.


"Ne ya? Bence çok rahatlatıcı." Gülümseyerek bardağın yarısına kadar dolu olan kolamdan üç yudum içip ilanlara bakmaya devam ettim. Yine bakmama fırsat vermeden direkt bulmuş gibi bu sefer doğruldu ve heyecanla gösterdi.


"Solistliğe ne dersin? Hem sesin de çok güzel." Sesi normalinden daha heyecanlı çıkmıştı.


"Solistlik mi? Herkesin içinde şarkı söyleyemem ki ben?" Bir sürü insanın bana baktığını düşününce bile tüylerim diken diken olurdu. Anksiyetesi olan bilirdi. Bir konuda ne kadar iyi olursanız olun, onu halka aktaramazdınız.


"Ya Eslem için bile söylemez misin Şirin? Hem haftada 5.000 TL veriyorlar." dediğinde dilimle dudaklarımı ıslatıp düşündüm. Reddeteceğim bir şey yoktu. Çünkü sesim güzeldi. Lisede arada müzik dersinde Miray'ın isteği pardon zorlamasıyla söylüyordum. Herkes beğeniyor, ayakta alkışlıyordu. Ama topluluk içinde söyleyemezdim. O müzik sınıfı on kişi olduğu için rahattım. Kalabalıkta söylemeye cesaretim yoktu. Bu bir korku değil sadece çekingenlikti.


"Yapamam ki ben. Hem tanımadığım bir sürü kişi olacak. Utanırım tek başıma."


"Ben de olurum yanında." dediğinde tebessüm ettim. Düşünmesi bile yeterdi. Onun dersleri vardı ve dersleri daha önemliydi.


"Senin derslerin var Miray. Onlara yoğunlaşman gerek."


Gazeteyi alarak ilanı gösterdi bana. Sonra gülerek, "Bizim üniversitede hafta sonları dersler erken bitiyor. Hem açılış saati 18:40. Ben 15:30'da çıkıyorum dersten. Hem bir solist bir de gitarist lazımmış. Ben gitar çalarım sen söylersin. Hatta arada düette yaparız. Hadi Şirin, lütfen! Lisede yaptığımız gibi." dedi. Çok ısrarcı biriydi. Ne zaman bir konuda ısrarcı olursa sürekli reddeder ama en sonunda onun dediği olurdu. Uzatmak istemedim, yanımda Miray da olursa yapabilirdim. Mükemmel gitar çalan biriydi. Elektronik gitar çalmak hobisiydi. Bazen ben söylüyordum, o çalıyordu. Bu şekilde eğleniyor, daha çok yakınlaşıyorduk.


"Nerede peki?" diye sorduğumda ilanı inceledi. Yüzüne şaşkınlık konduğunda ilana daha yakından baktı. Ağzını eliyle kapatarak bana döndü.


"Söyleyeceğim ama şaşırmayacaksın."


"Senin şaşırdığın bir konuya şaşırmamak mümkün mü?" Heyecandan kıpır kıpır yatakta cebelleşirken omzuna vurdum. Heyecanlandığı kadar heyecan da katıyordu. Ama bu heyecanlanma başka türden bir heyecanlanmaydı.


Meraktan çatlayacakken, "Neresi ya?" diye sorduğumda gülerek ilanın bir bölmesini kırmızı keçeliyle daire içine aldı ve gözüme sokarcasına gösterdi. Mekanın adını okuduktan sonra içime buz gibi sular akmıştı sanki. Tuhaf bir heyecandı. İçinde korku da vardı bir gelecekte.


"Köprüaltı Barı mı?" O bar bizim Miray'la ve bazı sınıf arkadaşlarımızla takıldığımız en sevdiğimiz mekanlardan biriydi. Bazen içerek kafa dağıtmaya giderdik. Orada çalışanların yarısı bizi tanıyordu. Ve bu, bu iş için kötü bir şeydi. Orada çalışırsam birisi beni ifşalayabilirdi. Güvenilir bir yerdi ama ne olacağını bilemezdim. Moralim bozulmuş bir şekilde, bana bakarak parlayan bal elası gözlerine baktım. "Oradakiler bizi tanıyor Miray. Orada çalışırsam herkesin haberi olur." Herkesten kastım Tarık'dı.


Yanıma yanaşarak yerinde zıplamaya başladı. Yalvarır gibi sarı ela gözleriyle bakmaya başladı. "Daha iyi işte. Seni beni tanıyorlar. Hem iyi yanlarından birisi sadece bu da değil."


"Daha ne varmış?" diye sordum. Ama sesim alaycı ve umursamaz çıkmıştı.


Yaramaz bir tavırla sırıtıp omzuma vurdu. "Belki Aren'le yakınlaşırsın." dediğinde göz devirdim. Aren, Köprüaltı barında çalışan bir gitaristti. Kahverengi perde saç modeli yapan ve kahverengi gözlü oldukça yakışıklı biriydi.


Miray hayal kurarcasına bir iç çekti. "Düşünsene, sen şarkı söylüyorsun ve o en iyi yerlerinde gitarıyla giriyor, şarkıya eşlik ediyor. Gitarist erkekler çok çekici oluyor Şirin. Özellikle de elektronik gitar çalanlar. Ayy Bora da öyle! Ama ben onunla net kanka olurdum." Aren'den etkileniyordum. Ama bu sadece bir hoşlantıydı. İlgi çekici ve yakışıklı biriydi. Sadece görüntüsünden hoşlanıyordum. Kim olduğu ve nasıl biri olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu.


