@darklightssx
|
(Yorum yazmayı ve oylama yapmayı unutmayın... iyi okumalar ♡♡♡) Şarkılar; (Yer- mekan isimleri ve olaylar hayal ürünüdür. Gerçeklikle bir alakası yoktur. Kısacası tamamen sallamadır.) 'Bazı şeylerin yalan olmasına ihtiyacım vardı.' Zaman dediğimiz kavram görecelidir. Kişiden kişiye göre değişen ve içinde duygularımızın ağırlıklı olarak yer almasıyla geçen birime denir. Ki bu tamamen bana göre olan bir düşünce yolu. Birisi çok korktuğu ve o korktuğu şeyden kaçtığında zaman hızlı geçer. Ama o kişi kaçtığı şey tarafından yakalanma dürtüsüyle hareket ederse ve saklanma ihtiyacı duyarsa zamanın yavaş geçtiğini düşünür. Duygulara göre zaman akar, durur veya değişir. Birisi şok yaşarsa, zamanın durduğunu düşünür. Beyninde sinyaller kesilir, gerçeklik algısını yitirir. Zaman bir nevi korkunç bir hâl alabiliyor. Örnek verecek olursam başımdan geçen her şeyin zihnimde film şeridi gibi geçtiği düşüncesi. İnsan hayatında yaşadığı iyi veya kötü her şeyi bir gün film şeridi gibi izleyecek ve zamanın ne kadar hızlı geçtiğini düşünecektir. Halbuki bazen geçmek bilmemektedir. Kalbinizin ve zihninizin durduğunu sandığınız an aslında başınızdan aşağıya kaynar sular döküldüğünü düşündüğünüz andır. Bir gün telefon ansızın çalar ve çok sevdiğiniz birinin vefat ettiğini öğrenirsiniz. Önce kalbinizin atmadığını sonra da zihninizde çınlamalar olduğunu farkedersiniz. Bu sizin canınızdan can koptuğunu gösteren bir ifade aslında. Kediler dokuz canlıdır derler. İnsanlarda da aslında dokuz can vardır ama bunu kendileri bile bilemezler. Anne, baba, kardeş, arkadaş, evcil hayvan veya evcil hayvanınız yoksa aileden bir akraba, stres, sağlık, başarı ve aşk... Kişinin kendisi için olmazsa olmazlarıdır. Kişinin 9 canıdır. Birisi koparsa diğerine sığınır ve o yarayı kapatmaya çalışır. Ama o yara çoktan iltihaplanmıştır. Babamın benim için yaşayan bir ölü olmasına alışmıştım. Ama isterdim ben de mutlu bir ailede büyümek. İsterdim sorunsuz bir hayatımın olmasını. Ağabeyimle aramın düzelmesini, annemle zaman geçirmeyi, kardeşime yetebilmeyi isterdim. İşin sonunda her zaman ölüm vardı. Hiçbir canlı ölümsüz değildi. Ve ben sanki her an birinin ölümünün haberini alacakmış korkusuyla yaşayamazdım. Tarık ölmüştü ama bu bana acıdan çok korku veriyordu. Kelimelerle açıklayamayacağım düzeyde bir korku... Kartal kurallara uyma bahanesiyle iki saat arabayı o bahsettikleri hücreye götürememişti. Ayrıca yolculuk çok sallantılı geçiyordu. Atlas arabaya bindikten sonra çıkmış motoruna gitmişti. Ben de motorla gitmek istemiştim ama Kartal'la biraz sohbet etmek iyi olacaktı. Ön koltuğa geçmeye üşendiğim için arka sağ koltukta yolculuğa devam ediyordum. "Serdar Bey'in bir ilgisi olabileceğini düşünüyorsun yani?" dedi. Başımı evet anlamında salladım ve ne yapacağımı bilmiyormuş gibi ofladım. "Kanıt olsa daha iyi olurdu." dedi. Atlas Orenda örgütü içeren bir dosya gördüğünü söylemişti ama o dosya şu an elimizde değildi. Serdar Bey'in alakası olup olmadığı da kesin değildi. Ama emindim, yapboz parçaları tek tek yerine oturacaktı. "Atlas gördüğüne emin olduğunu söyledi. Ayıldıktan sonra masada değilmiş o dosya." Kartal dikiz aynasından mavi gözleriyle bana bakarak şüpheci bir tavır aldı. "Belki de yazıyı yanlış okumuştur. Sonuçta Orenda karıştırılabilmesi mümkün olan bir kelime. Ben hep Oranda, Orande gibi şeyler diyordum. Bir süre sonra ağız alışıyor." dedi. Bilmiyordum. Lakin içimden bir ses Atlas'ın bunu karıştırmadığını ve olduğu gibi anlattığını söylüyordu. Bu benim için bile tuhaf bir duyguydu ama ona inanıyordum. "Göz de alışıyor ve Atlas gördüm diyorsa görmüştür. Neden bilmiyorum ama ona inancım tam." dediğimde Kartal gözlerini yoldan tekrar çekip dikiz aynasından bana yine baktı. "Onun sana inancı tam mı?" diye sordu. Bunu bilmiyordum. Atlas'ın düşüncelerine anlam veremiyordum. Her an her şeyi yapabilecek gibiydi. Bana inancı olduğundan da emin değildim. İçinde hâlâ erimeyen buzlar vardı. Ön yargıyla yaklaşıyordu. Zamanla beni tanıyacağından ve aramızdaki buzların eriyeceğinden emindim. "Bilmem... Neden ki?" diye sordum. Bana ister güvenir ister güvenmezdi. Bu zamana bağlı bir şeydi. "Atlas farklı bir cins. Rekabet sever, düello sever. Seninle kendi çapında rekabet edecek. Seni rakip olarak görecek." Beni kendisine ne diye rakip görebilirdi ki? Benden daha uzun süredir bu örgütteydi ve benden daha tecrübeliydi. Rakip olmak biraz saçma geliyordu. "Neden? Daha yeni geldim. Rakip olacak ne yapmış olabilirim ki?" "Orasını bilemem." dedi Kartal. "O benden sonra gelmesine rağmen beni ve özellikle de Bertuğ'u rakip görmüştü. Güven eksikliği var. Her zaman en iyiyi hedefliyor. Gözü açık ve kurnaz biri." Kısmen bana benziyordu. Güven eksikliğim vardı ama birine ön yargıyla da yaklaşmazdım. "Güzel." dedim camdan dışarıya bakıp tebessüm ederek. "Güzel olan ne?" "Dişli rakip severim." Yüzünde beğeni dolu bir ifade oluşurcasına güldü ve başını iki yana salladı. Sağ kolumu cama yaslarken dışarıya bakıp, "Eğlenmeyi bilen biri çıktı nihayet karşıma. Biraz rekabetten kimseye zarar gelmez. Bakalım kim kurnaz kim kumarbaz?" Bu oyunda kendimizden bir şeyler feda etmemiz gerekecek. Güven kolay kazanılan bir şey değildi. O yüzden elimde ne var ne yok ortaya serecektim. Aslında bana annesini anlatırken gayet rahat davranmıştı. Bana güvendiği için değilde içini dökmek istediği için anlattığını zaten anlamıştım. Üzülüyordum. Hem onun için hem hepimiz için. "Bu arada Bertuğ dediğin kişi kim?" diye sordum. Az önce sormayı unutmuştum. Örgüt kalabalıktı, şimdiden isimlerini öğrenmem gerekiyordu. "Kuzgun." dedi. İsmi güzeldi ve onun görünüşüne yakışmıştı. Bertuğ, Atlas'ın aksine benden epey uzak olan biriydi. Onunla sadece örgüte geldiğim ilk gün benimle dalga geçerlerken konuşmuştum. Sözde karısı varmışta, ölmüşte, hamileymişte. Düşününce bile sinirim bozuluyordu. "Peki ya Begonya? Onun adı ne?" "Meyra." İlk kez