Yeni Üyelik
15.
Bölüm

15. Bölüm Kardeşimi Bulacağım

@darklightssx

(Yorum yazmayı ve oylama yapmayı unutmayın... iyi okumalar♡♡♡)


Şarkılar;


Don't Let Me Down- The Chainsmokers


On My Way- Alan Walker ve Sabrina Carpenter


Son Seslenişim- Yüzyüzeyken Konuşuruz


(Yer-mekan isimleri ve olaylar hayal ürünüdür. Gerçeklikle bir alakası yoktur. Kısacası tamamen sallamadır.)


'Gözyaşları, kalbinin konuştuğu dildir ve bazen sessizlikten daha anlamlı olabilir.'


Yağmurun altında iyice ıslanmış ve kendimi bir nevi söndürebilmiştim. Daha çok yanacaktım, bunu hissediyordum ama güçlü olmalıydım. Bütün nefretimi, öfkemi ve acımı tek bir kişiden çıkartacaktım... Tarık Tufan.


Çocukluğumun kabusu, kalbimin katili, hayatımın cezası olan o adam nasıl olurda yaşıyor olabilirdi? Hâlâ aklım almıyordu. Ne yapmıştı da kurtulmuştu? İzini kaybettirmişti ve Boncuk'u öldürmüştü. Bunun acısını çok fena çıkaracaklardı ondan.


Tarık, Eslem'i nereye götürdü veya ona ne yaptı gram bilmiyordum. Kardeşimin izini sürmem gerekiyordu. Tarık çok kurnaz bir adamdı. Attığım her adımı görürdü. Bana tuzak kurmakta üstüne yoktu. Bir açığımı yakalamak için her şeyini feda ederdi. Benim en ince noktam Eslem'di. Ona zarar vermezdi sonuçta bir bebekti. Lakin bebeği hastalığından cami avlusuna bırakmaya giden birinden bunu beklemiyordum.


Eslem'in tek bir saç teline bile zarar gelirse Tarık bu sefer gerçek anlamda cehennemi boylardı. Çünkü bu sefer kulübeyi değil doğrudan onu yakardım. Çığlıklarını ve bağırışlarını duymak, göz yaşlarını ise görmek için bunu seve seve yapardım.


Kardeşim benim her şeyimdi. Geleceğimdi, geçmişimdi. Çocukken yaşadığım hiçbir şeyi ona yaşatmamak için annem daha hamile olduğunu öğrendiği ilk gün söz vermiştim kendime. Kardeşimin hayatı eşsiz olacak demiştim. Olacaktı da.


Eslem hasta olabilirdi ama diğer çocuklardan daha şanslıydı. Çünkü pes etmeyi bilmeyen, azimli ve hırslı bir ablaya sahipti.


Gideceğim hiçbir yer yoktu. Yağmurdan bile isteye sırılsıklam kalmıştım ve donuyordum. İtfaiyeci bana montunu geri giydirmiş fermuarını çekmişti. Tekrardan ayı gibi olmuştum.


Ona anlatmıştım. Mirel Agir Tunga benim hayatımda bilmemesi gereken her şeyi bilen tek kişiydi. Dertleşeceğim ve bu konuda konuşabileceğim örgütteki kişilerden başka kimse yoktu. Onlar da acı çekmişti, ben onların yaşadıklarına tuz dökmek istemediğimden onlarla konuşamıyordum. Sonuçta onların yaşadıkları da kolay değildi.


İtfaiyecinin evini hiç düşünmemiş, merak da etmemiştim. Ama şuan içinde bulunduğum bu ev her şeyiyle mükemmeldi. İki katlıydı. Üst katta 4 oda, bizim oturduğumuz ve ana salon olan katta 4 oda vardı. Mutfak ve lavabo haricindeydi. Üst katta yatak odaları vardı. İncelememiştim, nasıl bir yer olduğunu bilmiyordum. "İyi misin?" diye sordu itfaiyeci oturduğum gri renkli koltuğa yaklaşıp elindeki iki tane dumanı tüten beyaz kupadan birini bana uzatarak.


Bardağı kulpundan o tutuyordu. Buruk bir tebessüm ederek bardağı almak için elimi uzattığım an, "Sıcak." dedi. Bardağı benden geri çekerken birkaç damla parmaklarına döküldü ama hissetmedi bile. Ateşe ve sıcağa karşı adapte olmuştu.


Koltuğun yanındaki büyükten küçüğe sıralı ve iç içe olan tekerlerkli sehpaların en içte olan siyah camlı en küçük sehpayı alıp önümüze koydum.


İtfaiyeci kahveleri sehpanın üstüne koydu ve yanıma oturmaktansa sağ tarafımdaki tekli gri koltuğa oturdu. Ben yanımda oturacağını sanıp sehpayı kendi tarafımda tutmuştum. Tekerlekli olduğu için halı olmayan yerde sehpayı sürerek onunla benim ortamıza koydum. Cebimden telefonumu çıkarıp saate baktım. 23:24'ü gösteriyordu. Bıkkınlıkla ofladım. Telefonu soluma koltuğun üstüne bıraktım.


Kendi kupasını alarak koltuğun sol kenarında tuttu. O sırada bana bakıyordu. İç rahatlatmaya çalışan bir sesle, "Onu bulacağız." dedi.


Buruk bir tebessüm ettim. "Evet biliyorum. Beni korkutan şey nasıl bulacağımız? Ölü mü diri mi?" Ben kahveden çıkan dumanları izlerken boğazını temizledi.


"Bir bebeği öldürecek kadar piç bir adamsa eğer sana bir istisna geçerim."


Ne dediğine anlam veremedim ve bakışlarımı ona çevirdim. "Ne istisnası?"


"Onu bulursak öldürürsün. Görmem, duymam, bilmem."


"Bunu senden duymak tuhaf. Onun canını almamı istiyorsun. Çok ironik bir durum."


"Destekliyorum diyelim. Senin neden bu işe bulaştığını anlayabiliyorum. Kaybetmek değil kaybettirmek istiyorsun." Benim hissettiklerimi nereden biliyordu?


"Kötü bir şey mi yapıyorum?"


"Evet." dedi. Gözlerimi kehribar gözlerine kenetledim. Neden bu kadar net olmak zorundaydı ki? "Ama doğruyu yapınca da hiçbir bok değişmiyor." dedim. Sol bacağımı sağ dizimin üzerine attım.


"Senin için doğru olan şey bir başkası için yanlış olabilir. Sen intikam almayı doğru buluyorsun ama bana yanlış geliyor. Örnek verecek olursam, Doktor Strange; Çoklu Evren Çılgınlığında ki Wanda'yı verebilirim. Fedakarlıklar yaptı, çocuklarının olmasını ve artık mutlu olmak istedi. Başka bir evrende çocukları var ve anne olup mutlu bir hayat yaşamak istemesi ona göre iyi bir şey ama bunun için America'nın güçlerini alıp öldürmesi gerek. Yapmak istediği her ne kadar onun açısından iyi olsa da yaptığı şeyler kötü." İyi örnekti. Ayakta alkışlardım. Film izlemeyi seviyordu anlaşılan. İyi bir zevki vardı.


Ne anlatmaya çalıştığını zaten anlamıştım. Bunları beni yolumdan saptırtmak için anlatıyordu. Çünkü bir gün onunda başına bela açacaktım. Mum yatsıya kadar yanardı. Elbet bir gün itfaiyeciyi öğreneceklerdi. "Hiç mi birinden intikam almak istemedin?" diye sordum. Tarık'tan intikam alma istediğim artmıştı. O adamı öldürmeyi her şeyden çok istiyordum.


Kahvesinden bir yudum aldı ve iç çekti. Bu iç çekişi olayın can sıkıcı olduğunu belirtmişti. "İstemekle kalmadım, aldım. Ve sana öneriyorum, intikam almakla uğraşma yoksa sana patlar. Bir kişiye yapabileceğin en büyük kötülük onu umursamamaktır. Eğer adrenalin patlaması yaşarsan pişman olursun." dedi. Konuşmasında bir ima vardı. Beni anlamasını bir diğer nedeni belki de onun da böyle bir şey yaşamasaydı. Aile konularına girmek istemiyordum. Aile konusu her açıldığında biz değil o bize giriyordu. Etkisi de bir türlü geçmiyordu.


"Çok edebiyat yapıyorsun itfaiyeci." dedim. Yalandan bir gülümseme büründürdü yüzüne. Gamzeleri tekrardan içe girdi. Hoş görüntüydü.


"Yani siz itfaiyeciler yardıma ihtiyacı olan herkesi kurtarırsınız öyle mi? Ayrımcılık falan yok yani." Saçma sorularla güne devam ediyordum. Sessizlik olunca tuhaf hissediyordum.


"Bir insan her ne kadar kötü olursa olsun can candır. Bizim de görevimiz canlarını korumak, onları güvende tutmak. Bu kişi düşmanım bile olsa bir kere bile düşünmem, ne yapmam gerekiyorsa yaparım." dedi. "Suda da boğulurum, ateşte de yanarım." dedi bambaşka bir imayla. Topu bana mı atmıştı şimdi?


