Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Bölüm Yıkılan Hayaller

@darklightssx

(Yorum yazmayı ve oylama yapmayı unutmayın... iyi okumalar ♡♡♡)


Şarkılar;


Yıkılmam Asla- Ayça Özefe


Blank Space- Taylor Swift


Yanarım- Karlos Yaren


(Yer-mekan isimleri ve olaylar hayal ürünüdür. Gerçeklikle bir alakası yoktur. Kısacası tamamen sallamadır.)


'İyi görünen hiçbir masalın sonu gerçekten iyi bitmezdi. Tıpkı fiziken gülen ama ruhen bitik insanlar gibi.'


5 ay sonra


Karanlığa ait hissediyordum kendimi. Karanlığı seviyor, onunla bir bütün oluyordum. Kimisi korkunç ve ürkütücü olduğu için korkar, kimisi de yalnız kalabilmek ve düşüncelerini duyabilmek için severdi. Zaten insan zihninden geçen her düşünce karanlıkta meydana çıkar. 'Ölsem kim üzülür? Artık yaşamak istemiyorum. Bu hayattan bıktım! Günah olmasa yapacağım ilk şey kendimi öldürmek.' gibi derin düşünceler. Karanlığın sevdiğimiz yönü daha da ürkütücüydü belki de ama kim ne yapabilirdi ki? Her zaman hakkımıza el koyan aile üyelerimiz buna da mı karışırdı?


Telefonumdan müzik açmıştım, kapıyı kilitleyip yatağıma sırt üstü uzanırken yaşadığım çoğu şey film şeridi gibi önümden geçiyordu.


İlk şiddete maruz kaldığımda hiç unutmam, daha dört yaşındaydım. Tarık çay istemişti, ben de hevesle bardağı tutuyor gülerek ona götürüyordum. Bardak ağırdı ama o yaştaki aklımla babamı mutlu etmek istemiştim. Gururlanmasını istemiştim. Bardağı her gün gazete okuduğu siyah tekli koltuğa kadar getirdikten sonra annemin yerleri sildiğini unutup kaymıştım ve dizlerimin üstüne düşmüştüm.


Canım acıdığı için ağlarken Tarık ayağa kalktı. Beni kaldıracağını, iyi olup olmadığımı soracağını sanacak kadar küçüktüm.


Sol kolumdan tıpkı bir çöpmüşüm gibi tuttu ve bana ilk hokkalı tokadı attı. Ben yere düşerken elimdeki bardağın içindeki çayda hem üstüne hem gazeteye dökülmüştü. Elimi korkarak sağ yanağıma koydum. Çok korkmuştum, bu acının ne olduğunu bile bilmiyordum daha. Ama ağlamıştım, hem de çok ağlamıştım. Şevkatli baba sarılmasına ihtiyacım varken o yaşta tokat ve hakaret yemiştim.


Kendimi suçlamıştım, 'Annem yerleri sildiğini söylemesine rağmen basmamalıydım.' ya da 'Babam bir daha yapmayayım diye bana vurmuştur. Beni düşündüğü için.' gibi kendimi avutacak düşüncelerle küçük yaşta kendime yalan söylemiştim. Ne kadar da masumdum...


Kim bilir o gün tokat atmak yerine bana yardım etseydi veya öpse ya da sarsaydı şu an hangi konumda olurduk? Hayatımız böyle olmazdı, mutlu bir aile olurduk.


Bu yaşadığım olaya saçma bir şekilde kahkaha attım. Sanki çok komikmiş gibi. Ellerimle ağzımı kapatarak gülüyor düşünüyordum. 'Ya o bardağı hiç taşımamış olsaydım.' Çocukluğumdaki Şirin karşımda olsaydı ona sımsıkı sarılırdım. Ona hiçbir şeyden korkmamasını, cesur olmasını söylerdim. Ama artık çok geçti. Yapacak hiçbir şey yoktu. Hayatım kara bir delikten ibaretti ve ben çoktan içine düşmüştüm.


Eslem'in saçını okşadım ve yanağından öptüm. Daha konuşamıyordu ama ağzını oynatabiliyordu. Annem öğrenebilmesi için Eslem'e anne demeyi öğretiyordu. Mahlas ağabey demesini istiyordu, ben ise abla. Kim bilir belkide ilk önce bana hitap edeceği kelimeyi söylerdi. Abla demek zor bir kelime değildi. Mahlas sürekli üç harf, dört harften daha basit derdi. Ama çoğu bebek farklı iki heceden oluşan anne kelimesini, aynı iki heceden oluşan baba kelimesine tercih ederdi. İlk kelimesi ne olursa olsun beni sadece mutlu eder, gözümden mutluluk gözyaşı akıtırdı.