böyle bir isim duyuyordum. Kulağa çok hoş gelen bir isimdi. Meyra da Bertuğ gibiydi. Hatta Bertuğ'un kadın versiyonuydu. Aynı soğuk tavırla bana bakıyor, benden adeta nefret eden bakışlarını cirit gibi atıyordu. "Geldik, hazırlan." dedi. Camdan dışarıya bakarken burasının tanıdık olduğunu farkettim. Buraya daha öncede gelmiştim. Ahh yok artık! "Neden yine buradayız?" dedim park ettiği arabanın arka kapısını açıp dışarı çıkarken. Kollarımı birbirine doladım ve arabaya sırtımı yasladım. "Burası bizim özel mülkümüz." Özel mülk dedikleri yer Palamut Çiftliği kulübesiydi. Buraya girmiş, görmüştüm. Benden sakladıkları veya görmediğim bir hücre yoktu ki. Atlas'ın motoru kulübenin kapısının hemen çaprazındaydı. Motora baktığım an aklıma durduk yere ve konudan epey bağımsız bir şekilde Kartal'ın amblemi geldi. "Senin amblemin nasıl bir şey?" diye sordum. Durduk yere sorduğum bu soruya anlam veremeyerek bana bakarken yanına gelmemi işaret edercesine elini kendisine doğru salladı. Arabanın soluna geçtim. İşaret parmağıyla arabanın ön kapısında mat renkli amblemi gösterdi. Siyah arabası ışığı yansıttığı için amblemi daha önce görmemiştim ama aslında oldukça belirgindi.  Siyah, kanatlarını açan bir kartal amblemiydi. Kenarlarında beyaz gölgelendirmeler vardı. Güzeldi. Ben renkli bir şey yapacağımızı bilmiyordum. Benimki sade bir Anka kuşuydu. Atlas ve Kartal'ın amblemini kıyaslarsam Atlas daha öndeydi. "Burada hücre mi vardı?" "Evet, gel hadi. Diğerlerine de orada beklemelerini söyledim." Kulübeye doğru ilerlemeye başladığında omzumu kaldırıp oflayarak indirdim ve peşinden ilerledim. Kulübeye yaklaşınca kapıyı üç kez tıklattı. "Parola?" diye soran Atlas'ın sesini duyunca kaşlarımı çattım. Parola mı vardı? "Biziz işte." dedim. Ardından tekrar ve daha yüksek bir sesle, "Parola?!" dedi. Kartal'a bakınca iç çekerek, "Biber dolması." dedi. Ansızın gülmeye başladım. Kapı açılınca ciddi olan yüzlerine baktıkça ciddiyetim bozuluyordu. "Biber dolması mı? Allah aşkına kim buldu bu parolayı?" "Ben buldum, bir sorun mu var?" dedi Atlas. Tamamen umursamaz ve ciddi bir ses tonuyla söyleyince gülmemek için nefesimi tuttum. "Biber dolması severim." diyede ekledi. Arkasına döndü ve geçmemiz için kapıyı ardına kadar açtı. İçeride sadece o ve İdil vardı. İdil sol bacağını sağ dizinin üstüne atmış ağzına diktiği bira şişesiyle bizi karşıladı. Dümdüz siyah saçlarını tepeden sıkı bir at kuyruğu yapmıştı. Dudaklarına sürdüğü o kırmızı rujla yine göz alıcıydı. Kartal onu görünce tebessüm etmiş, yanına giderek elindeki bira şişesini alıp kendi kafasına dikmişti. Atlas onlara bakarken alayla öğürür gibi yüzünü buruşturuyordu. "Midem kalktı." dedi. O kadar kötü değildi. Bence birbirlerine bu denli âşık olmaları çok güzel bir şeydi. "Diyet yap o zaman." dedi Kartal. Atlas kaşlarını çattı ve olmayan karnına baktı. "Göbeğim yok. Onu Kuzgun'a söyle." dedi Atlas. "Söyleyeyim de seni bir fıçının içine atıp üstüne balık atıklarını boşaltsın değil mi?" "Biraz daha abart!" dedi. "Abartmıyorum." "İşte bende onu diyorum. Kuzgun daha beterini yapar. O yüzden biraz daha abart." dedi. Ben ve İdil gülerken Kartal, Atlas'ı tınlamayı bıraktı ve masanın üzerinde oturan İdil'i kucağına aldı. İdil bu beklenmedik hareket karşısında bağırdı. Sonrada gülerek kollarını Kartal'ın boynuna doladı. "Öpüşürlerse kusarım." dedi Atlas. "Pegasus'un tek boynuzunu götüne sokmamı istemiyorsan o çeneni kapat." dedi Kartal. İdil durumundan gayet memnunmuş gibi Atlas'a el salladı. "Seni de göreceğim. Bakalım benim kocacığım kadar kibar mısın yoksa davar mısın? Tabii Duru seni bir gün farkederse." deyip güldü. Duru da kimdi? Ve Atlas onun ismini duyar duymaz neden yutkunmuştu. "Nazlanıyor sadece." dedi Atlas omzunu silkerek. İdil başını alayla salladı. "Tabii tabii! Kesin naz yapıyordur." Atlas kollarını birbirine yaslayarak onlara baktı ve göz devirdi. "En azından sadece bir operasyon için birlikte olduğum biriyle evlenmiyorum." Kartal onun bu sözüyle güldü ve bana bakarak, "Kendisine diyecek laf bulamadı, bize gönderme yapıyor şimdi de." dedi. Başımı eğlenircesine salladım. "Ben pişman değilim." dedi İdil. Gözlerini Atlas'tan çekip Kartal'ın mavi irislerine bakarak "Yine olsa yine senin karın olurdum." dedi. Aman aman aman... Kartal ona baktıkça daha da âşık oluyormuş gibi gülümserken yapacağı herhangi bir harekete hazır olmak için, "Allah rızası için bir odaya geçin. Çünkü bu cümlelerin sonucu biraz değişik bitecek." dediğimde Atlas bana katılmış olacak ki yine öğürür gibi yaptı. "Anlamıyorum 3 yıldır beraberler ama sanki birbirlerini ilk kez görüyorlar. Sizde balık hafızası falan mı var? Evlisiniz siz! Yok çocuk falan istiyorsanız eğer işinizi burada değil Kartal'ın odasında-" derken Kartal onun sözünü kesti. "Ağlama, ergen mısır!" Bu lakapla güldüğümde Atlas önce bana sonra da onlara bakarak kaşlarını çattı. "Mısır ne alaka lan?" Ergen demelerine alışmıştı sanırım. "Yok, ben valla intihar edeceğim. Duru beni cenaze fotoğrafıma bakarak görür bari. Ben yaşarken onun o yeşil, zümrüt gözleri kapalı. Kilometrelerce uzaktan bir av görür ama gözünün dibindeki avcıyı görmez." Vah vah, ne yazık. "Aga be, hadi ağlayalım." dedi İdil. Atlas'ın ciddiliği ve o duygusal konuşması bir anda yüzlerden silinmişti. Sanki o da yavaş yavaş kabullenmeye başlıyordu. Duru kim çok merak etmiştim. "Yakışıklı mı değilim?" Kartal başını salladı ve "Tıch!" dedi. Yazık ya zorbalıyordu çocuğu. Atlas'ın yüzü düşerken, "Acaba hoşlandığı biri mi var?" dedi. Bu olasılığın bile onu ne kadar üzdüğünü görebiliyordum. İdil, "Olabilir." dedi. Atlas'ın yüzü daha çok asıldı. Onunla şakalaştıklarını biliyor gibiydi ama ihtimaller onu tedirgin ediyordu. "Bir kere de iyi bir moral verin ya. Ben burada mutlu değilim, asacağım kendimi." Kartal gözlerini devirerek güldü. "Şakalaşıyoruz oğlum! Yakışıklı çocuksun, Duru belki de gerçekten naz yapıyordur. Senden ilk adımı