"O zaman neden istisna geçeceğini söyledin? Tarık'ı öldürmemi onayladın."


"Bebek öldürecek kadar şerefsiz bir adamın yeri mapus değil tabuttur." Mirel Agir Tunga ve özlü sözleriyle devam ediyoruz.


Yangından beni o kurtarmıştı. Tacizci adamların elinden o kurtarmıştı. Ben kendimi koruyabilecekken bu hep onun elinde patlıyordu. Ona iki can borcum vardı. Benim kötü biri olduğumu biliyordu ve bunu gerçekten de umursamadan hayatımı kurtarıyordu. Geleceğimi de. Beni ihbar etmemişti. Yarkın'ın yanında da cinayet işlemiştim ama kendi üzerine almıştı. Bir başkası olsa böyle karşılanmazdım.


Yardıma ihtiyacım vardı. Kendimi çok halsiz hissediyordum. Sevdiklerim hayatımdan silinmeye başlıyordu. Hepsiyle mesafeli olmuştum. Belki de Eslem'i bulduktan sonra Miray'la konuşmalıydım. O benim güvendiğim tek kişiydi. Bunu ona da söyleyebilirdim. Onun ağzından sır çıkmazdı. Miray'ı gerçekten çok özlemiştim.


"Katil olması, ruhsuzun teki olması senin için önemli değil mi? Silah taşıması, o silahı sana bile doğrultabilecek kadar gözü dönmüş biri olması senin için sorun olmaz mı?" Kendimden bahsettiğimi anlamıştı. Gözleriyle yüzümü bir süre inceledi. Başını yarım yamalak hayır anlamında salladı.


"Biz herkesin hayatını kurtarmakla sorumluyuz. Bu kişi gaspçı, hırsız, katil, psikopat veya alkolik de olsa hayatı tehlikedeyse kurtarırız. Ancak suçlu veya tehlikeli bir durum olursa buna polis müdahale eder." Anlayabiliyordum. Ben ne yaparsam yapayım, ona ve çevreme ne kadar zarar verirsem vereyim beni ölüme terk etmezdi. Canı pahasına olsa da kurtarırdı. Bana o güveni hissettiriyordu. Yine de aklımda bazı ruhsal sorularda vardı. Vereceği her bir cevap ona ekstra artı puan kazandıracaktı.


"Beni içine düştüğüm bu enkazdan kurtarabilir misin itfaiyeci?" diye sordum. Saçma sorularıma alıştığı için tepki vermedi. Başını onaylayarak salladı.


"Kurtarırım." dedi. Hem de soruyu sorduğum an. Sesinde yalan yoktu. Kendinden emindi.


"Çıkmazda kalan ve çıkış yolu bulamayan ruhumu kurtarabilir misin?" Buruk bir tebessüm etti.


"Kurtarırım." dedi yine aynı hızla.


"Ya en yüksekten aşağıya düşersem?"


"Kurtarırım."


"Ya kendi yarattığım ateşin içinde cayır cayır yanarsam?"


"Kurtarırım. Başına ne zaman bir şey gelir bilemem, o an yanında olamam ki bu gayet normal. Ama şunu bilmeni isterim ki ihtiyacın olduğunda ve başın sıkıştığında ben hep yanında olacağım Küller Güzeli."


Ben bile kendimden bu kadar emin konuşamazdım. Sonuçta süper kahraman değildik. Her işimiz sorunsuz halledilemezdi. Ben bir çıkmazdaydım. Yapacağım, diyeceğim ve göreceğim her şey benim sonum olacaktı. "Ama nasıl? Ben bile kendimi kurtarmak için bir yol bulamazken sen ne yapabilirsin ki?" diye sordum. Anlam veremiyordum. Her şeyin bir çözümü olamazdı. Sadece imkanı yüksek olanların bir çözüm yolu olurdu. Sır saklamak bile çözüm yolu değildi. İllaki bir gün sırlar ortaya serilecekti. Ve ben işte o zaman boku yiyecektim.


İtfaiyeci göz temasını kesmiyordu. Sadece bana bakıyor, yalan söylemediğini gözlerinden okumamı istiyordu. Halbuki gözlerine bakınca yalanı umursamıyordum. Hatta zaman duruyor gibiydi.


"Eğer olurda enkazda kalırsan ne kadar zor gibi görünse de seni oradan çıkartırım. Bir çıkmazda kalırsan ve çıkış yolu bulamazsan yeni bir yol yaratırım. Zirveden aşağıya düşersen nerede olursan ol seni tutarım veya kaldırırım. Kendi yarattığın ateşte yanarsan da seni ya söndürürüm ya da ateşe körükle giderim. Ama seni kurtarırım. Ne canım pahasına olursa olsun." Puanları tek seferde kazanmıştı. Birisinin benim için bunca şeyleri yapabilecek olması beni mutlu etmişti. Ama itfaiyeci sadece benim için değil bunu herkes için yapardı. Benim bir özelliğim yoktu. Yinede güven vermişti. Ona karşı içimdeki bütün buzlar erimişti. Bu onu daha çok tehlikeye sokacaktı. Geleceği göremezdim ama ne olacağını biliyordum. Benim yüzümden başına bir iş gelebilir, hatta örgüt tarafından öldürülebilirdi. Bağlanmamam gerekiyordu. Onun da bana bağlanmaması gerekiyordu. Yakınımda bile bulunmaması gerekiyordu. Düşününce çok kolay, eyleme dökülünce kelimenin tam anlamıyla işkenceydi.


Şuan burada oluşum bile onun için riskti. Örgüttekilerin hepsi cingözdü. Her boktan haberleri olurdu. Kahvem henüz yarılanmıştı. Sehpanın üzerine koydum ve doğrularak ayağa kalktım.


"Ne oldu?"


"Gitmem gerek." O da kahvesini sehpanın üstüne bıraktı ve ayağa kalktı.


"Nereye?" Cevap bulamadım. Harbiden nereye gidecektim? Eliyle oturmamı işaret etti. Başımı hayır anlamında salladım.


"Yapma." dedim.


"Neyi?"


"İnsanlara hemen güvenirim, hemen bir bağ kurarım. Benden uzak durmak zorundasın. Şuan bile tehlikede olabilirsin. "


"Benim için endişelenmeyi bıraksan mı artık?"


"Seni bu işe sürükleyen ve her boku anlatan benim. Eğer bir başkası öğrenirse seni öldürürler!"


"O zaman neden anlattın?"


"Beni tehdit ettin! İhbar edeceğini söyledin."


"Bir suikastçı tehditle karşılaşsa bile kendini ifşalamazdı." dedi sesini normalinden biraz daha yükselterek. "Ben sana özellikle baskı yaptım. Orada yapman gereken şey beni öldürmek veya etkisiz hâle getirmekti. Her şeyi anlatmak değil! İşe daha yeni başladığın belliydi. Seni ihbar etmedim çünkü o an yaşadığın korkuyu bir acemi olarak tekrar yaşamak istemezsin diye düşündüm. Ama beni yanılttın. İçten içe birini öldürmek hoşuna gidiyor."


"Senin mesleğin çok mu normal da benimkini aşağılıyorsun? Bir insan neden itfaiyeci olmak istesin ki ateşlerin içinde yanmak için mi?"


"Bir itfaiyeci bir amaç uğruna yaşar. Sadece itfaiyeciler değil hemen hemen herkes. Hatta belki de sen bile. Bir şey oldu ki itfaiyeci olmak istedim. Senin gibi yangına esir düşen ailelerin yanarak ölmesini ve kimsenin başına bunun gelmesini istemedim. Siz suikastçıları da anlıyorum tabii. Sizin hayatınızında bir trajedisi var ama lütfen söyle. Ne yaşadın da insanların canını almaya karar verdin Alev? Ailen mi öldü? Sevdiğin bir insanı mı kaybettin? Ne oldu da bu lanet adanın içindeki lanet insanları öldürmeye karar verdin?"


"Bu seni ilgilendirmez."


"O zaman çok üzgünüm."


"Ne için?"


"Şiddet gören bir kadının bunu söylemekten bile çekindiği bir hayatta hâlâ ona yardım etmeye çalıştığım için." Bunu açıklamaktan değil, ben düşünürken o anıları tekrar yaşamaktan nefret ediyordum.


"Beni öldürmen gerekiyordu. Yaptığın suçlara dahil etmen değil. Örgütünden kişilerin beni öldürmesi umrumda değil. İşimden olacağım. Ve eğer itfaiyecilikten, amirlikten ve şube müdürlüğünden men edilirsem işte o zaman yangını göreceksin. Çünkü ben o zaman yanacağım."


Gözlerimi kapattım. Yoksa gerçekten ağlayacaktım. Ben katil olmayı başından beri hiç istememiştim. Olaylar böyle gelişmişti. Öldürmek istediğim tek kişi Tarık'ın kendisiydi. Ama ben onu öldürememiştim. Miray'a saldıran herifi öldürmüştüm ve bu da beni katil yapıyordu. İtfaiyeci benim psikopat bir seri katil olduğumu düşünmüştü ama ben sadece kendimi ve ailemi korumaya çalışıyordum.