Eslem kahverenginin daha açık tonu olan gözlerime bakıp tatlı tatlı tebessüm ederken sağ elimle ipek gibi kahverengi saçlarını okşadım. "Söz veriyorum, her şey çok güzel olacak. Senin için her şeyi yapacağım... Abla sözü." Bana bakan yeşil gözlerine kendimi kaptırdığım oluyordu. Gözleri yemyeşil olan tek kişiydi. Keşke ben de yeşil ya da ela gözlü olsaydım da o adamın gözlerini almasaydım.


Odamın kapısı art arda üç kez tıklatıldı. Doğrularak telefonumda çalan Taylor Swift'in Blank Space şarkısını kapattım. Eslem'in üstünü örttükten sonra kapıya doğru, "Kim o?" diye seslendim.


"Kapıcı İbo? Evde bir tek biz varız akıllı!" diyen Mahlas'ın sesini duyunca gözlerimi devirdim ve güldüm. En azından Tarık değildi, o yüzden rahat bir nefes verdim. Kapının kilidini açtım ve bana doğru bakan yeşilimsi ela gözlerine bitkin halimle baktım. Saçının uzun olmasını sevmiyordu ama fazla kısa da sevmiyordu. Kumral Clark Kent modeli.


Hava ılık olduğu için kısa kollu mavi tişört giymişti. Kaslarını gözüme sokarcasına belli ettiriyordu. Sert olmayan vücut hatları vardı. Kendisini çok beğenirdi, ki bunun için çok sebep vardı.


"Ne oldu?" diye sordum umursamaz bir şekilde.


"Ne, ne oldu? Gelemez miyim? Ağabeyin olarak buna hakkım yok mu?" Benden sadece bir şey istemek için kapımı tıklatırdı. Diğer türlü bodoslama odama dalardı. Alıştığım için kapımı kilitliyordum.


"Sen beni odana aldın mı hiç?" atarlanarak ellerimi belime koydum. Çocukça bir hareketti. Alaycı bir şekilde kaşlarını çattı. Odası hemen benim odamın karşısında koridorun bitişiğindeydi.


"İstemedin ki? Eğer isteseydin izin verirdim. Hem bazen canım sıkılıyor. Uğraşacak bir bahanem olur." deyip dudaklarına sıcak bir gülümseme takındı.


"İstedim."


Yağmurlu ve gök gürültülü bir gece ilk kez uyku tutmamıştı beni. İnternet en iyi onun odasında çektiği için sesten dolayı uyuyamayıp korkan Eslem'i de alıp Mahlas'ın odasına gitmiştim. Ama şehzade hazretleri izin vermemiş sadece Eslem'i almıştı. Ona telefonundan Kukuli açmıştı. Eslem bu çizgi filmi seviyor, izlerken gözleri parlıyor, tebessüm ediyordu.


"Demek ki o ara canım sıkılmamış." dedi alayla gülerek.


Kollarımı oflayarak göğsümün üstünde birbirine bağladım. "Ne istiyorsun Mahlas?"


Kaşlarını çatıp gözlerini kıstı. Yalandan bir öksürmeyle, "Senin yanına sadece bir şey istemek için mi geliyorum ben?" dedi. Evet öyleydi. Ya sıkılıp bulaşmak için ya da bir şey istemek için. Klasik ağabey özelliği.


Benden sıcak bir tavır alamadığı için vazgeçti ve konuyu sadede bağladı. "Az önce bir numara aradı, tuvaletteydim açamadım. Sende kayıtlı mı?" Ansızın ciddi olamayıp güldüm. Gerçekten çok sinir bozucuydu. Onu ondan daha iyi tanımama rağmen illaki ortaya yalan katacaktı.


"Kendini masum duruma koymaya çalışma. Tuvalette telefonla konuşmaya bayılırsın sen."


Şaşkınlıkla kıstığı yeşilimsi ela gözlerini açtı. "Sen, tuvaletteyken beni mi dinliyorsun kıvırcık lahana? Öyle bir şey yok."