bekliyor olabilir." dedi. Ardından, "Adını bildiğine eminsin değil mi?" diye de ekleyip güldü. Atlas tam heveslenecekken yine kursağında kalmıştı. Oflamaya başladı. "Adımı da biliyordur yani... Biliyordur... biliyo-... biliyor mudur? O bana hiç umut vermezken ben nasıl ilk adımı atacağım?" "Zamanla taşlar yerine oturur merak etme." "Bu Duru kim? Örgütten mi?" Başını onaylarcasına sallayarak "Evet." dedi. Sonrada derin bir iç çekti. "Çok ateşli, güzel, etkileyici, mükemmel, bebek gibi ve kadın gibi kadın." dedi. "Dövüş eğitmeni. Kadınları dövüşmek için eğiten iki eğitmenden biri. Keşke bana da eğitim verse." "Seni eğitmesi için kadın kılığına girdiğini de anlat." dedi İdil. Şaşkınlıkla Atlas'a baktım. Aniden kızarmıştı. "Bunu cidden yaptın mı?" "Makyaj yapmadığım için tanındım. Çok üzücü." Dert ettiği konu bu muydu? "Sen baya âşık olmuşsun." dedim. Reddetmedi ama kabul de etmedi. Yüzü sadece kızarıyordu. Havanın karardığına ve bizim daha gevezelikten başka bir şey yapmadığımızı farkettim. Konu nereden nereye geliyordu. Biz hani o adamın kim olduğunu öğrenecektik? Tamam sohbetleri sarıyordu ama bence henüz sırası değildi. "Bizim bir görevimiz yok muydu? Ayrıca o yaşlı adam hâlâ bagajda." Kartal bunu daha yeni hatırlamış gibi, "Aa harbiden lan. Gel getirelim şunu." dedi Atlas'a. "İşiniz düşünce nasıl da güzel konuşuyorsunuz." dedi Atlas. "Ben bir gün seninle özel olarak güzel konuşacağım merak etme sen." 🔥🔥🔥 "Uyan lan puşt!" dedi Kartal yaşlı adamın yüzüne bir kova dolusu suyu boşaltırken. Adam yüzüne bir tokat gibi çarpan suyun etkisiyle sendeledi ve başını iki yana doğru salladı. Bahsettikleri hücrenin yerini öğrendiğimde ağzım beş karış açılmıştı. Eğer bir gün bu kulübeye polis baskın yaparsa diye bir bodrum yapmışlardı. Gaz lambasının arkasına asla belli olmayan bir düğme koymuşlardı ve o düğme çalışma masasının altından bir yol açıyordu. Filmlerdeki gibi olan bu gizli oda çok hoşuma gitmişti. Bembeyaz ışıklarla donatılmıştı ve yan yana üç tane hücre vardı. Hapishane gibi olan bu küçük odalar demir parmaklıkların ardında tek bir sandalye olan bir yerdi. Gaz lambasıyla açılan bu gizli oda başka bir gaz lambasının içindeki tuşla kapanıyordu. Bu örgüt bu işi gerçekten ciddiye alıyor gibiydi. Çünkü hem burası hem de örgütün kendi tesisi baya masraflıydı. "Kimsiniz lan siz?" "Ben deniz Begonya." dedi Meyra, kendini tanıtarak. "Ben deniz Karadul." diyerek devam ettirdi İdil. "Ben deniz Anka." dedim onların dediği gibi. "Ben deniz de Kuzgun." Sanırım bu yaşlı adam bir süre burada kalacaktı. Yoksa lakaplarını söylemezlerdi. Hepimiz aynı şeyi söylüyorduk. Neden bilmiyorum ama güzel bir histi. "Ben deniz de Kartal." "Ben deniz de yüzerim." Ben de dahil hepimiz durduk yere espri yapan Atlas'a döndük. Meyra ve İdil espriye gülerken Kartal ve Bertuğ göz devirdi. Ben hâlâ kendimi yabancı hissediyordum. Sanki tek bir kelime etsem bile boğazıma dizilecekti. "Kimsin lan sen?" diye sordu Bertuğ adamın yakasından tutarak. Yüzümüzde olan maskeler sadece gözlerimizin gözükmesini sağlıyordu. Zaten adam sadece Atlas'ın yüzünü görmüştü. Ama o da maske takmıştı. Atlas'ın yüzünü görmesi bile risk olabileceği için bu hücrede kalacaktı. Onu hücreye kapatmak yerine bir sandalyeye bağlamış odanın ortasına koymuşlardı. Kıpırdayamaz hâle gelmişti. Yaşlı adam sırıtarak, "Azrailiniz." dedi. İdil'le göz göze geldim. Bakışlarında korku yoktu ama bu adam yüzünden telaşlıydı. Atlas adama vurmak yerine ellerini onun omuzlarına koydu ve sıktı. Artık ne kadar sıkmışsa adam bağırdı. "Orenda ile ilgili ne biliyorsunuz?" diye sordu Kartal. "Or- ne?' "Aptalı oynama! Orenda hakkında ne biliyorsun dedim?!" "Adını bile ilk kez duyuyorum." dedi. Kartal'ın bakışları Atlas'a dönünce birbirleri arasında küçük bir bakışma gerçekleşti. Büyük ihtimalle Kartal ona Orenda yazan dosyayı görüp görmediğinden %100 emin olup olmadığını sormuştu gözleriyle. "Yalan söylüyor. Dosyayı gördüm. %100000 eminim. Okuma yazma biliyorum." Adamın yakasından tuttu. "Amel defterinin bir an önce kapanmasını istemiyorsan doğruyu konuş!" diye bağırdı Atlas. "Ne dediğin hakkında en ufak fikrim bile yok." dedi adam. Atlas sinirden kıpkırmızı kalmıştı. Artık ben de şüphe etmeye başlamıştım. Ama konuşulanları duymuştum. Yoksa Mahmut'u pürüzsüz bir şekilde öldürürdü. "Bana bak yaşlı bunak, ağzına sıçtırttırma. Seni boğmakla kalmam, sülaleni sopunu ellerimle sikerim. Kaktüsün altına sokup emanetini de aldırırım. Ağzımı bozdurdutturma benim." Hiç bozmaz olur muydu. Tatlı dille konuşuyordu. "Pegasus! Biraz konuşalım mı?" dedi Kartal, Atlas'ın kolundan tutup itekleyerek. Atlas istemeyerek koluna ondan kurtarıp adamın önüne geçti. Sinirden boyun damarları belirginleşmişti. "Çavuş'la ne alakası olduğunu söyle lan! Onu tanıyorsun. Anka da şahit." deyip bana döndü Atlas. "Sen de duydun, öyle değil mi? Şahitsin." Gözleri evet dememi her şeyden çok istiyormuş gibiydi. Şu an benim onu desteklememe ihtiyacı vardı. Orada bulunan tek kişi bendim ve diğerleri Atlas'dan şüphe ediyor gibiydi. Lakin inkâr edeceğim bir şey yoktu. Duymuştum. Atlas haklıydı. Emin olmadığım tek şey Orenda dosyasıydı. Ama Atlas gördüm diyorsa görmüştür. Bir anda böyle bir yalan söyleyecek hali yoktu zaten. "Evet, duydum. Örgütün yerini öğrenmek istediniz. Çavuş'un Mahmut denilen o herife suikast uygulayacağını biliyordunuz." Atlas gözlerini kısırak hatta anladığım kadarıyla tebessüm ederek bana bakıyordu. Gözlerinde gördüğüm minnet aslında tuhaf hissettirmişti. "Tamam o zaman zor yola geçiriyoruz. Ama öncelikle Begonya sen Çavuş'u ara. Buraya gelmesini söyle." Meyra başını olumlu anlamda salladı. Elini siyah ceketindeki cebine götürdü ve telefonu çıkarttı. "Benden bir kurtuluşunuz olmayacak. Ayrıca bende alzhemier var. Az sonra kendi adımı bile unuturum. Hiçbir bok öğrenemezsiniz." Kuzgun gülerek boynunu çıtlattı. Elini adamın oturduğu sandalyeye koyarak onun önüne