"Off!" Şikayetçi bir tavır alarak yatağımdan beyaz çarşaflı yastığımı aldım ve kucağıma koyarak yatağa sırt üstü yattım. Miray bana bakıyor, eğlenirmişçesine alay eden bakışlarını bir ok gibi fırlatıyordu.


"Ne off? İkimizde ondan hoşlandığını biliyoruz. Sen kendini kaldırabilirsin ama beni kandıramazsın Şirin." Kendimi de kandıramıyordum ki. Aren çok etkileyici biriydi. Bara her gittiğimde onunla arada göz göze gelir, utandığım için gözlerimi kaçırırdım. O bara çok sık giderdik, o yüzden solist olacaksam bile rahat olurdum.


"Çalışma saatleri ne zaman peki?"


İlanı inceleyerek, "Her gün saat birden 18:20'ye kadar. Saat 19:40 da konser başlıyor ve 21:30 da bitiyor. Yarın pazar, baban saat beşte kahvehaneye gidiyor. Zaten reşitsin, kimse kızmaz. Ben babanla konuşurum." dediğinde kan beynime sıçradı. Hayır bu olmazdı. Miray, Tarık'la konuşursa Tarık beni öldürür sonra soru sorardı. Benim yaşamam bile onun için bir sorunken hayatta barda solist olmama izin vermezdi.


"Hayır! Miray saçmalama. Tarık beni üniversiteye götürmek isteyen Mahlas'ın parasını kendisine yatıran bir kişi, ne diyorsun sen? Gizli yapacağım tabii ki. Sakın kimseye söyleme! Miray sakın!" Miray somurtarak hem ilana hem bana bakarken gizli saklı iş yapmaya pek hoş bakmıyor gibiydi.


"Mum yatsıya kadar yanar Şirin. Tarık bunu öğrenince önce senin sonra da haberi bile olmayan Gönül teyzenin ağzına sıçar. Bence şimdiden söyle."


Eğer öğrenmezse ikimiz içinde sorun olmazdı. Babam bara gitmezdi. O sadece kahvehanede takılırdı. "Ben ölsem bile izin vermez. Bizim için yaptığı en iyi şey yedi saat uyumak! Miray lütfen, kimseye söyleme. Ben biterim, hayatım zaten bok yolundayken daha çok mahvolur." Yanıma gelerek kolunu omzuma attı ve beni kendisine çekerek sardı. Başımı omzuna koyup derin bir nefes aldım. "Peki," dedi.


"Ama unutma ne olursa olsun ben yanında olacağım." Sağ kolumu sırtının arkasından geçirip belinden sardım. "İyi ki varsın."


"İyi ki." Elimle belinden cimciklediğimde güldü.


"Şaka şaka, sen de iyi ki varsın." dedi. Sonrada bir süre ben onun omzuna yaslandım o da yanağını başımın üstünde koydu. Bu şekilde durduk ve yalnızca sessizliği dinledik.


'Söyleyecek söz bulamıyorum, ne yapayım. Öyle bir sessizlik çöktü ki, bu sessizliğin içine seslenemiyor insan.' demişti en sevdiğim yazarlardan bir tanesi olan Franz Kafka.


🔥🔥🔥


Ertesi gün saatlerce Tarık'ın evden çıkıp kahvehaneye gitmesini beklemiştim. Her gün aynı saatte çıkıyordu. Hep siyah giyiniyordu, hiç kahveye gider bir hâli yoktu ama umrumda da değildi. Heyecanlı olduğumu biraz belli ediyordum ama bizimle sohbet etmediği için umrunda olmuyordu.


Geçenlerde Miray'la mesajlaşırken yazdığı bir espriye güldüğüm için telefonumu almış bütün mesajları baştan sona okumuştu. İkimizde feminist biri olduğumuz için erkeklere nefret söylemi vardı mesajlarda. Tarık yazılanları okuyunca deliye dönmüş gibi bana vurmaya başlamıştı. Ona göre erkekler daha üst seviyedeydi. Kadınlara istediklerini yapabilirlerdi. İster döver, ister öldürürlerdi.


Onun bu baskın huyları yüzünden erkeklerden hep nefret etmişimdir. Her erkeğin aynı olmadığını biliyor, iyi kalpli olanları ayrı tutuyordum. Ama bunun haricinde isteyen herkes üstüne alınabilirdi. Aldatılma, cinayet vesaire olaylar artmıştı. Haberleri izliyor erkeklerden iğrenerek hepsine beddua ediyordum. Tutmayacağını bile bile... Erkekler bencildi. Onları sevecek kadınları bulmuş, öpüp başlarına koyacaklarına aldatıyor öldürüyorlardı.


Bir kadının sevgisini alıyorlardı.


Bir kadının duygularını aşağılıyorlardı.


Bir kadının güvenini kırıyorlardı.


Bir kadının ruhunu sömürerek onu öldürüyorlardı.


Bir cinayet işleniyordu, kadın konuşuyor ama herkes susuyordu.


Bir cinayet işleniyordu, kadın ağlıyor ama hiç kimse görmüyordu.