Agir'i öldürmeyi istememiştim, buna engel bile olmuştum. Çünkü o bizim katlettiğimiz kriterlerde değildi. Arada sırada huysuz olabiliyordu ama iyi biriydi. Onu öldürseydim rahatlamazdım, pişman olurdum ve suçluluk duyardım.


"İşini kaybetmene izin vermem." dedim. O kadar çabalamıştı, ben bunu onun elinden alamazdım.


"Ne yapabilirsin ki? Beni kovanları mı öldürürsün bu sefer?" Yutkundum. Canımı yakıyordu artık. Gözlerim kararmaya başlıyordu. Öfke kontrolsüzlüğü belirtisiydi bu. Ona zarar vermek istemiyordum. Ama sanki onu öldürmem için çabalıyordu.


"Öldürmem sadece buna engel olurum. Savunurum, bir şey yaparım ama seni kovmalarına, işini elinden almalarına engel olurum."


"Buna cidden inanıyor musun? Eğer atılırsam bu senin yüzünden olur ve hiçbir şey olmamış gibi gelip onlara beni mi savunacaksın? Silahın yanındaysa al direkt sık kafama." Neden onu öldürmemi istiyordu?


"Agir seni öldürmeyeceğim kes şunu! Ölmeye meraklıysan git kendin hallet."


"Kiralık katil değil misin sen? Al sana iş işte."


"Kalbimi kırıyorsun. Bunları bile isteye yaptığımı mı düşünüyorsun?" Cevap vermedi. Gerçekten de böyle düşünüyordu.


"O adamı bıçaklarken ölmesini istemedin mi? Bile isteye yaptın. Tarık'ı da öyle. Ölmelerini istedin." Yüzümde keskin bir ifade oluştu. Sinirli bakmıyordum, üzgün bakmıyordum. Tamamen intikam almak isteyen bir bakış vardı yüzümde. İç çektim ve kuruyan dudaklarımı dilimle ıslattım. Patlama sırası gelmişti. Yoksa ya ona ya da eşyalarına zarar verecektim.


"Ben seni öldürmek istemedim Agir. Katil olmakta istemedim. Buna zorlandım! Yapmam gerekiyordu çünkü artık bıktım. Her defasında acaba bugün ölecek miyim ya da ailemin başına o adamdan bir şey gelecek mi düşüncesinin kafamda takla ata ata dolaşmasından bıktım usandım artık! Rahat nefes almak istedim, özgür olabilmek istedim. Hayallerime ulaşabilmek için tek engeli ortadan kaldırmak istedim." Benden baya bir uzun olduğu için kafasını bana doğru eğip yine gözlerimin içine bakıyordu. Tepki vermiyordu. Yalan söyleyip söylemediğimi bilmek istercesine bakıyordu gözlerime. Bilmiyordu ki bu gözler nelere şahit olmuştu.


"Hangi kız babasını öldürmek ister ya? Hangisi? O adam hem benim hem annemin hem de kardeşlerimin hayatını mahvetti. Annem daha Eslem'e hamileyken şiddet uyguladı, baskı yaptı. Biz engel olamadık buna, hiçbirimizin gücü yetmedi. Hep bir tehdit hep bir şantaj! Kardeşimin öleceğini kabullenmiştim ben. O durumda bir bebek canlı doğamazdı. Annem ruhsal ve fiziksel olarak çöktü. Lakin Eslem canlı doğdu." Yüzü asılıyordu. Tarık'ın yaptıklarından söz ederken gözü seğiriyordu. Benim ise gözlerim doluyordu, burnum sızlıyordu.


"Biz buna sevinirken o adam yine burnumuzdan getirdi. Çünkü erkek istiyordu. Bebek ise kızdı. Anneme doğumdan sonra da şiddet uyguladı, hakaret etti. Sanki annem kendisi istemiş gibi. Birkaç hafta sonra kabullendi ancak. 6 ay sonra da SMA tip 2 hastası olduğunu öğrendik. Tarık'ın o zaman da cinleri tepesine çıktı. Daha 6 aylık bebeğe ağıza alınmayacak küfürler etti. Onu cami avlusuna bırakmaya kalktı." Gözlerimi kaçırdım. Sağ gözümden bir yaş yanağıma düşünce elimin tersiyle onu sildim. Ağlamamalıydım. Burnumu içime çektim ve tekrardan göz teması kurdum.


"Artık çok bıkmıştım. Onu öldürmek istiyordum. Eslem'in sağlıklı olmasını ve yaşamasını istiyordum. Tarık benim üniversiteye gitmeme izin vermedi. Meslek edinemedim. Bende gazete ilanlarından Köprüaltı Barı'nı buldum ve solist olarak işe başladım. 5 ay boyunca çalıştım ve bundan onun haberi olmadı. Yüklü miktarda para kazandım ama hâlâ ilaç parasını almaya yetmezdi. Onları yatağımın içinde saklıyordum. Tarık bir videodan beni görmüş ve odamı karış karış aramış parayı bulmak için. Bulunca da ne için biriktirdiğim umrumda olmadan gitti ve kendisine son model telefon aldı." Kaşları çatıldıkça çatılıyordu. Ona bu sefer komple hayatımı anlatıyordum. Ne kadar doğru bilmiyordum. Zaten bu aralar doğrular umrumda değildi. Gözyaşlarım süzülmeye devam ederken yutkundum. Şimdi söyleyeceğim yer hem zihnimi hem de kalbimi donuklaştırıyordu.


"Onu öldürme isteğim daha çok arttı. Yanına gidip sesimi yükselttim ve kavga ettim. Cinsel organına tekme attım. Meyve bıçağı alıp ona saplayacakken elimden aldı ve bana vurdu. Koltukta sıkıştırıp ağzımı kapattı, bana hakaret etti ve..." yutkundum. Konuşurken o âna geri gidiyordum sanki. "ve beni taciz etti!" Boyun damarları belirdi. Gözleri son cümlemden sonra karardı. Bunu görüyordum açık kehribar tonu gözleri koyu kahverengiye dönmüştü.


Ben ağlarken ellerim titremeye başlamıştı. Ve ben titrediğini farketmemiştim. Ta ki bakışlarını ellerime çevirip titremesini engellemek için bileklerimden tutana kadar. Benim de bakışlarım bileklerimi tutan damarlı ellerine kaydı. Dudağımı dilimle ıslattım ve kızarmaya başlayan gözlerime aldırış etmeden gözyaşlarını salı vermeye devam ettim. Gözyaşları, kalbinin konuştuğu dildir ve bazen sessizlikten daha anlamlı olabilir. Ben konuşuyordum ama ağlayan ben değildim. Beynim bana bu komutu vermiyordu. Ağlayan şey kalbimdi. Kırılan ve kırk parçaya bölünmüş, yara bandıyla da birleştirilemeyen kalbimdi.


Burnumu tekrardan içime çektim. Bakışlarım titremesi yavaşlayan ellerimden tekrar onun kehribar gözlerine gitti. "Hareket edemedim, tepki veremedim. Kalbim yerinden çıkacaktı. Sadece ağladım, yapabildiğim tek şey buydu. Ağladım! Miray onu ihbar etmişti. Polisler alıp götürdü. O günün akşamında da evde yangın çıktı işte. Evi bombalaması için adam tutmuş. Tarık'ın aldığı telefona el koymuştum belki satarım diye ama yangında o da kül oldu. Sonra sen geldin. Bende sana o malum soruyu sordum. 'Neden hep kötüler kazanmak zorunda?' İşler buraya kadar ilerledi. Tarık'ı öldürme hakkına sahiptim ben. Bu zayıflık değildi. Birini öldürmek hoşuma gitmiyordu ama bunu düşünmüyordum bile. Çünkü benim istediğim tek şey intikamdı!"


"Üzgünüm." dedi. Diyecek başka bir şey bulamamış gibi de gözlerini kaçırdı. Dediklerinden pişman olduğunu görebiliyordum. "Örgüte girdiğimde kimseyi öldürmek istemediğimi söyledim. Sadece göz korkutmak istediğimi söyledim. Ama bilmiyorum. Belki de konuşan ben değildim." Belki de konuşan Şirin'di. Çünkü Alev, Bertuğ'un olmayan karısı hamileyken öldürüldüğü yalanında Serdar'ı öldürmeye kalkmıştı.


"Psikoloğa gittin mi peki?" Başımı hayır anlamında salladım.


"Kimseden psikolojik destek almama gerek yok. Sevdiklerim yanımda olsun yeter. Sadece bu bile beni iyileştirirdi." Gözlerim tekrar doluyordu. Ellerimi ellerinden çekmeye çalıştım ama bırakmadı. Sıkmıyordu ama canım çok yanıyordu. Tuttukça daha çok ağlayasım geliyordu. Ama zaten ağlayıp içimi dökmem için tutuyordu beni. İçimdeki ağırlığı boşaltmamı istiyordu. Bunu yapmamam gerekiyordu. Kendimi tutmam gerekiyordu.