Bütün evi inlettiği için her şeyi biliyor ve dinliyordum. Bana kül yutturamazdı. Kulak misafiri oluyor, olayın konusuna kadar hakim oluyordum. Aslında niyetim özel hayatını öğrenmek değil kız arkadaşı var mı onu öğrenmekti. Lanet adam yakışıklı olmasına rağmen bekardı. Evlenmesini istemiyordum ama bazen görmeye bile tahammül edemiyordum. Zorba bir ağabeydi Mahlas.


"Ne zamandan beri? Daha dün Doğan ağabey ile konuşmadın mı? Mrg sonuçlarını istedin." Bunu biliyor olmamı şaşırmış ve kızmış gibi kaşlarını çattı.


"Sen onun adını ve konuyu bilecek kadar mı dinledin beni? Elimde kalacaksın ha!" Söylediği şeyleri alayla ağzımda yuvarlayarak tekrar ettim. Bana hiçbir şey yapamazdı. Ama bu huyumdan nefret ediyordu. Sözlerini tekrar etmem en sinirlendiği şey olabilirdi. Aslında hakkı vardı. Şahsen bana yapılsa ben de sinirlenirdim.


"Şirin!" Sıcak bir tebessüm ederek güldüm.


Cebinden telefonu çıkarırken beklemediği bir anda sol belinden gıdıkladım. Gıdıklamamla refleks olarak sendeledi ve yerinde zıpladı. Kendini kurtarmak için geriye doğru adım attı. Büyük bir kahkaha attım. Bana doğru öldürücü bakışlar sergileyerek gelirken kapıyı kapatmaya yeltendim. Tam kapatacağım sırada tutmuştu. Güçlü olduğu için milim oynatamıyordum. Ayağını kapının aralığına soktuğunda işimin bittiğini anladım.


Galiba ben kaşınmıştım...


Ayağını koyduysa kapıyı her türlü açardı. Arkasından çekildim ve koşarak yatağıma zıpladım. Eslem'e sarılarak gülerken elime korunma kalkanım olan yeni aldığım pandalı kılıflı yastığımı aldım. Mahlas kapıyı kapattı ve olası bir durum için kilitledi. Eslem gülerken ona göz kırptı. Sonra yatağın benim olduğum tarafına geçti. Yastığımı önümde tutmuş gülüyordum.


"Uzak dur, düşman! Benim belimden tikim yok." Sinsice güldü ve yatağa çıktı.


"Seni belinden gıdıklayarak öldüreceğimi kim söyledi?" Bakışları kırmızı çoraplı ayaklarıma dönünce çığlık attım. Bir anda dizlerimin üstüne çıkmış ayaklarımı gıdıklamaya başlamıştı. Bu komik değildi! Hem de hiç değildi. İşkencenin en beteriydi.


Gülüyordum ama bu ister istemez sinirim bozulduğu için çıkıyordu. Bağırıyor sırtına vuruyordum. "Yapma!" diye bağırıyordum ama umrunda değildi. Ayaklarımı kurtarmaya çalışıyor onu yolmayı düşünüyordum. Doğrularak oturdum ve iki elimle de belinden cimcikledim. Cimciklememle götüne şişe sokmuşum gibi ayağa fırladı.


Kalkar kalmaz benden uzaklaşması için tekmelemeye başladım. "Kaç yaşında adamsın! Otuzuna geçeceksin dört ay sonra. Ayıp değil mi?" Ayaklarımdan yakalayıp falakadan farksız bir şekilde gıdıkladı. Çığlık atıyor, haykırarak gülüyordum. Ayağımdan tikim olduğu için en ufak bir dokunmada birine tekmeyi basardım. Kendimi tutup gülmemeye çalışıyordum. Ama ister istemez canım acıyordu. Ama can acıtıcı bir şey değildi.


Eslem bize bakarak tebessüm ediyordu. "Mahlas!" En son içimden vahşi bir canavar çıkmıştı. Yastığımı yüzüne fırlatmış ayaklarımı kurtarmıştım. İkimizde nefes nefese kalmıştık. "Numara işin bahanesiydi değil mi?" diyerek saçımı önümden çekerek kızarmış bir şekilde baktım terleyen yüzüne. Zaten kıvırcıktım, ateş basıyordu şu an tüm bedenimi. Sağ bileğimdeki siyah lastikli tokayla kabaran saçlarımı yapabileceğim en düzgün şekilde arkada topuz yaptım. Canı sıkılmıştı ve aklı sıra benimle uğraşıyordu.