Bir cinayet işleniyordu, kadın haykırıyor ama hiç kimse duymuyordu.


Ve biz lanet olası insanoğulları yüzyıllardır hep böyleydik. Feminist bir kadındım. Abartılacak kadar değil ama canımı dişime takıp destekleyecek kadar feministtim. Kadın, her şeyin başlangıcıydı. Kadına şiddet uygulayan her erkek annesinden dünyaya gelmişti. Kadına saygısı olmayan hiçbir erkek annesine de saygı beslemezdi. Hepsine hakkettiği cezayı mahkeme veremezdi ama kadınlar bir olursa onların haklarından gelirdi. Bağırmaları, haykırmaları, seslerini çevreye değil bütün dünyaya duyurmaları, ne olursa olsun susmamaları gerekiyordu.


Evden çıkmadan önce Tarık izliyordu diye görmüştüm televizyondaki yeni haberi.


'Kırk altı yaşındaki cani, karısı istediği tür çorbayı yapmadı diye karısının üstüne ocakta kaynayan çorba tenceresini döktü. Kadının vücudundaki yanıklar kalıcı hasar aldı ve derisinin büyük bir çoğunluğuna zarar verdi. Mahkemeye alınan zanlı, 'Ben ondan yayla çorbası istedim, o bana mercimekli yaptı.' diyerek kendini savundu. Kadına kaynar çorba tenceresini yanlışlıkla döktüğünü söyleyip sadece 1 ay hapis cezasına çarptırıldı. Daha 1 ay dolmadan yeni bir mahkeme yoluyla hakim tarafından serbest bırakılmasına karar verildi. Hastaneye kaldırılan kadın ise, 'Yayla çorbası için pilav ve yoğurt yoktu. Onu alışveriş yapması için aradım ama açmadı. Bir sorun olmaz diye düşünmüştüm.' diyerek konuyu açıkladı. Lakin kadın yaşadığı ve hayati bir tehlikesi olmadığı için mahkeme sona erdi. İşte o kadar iyi ve adaletin bol olduğu bir ülkede yaşıyoruz.' dedi spiker kadın. Dinlerken bile tüylerim ürpermişti. İnsanlar kötüydü ve bu hayatı haketmiyorlardı. Ardından başka bir habere geçtiğinde ekrana bir bebek ve baş örtülü bir kadın resmedildi.


'Berat bebeğin ilk kelimesi 'anne' olduğu için hem eşini hem de bebeğini eline aldığı silahla öldüren zanlı-' derken devam bile edemedim. Hayat bitirmek bu kadar kolay mıydı? Birini öldürmek bu kadar basit miydi? Hem de bebek sırf 'anne' dedi diye?? İnsan doğmuşlardı lakin insan kalamamışlardı.


Köprüaltı barının önündeydim şu an. Miray birkaç saat sonra gelecekti. Önce ortama alışmam gerekiyordu. Barın dışındaki duvarlar siyahtı ve bazıları sprey boyayla bir şeyler karalamışlardı. Barın ününde iki tane masa vardı. Bazı kişiler oturup bira içiyordu. Aralarından birisi vardı ki doğrudan bana bakıyordu, rahatsız ediciydi ama artık alışmıştım. İlk kez başıma gelmiyordu. Bu konu yüzünden defalarca karakola gitmiştim ama hep 'Gözü kaymıştır. Siz kadınlar tam bir ilgi manyağısınız!' demişti en son yanına gittiğim bir memur.


Biz kadınlar erkeklerin gözlerini kontrol edemezdik ama gözlerindeki amacı biliyorduk. Bunu milimine milimine hissediyorduk. Bu hissi hissetmeme izin verdiği için Tarık olacak o şerefsizden bir kez daha nefret etmiştim. Baba dediğin kızının güvende hissetmesini sağlayacaktı. Lakin benim babamın çevremde olması bile benim için tehlikeydi.


Yuvarlak camlı bir gözlük takmıştı adam. Tarık yaşında ya vardı ya yoktu. Elinde tuttuğu gazeteye bakıyormuş gibi davranıyordu. Halbuki çok net belli ediyordu bana baktığını. Hava çok sıcak ya da çok soğuk sayılmazdı. Sıradan bir bahar havası hakimdi. O yüzden siyah mat renkli bir kot, üstüme de göbeğimin biraz üstünde duran açık bir crop giymiştim. Elimde de beyaz kol çantası vardı. Hafif esen bahar rüzgârı açık bıraktığım kıvırcık saçlarımı savuruyordu. Şu an kendimi Alev gibi hissediyordum. Ve Alev, pek güler yüzlü biri sayılmazdı. Herkese eşit attığım kaba bakışları barın camından yansımamı görene kadar farketmemiştim bile.


Giydiğim siyah topuklu botlarla kendinden emin adımlar atarak barın kapısının önündeki kırmızı halıdan yürüyerek içeriye doğru geçtim. İçerisi klimalı olduğu için dışarıya göre daha serindi. Bira ve alkol kokusu direkt burnuma gelmişti. Keskin bir kokuydu. Bakış alanıma giren ilk kişi barda çalışan siyah dalgalı saçlara sahip, zorunlu olduğu için sürekli güler yüzlü olan İdil'di.