geçti. Taktığı maskeden dolayı sadece gözleri gözüküyordu ve bu bile adamı ürkütmüştü. "Seni öyle bir hâle getireceğiz ki değil adını unutmak gördüğün her arabanın plakasını bile hatırlayacaksın." dedi kalın sesiyle bastıra bastıra. Ardından ellerini çıtlattı ve ilk yumruğu adamın yüzüne o attı. Adamın başı omzuna düşünce öfkeyle bağırdı. "Adını söyle it herif!" "Sizden büyük bir ihtiyarla böyle konuşmak ayıp değil mi?" dedi. "Ben kendimden yaşça büyük kaç kişiyle konuştum sana bir bir anlatayım istersen. Her yumruk bir bunak etsin ister misin?!" Adam öfkeyle yüzünü buruşturdu. Kuzgun tam bir yumruk daha atacakken "Kâzım!" diye bağırdı. "Kâzım ne?" diye sordu soyadını da bilmek için. Yumruğunu yüzüne geçirmek için an kollarken Kâzım denilen adam söylemedi. İllaki göz korkutmamız gerekiyordu. Başka türlü söz dinleyemiyorduk. Cebimden silahımı çıkarttım ve adamın şakağına bastırdım. Kuzgun çatık kaşlarıyla bana bakarken Kâzım sesli bir şekilde soyadını da dile getirdi. "Kâzım Karayel." Adam adını söylediğinde silahı cebime koydum ve az önce olduğum yere geri adımlar atarak geçtim. Silahı indirdiğim sırada Kuzgun ve Begonya bana çatık kaşlarla bakmıştı. Galiba Meyra ve Bertuğ hâlâ bana ısınamamıştı. Atlas da nötr gibiydi. Sosyalleşmek ne zor şeydi böyle! "Serdar Bey ne dedi?" diye sordu Kartal, Begonya'ya. "Önce hâl hatır sordum. Baya özlemiş bizi. 'Başınızı belaya soktuysanız çıkartmaya çok üşeniyorum' dedi. Acil olduğunu söyledim, 'tamam 5 saate oradayım' dedi." "Saat mi? Dakikadır o, ne saati?" dediğimde beni baştan aşağıya süzüp göz devirdi. Neydi şimdi bu? Bir afra tafralar. "Hani 60 dakikanın 1 saat olduğu, 1 saatin de 5 katı olan saat. 5 saat." Ben bilmiyorum sanki saatin ne demek olduğunu. "Begonya!" dedi Kartal fazla uzatmasını ve bay bilmişliğini kesmesini isteyerek. Aslında egoist olmasa iyi kadındı. Yani belki... "Siz nasıl suikastçısınız?" diye bağırdı Kâzım. Meyra kızıl saçlarını geriye doğru savurdu. Kâzım ona bakarken cilveli hareketler yapmaya başladı. "Baya iyi suikastçılarız, ne oldu beğenemedin mi? Dinciz, güzeliz, mükemmeliz. Ayrıca genciz!" dedi. Kâzım 32 diş sırıttı. "Beğenmez olur muyum beğendim tabii ki." dedi Meyra'yı sırıtarak süzerken. O bakışlardan ben bile rahatsız olmuşken Meyra alayla güldü. "Bir operasyon için gecelik kaç veriyorlar sana?" diye sordu Kâzım. Meyra'nın yüzündeki tebessümün silindiğini gördüm. Çünkü tebessüm ederken kısılan gözleri kasıldı. Ona eskort demeye çalışmıştı. Kuzgun'un boynundaki damarlar adamın bu cümlesiyle belirginleşti. Kuzgun öfkeyle tam bir yumruk atacakken Meyra onu durdurdu. "Elini yorma tatlım." dedi. Tatlım mı? Bertuğ mu tatlı? Ardından hepimizin gözlerinin önünde kolları sandalyenin yanlarında bağlı olan Kâzım'ın kucağına sandalyeye oturur gibi oturdu. Kâzım ona pis pis sırıtarak bakarken Meyra giydiği siyah botunun içinden çıkardığı kırmızı taşlı kelebek bıçağını bir anda Kâzım'ın eline sapladı. Elinin üstünden kanlar fışkırmaya başlayınca Kâzım'ın acı dolu çığlığı odayı doldurdu. Meyra çok keyiflenmiş gibi sol bacağını sağ dizinin üstüne attı. Kelebek bıçağını bir kez tam dur elin içinde döndürdü. Kâzım tekrar acı dolu bir haykırışla bağırdı. "Serdar Bey ve Orenda hakkında ne biliyorsun?" diye sordu. Meyra başını çevirdi ve yüzü kıpkırmızı olan Kâzım'a bakarak gözünü bir avcı edasıyla kıstı. "Sana vereceğim her zararda ekstra maaş alıyorum. Bu yakışıklı ama pezevenk erkeklerle yatmaktan çok daha keyifli. Hoş, operasyon bile olsa kendimi eskort yapacak kadar küçültmem." dedi. Sonra bıçağı bir anda bağlı olan elinden çıkardı ve bir kez daha sapladı. Kâzım acılı haykırışlarıyla boğulurken Meyra onun kucağından kalktı. Bıçağı bir kez daha kanlar eşliğinde çıkarttı. Kanlı bıçağı Kâzım'ın boğazına dayadı. "Şimdi Kuzgun'a cevap ver! Eğer istediğimiz yanıtı senin o eşek arısı ısırmış ve kokarca osurmuş ağzından alamazsak bunun bir geri dönüşü olmayacak bilmiş ol!" dedi. Kâzım sağ elinden fışkırmakta olan kanlara baktıkça öfkeden ve acıdan derin derin nefesler alıyordu. "Serdar benim oğlum!" dedi acıyla kıvranırken. Ve sessizlik oldu. Zihnim sanki ansızın durmuştu. Ne saçmalıyordu bu? Serdar Bey'in soyadıyla aynı soyada sahip değildi. Aklı sıra bize aile dramı bahanesi yaratacaktı. "Nasıl ya?" Hepimiz en az 20 saniye kadar sessiz kalmışken aklımızdaki soru İdil'den çıkmıştı. "Anası ölünce başka bir avratla evlendim. Serdar bunu hiç istemedi. Başka biriyle evlendiğim için bana hayatı boyunca hep kin besledi. Bende onu evlatlıktan reddettim." dedi. Bu soyadlarının neden farklı olduğunu açıklıyordu. Serdar Bey annesinin soyadını almış olmalıydı. Meyra kollarını birbirine dolayıp beyaz ışıklarla donatılmış olan duvara yaslandı. "Çünkü az önce bana dediğin eskortluğu o kadın sana yapmış. Para için bir gece yatmış ve senin gibi bir pislikten tek gecede hamile kalmış." dedi. Ne?! Meyra bunu nereden biliyordu? Gerçekten böyle erkeklerden midem bulanıyordu. Bir kadınla yatmak için para mı vermişti? O kadın da bunu kabul etmiş sonra hamile mi kalmıştı? Bu nasıl bir iğrençlikti? "Serdar üvey kardeşinin olduğunu söylemiş yani size. Halbuki özel hayatını paylaşmaktan nefret eder." Kâzım'ın sözünden sonra Kartal öne çıktı ve duvarın yanında duran başka bir sandalyeyi alarak ters bir şekilde oturdu. Kollarını sandalyenin üst tahtasına yasladı ve Kâzım'a mavi gözlerinde çok belirgin olan öfkesiyle bakmaya başladı. "Annesi böbrek kanseriymiş. Ve sen bir oruspu çocuğu olarak karın için %100 uyumlu olan böbreğini vermemişsin. Senin yüzünden ölmüş." Serdar Bey onlara başından geçen travmatik olayları anlatmış olmalıydı. Bu da onlara ne kadar güvendiğini açıklıyordu. Kâzım sesli bir şekilde güldü. "Böbrek benim, vermek zorunda değildim. Sağlıklı ve genç vücudumu neden öyle bir kadın için bozayım ki?" dediğinde Kartal önce boynunu sonrada parmaklarını çıtlattı. "Evett, Serdar Bey burada olsa bu söze ne karşılık