Ağlama Alev! Ağlama! Dindir şu gözyaşlarını!


Başımı yere eğdim. Göz teması kurarsam eğer ağlardım. Ona bakmamaya çalışırken sol elini bileğimden çekti. İşaret parmağını avuç içine doğru eğerek çenemi yukarı doğru kaldırdı. Bu küçük temasında boğazımdan mideme doğru yakıcı bir sıvı aktı. Gözümden bir yaş ona bakar bakmaz düşüp yanağımdan çeneme doğru süzüldü.


"Bir kapının iki yönü vardır. Bir girişi, bir de çıkışı. Biz bu işe her nasıl girdiysek çıkmasınında bir yolunu bulacağız Küller Güzeli. Ben, sen mutluluğa erişene kadar yanında olacağım ve yardım edeceğim. Bu da sana sözüm olsun." dedi. Onun da gözleri dolmuştu. Yüzü kızarmıştı hem sinirden hem üzüntüden. Onu neden öldürmemi bu kadar çok istediğini ve baskıladığını bilmiyordum ama bir gün onu da öğrenecektim. Çünkü itfaiyeci bir şeyler saklıyordu. Bunu hissediyordum.


O an ne düşündüğümü bilmiyorum. Belki de sadece duygusal olarak hareket etmiştim. Kollarımı açarak itfaiyeciye sarılmıştım. Kafamı sol göğsüne yaslıyordum, sessiz bir şekilde ağlıyordum. Ellerini ilk başta hissetmedim. Ama sonrasında sol eli sırtıma, sağ eli de kıvırcık saçlarımın üstüne gitti. Beni sardı ve çenesini başımın üzerinde tuttu. Sağ eliyle moral verircesine ve destek olurcasına okşuyor, dokunuyordu. Ona sarılırken kolları ve vücudu arasında daha da küçük kalmıştım.


Her erkeğin aynı olmadığını biliyordum ve bu çok iyi bir şeydi. Tarık'a benzeyen bir erkek okşamak için değilde çekmek için saçlarıma dokunurdu. Elleyen erkeklerin acıttığı saç tellerim bu seferde iyi bir adam tarafından dokunuluyor, okşanılıyor, rahat ediyordu.


🔥🔥🔥


"Kimin odası burası?" diye sordum. Saat geç olmuştu ve benim gidecek başka yerim olmadığından burada kalmak zorundaydım. Üst katta bir sürü oda vardı. İtfaiyeci beni merdivenin önündeki odaya yöneltmişti. Beyaz kapıdan içeri girip lambayı açmıştım. Pembe renklerle düzenlenmiş olduğunu gördüm. Beyaz yorgan ve pembe yastıklar vardı. Yerde iki tane büyük beyaz ayıcık vardı. Kucaklarında da kalp taşıyorlardı. Yerde lila renkli bir halı vardı. Duvarlar da açık lila rengindeydi. Güzel taşlı bir avize vardı. Dışı pembe püsküllerle süslüydü. Çok naif bir kız odasıydı burası.


"Misafir odası." dedi. Bir misafir odası böyle dekore edilmezdi. Sade bir dekoru olurdu. Ayrıca misafirin kız mı yoksa erkek mi olacağını bilemezdi.


"Peki ya diğerleri?"


"En köşedeki oda benim diğerleri de misafir odası."


"Çok mu misafir ağırlıyorsun?"


"Yok, ama gelene kapım açık."


Odaya girip etrafı daha detaylı incelemeye başladım. Yatak örtüsü detayları dalgalıydı, hoş duruyordu. Yatağın her iki yanında da beyaz komidinler vardı. Üstünde yine beyaz bir dantel vardı. Dantelin üstünde bir tane astım ilacı vardı. Astım ilacını elime aldım. Nefes darlığı olsa itfaiyeci olmazdı. Kimindi ki bu ilaç. Komidinin üzerinde bir tane de siyah çerçeve vardı. Çerçevenin içindeki fotoğrafta çok güzel sevimli bir kız çocuğu vardı. Siyah saçlı, kahverengi gözlüydü. Yüzünde çiller vardı ve gülümsüyordu. Bu kızı daha önce hiç görmemiştim. Komidinin yanına ilerledim ve çerçeveyi elime aldım. "Bu kız kim?" diye sordum. Elimdeki çerçeveyi görünce panik yapar gibi yanıma yaklaştı ve elimden aldı.


"Boşver." dedi.


Kız yaklaşık 6-7 yaşında gözüküyordu. Kardeşi miydi? Ondan hiç bahsetmemişti. Belki de kızıydı. Benden birkaç yaş büyük olduğu kesindi. Evli olması normal olurdu ama parmağında yüzük yoktu.


"Senin kızın mı?" diye sorduğumda güldü.


"Hayır."


Özel hayata saygım vardı ama bu saklayacak bir sır değildi ki? Sadece kim olduğunu merak etmiştim. "Düzgün bir cevap vermek çok mu zor?" Göz devirerek yanıma yaklaştı ve fotoğrafı kısa bir süreliğine o da inceledi.


"Saat çok geç oldu, iyi geceler." deyip konuyu geçiştirdi ve çerçeveyi alıp odadan çıktı. Kapıyı da kapattı.


Kızı değilse büyük ihtimal kardeşiydi. Ya da bir yakını falan. Bunu dile getirmek zor değildi. Ruh haline anlam veremiyordum. Bazen esprili ve alaycı bazen edebiyatçı bazen de aksi ve huysuz oluyordu. Klasik erkekler işte. Belli bir şeyleri yoktu. Allah'tan Tarık haricinde tanıdığım çoğu erkek iyiydi. Yoksa ellerimde kalırlardı valla.


Yatağa geçmeden önce ışığı kapattım. Ceketim deminden beri üstümdeydi. Çıkarttım ve kapının arkasındaki birkaç ceketin yanındaki askılığa astım. Kimindi acaba bütün bu eşyalar? Saçlarımı rahat uyuyabilmek için açtım ve yatağa geçtim. Yorganı çektim ve uzandım. Oda sıcak olduğu için üstümü örtmeye gerek duymadım. Başımı beyaz perdeyle örtülü olan pencereye doğru çevirdim.


Yerde duran iki oyuncak ayıya baktım. Hiç oyuncak ayım olmamıştı. Çok güzel duruyordu. Büyük olmasına rağmen yanıma alıp yatağa yerleştirdim ve yastığa başımı koymak yerine ayıcığın bacağına koydum. Böylesi daha rahattı. Gözlerim kapandı ve uykuya kucak açtı.


🔥🔥🔥


Birden bire rahatsız edici bir alarm sesiyle uyandım. Uyku sersemliğiyle tuhaf sesler çıkartıp esnedim. Yatağın yanındaki komidinin üstünde duran telefonumu aldım ve alarmı kapattım. Saat yediydi. Ben neden saat yediye alarm kurmuştum ki? Tam o an aklıma Eslem geldi. Bugün onun doğum günüydü. Bugün bu hayattaki en değerli varlığım doğmuştu. Onu bulmak için kurmuştum alarmı. Güçsüz bir şekilde değil gücümü toplayarak sikerticektim Tarık'ı.


Tekrardan esnedim. Yorganı üstümden çektim ve hâlâ yerinde duyan ayının bacağından kafamı çekip oturma pozisyonuna geçtim. Oturma pozisyonundayken kafam karıştı. Ben ne zaman üstümü örtmüştüm? Oda sıcak olduğu için örtme gereği duymamıştım. Ayrıca telefonu komidine ne ara koymuştum. En son koltukta bırakıp orada unuttuğumu hatırlıyordum.


Agir mi getirmişti? Uyurken odama girmiş olabilir miydi? Telefonu aşağıda unutmuştum, aslında getirmesi iyi olmuştu. Yoksa alarmı duyamaz erken yol alamazdım. Uyurken bütün tipsizliğimi görmüştü kesin. Ayıcığın kucağına yaslamıştım kafamı. Off tam bir rezillik.


Ayağa kalktım ve telefonumu kargo pantolonumun cebine koydum. Kapının arkasına astığım ceketimi aldım. Lavaboya gitmem gerekiyordu. Ceket şimdilik burada kalabilirdi. Kapıyı açıp etrafa baktım. Bu oda da lavabo yoktu. Agir en köşedeki odanın kendisine ait olduğunu söylemişti. Yanımdaki odanın kulpundan tutup açtım. İçerisi dolap doluydu. Her bir dolabın üç bölmeli çekmeceleri vardı. Yan yana iki toplam dört dolap vardı. İçlerinden sadece ikisinde boy aynası vardı. Daha fazla incelemek istemediğimden sol köşede bir kapı gördüm. Oraya yaklaşıp kapıyı açtım. Nihayet lavaboyu bulabilmiştim.