Barın önünde duranların önüne bardak koyup istedikleri içkileri bardaklara boşaltıyordu. Bazılarına yavşıyormuş gibi davranarak fazladan rüşvet alıyordu. Yanına doğru ilerleyip boş bir bar taburesine oturdum. Aren'ler daha ortada gözükmüyordu. Muhtemelen şu an kulisteydiler.


"Hoşgeldin tatlım, aynısından mı?" diye sordu İdil yalandan tebessüm ederek. Onu uzun zamandır tanıdığım için biliyordum herkese yalandan gülümsediğini. Onun da acıları vardı. Çünkü bu gülümsemeyi tanıyordum. Çünkü bu gülümseme benim iyi değilken bile arkadaşlarımın yanında büyük çaba sarf ederek gösterdiğim bir gülümsemeydi.


Başımı sallayarak, "Evet, sağ ol." dediğimde arkasına dönüp içkilerle dolu olan raftan bir bira alarak bana uzattı. Elimle birayı açarak hemen kafama diktim. Çok heyecanlıydım. Bira beni az biraz kendime getiriyordu. Acı tadının boğazımda bıraktığı hissi seviyordum.


İdil kendisine kırmızı şarap açarak kadeh bardağına doldurdu ve masada oturdu. Birasını kafasına dikip elinin tersiyle ağzını sildi. "Benimki niye hiç bu bara uğramıyor biliyor musun?" diye sordu. Biramı içmeye devam ederek ona, "Sevgili mi yaptın?" diye sorduğumda güldü.


Sağ bacağını sol dizinin üstüne attı. Kırmızı ojeli parmaklarıyla tuttuğu şarap kadehini dudaklarına götürdü. Şaraptan yudumlar alırken gülümseyerek, "Ağabeyinden bahsediyorum. Niye hiç uğramıyor, onu misafir etmek isterim." dedi.


Bakışlarımı başka bir yere çevirip göz devirdim. Mahlas'ı doğum gününde bu bara getirmiştim ve İdil ona ilk görüşte abayı yakmıştı. Ağabeyimden bahsetmesi beni huzursuz ediyordu. Birincisi o benim ağabeyimdi, sadece benim ve Eslem'in. Paylaşmak isteyeceğim son insan bile değildi. İkincisi ise İdil ve o bambaşka insanlardı. Mahlas iş sahibiydi, doktor asistanıydı ve bar, içki, kumar havasında bir adam değildi. Bir bardak viski içse sarhoş olurdu. İdil ise buraya aitti. Beş bardak votka içse bile sarhoş olmazdı, bünyesi alışmıştı. Üç yıldır barda çalışıyordu.


"Ah bilmiyorum bu aralar çok mesaide kalıyor. Malum doktor kendisi. İşi gücü var." Sözcüklerin üstüne basa basa manalı bir şekilde konuşuyordum. İdil güldü ve sol eliyle yanağımdan makas aldı.


"Evet, evet biliyorum. O buraya gelmiyorsa bir gün ben giderim onun yanına. Doktorun hastasıyız!" dedi ve kadehindeki şarabı tek yudumda içti.


Boğazımı temizleyerek birayı dudaklarıma yasladım. Yakıcı sıvı boğazımdan kayarken sinirlenmemeye çalıştım. Bu Mahlas'ın da neden sevgilisi yoktu ki daha? Adam bir yıl sonra otuz yaşında olacaktı.


Oha! O kadar büyüdü mü bu?


Birbirleri arasında yaklaşık beş metre olan siyah masalara oturup içki içen ve deli gibi eğlenen insanlara baktım. Benim yerim burası değildi. Buradaki insanlar kendilerini kaybetmişti. Hepsi kirlenmişti, kanları duyguları bütünüyle kirlilerdi. Hepsinin yüzündeki gülümseme aynıydı. İnsanlar acılarından uzaklaşmak için veya dindirmek için içerdi. Ama buradakilerin kaybedecek hiçbir şeyleri kalmamıştı. Ne kadar enerjik görünse bile insanların maskeleri vardı. O maskelelerinin ardında da karanlık başka bir yüzleri. Benim, İdil'in ve çoğu kişinin maskesi de buydu işte. Gülümsemek...


'Acını belli etme, insanlar senin ne yaşadığını bilmek zorunda değil. Kendini acındırma ve kendini küçük düşürme. Sadece gülümse! Hiç kimse senin gerçekten nasıl olduğunu düşünmez. Onlara yalandan bir tebessüm et, onlar için zaten iyisindir. İnsanlar bunu bilemez. En azından yaşadıklarının aynılarını yaşayanlar anlar seni. Kimseyi düşünme, bir tek kendini düşün. Sen kendini iyi hissetmiyor musun, birine anlatmak zorunda değilsin. Bunu sadece sen bil! Diğerlerinin bilmesine gerek yok. Her insan bencildir. Onların başına gelmediği sürece kimin ne yaşadığı umurlarında olmaz. İçinde bir şeylerin kırıldığını hissetsen bile gülümse. Çünkü başkalarının değil ama senin iyi olmaya ihtiyacın var.'


İç sesimin tavsiyesine hep uymuştum ve uyacaktım da. Çünkü gerçekler bilinmeyenlerden meydana çıkar. Benim iç sesim bilinmiyordu ve tüm gerçekleri içimde taşıyordum.