verirdi?" diye sordu. Atlas öne çıkarak, "Ben biliyorum." dedi. Burası bir çeşit mahzendi ve her türlü işkence aleti var gibiydi. Atlas bir dolaptan elekrikli testere çıkarttı. Onu sol koltuk altına sıkıştırıp dolabı kapattı ve bir kemer aldı. Kemeri Kuzgun'a uzattı. Kuzgun kemeri aldığı gibi Kâzım'ın sağ dirseğinin biraz üstünü kemerle sandalyeye bağladı. "Ne oluyor lan?" "Kandan korkan var mı?" diye sordu Atlas, elindeki testereyi çalıştırmak için kablosunu prize takmaya çalıştığı sırada. "Bak seni geçen sefer öldürmedim ama bu sefer ilk fırsatta öldürürüm çocuk! Sakın!" Kâzım'ın gözlerindeki korku onlar için her şeye bedeldi. Kan, korku, hiddet, şiddet, montaj, şantaj ve tehditten aşırı keyif alıyorlardı. Bu aralar ben de bundan keyif alıyordum. "Heh, bir sen eksiktin bana çocuk demeyen! Şimdi o kolu kesme isteğim iki misline çıktı." Atlas testereyi çalıştırdığı an Kâzım hepimizin yüzüne daha doğrusu sadece gözlerimize korkuyla baktı. "Hayır! Hayır!" diye bağırdı. Atlas onun sağ dirseğinden başlamak üzere kolunu kesecekti ki duraksadı. Biraz düşünür gibi davrandı ve çatık kaşlarla Kuzgun'a baktı. "Uzuv kesme senin görevinken neden bana yaptırıyorsun?" diye sordu. Nasıl yani! Kuzgun'un suikast yöntemi uzuv kesmek miydi? Çok korkunç. "Çok hevesli gördüm seni. Ayrıca benim boynum ağrıyor, sen devam et." Yemin ederim her an kusabilirdim. Onların yanında benim yaptığım şeyler iyilik gibiydi. Kandan hep nefret eden biriydim. Ama onlar kan seviyordu. Kandan bir parfüm yapmadıkları kalmıştı. Atlas testereyi Bertuğ'a uzattı. "Seni görevinden alıkoymayalım. Zaten Mahmut piçini öldürdüm. Ekstra maaşa gerek yok." "Çok mu dürüstsün yoksa enayi misin anlamadım ama eyvallah." Testereyi aldı ve Kâzım'ın önünde durup kolunu biraz sıktı. Bunu neden yaptığını anlamamıştım. Doktorların aşı yapmak için damar araması gibi onun siyah kıllı kolundaki damarl Kâzım öfkeyle ve korkuyla soluklanırken Bertuğ ona doğru eğilip testereyi koluna yaklaştırdığı anda gözlerimi kapattım. "Dur!" diye bağırdı Kartal. Bertuğ ona dönüp baktı. "Ne var!?" Kartal elinde telefonuyla bir şeye bakıyordu. "Yukarıda biri var." dedi. İdil ve Meyra onun yanına gidip telefona bakmaya başladılar. Kartal telefondan kulübeye koydukları kameraya bakıyordu. "Bu da kim?" dedi Meyra kaşlarını çatarak. İdil ise tereddütle bana dönüp baktı. Gözlerinde çok bariz bir şüphe vardı. "Doktorun burada ne işi var?" diye sordu. Kulaklarım çınladı. Herkes bir anda bana dönüp bakınca ne diyeceğimi bilemez bir şekilde dona kaldım. Kartal'ın yanına gitmemle bana telefonu ve kamera görüntülerini göstermesi bir oldu. Bu Mahlas'ın ta kendisiydi. Onun burada ne işi vardı? "Ağabeyin niye burada?" dedi Kartal. "Bilmiyorum." Bertuğ elindeki testereyi yere bıraktı. Bir anda yanımda belirdi ve kolumdan tuttu. "Ona bir şey anlatmadın değil mi?" diye sordu kalın ve öfkeli sesiyle. Başımı hayır anlamında salladım. "Kimseye bir şey söylemedim. Onunla aram bile bozuldu ama hiçbir şey söylemedim gerçekten." Kaşları kasılırken Atlas yanımıza geldi ve Bertuğ'un elini benim kolumdan ayırdı. "Kaba kuvvete gerek yok." dedi. Maskemin altından buruk bir tebessüm ettim. Bertuğ bakışlarını kaçırarak Kâzım'ın yanına geri döndü. Kahverengi işkence aletlerinin olduğu dolaptan siyah bir bez çıkarttı ve Kâzım'ın ağzını bağladı. Şuan durum biraz karışıktı. Onunla daha sonra ilgilenecektik. Kartal bu tehditten kurtulmak için bana, "Ara onu." dedi. "Neden burada olduğunu öğren." Cebimden telefonumu çıkartacaktım ki titremeye ve çalmaya başladı. Ekrana baktım. Onun ismini rehberden değiştirmemiştim. 'Apk sürüm Clark Kent' olarak kalmıştı. "Bizde duyacağız." dedi Bertuğ karşı duvara yaslanmış bir şekilde. "Adımı söylerse?" Kâzım'ın bunu bilmemesi gerekiyordu. Hak vermiş olacakki başını tamam anlamında salladı. Derin bir nefes alarak telefonu açtım ve kulağıma yasladım. "Efendim ağabey?" dedim. Kartal ve diğerleri onu kameradan izliyordu. Bende yanlarına gidip kameraya baktım. Ayakta dikilmiş telefonla konuşuyordu. "Alev sen neredesin?" diye sordu meraklı ve telaşlı çıkan sesiyle. Allah'tan hoparlörü açmamıştım. "Arkadaşımla birlikteyim." "Hangi arkadaşın?" diye sordu. Telefonu kulağımdan çektim ve sessize aldım. "Hangi arkadaşın diye soruyor." "Benimle olduğunu söyle." dedi İdil. Ama bunu söylemek için adını söylemem gerekiyordu. Bertuğ anlamış olacak ki oflayarak Kâzım'ın önünde durdu. "Ahh Anka ahh. Sen ve sorunların bitmiyorsunuz." deyip Kâzım'ın kafasına sağ dirseğiyle vurdu. Acılı bir izlemeden sonra adam bayıldı. Daha önceden yapsaydı keşke. Sessiz modu kapattım ve hoparlörü açtım. "Alev? Orada mısın? Sesin gelmiyor." "Şebeke gitti, ben İdil'le beraberim Mahlas. Evine çağırmıştı, sinema izliyoruz şuan." İdil ikna edici olması için, "Selam söyle!" dedi. Kartal gözlerini devirdi. "Eslem ne yapıyor peki?" diye sordu. Anlam veremeyerek kaşlarımı çattım. "Bilmem. Eslem yanımda değil ki." Bir sessizlik oldu. "Ne demek yanında değil!?" Kamerada elini alnına koydu ve sağa sola yürümeye başladı. Telaşlı duruyordu. "Mahlas, ne oluyor?" diye sordum. "Alev, Eslem evde değildi. Yatağın üstüne bir not yazmışsın. Palamut Çiftliğindeyim diye. Bir kulübeye geldim, dışarıda 2 araba 3 motor var! Şimdi de arkadaşında olduğunu söylüyorsun. Bak aramız engebeli diye benimle dalga geçip annemi boş yere endişelendiriyorsan eğer yapma. Eslem nerede?" Evren durmuştu sanki. Saat, dakika, saniye hepsi durmuştu. Zihnimde sinyaller çalıyor bunları duyan kulaklarım kopmak istiyordu. Nefes bile alamaz bir hâldeydim. Hepsi bana bakıyordu. Yüzlerinde hayal kırıklığıyla beraber benim için duydukları ufak bir endişede vardı. Ama ben ne öyle bir not yazmıştım ne de yanımda Eslem'i getirmiştim. Eslem neredeydi? O notu ben yazmamıştım bile. Palamut çiftliğine geleceğimi bile bilmiyordum. Atlas'la beraber operasyona gitmiştik. Birisi benimle dalga falan mı geçiyordu? "Alev! Eslem nerede? O notu