Aynadan kendime baktım. Saçlarım rahat etsin diye açık bırakmıştım. Ve şuan berbat haldeydi. Karışmıştı. Burada misafirdim. İzin almadan duş alamazdım. Zaten giyecek başka bir kıyafetim de yoktu. Küçük tuvaletimi yaptım ve önce elimi sonra yüzümü yıkadım. Bileğime koyduğum siyah lastikli tokayla saçımı arkadan at kuyruğu bağladım. Şimdilik böyle gözükmesi daha iyiydi. Aynadan dişlerime baktım. Beyaz, temiz, parlaktı. Yine de ağzıma su koydum ve gargara yapıp tükürdüm. Makyajım yüzümden komple silinmişti. Çok sinir bozucuydu.


İşimi bitirip kapıyı açtım ve odaya girer girmez küçük bir çığlık atıp arkamı döndüm. Ne işi vardı bunun burada? Benimki de sorumu onun eviydi. Ama niye yarı çıplaktı? Yanlışlıkla da olsa çıplak vücudunu görmüştüm. En azından pantolonu üzerindeydi. Pürüzsüz bir vücut hattına sahipti ve kasları fazlasıyla gösterişliydi. Kolunun üstünde dövme olduğunu farketmiştim anlamadığım ama çok güzel duran bir çizim vardı. Çok karışıktı. Sağ omzunun üstünde güneş ve ay birleşimi ince bir dövme vardı.


"Ne zaman girdin sen buraya?" diye sordu.


"Önce üstünü giyin." Güldü. Gülüşünü baya duydum.


"Günaydın." dedi. "Rahat uyudun mu?" Alayla tebessüm ettim. Bana bakmamasına rağmen bunu farketti sanki.


"Günaydın günaydın. Rahattı, teşekkürler."


"Yatak mı, uykun mu yoksa ayıcığın kucağı mı?" deyip gülmeye devam etti. Off lanet olsun ya.


Anlık bir tepkiyle, sorularımı sormak için üstünü giyindiğini düşünüp ona geri döndüm. Döner dönmez gözlerimi kapayıp ofladım. Deminden beri üstünü giyinmiyor, pantolonunu değiştiriyordu. Bu oda giyinme odasıydı. Bunu öğrenmiş olmuştum. Bana niye misafir odası demişti?


"Bana misafir odası demiştin. Misafir mi giriyor buraya?"


"Girmişsin işte."


Tam bir şey diyecekken kaldım öylece. Diyecek bir laf bulamadım. Laf sokmuştu şimdi de.


Kapıya doğru gözümü açmadan yöneldim. Yürürken açık olduğunu farketmediğim bir çekmeceye takıldım. Bacağım bu darbeyle kesin moraracaktı. Çekmeceye takılıp düşen ilk insan olacakken gülerek kolumdan tuttu. Ellerimle yüzümü kapattım. Aşırı rezil olmuştum, hemen buradan gitmem gerekiyordu.


"Çekmeceyi nasıl farketmedin?"


"Üstünü giyin!"


"Seni rahatsız mı ediyor?"


"Üstünü giyin!" dedim tekrar.


"Sabah sabah bir aksisin. Ne oldu?


"Erkek memesi görmek prensibimde yer almıyor." dediğimde kısa çaplı bir kahkaha attı. Ne diye gülmüştü şimdi bu? Daha ne kadar rezil ettirecektim acaba kendimi?


"Gitmem lazım. Çok işim var."


"Önce kahvaltı yapacağız. Aşağıda hazır." Kahvaltı mı hazırlamıştı? Yapmaya zamanım yoktu. Aslında vardı ama olmasını istemiyordum. Şimdi yemek boyunca gülerdi bana.


"Sen niye bu saatte uyanıksın?"


"İşe gidiyorum."


"Hee."


"Hee." diyerek tekrarladı beni. Gözlerimi açtım ve alaycı bir rezillik tebessümüyle ona bakmamaya çalışarak kapıya yöneldim.


"Üstünü değiştirmek istersen sana olabilecek kıyafet var burada. Ben çıkınca girersin istersen. Kadın malzemelerini de kullanabilirsin. Yeni sayılırlar."


"Kimse kullanmıyor mu?"


"Burada sadece ben yaşıyorum. Arada sırada Yarkın da geliyor ama kadın eşyalarını kullanmıyoruz." dedi gülerek. Tebessüm ettim. "Sen hele bir giyin, sonrasına bakarız." dedim.


"Rahatsız etmiyormuş demek ki."


"Ney?" Eliyle çıplak vücudunu gösterdi. Elimle ağzımı şaşırarak kapattım ve utanarak odadan çıktım. Deminden beri ona bakıyordum. Hatta dövmelerini bile bakarken incelemiştim. Galiba ateşim çıkıyordu.


Aşağıya indim. Salon gerçekten kocamandı. Biraz daha incelemek istiyordum. Mutfağa doğru yöneldim. Mutfak bizim kaldığımız pansiyon odasından daha büyüktü. Dışarıdan bakılınca sadece tezgah gözüküyordu ama içerisi çok genişti. Büyük boy cam bir masa vardı. Siyah sandalyeler vardı. Masanın üstü çeşit çeşit kahvaltılık malzemelerle donatılmıştı. Hepsini gerçekten kendisi mi hazırlamıştı? Yemek yapabilen bir erkeğin olduğunu bilmiyordum.


Mutfak tezgahı da ayrı güzeldi. Yan yana iki tane makine vardı. Çay ve kahve makinesiydi. Tezgah yaklaşık iki metre uzundu. Gri renkli bir döşemesi vardı. Dolaplar siyah beyazdı. Çok şık, düzenli ve temizdi. Gri bir bulaşık makinesi vardı. Beyaz çekmeceler vardı. Siyah bir akıllı ocak vardı. Yanında da siyah renkli beş bölmeli bıçak koyma tahtası vardı. Kalından inceye doğru bıçak sıralıydı.


Beni bir diğer şaşırtan şey ise iki tane buz dolabı vardı. İkisi de aynı modeldi ve çok kaliteli duruyordu. Dolabın üç bölmesi vardı. Alttan çekmeceli, üstten de normal dolap gibi ayrı kapaklı olan dolaptı. İçinde hiç poşet yoktu. Aşırı düzenli ve temizdi. Bizim dolabımızın içi poşet doluydu. Ayrıca annem hep silse bile bazı kirler vardı. Saklama kaplarına koymuştu her şeyi. Dört tane cam şişenin içinde içecek vardı. İki meyve suyu, iki süt. Domatesler belli bir saklama kabında, havuçlar ve salatalıklar belli bir saklama kabındaydı. İçerisi sebze doluydu. Sadece sebze ve meyveler vardı. Dolabın kapaklarını kapattım. Alt çekmeceyi açtım. Burası buzluk bölümüydü. Etleri, tavukları, balıkları poşetin içine koymamıştı. Plastik beyaz kaba koymuş, şeffaf naylonla kapatmıştı. Etlerin bile saklama kabı vardı. Kanat, but, göğüs, taşlık, buget ne ararsan vardı. Bu itfaiyeci sanırım zengindi.


Diğer dolabın üstünde yazan derece diğer dolabınkine göre daha sıcaktı. Bu dolabı da açtım. Otuzlu yumurta vardı. Reçeller, pekmezler, ballar, nutellalar, salam,pastırma, sucuk, sosis, kaşar peyniri, mozerella peyniri hemen hemen her şey vardı. Sucuk bimden alınma değildi. Kangal ve Kayseri sucuğuydu. Dolabı kapattım. Alt çekmeceyi açtım. Dondurmalar vardı. Üç kutu dondurma ve buzlar yer alıyordu. Asitli içecekler vardı. Dört paket altılı limonlu soda, beşli Pepsi ve beşli fanta şişeleri duruyordu. Bunlarda camdı. Aslında düzen çok hoşuma gitmişti.


Yerler gri mermerden oluşmuştu. Masaya doğru yaklaştım. Sucuklu yumurta ve kahve kokusu içimi ısıtmıştı. Masayı tek başına donatmıştı.


"Güzel görünüyor mu?" diye sorunca irkildim. Başımı ona çevirerek onaylayarak salladım. Siyah bir gömlek giyinmişti. İlk üç düğmesini açmıştı ve giydiği siyah botlarla yanıma doğru gelmişti.


"Bunları tek başına hazırlamış olman enteresan."


"Hamaratımdır ben."


"Sen mi görücüye gidiyorsun, görücü mü sana gidiyor?" dedim. Güldü ve önümdeki siyah sandalyeyi oturmam için çekti.


"Çok komik." dedi alayla. Gülerek çektiği sandalyeye oturdum. Masaya doğru yaklaştırdı ve o da karşıma oturdu. Aramızda sessiz bir bakışma oldu. Gözlerimi kaçırdım ve önümdeki beyaz kupada olan kahveyi tutup iki yudum aldım. Güzel olmuştu.