"Seni burada görmek ne hoş." dedi hemen arkamdan gelen tanıdık bir ses. Sesin tüm enerjisi içime kadar girmiş, bedenimi titretmişti. Aren'di bu. Aren Baysal. Donuklaştığımı farkettiğimde ona döndüm. Yüzümde oluşan aptal bir tebessüme engel olmak mümkün değildi.


"Artık daha sık görebilirsiniz. Bir süre buralarda olacağım." dediğimde bundan memnunmuş gibi gülümsedi. Kahverengi perçemleri gözlerinin önüne geçiyordu ama bundan rahatsız gibi durmuyordu.


"Bir sorun mu var? Sen haftada bir iki kez gelirsin normalde."


Bunu nereden biliyordu? Sürekli beni mi izliyordu? Yokluğumu farketmemiş olması karnımda kelebekler uçuşturup beni heyecanlandırmıştı. Fazla belli ettirmek istemediğim için kendime engel olup idealist bir kadın gibi durmak istedim.


"İş arıyordum ve sizin ilan verdiğinizi gördüm." dedim tek düz bir cevapla. Dudağı yana doğru kıvrıldı. Yüzünde şaşkınlıkla birlikte mutluluk görüyordum. Gözlerinin içi gülüyordu sanki.


"Solistimiz mi olmak istiyorsun yoksa gitaristimiz mi?"


"Solist. Bir arkadaşım da gitaristiniz olmak istiyordu." Şimdiden gereksiz yere heyecanlanmıştım. "Yani sizin içinde uygunsa." Ellerini beline koyarak omuzlarını dikleştirdi. Kahverengi gözleri meraklı bir şekilde yüzümü inceledi.


"Neden senli bizli konuşuyorsun? Aramızda resmiyet olması mı gerekiyor?" Duruşumu düzelttim. Sonuçta o burada ünlü biriydi. Yetenekli ve başarılı oluşu onu benden bi tık üstün tutuyordu. Aramızda resmiyet olmasını istemesemde belli bir sınır çizgimiz olması gerekiyordu.


"Gerekmiyor mu? Yani sonuçta-" cümlemi tamamlamama izin vermeden sağ elini çeneme koydu. Kalbimin aniden hızlanması normal miydi bilmiyorum ama sanırım bir çeşit kriz geçiriyordum. Kahverengi gözleri bana normalinden daha farklı bakıyordu. Dudağının kenarı yana doğru kıvrılırken baş parmağıyla alt dudağıma dokunduğu an refleks olarak elini geriye doğru ittim. "Yavaş!" diyerek ansızın bağırdığımda kalbimin sızlamasına engel olamadım.


Yüzüme Mahlas'dan başka şu ana kadar hiçbir erkek dokunmamıştı. Aren ne kadar hoş görünümlü biri olsa da bu kadar hızlı bir şekilde bana dokunamazdı.


Çok tepki verdiğimi düşünmeme gerek yoktu. Elini ittiğimde kaşları düz çizgi hâlini alırken güldü. Bunu neden yaptığını bilmiyordum ama hiç hoşuma gitmemişti. Bakışlarıyla beni sustursa bile, "Gerekmiyor." dedi. "Ben sana adınla hitap edeceğim. Adın hoşuma gidiyor." Yüzümde az önce yaptığım şeyden sonra buruk bir tebessüm oluşurken adımı bildiğini öğrenince kalp atışım biraz daha hızlandı.


"Adımı biliyor musun?"


"Evet Şirine, biliyorum." Şirine mi? Birisinin böyle bir lakap takacağını biliyordum ama o kişinin Aren olabileceği aklımın ucuna bile gelmemişti.


"Hadi o zaman bir deneme yapalım." deyip sağ elini bana doğru uzattı. Eline bakarak anlam veremeyerek bana dönük avucuna baktım. "Solistimin sesini duymayı çok isterim." Heyecanım tavan yapıyordu. Burası çok kalabalıktı ama şarkı söylememi istiyordu.


Bana uzatmış olan eline bakarak korkumu biraz olsun sindirmeye çalıştım. Ben istiyordum ve bu benim hayatımdı. Ama yine de elini tutmadım. Buraya gelme amacım aşk değildi. Zaten ben Aren'e âşıkta değildim. Sadece hoş bir insandı. Hoşlantı aşk demek değildi. Davranışları hoşuma gidiyordu ve ben sadece etkileniyordum. Ne ona fazla umut verecektim ne de kendimi kaptıracaktım. Buraya sadece Eslem için gelmiştim. Tek amacım oydu.


Sahneye geçmeden önce beni akustik bir vokal odasına getirmişti. İçeride Aren'le birlikte elektronik gitar çalan gitarist Bora Tuncay, baterist Gökay Yurt, piyanist Eymen Kaya ve hepsinin menajeri Ulaş Parlak vardı. Onları görünce samimi olmayan bir tebessüm ettim. Kendimi zorla gülümsetemiyordum.


"Bu kız kim?" dedi Gökay baterisinin arkasında otururken. Aren beni tanıyordu ama diğerleri varlığımdan bile habersizdi.


Aren benim yanıma geçip, "Tanıştırayım, yeni solistimiz Şirin." dediğinde başımı resmî bir şekilde sallayarak kendimi tanıttım.