niye yazdın? Madem yazdın o zaman neden burada değilde arkadaşınla berabersin?" "Mahlas... Ben..." Bir şey diyemiyordum. Korkuyordum şuan. Çok korkuyordum. İdil yanıma geldi ve telefonu alıp, "Doktor Bey, merak etmeyin. Hepimiz iyiyiz. Eslem de yanımızda. Bir oyun oynuyorduk ve Alev'in birkaç saat boyunca her şeye hayır demesi gerekiyordu. Yani Eslem bizimle. Çizgi film izliyoruz. Bugün bir kız eğlencesi yapmak için burada benim evimde kalacaklar. Normalde Palamut Çiftliğinde sinema izlemeyi düşündük. Ama Alev, Eslem yalnız kalmasın diye onu da getirdi. Yani hepimiz iyiyiz. Kapatıyorum şuan babay." deyip telefonu kapattı. Kameraya dönüp baktık. Mahlas rahatlamış olacak ki ellerini dizlerine yasladı ve derin bir iç çekti. Ardından kapıya doğru yöneldi ve kulübeden çıktı. "Neydi şimdi bu?" diye sordu Meyra. Ben cevap veremedim. "Sen gerçekten bunu yaptın mı? Bizi ispiyonlamaya mi çalışıyorsun?" dedi Bertuğ. Yüzündeki maskeyi çekip hızlı adımlarla önüme geçti. Tekrardan kolumu tutup sıktı. Soluğum kesiliyordu. Gözlerimden yaşlar akarken Kartal oturduğu yerden ayağa kalktı. Mavi gözlerinde bana karşı bir şüphe duyduğunu gördüm ve bunu hissettim. "Yapmadım de. Sadece bunu söylemen bile yeterli." Ama benim dilim tutulmuştu. Onlar neyin derdindeydi ben neyin derdindeydim. Artık başım dönmeye başlamıştı. "Konuşsana!" diye bağırdı gür bir sesle Bertuğ kolumu sıkarken. İdil, Bertuğ'u sakinleştirmek için omzuna dokundu. Bertuğ gözlerini kapattı ve kolumu tutan elini çekerek arkamdaki duvara yumruk atarak vurdu. "Sakin ol. Hepimiz Alev'in bunu yapmayacağını biliyoruz. Mahlas'ın ölmesini istemez." Kulaklarım tekrardan çınlarken gözlerimden yaşlar süzülmeye devam etti. "Konuş!" Bertuğ her an beni öldürecek gibiydi. Başımı yana doğru salladım. Büyük bedenine aldırış etmeden beni duvarla kendisi arasına sıkıştırmıştı. "Yap-yapmadım." dedim korkudan kekeleyerek. Ben... Korkuyordum. Kardeşime bir şey olacak diye korkuyordum. Eslem'in nerede olduğu hakkında en ufak bir bilgim bile yoktu. Atlas artık sabrı taşmış gibi yanıma yaklaşıp Bertuğ'u omuzlarından ittirdi. Önüme geçti ve Bertuğ'a bakarak yumruklarını sıktı. "Alev benimleydi. Onun kaldığı pansiyona bizzat ben gittim. Oradan operasyon için otele gidecektik. Kardeşini ve durumunu kendim gördüm." Kâzım'ı işaret etti. "Bu adamdan haberimiz bile yoktu bizim. Buraya gelmemiz tamamen tesadüf. O odadan Alev'le birlikte çıktık. Not yazsaydı görürdüm. Bu arada sen unuttun galiba ama ben hatırlatayım. Biz Orenda olarak kadınlara zarar veren insanları ortadan kaldırıyoruz. Örgüttensin demem, arkadaşımsın demem seni de ortadan kaldırırım Kuzgun! Alev'in ihanet edeceğini düşünmeyin bile. Şuan o kardeşinin kayıp olduğunu öğrendiği için bir şok yaşıyor. Kafa patlatacağınıza, kardeşi Eslem'in nerede olduğunu öğrenseniz daha çok işe yararsınız." dedi. Ben bunları Atlas'tan mı duyuyordum? Bunları söyleyen o muydu? Beynim parçalara ayrılacaktı. Beni savunmuştu. Destek olmuştu. Ona karşı içimde bastıramadığım bir minnet duygusu vardı. Atlas az önce benim sesim olmuştu. "Teşekkür ederim." dedim minnetle. "Bunu seni sevdiğim için değil az önce beni onlara karşı savunduğun için yaptım." Bu benim için hiç önemli değildi. Beni savundu ve sesim oldu ya, bu bile yeterdi. "Teşekkür ederim." dedim yine. "Ben de." "Kardeşim hasta. Daha 1 yaşında bile değil." Bugün 13 Kasımdı. Yarın da Eslem'in doğum günü. 1 yaşına giriceği gündü. Hayatımı renklendirdiği gündü. Kardeşime söz vermiştim. Onun yaşadığı tek mevsim bahar olacaktı. Çünkü etrafında çiçekler açtıracaktım. "Onu bulmam gerek." Kapıyı kilitlememiştim. Annem ve Mahlas onun yerini bilmiyordu ama bu notu yazan kişi örgütü biliyordu. Yoksa Mahlas'ın bu kulübeye gitmesini istemezdi. Burası Orenda'nın sığınağı gibi bir yerdi. Aklıma hiç kimse gelmiyordu. Benim düşmanım yoktu ki. "Benim gitmem lazım, kardeşimi bulmam gerek." "Gelmemizi ister misin?" "Hayır, ben hallederim. Siz bu herifle ilgilenin." dedim ve gaz lambasının yanına giderek düğmeye basıp merdiveni açtım. Yukarı çıktığımda etrafa baktım ama kimse yoktu. Mahlas gitmiş olmalıydı. Kulübeden dışarı çıktım. Telefonuma gelen bir mesajla Mahlas'tan diye düşünüp baktım. Mahlas'tan değildi. Kimden olduğunu bilmiyordum. Bir telefon numarasıydı. Mesajda, 'Kanarya Parkında buluşalım. Saat 8 de.' yazıyordu. Kaşlarımı çattım. Bu da kimdi şimdi. Kanarya Parkı buradan biraz uzaktı. Ayrıca kim olduğunu bile bilmediğim biri ne diye benimle buluşmak istiyordu ki? Numarayı tuşladım ve kim olduğunu öğrenmek için aradım. Telefonu kulağıma yaslayıp anayola doğru yürümeye başladım. Karşı taraftaki kişinin telefonu çalıyordu. Bir süre sonra açtı. "Kimsin sen?" diye bağırdım. "Kimsin, ne istiyorsun? Kardeşimle bir ilgin varsa eğer seni gebertirim. Numaramı nereden buldun, pislik?" Sinirlerim tepemde olduğu için sert davranmıştım ama zaten sert davranmam gerekiyordu. "Kim olmamı istersin?" çok tanıdık bir sesti ama çıkartamamıştım. "Benimle dalga mı geçiyorsun sen? Zaten sinirim tepemde. Ağzını yüzünü yer değiştiririm senin." Bir kahkaha sesi duyuldu. "Sakin ol Küller Güzeli. Amacım seninle dalga geçmek falan değil. Ama konuşmamız gerek." Sanki bir anda bütün öfkem uçup gitmişti. Bu itfaiyeciydi. Benim numaramı nasıl bulmuştu? Ona patlamıştım. "Ne konuşacağız?" "Bana neden yalan söylediğini, sana olan bir miktar güvenimi neden yok ettiğini ve beni neden aptal yerine koyduğunu konuşacağız." Ne? 