"Çekinmiyorsun değil mi?" Başımı yarım yamalak salladım. Önümde üç tane küçükten büyüğe doğru çatal, iki tane tane bıçak ve bir tane kaşık vardı. Üç tane bardak vardı yanımda. Genişten inceye doğruydu. Ben kahve içiyordum zaten ne gerek vardı ki? Önümdeki üç çatala baktım. Bildiğim tek şey en küçüğünün tatlı çatalı olduğuydu. Ama iki tane büyük çatal vardı. Hangisiyle yemem gerektiğini bilmiyordum. Sadece yer kaplıyorlardı.


"Ne düşündün bu kadar?"


"Neden üç tane tane çatal var. Ben bir tanesiyle her şeyi yerim." dediğimde güldü.


"Sadece sofra düzeni için, sen nasıl rahat ediyorsan öyle ye."


Önümdeki orta boy çatalı aldım. Kahverengi bir sepete koyduğu ekmekleri benim yanıma doğru çekti. Başımı teşekkür edercesine salladım. Sonra tekrardan kahvemden bir yudum aldım. Çatalla dilimlediği bir domatesi alıp ağzıma attım. Ayaklarım titriyordu stresten. Zenginler nasıl yemek yerdi ki? Ben bim kızıydım. Fakirlerin dostu olan bim. Halbuki onun aldıkları hakiki gibiydi. Sanki gitmiş kendi elleriyle toplamıştı. Domatesin içi sıcak ve tazeydi.


"Ne oldu?" diye sorduğunda ona baktım. Sol elinde bıçak sağ elinde çatal tutuyordu. Dizilerde az çok gördüğüm kadarıyla bu tersti.


"Bıçak sol elle tutulmuyor muydu?"


"Ben solağım." dedi.


"Hımm, anladım." Sağ elime bıçak, sol elime çatal aldım ve önümdeki sucuklu yumurtayı pizza dilimi gibi keserek önüme koydum. Çatalla kesip bıçağı bırakarak ekmek aldım. Ben bunları yerken itfaiyeci bana bakıp tebessüm ediyordu.


"Ne var?"


"Bıçak kullanma zorunluluğun yok." Sadece elimde tutmuştum. Yumurtayı onunla kesmem gerekiyordu. Ben hep çatalla kesiyordum. Bence diğer türlü bulaşık israfıydı. Çatalla bir domates daha alıp ağzıma attım.


"Bu domatesi nereden aldın, çok güzel?"


"Teşekkürler, kendim büyüttüm."


"Hı? Nerede büyüttün?"


"Arka bahçede. Küçük bir hasadım var."


🔥🔥🔥


"Küçük hasat dediğin bu mu?!" dedim şaşkınlık içerisinde.


Ben küçük bir tarla hayal ederken onun çadır serası vardı. Yaklaşık 400-500 metre kadar büyük camdan bir seraydı. İki katlı bir seraydı. Üst katında meyveler; çilek, kavun, karpuz gibi seralarda yetiştirilen meyveler vardı. Alt katında ise sebzeler; domates, patates, havuç, salatalık, turp, patlıcan gibi çeşit çeşit vardı. O dolabındaki tüm meyve ve sebzeleri kendisi yetiştirmişti. Serasının yanında 10-15 tane meyve ağacı vardı. Bazılarında meyve falan yoktu ama portakal ve mandalina gibi meyveler, limon gibi sebzeler vardı. Sadece itfaiyeci değil aynı zamanda da çiftçiydi.


"Gidip almak yerine neden kendin yapıyorsun?"


"Serada zaman geçirmek hoşuma gidiyor. Biraz tuhaf olabilir ama öyle. Yıllarca yetiştirdiğin şeyleri yemek bence güzel bir his."


"Güzelmiş."


İç çekti. "Sana göstermek istediğim son bir şey daha var." Merakla ona baktım.


"Ne?"


"Sürpriz." dedi. Sonra seranın yanından geçerek arka tarafa doğru ilerledi. Dün gece olduğu için bahçeye dair hiçbir şeye dikkat etmemiştim ama gerçekten büyüktü. O önde ben biraz daha arkasında ilerliyordum.


Seranın arkasında kümes gibi bir yer vardı. Yaklaşık 2 metre uzunluğunda kare çitlerin içinde bir kulübeydi. Beyaz renkle boyanmıştı. Hatta üstünde bir kaç resim de vardı. Güneş ve çiçek resimleri vardı. Bunları kendisi mi çizmişti? Beni şaşırtmaya devam ediyordu.


"Tavukların mı var?" diye sordum. Ama içeriden hiç ses gelmiyordu.


"Daha çok seveceğini düşündüğüm bir şey." çitlerin arasında bir kapı vardı. Oradan geçti, ben dışarda kalmış onu bekliyordum. Kulübenin kapısını açtı ve beyaz bir şey tuttu. Ne olduğunu hâlâ anlamış değildim.


"Elini aç, gözünü kapat."


"Hı?" diye tepki verdim bir anda. "Korkma, ısırmaz." dedi.


Sakinleştim ve derin bir nefes alarak gözümü kapattım. İki elimi de önümde avuçlarımı açarak tuttum. Bir süre sonra elimde yumuşak tütlü bir şey hissettim. Çok hafifti. Bir tavuk olması mümkün değildi. Gözlerimi heyecanla açtım. Yüzümde beliren tebessümle elimdeki bembeyaz yavru tavşana bakıyordum. "Ayy sen nesin böyle!" hayatımda ilk kez tavşan görüyordum. Çok hem de çok tatlıydı. Yavru olduğu için avucumun içinde bile minicik kalmıştı. "Uyuyor mu?"


"Avucun sıcak galiba. Yumak sıcak yerlerde uyumayı sever."


"Adı Yumak mı?"


"İstersen değiştirebilirsin."


"Çok güzel bence. Neden tavşan besliyorsun?"


"Kardeşim çok severdi." dedi tavşana bakarak.


"Nerede şimdi?" Yanak içini ısırdı. Sessiz oldu ve cevap vermedi. Eliyle avucumdaki tavşanı okşadı. Konuyu değiştirmek için "Sevdin mi?" diye sordu. Başımı onaylayarak salladım.


"Evet."


Bunu der demez Yumak'ı göstererek, "Senin olsun istersen." dedi. Anlam veremeyerek ona baktım.


"Efendim?"


Tebessüm etti. "Sahiplenmek istersen alabilirsin. Kardeş değiller zaten. Onlar için yurt gibi burası. Eğer bakabileceksen sahiplenebilirsin."


"Gerçekten mi?"


"Gerçekten."


"Pansiyonda bakamam ama ben."


"O zaman istediğin zaman buraya gel. Seni bekliyor olacağız." Tavşanı kendime yaklaştırıp hafifçe sardım ve öptüm. Sonra itfaiyeciye doğru uzattım. İtfaiyeci eline aldı ve eğilerek kümeste geri koydu.


"Artık gitmem gerek. Her şey için çok teşekkür ederim." dedim.


"Ne demek, istediğin zaman gelebilirsin."


"Gelemeyebilirim."


"Gel." dedi. İçi gülen gözlerine baktım. "Bu ev çok sessiz, hatta sanırım ilk kez mutlu bir şekilde gideceğim işe. O yüzden yine gel." Hafif bir tebessüm ettim. Başımı tamam anlamında salladım.


Neden evin bu kadar sessiz olduğunu, kardeşinin nerede olduğunu bilmiyordum. Dahası anlatmak istemiyordu. Sanki anlatsa onu kötüleyecektim. Bir şey olduğu belliydi ama onu zorlamayacaktım. Bana gerçekten güvenince anlatacağını biliyordum. Bunun için zaman verebilirdim. Zaten bende en çok olan şey buydu... Zaman.


🔥🔥🔥


Örgütün tesisine uygun hazırlanmam gerektiği için saçımı ve makyajımı yapmak için giyinme odasını kullanmıştım. Yaparken hiç rahat değildim, sonuçta benim değildi. Ama hazırlanmam gerekiyordu. O eşyalar kimin öğrenememiştim. Lakin bir şey biliyordum ki kullanılmamıştı. Agir de ne işleri olduğunu da bilmiyordum. Misafir için bile olsa hangi erkek evinde makyaj malzemesi saklardı ki?


İtfaiyeci beni örgütün olduğu alanın biraz uzağında indirdi ve gitti. Örgütün yerini bile biliyordu artık. Bunu kimsenin öğrenmemesi için her şeyi yapacaktım. Bana yardım etmek istemişti ama buna izin vermemiştim. Risk almak şuan için uygun değildi.


Boş alana doğru ilerledim. Bir sürü ağaç vardı. Hangisindeydi bunu açma girişi. Telefonumu çıkartıp İdil'in numarasını tuşladım. Bugün çarşambaydı ve izinliydi. "Alo?" dedi telefonu açıp.


"Alo İdil merhaba."


"Efendim Alev?"


"Şey neredesin?"


"Tesisteyim ne oldu?"


"Ben yukardayım tesisin girişini unuttum."


"Tamam, bekle geliyorum."


"Tamam."