"Ben Şirin Alev Asena, memnun oldum." Bora gitarını siyah koltuğa bırakarak yanıma ilerledi ve sıkmak için elini uzattı. Elini sıkıp tekrardan tebessüm ettim. "Memnun oldum Bora ben." Zaten hepsini tanıyordum.


Gökay ve Eymen de yanıma gelip elimi sıktılar. Onları hiç bu kadar tanıma ve konuşma fırsatım olmamıştı. Bora ve Gökay eğlenceli kişiliklere sahipti. Bora daha çok espri yapmayı seviyordu, Gökay ise ona laf atıyordu. Birbirleri arasında ufak bir laf atışması vardı. Aren de onlarla ve benimle konuşup sohbet ediyordu. Kendilerinden bahsediyorlar, nazik davranak beni etkiliyorlardı. Lakin Eymen öyle değildi.


Sahnede de çok sessiz bir kişiliğe sahipti. Piyanosunu çalar, iyi geceler diler ve kulise dönerdi. Burada da diğerleri sohbet ederken o bakışlarını doğrudan bana dikiyordu. Sorgulayıcı bakışları rahatsız hissettirse bile kötü biri olmadığını sadece gözlem yaparak beni tanımaya çalıştığını biliyordum. Konuşmazdı, o sohbetini gözlerle yapardı. Mavi gözleriyle her karşılaştığımda bedenim buz keserdi. Çok soğuk bir kişiliğe sahipti. Öyle ki diğerleriyle bile üç yıldır birlikte olmasına rağmen hiç yakın gözükmüyordu.


Biraz havadan sudan konuşup tanışma faslını bitirdiğimizde ise Aren kibarca belimden tutup beni odanın en ortasında duran mikrofonun yanına getirdi.


"Sesini dinlemek güzel olacak Şirine." dediğinde heyecanla derin bir nefes aldım.


"Hangisini söyleyeyim peki?"


"Hangi şarkıyı söylemek sana iyi geliyorsa söyle. Bil ki bize de iyi gelecektir." Davranışları o kadar naifti ki etkilenmeyen bile etkileniyordu ondan.


"Bu sadece bir ses provası. Sadece sesini dinleyeceğiz ve uygun mu değil mi karar vereceğiz. En güzel söylediğini düşündüğün şarkıyı söylemen senin lehine olur." dedi Eymen. Bu ciddi tavrı beni germişti.


Bora onun aksine gülerek elini omzuma destek verircesine koydu. "Sen başla, devamını biz getiririz. Rahat ol, kendini evinde gibi hisset. Ben hep böyle yaparım. Bizim ev biraz gürültülüdür. Odama geçer ve kulaklığımı takarak son ses müzik açar bağıra bağıra söylerim. Bu benim metaforum gibi bir şey." Sağ elimle ayaklı mikrofonu kavradım. Kendime güveniyordum, benim sesim kötü değildi ama üstümde ki çekingenliği atamıyordum. İçimden, 'Sahne sırası Alev'de.' deyip rahatladım.


Başımı hazırım anlamında salladım. Gökay elindeki iki bageti birbirine vurdu. Bu şarkıcılar da 'son 1, 2, 3.' anlamına geliyordu. Sağ elimle kendime doğru kavradığım mikrofonu dudaklarıma yaklaştırdım.


"Fikrimin ince gülü," diyerek bir başlangıç yaptığımda tamamen sessizlik hakim oldu odaya.


"Kalbimin şen bülbülü


Fikrimin ince gülü


Kalbimin şen bülbülü


O gün ki gördüm seni


Yaktın ah yaktın beni


O gün ki gördüm seni


Yaktın ah yaktın beni..." diyerek şarkının ilk bölümünü bitirdim. Aren bana bakıyor, put gibi duruyordu.


"Biz bu zamana kadar seni nasıl farkedemedik." Yüzümde oluşan tebessüm paha biçilemezdi.


Menajerleri Ulaş beni alkışladı. "Nakaratlarla uyumun çok iyi, ayrıca tonlamalara uyguladığın ses tonu şarkıya çok yakışıyor. Naif bir sesin var Şirin ve bunu kalınlaştırıp inceltebiliyorsun. Bu güzel bir yetenek. Bunu yapabilmek için çoğu insan ders alıyor." dediğinde başımı teşekkür edercesine salladım. Erkeklerden iltifat almaya alışık değildim.


"Lisede müzik kursuna gidiyordum. Oradaki hocamda bana yardımcı oldu." dediğimde Gökay kollarını kendisine sararak gözleriyle bana kapıyı gösterdi.


"Eee sahneye çıkmaya ne dersin?" dediğinde yutkundum. Ne yani? Bu kadar mıydı? Sadece bir denemeden sonra beni sahneye mi alacaklardı?


"Daha ilk günden mi?"


Aren sağ elini omzuma koydu. "Eğer kendini hazır hissetmiyorsan sorun olmaz. Hazır olduğun zaman söylersin, biz senin gibi birini bir ömür bekleriz." Yanaklarıma ateş bastı. Heyecanla yutkundum.