"Hangi numara?" dediğinde elimle oflayarak alnıma vurup kafamı yatağa yasladım. Daha yeni jeton düşmüş gibi ampulü yandı. O da yorulmuş mavi tişörtü ıslanmış, leş gibi terlemişti. "Hee! Telefon numarası, bir an başka bir şey dedin sandım. Aslında gerçekten konu oydu. Aklımda herhangi bir savaş yoktu. Sen başlattın. Beni sen kışkırtıyorsun." Dışarıya doğru bıkkın bir nefes bıraktım.


"Çocuk gibisin. Eslem bile senden daha olgun." dediğimde güldü. Ayağa kalkıp Eslem'in yanına geçti.


"Küçük prensesimi de eğlendiririm ben! Yeterki sana çekip sıkıcı biri olmasın." Yatağın yanındaki beyaz, çekmeceli ve üstünde klasik okuma kitaplarımın olduğu komodinin duvar tarafına koyduğum sürahiyi alıp kendime su doldurdum. Boğazım bağırarak kurumuştu. Buz gibi olmasa da su boğazımı rahatlatmıştı.


"Sen sakın ablana çekme tamam mı? Baksana çok çirkin. Bana benzersen çok güzel olursun. Bütün erkekler peşinden koş-" sözünü tamamlamadığında güldüm. Boğazını temizledi. "Vazgeçtim ablana benze. Sakın güzel olayım deme, seni vermem kimselere." deyip Eslem'in ayaklarını ağzına koyup gıdıkladı. Ben de o sırada göz devirmiştim.


Lisede sıska bir çocuk bana çıkma teklifi ettiğinde gecenin köründe onu dövmeye gitmişti. Ağabeyim bana çok bağlıydı. Ne kadar kavga edersek edelim bir saç telim koptuğunda kendisine çok yüklenirdi.


Çocukken beni dövdüğünde ağlardım. Susmam için beni yine döverdi. Sonra, "Bebek misin lan sen?" deyip beni bir de alay ederek döverdi. Ama bunları yaparken ciddi değildi ve Tarık'ın yaptığı gibi ruhuma hasar vermemişti. Beni güçlendirmişti, bana daha çocukken dövüşmeyi öğretmişti. Büyüyünce canımın hiç yanmadığını aksine Mahlas'ı ne kadar da sevdiğimi anlamıştım.


Mahlas'dan ne kadar kabul etmek istemesemde çok iyi bir baba olurdu. O çocuklarını mutlu edebicek her şeyi yapardı. Bu kabiliyeti onda görebiliyordum. Tarık'ın ona vermediği, göstermediği sevgiyi kendi çocuklarına misliyle gösterirdi. Çünkü kardeşi olmama rağmen bana bile göstermişti. Ağabeyimi çok seviyordum.


Fiziksel yaralarımı doktorluğundan faydalanarak kapattığı gibi ruhsal yaralarımı da varlığıyla kapatıyordu.


"Telefonu aldım." Benimle ilgilenmiyormuş gibi cevap vermeyip duymazlıktan geldi. Ona döndüğümde bana olan bakışlarını yakaladım. Farkettirmemeye çalıştıkça farkettiriyordu.


Ahh ahhh!


"Şifreyi biliyor musun?" dediğinde dalga geçercesine güldüm.


"Bilmeyende yapar."


"Ukala."


Şifresi sayılardan oluşuyordu. '12345' kilidi açtım ve telefon rehberine girdim. Doktor asistanı olmuştu, onca şey ezberlemişti ama bir türlü koyduğu şifreyi ezberleyemiyordu. Bir yere not falan almasını söylüyordum ama yazdığı yeri de unutacağını söyleyerek dünyanın en basit şifresini koymuştu.


Telefonundaki numarayı kendi telefonumdaki rehbere yazdım. 053784833**


Numara ben de kayıtlıydı ve o kişi beni gerçekten sinirlendiriyordu. Ağabeyimden uzak durmaya niyeti yoktu. 'Doktorun hastasıyız!' Gıcık şey! Barda o kadar erkek varken yalnız bir gün gelen birine nasıl âşık olmuş olabilirdi?


"Kayıtlı mı sen de?"