Ayakta öylece dikilip İdil'in gelmesini bekledim. Yaklaşık bir 3 dakika sonra yerde bir hareketlenme olunca birkaç adım geri çekildim. Açılan gizli kapının merdivenlerinden inerek aşağı varınca karşımda duran İdil kolu tekrar harekete geçirdi ve girişi kapattı. Yanıma gelip kollarını açarak bana sıkıca sarıldı.


"Bizde seni bekliyorduk. Sana harika bir haberim var."


"Lütfen harika olsun. Benim bir an önce Eslem'i bulmam gerek Karadul."


"Konu zaten o. Atlas ve Kartal, Tarık'ın izini buldu."


"Ne? Allah'ım çok şükür. Neredeler?" heyecandan mı telaştan mı bilemem ama ellerim birbirine girmişti.


"Toplantı odasına gitmeliyiz. Serdar Bey kardeşin için suikast planı yapacağını belirtti." Serdar mı? Eslem'i kurtarmak için suikast planı mı düzenleyecekti? Hem de benim için?


"Serdar Bey mi?" diye sordum emin olabilmek için.


"Evet." diyerek başını salladı.


"Ateşini kontrol ettiniz mi?" Gözlerini gülerek devirdi ve sol kolunu omzuma atarak asansöre doğru ilerletti.


"Serdar Bey iyi biri Anka. Bunu zamanla sende farkedeceksin." dedi. Buna ne şüphe!


Asansöre bindik ve en alt katın tuşuna basıp inmeyi bekledik. O an aklıma Kâzım denilen Serdar'ın babası geldi. Ona ne olmuştu acaba?


"Kâzım'a ne oldu peki?"


"Hiçbir şey." dedi omuz silkerek.


"Hiçbir şey mi?"


"O iyi merak etme." Kollarımı birbirine doladım ve göğsümün altında tuttum.


"İyiden kastın ne?"


"Yaşıyor. Ve bu onun için iyi bir şey." dedi. Adamın ağzına sıçtıklarına emindim.


"Ne yaptınız çok merak ediyorum."


İdil sanki hiç zarar vermeye kalkışmamışlarmış gibi esnedi. "Canını yakacak bir şey yapmadık. Yani sağ kolunu dirseğine kadar kestik ve sol elinden iki parmak koparttık. Ha bir de sakal tıraşı yaptık. Orman kaçkını gibiydi. Bunlar can yakıcı sayılır mı?" Yok canım ne can yakması? Bıçak kesiği gibi.


"Hiçbir şey yapmamışsınız cidden."


"Evet, daha beterini düşündük ama Serdar Bey sadece bunu istedi."


"Hı? Serdar Bey mi istedi babasının hem kolunu hem de parmaklarını kopartmanızı?"


"Galiba ondan nefret ediyor."


"Nerede peki o? Hâlâ hücrede mi?"


"Evet. Uyuyordur."


"Uyuyor mu, emin misin?"


"Baygınlıktan uyuyordur veya ölmüştür. İlgilenmiyorum." dedi bir kez daha esneyerek. Bu umursamamazlık da nereden geliyordu? Görende sadece dişini kırmışlar sanırdı.


Aşağı kata inip toplantı salonuna ilerleyecekken bakışlarımı yine çalışan kişilere çevirdim. Sağ tarafta nişancılık çalışmaları sol da dövüş çalışması vardı. "Ben ne zaman eğitim görmeye başlayacağım?"


"Ne zaman istersen?"


"Yarın başlasak olur mu?"


"Haftaya başlarız yarın konserine çalış. Üç şarkı ezberlemen gerek." Ahh bir de daha bar vardı değil mi? Benim tamamen aklımdan çıkmıştı bu. Hiçbirinin sözlerine göz ucuyla bakmamıştım bile. Salon kapısının açılmasını beklerken koridordan yanımıza Atlas yavaş adımlarla ve düşünceli bir şekilde geliyordu. Saçları dağılmıştı, yüzü asıktı. Buna ne olmuştu?


Salon kapısı açılınca üçümüz birlikte içeri girdik. Büyük masada Kartal, Meyra ve Bertuğ oturmuş bizi bekliyorlardı. İdil, Kartal'ın yanına oturup sağ yanağından öptü. Bu sefer Kartal'la benim ortamıza oturmuştu. Atlas aynı ifadeyle Bertuğ'un yanına en sola benim tam karşıma geçti. "Neyin var senin?" diye sordu Meyra. Atlas omzunu silkti. "Malesef hiçbir şeyim yok." dedi. Bunu her iki anlam içinde demişti. Canının neden sıkkın olduğunu anlayamamıştım. Masanın üstündeki dolu olan su şişesini açıp tek seferde bitirdi.


"Bir şey mi oldu?" diye sorduğumda ofladı.


"Galiba hayat beni pek siklemiyor." diyerek mırıldandı.


İdil oturduğu siyah toplantı sandalyesine sırtını yasladı. "Niye böyle düşünüyorsun peki?"


Bakışlarını iç çekerek kaçırdı. Masaya bakıyor parmaklarıyla oynuyordu. "Duru... Onun umrunda bile değilim. Sanki her şey beni ondan uzakta tutmaya çalışıyormuş gibi. Beni görmesi için televizyona çıkmayı düşünsem o gün elektrik kesilirdi kesin." Bu Duru'nun henüz kim olduğunu bilmiyordum ama


"Beden dili öğrendim sırf onunla onun dilinde konuşabilmek için ama bu bile yeterli değil. Hoşlandığı başka biri olduğunu düşünmeye başladım." Onu gerçekten seviyordu. Gözlerinde bunu görebiliyordum. Duru'yu henüz görmemiştim ama... Bir saniye ya? Beden dili mi?


"Beden dili derken? Duru konuşamıyor mu?" Gözlerinin içinde ona karşı büyük bir parlaklık vardı.


"Bir travma geçirmiş. Bir daha da konuşamamış." dedi.


"Bu ona engel olmuyor mu?" Omzunu silkti. Onu düşünürken bile tebessüm etti.


"Bana engel olmuyor."


"Onu gerçekten seviyorsun öyle değil mi?" dediğimde başını salladı. "Seviyorum."


"Tamam o zaman. O burada çalışıyor, bir eğitmen olarak. Belki de iş yerinde ilişki istemiyordur. Sen en iyisi onu yemeğe davet et. Gidin bir restorant da baş başa yemek yiyin. Sana eğer ilgili davranırsa açılırsın. Davranmazsa da bu sefer sen naz yaparsın. Kadının tribi, erkeğin nazı çekilmez. Belki bu sefer bir şeyler olur." diyerek bir tavsiyede bulunduğumda tebessüm etti. Bir süre düşündü.


"Biliyor musun çok zekice. Yarın ya da bir sonraki gün onu yemeğe çıkaracağım. Eğer işe yararsa dile benden ne dilersen." dedi. Onu buna hevesli görüyordum. Duru'nun engeline bile âşık olmuştu ve böyle kişilere çok rastlanılmazdı. Duru, Atlas'dan daha iyisini bulamazdı.


Meyra yandan bir bakış atarak güldü. Ama gülüşü pek de iyi sayılmazdı. "O niye seninle yemeğe çıkmayı kabul etsin?" diye sordu Atlas'a alaycı bir şekilde.


"Niye etmesin? Atlas'dan daha iyisini mi bulacak?!" diyerek ona cevap verdim. Atlas'ın konuşmasına bile izin vermeden.


"Sana ne oluyor? Atlas'la bir kez operasyona gittin diye kendini onun arkadaşı mı zannettin?"


"Ona yardım etmeye çalışıyorum."


"Meyra doğru söylüyor Alev, beni görmezden gelen bir kadın niye davetimi kabul etsin ki?" Sinir krizi geçirmek üzereyken bağırır bir tonla konuşmaya başladım.


"Ya sen tahterevalli misin Atlas!? Kimin yükü daha ağır basarsa oraya kayıyorsun. Olumsuz olursan hayat seni tabii ki de siklemez. Biraz olumlu ol ve evrene pozitif enerji ver. Yarın ona bu teklifi edeceksin. Ve o da kabul edecek. Madem onun için beden dili öğrendin bu eforunu yemekte gösterirsin. İnan bana her kız, ilgili erkekten hoşlanır." Bunu diyende olumsuzlar kraliçesi olan bendim. Asla yapamayacağım şeyleri tavsiye veriyordum. Dışarıya bıkkınlıkla bir nefes verdim. Atlas bana bakarak başını olumlu anlamda salladı.


"Tamam." dedi. Meyra bana bakıyor göz deviriyordu. Benden niye durup dururken nefret ediyordu bilmiyordum ama ben ona aynı şekilde davranmayı düşünmüyordum. Sadece Atlas'ın motivasyonunu bozmasına izin veremezdim. Atlas ondan daha gençti ve âşık olması doğaldı. Meyra gitsin kendi işiyle ilgilensin.