"Ben o kadar bekleyemem ama." dedi Bora gülerek. Yeşil gözlerini belirgin kılan yeşil bir gömlek giymişti. Hepsinin sol kulağında gümüş halka küpeler vardı ve nedense bu küpeler onlara yakışıyordu. "Sen bugün veya yarın düşün," dedi tebessüm ederek. "Sonra bize bildirirsin." İyi insanlardı, baskıcı değillerdi.


"Teşekkür ederim ama zaten düşünmeme gerek yok. Sadece şaşırdım. Bu kadar hızlı çıkacağımı düşünmemiştim."


"Sesin güzelse sahne hep senindir." dedi Eymen. "Hayat yetenekli insanları sahneye çıkarır. Senin yeteneğin var. O yüzden sahneye çık ve parla." Ne kadar soğuk ve ciddi tavırlı olsa bile onun sözleri beni daha çok motive ediyordu. Başımı sallayarak kabul ettim.


Aren bana sol elini uzattı. "Köprüaltı grubuna hoşgeldin Şirine." Tebessüm ederek sağ elimi uzattım ve elini sıktım. "Hoşbulduk."


Son bir prova aldıktan sonra su içmiş ve sahneye çıkmıştım. Titriyordum ama bu korkudan değildi. Korkudan titreyen birisinde başarısız olma kaygısı olurdu. Ben başarısız olacağımı düşünmüyordum, üstümde ilk günün ve kalabalığın heyecanı vardı. Bora destek verir gibi elini yine omzuma koymuştu. Sahne ışıkları yanmış ve solist olan bana özellikle tek bir beyaz ışık konulmuştu. Daha sahneye çıkmadan gerginliği dibine kadar yaşıyordum.


Aren sahneye çıktığı an bir sürü kızın bağırdığını ve çığlık attığını duydum. Bu biraz abartı değil miydi? Aren hepsine el sallarken önündeki ayaklı mikrofonun, mikrofonunu alıp, "Hanımlar beyler, bugün sahnemize yeni bir ışık katacağız!" dediğinde ön planda olmayı sevmesem bile fazla önde hissettim kendimi. Sahnede anksiyete krizi geçirip bayılsam ne olurdu?


Sahneye en son solist çıkar icabıyla önce Bora ve Gökay ardından sorgulayıcı bakışlarını üstümden çekerek Eymen çıkmıştı sahneye. Onlar çıktığında da haykırışlar ve alkışların ardı kesilmedi. Onlar sadece müzisyendi. Onları sadece Körüklü tanıyordu, diğer ülkeler veya şehirlerdeki insanların tanıdığını pek düşünmüyordum. O yüzden bu tepkiler bana çok abartı geliyordu.


"Bugün sahneye çıkıp parlayacak bir yıldız yetiştireceğiz. Hazır olun! Karşınızda Köprüaltı orkestra grubunun solisti Şirin Alev Asena!" diyerek beni tanıttı. Bardaki herkes tarafından hiç beklemediğim bir şekilde büyük bir alkışla ve heyecan dolu bağırışmalarla beklenmiştim. Alkışlarla başım dönecek gibi oluyordu. Ulaş sahneye çıkmam için arka kırmızı perdeyi açtı. Elimi kalbime doğru götürüp kendi ellerimle çizmiş olduğum kaderime imzamı atma zamanım gelmişti.


İçimden reddediyordum ama benim sahne korkum olma olasılığı vardı. Daha önce hiç çıkmadığım için bilmiyordum ama şuan kalbim kaburgama hızlı hızlı vuruyordu. Belki de normal bir şeydi ve ben az sonra panik yapmayı kesecektim. Tarık'ın görme, duyma, bilme durumu da vardı. Bu düşünce bile beni strese sokmaya yeterdi.


Sahneye çıktığımda ıslıklar çalındı, alkışlamalar başladı. Özellikle de erkeklerin sesleri duyuldu. Hiç duymak bile istemeyeceğim şeyler duydum. Bu ne kadar doğruydu? Şarkı söylemeyi seviyordum ama benim yerim burası mıydı? Işık sadece benim üstümdeydi ama sanki karanlığa batıyordum. Sanki parlamaya çalışıyordum ama ışığım karanlıktı.


Tırnaklarım stresle kolumu çizmeye başlamıştı. Sadece mikrofona bakıyor, bilinçsizce sahnenin ortasına öylece duruyordum. İnsanların bağırışları bir çınlamadan farksızdı. Kulaklarım çınlıyor, zihnimde karıncanlanmalar hissediyordum.


Yaşadığım bu kısa çaplı krizi sadece solumda duran, üstünde hayalet ve kuru kafa çıkartmaları olan kırmızı elektronik gitarını başından geçiren Bora farketmiş olacak ki kulisten su getirmelerini istemişti. Ulaş Bey bir sorun olup olmadığını sorarak şişeyi verdi. Bora'nın ne dediğini anlamadım ama kısa keserek su şişesinin kapağını açıp bana doğru uzattı.


"İlk gün telaşı bu. İnan bana hepimiz başta böyleydik. İyi olacaksın merak etme. Sadece kendi kendine evde kulaklığı takmış bir şekilde söylüyormuş gibi düşün. Sadece sen ve düşüncelerin varmış gibi." Bu tavsiyeleri beni iyi hissettirmişti. Sudan içmiş daha az önce içmeme rağmen hemen kuruyan boğazımı kendine getirmiştim.


"Teşekkür ederim."