🔥🔥🔥 Her şey üst üste geliyordu, o kadar hızlı geliyordu ki hızına bile yetişemiyordum. Hava soğuktu ve şuan terliyordum. Canım acıyordu. Merak, korku, endişe her şey iç içeydi. Bir kabusta gibi hissediyordum. Kabusta olduğumu bildiğim halde uyanamadığım ve kimsenin de bana yardım elini uzatmadığı bir kabus hemde. İtfaiyeci beni Kanarya Parkına çağırmıştı. Bir taksiye binip oraya on dakikada varmıştım. Taksideyken her şeyi düşündüm. İtfaiyeciye anlattığım her şeyi düşündüm ama aklıma hiçbir şey gelmedi. Ben ona yalan söylememiştim ki. Hatta sadece ona dürüst davranmıştım. Ailemden bile kimsenin bilmediği sırrımı o biliyordu. Yabancı bir adam olarak sadece o biliyordu. Beni korumuştu, tutuklanmamam için işlediğim cinayeti kendisi üstlenmişti. Ben ona yalan söylememiş, onu aptal yerine koymamıştım. Bunu asla yapmazdım. Peki neden bana böyle demişti? Ne oldu da bana olan güvenini yitirmiş ve benim ona yalan söylediğimi söylemişti? Daha ne kadar bilmediğim şeyleri bilmem gerekecekti? Daha önemli bir işim olmasına rağmen uğradığım bir haksızlık için parktaydım şuan. İtfaiyeci bir sokak lambasının altındaki bankta oturmuş, elleri siyah ceketinin içinde yalnız başına beni bekliyordu. Attığım adımları duymuş olacak ki başını benim olduğum tarafa doğru çevirip beni görünce ayağa kalktı. "Seni dinliyorum." dedim hızla. Daha çok işim ve acelem vardı. Onun beni saçma sapan bir suçlamasıyla uğraşamazdım. "Asıl ben seni dinliyorum. Anlat, seni hapse attırmamdan mı korktun? Bunu saklayabileceğini mi düşündün yoksa? Sana tek bir cümle söylemiştim Alev. O da bana yalan söylememen. Peki ya sen ne yaptın?" "Sana yalan söylemedim İtfaiyeci. Ne dediğin hakkında en ufak fikrim bile yok. O yüzden açık konuş!" Bana bir şey demeden cebinden bir kağıt çıkartıp uzattı. Elindeki kağıda bakıp "Ne bu?" diye sordum. "Otopsi sonuçları." dedi. Zaten çatık olan kaşlarım daha da çatıldı. Ne ve kimin otopsi sonuçlarıydı şimdi bu? Ve benimle ne ilgisi vardı? "Kimin otopsi sonuçları?" Kağıdı aldım ve açtım. Kağıtta yazan ismin kime ait olduğunu bilmiyordum. 'Baran Kovacı' Bu isim hiç tanıdık gelmemişti. Yine ne işler dönüyordu acaba? "Tekrar soruyorum. Kimin bu otopsi sonuçları?" alayla ve sinirle güldü. Başını iki yana doğru salladı. Yanaklarında belirginleşen gamzeler ilk kez benim kalbimi hızlandırmak yerine sızlatmıştı. Bunun nedenini anlamıyordum. Neden herkes bir anda bana yalancı demeye başlamıştı? Hain ya da yalancı değildim. Bunu anlatabilmem için sinir krizi mi geçirmem gerekiyordu? "Babanın." dedi. Dalga mı geçiyordu benimle? "Düzgün cevap ver. Ne dediğini anlamıyorum." Sinirle derin bir nefes aldı. "Hatırlıyor musun seni ilk kez bir kulübede yangın çıkarttıktan sonra görmüştüm. Bana o yangında babanı öldürdüğünü çünkü onun size çok zararı olduğunu söylemiştin." Başımı onaylayarak salladım. Evet, demiştim. Sorun neydi ki şimdi? Tarık şerefsiz adamın önde gideniydi. Bu bir yalan değildi, ben o gün onu öldürmüştüm. "Evet. Hatırlıyorum." Agir sinirden gülmeye devam ederken ne olduğunu hâlâ anlamaya çalışıyordum. "Ne oldu? Gelip bana onun iyi biri olduğunu söylemeyeceksin değil mi? Aileme zarar verdi o! Sana daha öncede anlattım." "Yalan söylemeyi kes artık." dedi bıkkın bir sesle. Yalan mı? "Aileni bahane etme." Sinirle bende gülmeye başladım. Bunun bir yalan olduğunu mu düşünüyordu? Peki ya neden şimdi? Daha önce aklı neredeydi de şimdi bunun bir yalan olduğunu düşünüyordu? Ona gerçeği anlatıyordum. Hem benden gerçeği istiyor hem kabul etmiyordu. "Yalan söylemiyorum. Ailemi de bahane etmiyorum. Zaten sinirim tepemde, asabımı bozma Agir!" dediğimde burnundan soluklanarak içine derin bir nefes daha çekti. Yalan söylediğimi sanıyordu. Ama neden? "Sen o gün kimi öldürdün Alev? Bana dürüst bir şekilde cevap ver." "Babamı. Tarık Tufan'ı." dedim. Bir başkası olsa bunu bu kadar hızlı kabul edemezdi ama ben bunun olmasını istiyordum. Ölmüş olmasını, kalbinin atmıyor olmasını istiyordum. Agir elini alnına koydu ve oflayarak banka geri oturdu. Gözlerini kapatarak sakin olmaya çalıştı. Elini saçlarına geçirerek karıştırdı. Ayakta dikilmiş ona bakıyordum. Anlam veremediği bir şey vardı ama anlamıyordum. Ne oluyordu? Neden durduk yere bana bunları soruyordu? "27 yaşında bir adam nasıl senin baban olabilir?" diye sorunca tam bir şey diyeceğim an nutkum tutuldu. 27 mi? Gözlerim bu soruyla şok geçirircesine donuklaştı. Boşluğu izliyordum. Bu mümkün olamazdı. Tarık 52 yaşındaydı. Hatta daha yaşlı bile olabilirdi. Sadece karışıklık bile olsa bu mümkün değildi. Kalbim sıkıştığında aklıma daha kötü şeyler gelmeye başladı. Ama bunun ihtimali bile yoktu. Doktorlar 27 yaşında biriyle 52 yaşında birini ayırt edebilirdi. Etmeleri gerekiyordu. "Ne saçmalıyorsun sen, babam 52 yaşındaydı!" Çatık kaşları ve öfkelendiği için kararan kehribar gözleriyle bana bakıyordu. Yinede sesi sakin çıkıyordu. "Senin peşine düşmeden önce cesedi dışarı çıkardık. Hemen yanmamıştı. Parmak izlerinden kimliği tespit edildi. Bu birkaç hafta önce tespit edilmiş ama benim daha dün haberim oldu. Adam yanarak değil bıçaklanarak ölmüş. Göğsünde iki tane bıçak yarası varmış. Hepsi otopsi sonuçlarında yazıyor. Cinayet aleti ortada yoktu ama siz vardınız. O ceset 52 yaşında bir ihtiyara değil 27 yaşında erkek bir gence ait." Ayaklarım yerden kesilmek üzereydi. Düşünemiyordum bile. Bu ihtimalin olma olasılığını bile düşünemiyordum. Bunları cümlelere aktarmak istemiyordum, yaşamak istemiyordum. Ben tekrardan o adamın kızı olmak istemiyordum. Onun yaşamaması gerekiyordu. Bunun olmaması gerekiyordu. Bir yanlışlık olmalıydı. Tarık ölmüştü. Onu ben öldürmüştüm. Bu benim ilk suikastimdi ve o ölmüştü. Eli kolu bağlıydı, oradan kurtulması mümkün değildi. İtfaiyeci ölen kişinin bıçaklanarak öldüğünü söylemişti ama aklım almıyordu. Ben Tarık'ı bıçaklamamıştım. Ben onu yapmıştım. Üstüne benzin dökmüştüm. Nasıl olurdu böyle bir şey? Bunun yalan ya da bir şaka olmasını istiyordum. Yalan olması gerekiyordu. Hep ben hayata yalan söylüyordum ama artık hayat da bana yalan söylüyordu. Bazı şeylerin yalan olmasına ihtiyacım vardı. Tarık'ın hayatta olması bir yalan olmalıydı. Eğer yaşıyorsa hayatı bana daha çok zindan ederdi. Eski günlere geri dönerdim. Ben yine ölürdüm. "İyi misin?" diye sordu itfaiyeci ayağa kalkarak. Ellerim boğazımın üstündeydi, bunu yeni farketmiştim. Kendimi boğuyordum. İtfaiyeci boğazımda olan