Birkaç dakika sonra salon kapısı açıldı ve Serdar Bey simsiyah giyinmiş bir şekilde yanımıza doğru ilerlerken aynı anda ayağa kalktık. Zamanla ayak uydurabiliyordum. Serdar Bey eliyle oturmamızı işaret ettiğinde bu seferde aynı anda oturduk. Masanın başına geçip oturdu. Ellerini birbirine kenetleyerek baktı hepimize. "Sizi buraya neden çağırdığımı biliyorsunuz." dedi söze başlayarak. Bertuğ uzun bir süre sonra söz alarak, "Ben hâlâ anlamış değilim. Anka'nın aile sorunları niye bizi ilgilendiriyor? O kadar şerefsiz varken onu sevmeyen babasından bize ne?" dediğinde bu sefer yalan söylemek için değil ama göğsümde harlanan ateşi dindirmek için yanağımın içini ısırdım.


"Biz takımız." dedi İdil. "Kardeşi daha çok küçük, elini vicdanına koy öyle konuş. Bir bebeğin ölmesine izin mi vereceksin?" İdil'e tam kendi başıma halledebileceğimi söyleyecekken masada tuttuğum sol elimi destek verircesine tuttu.


"Kendi adına konuş. Bir bebeğin ölmesine tabii ki izin vermem ama kendi takımında olan arkadaşın o adamı öldüremeyecek kadar zavallı." dedi Bertuğ. Ben neyi ne için yapıp yapmadığımı biliyordum. Bunu anlamasını beklemezdim. Karşılık vermek istemedim. Beni sevmeyebilirdi ve bu umrumda değildi. Onun sevgisine ihtiyacım yoktu.


"Kuzgun!" diye bağırarak sözünü kesti Kartal. "Dostumsun demem ağzını patlatırım senin. Anka'yı sevmek zorunda değilsin ama ona hakaret edemezsin. Geçmişini yüzüne vurmamı istemiyorsan kapa çeneni. Anka'nın yardıma ihtiyacı var ve biz ona yardım edeceğiz. Gelmek istemeyen gelmesin, siktirsin gitsin." dedi. Serdar Bey patron olmasına rağmen kızmak yerine Kartal'ın sözlerini işitince dudağı yana doğru kıvrıldı.


Serdar Bey arkasına yaslandı. "Şimdi oylama yapıyoruz. Çoğunluk neye karar verirse ona göre gideceksiniz."


Meyra ve Bertuğ zaten istemiyorlardı. Serdar Bey'in sözünden sonra aralarında gülüştüler. Bize bakarak, "O zaman şansınıza küsün çünkü eşit oy olacak. Üçe üç ve biz gelmiyoruz." dedi Meyra. Başımı hafifçe önüme eğdim. İçimde bir boşluk hissi vardı ve bu canımı sıkıyordu.


Atlas'a dönüp baktım. Bize bakmıyordu, sadece düşünüyordu.


"Bu operasyonda olacaklar el kaldırsın." dedi Serdar Bey.


Ben, İdil ve Kartal aynı anda elimizi kaldırdık. Meyra'nın dediği gibi üçe üçtük. Tarık'ın çevresi çok kalabalıktı onlarla bu kadar az kişiyle baş edemezdik. Eslem'in hayatı için bu operasyon şarttı. Kalp kırgınlığım bana yardım edecek olmamalarından değil bir bebeğin ölmesine izin verecek olmalarındandı. Bu durumun aynısı onlarda olsa gözümü kırpmadan yardım ederdim. Sadece bir oy daha olsaydı hep beraber gidecektik. Ne onlar el kaldırmıştı ne de Atlas.


Bertuğ ve Meyra hallerinden çok memnunlarmış gibi birbirlerine bakıp gülüyorlardı. Ama ben onlara değil Atlas'a bakıyordum. Her şey ona bağlıydı. Eslem'i sadece o bu kadar yakından görmüştü. Bunları göz ardı mı edecekti yani?


"Tekrar ediyorum," dedi Serdar Bey. O da bu operasyonun olmasını istiyordu. Şuan yöneldiği kişi Atlas'tı. Onda bir ışık olduğunu biliyordu. "Operasyona gidecek olanlar el kaldırsın." Üçümüz tekrardan el kaldırdık. Meyra ile Bertuğ'un içi rahattı. Onlar bana yardım etmeyeceklerdi. Beni sevmiyor olabilirlerdi, lakin bir bebeğin hayatı bu kadar mı değersizdi? Onlara sadece acıyordum.


"Kendi işinizin başına dönün. Bizim umurumuzda bile değil senin aile trajedin. Bu senin savaşın, içinde asla yer almam." dedi Meyra. Benden bu kadar nefret ettiğini bilmiyordum. Aslında çok iyi biri gibiydi ama kinimi kazanmıştı. Bertuğ ona hak verirmiş gibi güldü. Onlar gülünce bizde gülmüştük.


İdil ve ben gülümsüyor, Kartal da tebessüm ediyordu. Çok erken konuşmuşlardı. Çünkü beklemedikleri ve farketmedikleri bir şey vardı. Atlas da el kaldırmıştı.


"Ben de varım." dedi.


Meyra ile Bertuğ ona hayal kırıklığına uğramış gibi bakıp şaşkınlıkla donakaldılar. "Delirdin mi sen? Biz onlarla aynı takımda değiliz. Onlar üç biz üç suikastçıyız. Onlar rakiplerimiz. İndir elini!" dedi Bertuğ öfkeyle. Atlas indirmedi. Ayağa kalktı. Ona minnetle tebessüm ederken eliyle beni işaret etti.


"Benim hayatımı kurtarmıştı. Ona bir can borcum var ve bunu kardeşi için yapacağım. O bir bebek. Ölmeyi haketmiyor." dediğinde gözüm bu yaptığı iyilikle doldu. Meyra sinirden kıpkırmızı kalmış bir şekilde "Otur şuraya Atlas. Yanlış kişilerin yanındasın." diye bağırdı.


"Haklısın." dedi Atlas. Onun aklına geçebildiklerini sanıp sırıtırlarken Atlas olduğu koltuktan ayrıldı. Nereye gittiğine bakarken masanın etrafını dolaşıp sağımdaki boş koltuğa geçip oturdu. Meyra ve Bertuğ ondan bunu beklemiyormuş gibi bakarken Atlas, "Şimdi doğru kişilerin yanındayım." dediğinde içimde tutamayıp gülümsedim ve ona doğru dönüp boynuna sarıldım.


"Teşekkür ederim." diye mırıldandım sadece onun duyabileceği bir şekilde. Sonra da geri çekildim. Doğru kararı vermiş olduğunu düşünüyordu.


Bertuğ ayağa kalktı, o kalkınca Meyra da kalktı. "Bu tamamen saçmalık. Ben o operasyona gitmeyeceğim."


"Oy kullandınız. Demokrasi yaptık, eğer operasyona gitmezseniz yasaları çiğneme suçundan kovulursunuz." dedi Serdar Bey.


"Bunun bedelini ödeyeceksin Atlas. Sana bunun bedelini ödeticeğim." diyerek bağırdı ve hızlı adımlarla kapıya doğru ilerledi Bertuğ. Meyra da onun peşinden gitti. Serdar Bey onlar daha kapıya yaklaşırken "2 saat sonra otogarda olun!" dedi. Serdar onların patronu olduğu için isteselerde istemeselerde geleceklerdi. Kapıdan çıkıp gittiler. Hepimiz Atlas'a minnetle bakarken o diğerlerini düşünüyor gibiydi.


Kartal ayağa kalkıp onun yanına ilerledi ve ayakta durup omuzlarından sıktı. "Sen doğru seçimi yaptın kardeşim." dedi.


Atlas başını kabul edercesine salladı. "Evet, biliyorum."


"Kartal," diyerek seslendi Serdar. Kartal ona bakınca, "Sana az sonra koordinatları göndereceğim. Ne yapacağınızı zaten biliyorsunuz. O bebeğe zarar gelirse gördüğünüz herkesi öldürün." deyip ayağa kalktı.


Kartal başını salladı. "Anlaşıldı efendim"


Serdar Bey salon kapısına doğru ilerlerken duraksayıp bize baktı. O sırada İdil de yanımıza gelmişti ve Atlas'a sarılmıştı.


"Çocuklar," Hepimiz ona dönüp baktık. "Dikkatli olun." dedi. Sonra da salondan çıktı.


...


Bölümün heyecanını yarıda kestim. Çünkü ben kötü biriyim Kxhjhxjshxjsxn Her neyse umarım bölümü beğenmişsinizdir. Daha çok AgAl sahnesi vardı ama zaten öyle olmalı da. Diğer bölümde görüşmek üzere.


Sorular;


1. Şuana kadar favori iki karakteriniz kim? 💞


2. Sizce diğer bölümde neler olabilir?🤔


3. Atlas ve Duru'nun ilişkisi olabilir mi? Olsa nasıl olur?🤠


4. Agir ne sır saklıyor olabilir?😣


5. Okumaktan en keyif aldığınız sahne hangisi?💜


Bunları soruyorum çünkü işsizim. 👍


Bu arada nedense ben Agir ve Alev'in sahnelerinde daha iyi betimleme kullanıyorum. Diğer türlü hem örgüt hem de barda sadece diyalog var. 👻


Loading...
0%