"Ne demek. Sen iyi ol yeter." dedi düşünceli bir sesle.


Gökay'a dönerek derin bir nefes aldım. Hazır mıydım? Hayatımın en değişik ilerleyeceği bu yolda yürümeye var mıydım? Sevdiğim işi yapacak, başarılı olursam şöhrete sahip olacaktım. Eğer gerçekten başarılı olursam Tarık'dan bile kurtulabilirdim. Ben vardım. Kardeşim için bu içsel savaşı vermeye hazırdım.


Başımı hazır olduğumu belirterek salladım. Gökay bu hareketimden sonra bagetlerini elinde döndürerek "Hay hay!" dedi. Bagetleri üç kez birbirine vurmuş ardından beş parça davulada vurmaya başlamıştı. Ayaklarıyla kick pedalına vurarak kendine ritim de uydurmuş şarkıya başlamıştı.


O ritim uydururken Eymen de piyanosunda hareketli olmayan müziğin bir diğer parçasını çalmıştı. Bir zariflik ile ellerini piyano üstünde gezdiriyordu. Aren sağımda Bora ise solumda olacak bir şekilde gitarlarını çalıyorlardı. Aren bana bakıyor, cesaret verici bakışlarla gülümsüyordu. Ben ise o arada kalp atışımı beynimde hissedecek kadar gergin bir şekilde duruyordum. Onlar bar halkını ayağa kaldırmışlardı. Sahnenin tozu dumanına karışmıştı ve sıra bendeydi.


Sağ elimle ayaklı mikrofonu kavradım ve kendime doğru yaklaştırdım. Sessizlik hakimken beni izleyen Miray'ı gördüm. O da diğerleri gibi beni alkışlıyordu. İdil'in yanında oturmuş el sallıyordu. Beni daha çok heyecanlandırdığından haberi var mıydı?


Aren ilk günden fazla heyecan yapmayayım diye Fikrimin İnce Gülü'nü söylememi istemişti. Diğerleride kabul etmişlerdi. Bu şarkıyı seviyordum. Eymen'in belirli bir piyano notasından sonra ben devreye girdim.


"Fikrimin ince gülü..." diye bir başlangıç yaptığım an birçok kişi alkışlamaya ve ıslık çalmaya başlamıştı. Etrafıma bakınırken göz alanıma ıslık çalanlardan biri olan İdil girdi. Birasını elinde tutmuştu. Kalçasını bara yaslamış benim için kadeh kaldırır gibi birasını kaldırıyordu.


"Kalbimin şen bülbülü


Fikrimin ince gülü


Kalbimin şen bülbülü


O gün ki gördüm seni


Yaktın ah yaktın beni


O gün ki gördüm seni


Yaktın ah yaktın beni..."


Şarkıyı söylemekle kalmamış adeta yaşamıştım. Söylerken duygulanmış, heyecanımı söndürmüştüm. Şarkıyı defalarca dinlediğim için Eylem Aktaş'ın ses tonunu nerede yükseltip nerede alçaltacağını biliyordum. Nakaratında kısımlarıyla sözlerin finalini verdiğimde Aren gitarın ses tonunu bir anda hızlandırıp yükseltmiş sonrada serbest bir la notasıyla şarkıyı sonlardırmıştı.


Bar ahalisi ayağa kalkarak ıslıklar eşliğinde bizi alkışlamaya başlamıştı. Bazıları gül bazılarıysa para atıyordu. Kendimi gazinolarda şarkı söyleyen kadınlar gibi hissetmiştim. Para atmaları çok gurur kırıcıydı. Aren bundan rahatsız olduğumu anlamış olacak ki buna bir son vermelerini nazik bir dille söyledi.


Onları görmezden gelerek tam siyah ayakkabımın dibine gelen kıpkırmızı gülü aldım. Rahat tutabileyim diye dikenlerini çekmişlerdi. Tebessüm ederek burnuma yaklaştırıp memnun bir şekilde kokladım. Klişe gibi olacak ama ilk kez bir çiçeğin kokusunu bu kadar anlamlı bir şekilde alıyordum. Sanki şimdi daha da güzel korkuyordu. Hayatımı değiştirecektim. Her şey daha güzel olacaktı. Bu gül de bu serüvenin ilk adımı, ilk ödülüydü.


Ben Şirin Alev Asena...


Pes etmek benim kitabımda yazmıyordu. Hayatımın dönüm noktası tam bugünden sonra başlayacaktı, ki bundan adım kadar emindim. Ama ne olursa olsun hedeflerimden vazgeçmeyecek, kötülükler karşısında boynumu bükmeyecektim.


Bu benim hikâyemdi, bu benim hayatımdı. Ve hiç kimse benim başrol olduğum bir hayatta benimle boy ölçüşemezdi.


...


Hikâyenin başlangıcında direkt olaya girmek istemedim. Önce nasıl başladığını bilmek ve karakterlerin olay örgüsünü bilmek önemli diye düşündüm.


Bölümü beğendiyseniz oylama yapmayı ve düşüncelerinizi paylaşmayı unutmayın. Kurguma şans verdiğiniz için şimdiden teşekkür ederim. Ve söz veriyorum elimden gelenin en iyisini yapacağım. ♡♡♡


Bölüm hakkında düşünceleriniz neler?


Loading...
0%