ellerimi çekti ve bileklerimden hafifçe tuttu. Başımı yana doğru salladım. Bakışlarım boşluğu izliyordu. "O öldü. Onun ölmesi gerekiyordu. Ben öldürdüm. Onun yaşamaması gerekiyor. Hayır, ben bunu tekrar yaşayamam. Hayır, o öldü itfaiyeci. Ben öldürdüm, ben yaktım. Ben ateşe verdim. Yemin ederim, yalan söylemiyorum. Bana inan, bana inanmak zorundasın. Ben... Ben..." dengem sarsılmıştı. Ayaklarım artık ne beni taşıyabiliyordu ya da Tarık'ın yaşıyor olduğu gerçeğini. İtfaiyeci beni tuttu ve yavaşça banka oturttu. "Sakin ol öncelikle. O genç kim o zaman? Baran Kovacı kim?" diye sordu. Bilmiyordum. Bilmiyordum, hiç duymamıştım. O gün suikastte sadece örgütten kişiler vardı. Sakin olmaya çalıştım. Derin derin nefes alıp veriyordum. Telefonumu çıkartıp Kartal'ı aradım. İlk arayışımda açmamıştı. Bir kez daha aradım. Bu sefer açtı. Hava soğuktu ve ben artık donuyordum. Dişlerim birbirine vuruyordu. Nefes verirken dışarıya buhar olarak çıkıyordu. "Kartal, sana bir şey soracağım." "Sor ama hızlı sor işimiz var." "Baran Kovacı diye birini tanıyor musun?" "Neden soruyorsun?" "Hızlı soruyorum sende hızlı cevap ver! Tanıyor musun tanımıyor musun?" "Tanıyorum, evet. Sende tanıyorsun aslında. Örgütten o. Lakabı Boncuk. Ondan uzun bir süredir haber alamıyoruz gerçi ama Baran Kovacı o." Telefon öylece elimden düşüp banka çarptı. Elim aynı şekilde kalmıştı. İtfaiyeci hem bana hem de telefona bakıyordu. "Anka? Anka ne oluyor?" diye sordu. Sesi hoparlör açık olmasa bile duyuluyordu. İtfaiyeci bu seferde takma adımı duymuştu. Hayatıma dair bilmediği hiçbir şey kalmamıştı. Konuşabilecek bir durumda değildim. Kartal zaten onu tanıyordu. Telefonu alıp itfaiyeci kendisi konuşmaya başladı. "Agir ben. Hani şu itfaiyeci olan... Ben konuşuyorum çünkü Alev şuan pek iyi değil. Durumu benim açıklamam gerekiyor... Bir saniye sus ve beni dinle. Baran Kovacı her kimse o öldü. Alev'in suikastinde çıkardığı yangında ölen kişi babası değil 27 yaşında bir gençti. Otopsi sonuçlarına göre yanarak değil bıçaklanarak ölmüş... Evet, bu durumda babası yaşıyor." '...Babası yaşıyor.' Tarık yaşıyor. Hayatımı mahveden babam yaşıyor. İtfaiyeci telefonu kapattı. Ben hâlâ bu durumu idrak etmeye çalışırken her şey üst üste gelmeye devam ediyormuş gibi yağmur hafiften çitilemeye başlamıştı. Yüzüme düşen damlayla beraber karanlık gökyüzüne baktım. Parlak bir Dolunay hakimdi şuan. Yüzüme damlalar bir bir düşerken daha çok üşümeye başlamıştım. Gidecek bir yerim yoktu. Pansiyona gidemezdim, Eslem yanımda değildi. Artık emindim, Tarık yaşıyordu ve eğer Eslem ortada yoksa tek sebebi oydu. Kardeşimi kaçırmıştı. Benden ona yaptıklarımın intikamını bu şekilde almak istiyordu. Miray'la hâlâ konuşmuyordum. Kendimi kötü hissederken hep ona sığınırdım ama artık bir dostum da yoktu. Aren'lere gidemezdim. Onlara durumu anlatamazdım. Hakkımda hiçbir şey bildikleri yoktu. Onlar için ben sadece Şirin'dim. İdil'lerin yanına da gidemezdim. Kardeşimi bulmam gerekiyordu, onlar Kâzım denilen herifle uğraşıyordu. En iyisi bu parkta kalmak. Gözlerden uzakta bir şekilde. Ansızın hapşırdığımda itfaiyeci telefonumu bana geri verdi ve ayağa kalktı. Ona bakarken yağmur yağmasına rağmen montunu çıkardığını gördüm. "Ne yapıyorsun?" diye sordum. "Centilmenlik." dedi. Çıkardığını montunu bana giydirdi. Benimde deri ceketim vardı ama donuyordum. Onun montunu zorla giyindim. Şapkasını da başıma örtmüştü. Ceket üstüne onun siyah montunu giyerek ayı kadar olmuştum. "Sen peki?" "Hep yanacak mıyız be Küller Güzeli? Bu yağmur bir kere de bizim için yağsın, bir kere de biz ıslanalım altında." dedi. Siyah gömleği yağmurla ıslanırken üstüne yapışıyordu. Kaslarını ve dövmesini bu şekilde görüyordum. Yaptığı şey çok hoştu. Klişe bir dizi ve kitap sahnesiydi ama yaşamakta oldukça güzeldi. Aslında haklıydı. Neden hep yanmak zorundaydık ki? Bir kere de ıslanabilirdik. Bu yağan su bir kere de bizi söndürmek için yağabilirdi. Montun fermuarını açtım ve çıkartıp itfaiyecinin kucağına verdim. "Giy şunu, hasta olma." "Benim sönmeye ihtiyacım var itfaiyeci." deyip kollarımı açarak yağan yağmurun ateşler içindeki beni söndürmesini bekledim. Sanki yüzüme düşen her bir yağmur tanesi buhar olup süzülüyordu. Eslem kaçırılmıştı. Nohut kadar bebek tek başına bir yere gidemezdi. Benim tek bir düşmanım vardı. O da Tarık'ın kendisiydi. Tarık yaşıyordu. Kardeşimi bizzat o kaçırmıştı buna emindim. Orande'den haberi vardı. Hepimizi görmüştü ama beni ihbar etmeyecekti. Onu tanıyordum. Beni kendisi ortadan kaldırmak için her yolu deneyecekti. Hapse attırıp kolay yolu seçmeyecekti. Öldürdüğüm kişi Boncuk yani Baran'dı. Ben daha bunun acısını çıkartacaktım. Ama şöyle bir şey de vardı ki Baran, Tarık tarafından bıçaklanarak öldürülmüştü. Ben ise sadece üstünü kapatmış gibi olmuştum. Tarık ölmemişti, Baran ölmüştü ve onu öldüren ben değildim. Ben katil değildim. Ve onca kötü olayın arasında sevindiğim tek şey buydu. Katil değildim. "Neden bilmiyorum ama yaptığın onca şeye rağmen insana güven hissiyatı veriyorsun." dedi. Başımı damlaların arasından ona çevirdim. "Ben bir tek sana yalan söylemedim. Ailemden daha çok şey biliyorsun." "Hiç söyleme olur mu?" dedi dilekte bulunurmuşçasına. "Bir tek bana yalan söyleme. Bu şekilde kim ne derse desin sana sonsuza kadar güvenirim ve yanında olurum." "Güven itfaiyeci. Hem güven hem yanımda ol." Kısa süren bir tebessümün ardından kollarımı tekrar açtım ve yağmurun sadece bedenimi değil ruhumdaki harlanan ateşi de söndürmesine izin verdim. ... Ayayyayayyy olaylar olaylar kxjzxjjxxjnx Yazarken kendimi Alev'mis gibi hissediyorum. Şok üstüne şok. Yüzümün aldığı şekilleri olduğu gibi yazdım. Umarım beğenmişsinizdir. Olayları kısa kestim, bayram için hazırlık yapmamız gerek. Bayramınız şimdiden kutlu olsun. Sorular; 1. Bölümü nasıl buldunuz? 2. Tarık'ın yaşaması hakkında ne düşünüyorsunuz? 3. Sizce diğer bölümde bizi ne bekliyor olabilir? |
0% |