"Hayır, tanımıyorum. Boşver açma. Zaten gerek yok. Hem açıp ne yapacaksın? Konuşacak mısın? Olmadı buluşacak mısın? Evlenecek misin? Bunu yapmazsın! Evlen ama onunla değil." Yüzüme bir deliye bakar gibi bakıyordu. Böyle anlarda abartılı derecede saçma ve hızlı konuşurdum. Kıskanma ve sinirlenme karışık.


"Ne saçmalıyorsun sen?" diye sordu.


"Off! İdil'i hatırlıyor musun?"


"Hangi İdil?" Neden her şeyi bu kadar zorlaştırmayı seviyordu? B12 eksikliğinden fazlası vardı bu adamda ve bir doktor olarak buna önem vermiyordu!


"Kaç tane İdil tanıyorsun?"


"Hiç!" Yüzümde belirli bir tebessüm oluştu.


"Oh iyi, o zaman unut gitsin." Eğer hiç tanımıyorsa yapacak bir şey yoktu.


Vah vah, gerçekten çok üzüldüm.


Bir bardak daha su doldurdum ve içtim. Bu aralar boğazım hemen kuruyordu. Bardağın içinde iki damlacık su kalmıştı. Gram düşünmeden o iki damlayı Mahlas'ın yüzüne döktüm. Gözlerini kapattı ve sabır diledi. Her şey normalmiş gibi sakin bir şekilde ayağa kalktı. Eslem'in olduğu bölümden benim yanıma doğru tebessüm ede ede yürüdü. Sadece iki damlacık için beni öldürmeyecekti değil mi?


"İki damla sadece. Kurumuş bile."


"Beni ıslattın."


"Lan iki damla! Sen bana dolu bir bardağın hepsini boşaltıyordun!" Bağırarak güldüm sinirle.


Masum bir şekilde yere çömeldi. Hareketleri şüpheliydi, ne yapacağını tam olarak kestiremiyordum. Tam kaçmak için ayağa kalkacakken beni durdurdu ve geri yatırdı. Sonra olanlar ise tam bir savaştı. Mahlas yarısına kadar dolu olan sürahiyi önce yüzüme sonra da üzerime dökmüştü. Ağzım açıkta kalmıştı. Ben ona sadece iki damla dökmüşken o bana sürahiyi boşaltmıştı.


Sinirden çığlık atarak bağırdım. Kulaklarını kapatarak bir çocuk gibi kaçtı ve odadan çıktı. "Allah'ın belası! Yatağımı niye ıslatıyorsun! Üstüme bir varil dolusu su dök ama yatağımı ıslatma! Bu bir savaş ilanıdır Mahlas Asena. Artık kork benden!" diyerek bağırdım.


"Tabii efendim!" diyen alaycı sesini duydum ve kapıyı kapattım. Pisliğin tekiydi.


Kapının arkasına yaslandım ve sağ elimle kilitledim. Sırılsıklam kalmıştım, geldiği gibi dağıtmıştı beni. Bakışlarımı Eslem'e çevirdim. Ağzı açık bize gülüyordu. Tebessüm ederek ıslanmış mı diye bakmak için yanına gittim. Saçına su gelmişti, dolabımdaki havluyu alıp saçını kuruttum. Alnından ve burnundan öptüm. "Minik nohutum benim." Onu her öptüğümde yüzünde tebessüm oluyordu. Çok güzeldi. Gördüğüm en güzel bebekti. Hayatı da güzel olacaktı. Çünkü sadece onun için çabalayacaktım.


Yolun daha başında sayılırdım. Hem Mahlas'da yardım ediyordu. Parasını artık bankaya yatırmıyor nakit olarak alıp saklıyordu. Köprüaltı barında solist olduğumu sadece o ve annem biliyordu. İkiside bana destek olmuştu. Ama bir o kadarda bu hayalim imkansız gibi geliyordu bazen.


İlaç parası 1 milyon dolardı. Beş aydır toplam kazandığım para yüz elli bindi. Ulaş Bey bana her geçen gün zam yapmıştı. Ve bu şekilde daha hızlı oluyordu. Ama yine de zordu. İlaç parasını toplamam için daha altı yıl çalışmalıydım. Neden insanlar bu kadar vurdumduymazdı ki? O kadar parayı kim nasıl bulabilirdi? Parayı ağaçtan toplayıp sepete eklemiyorduk. Bir doz ilaç bir çocuğun hayatıydı. İyilik amaçlarına farkında olmadan onlar bile cinayet işliyordu.


Bu birkaç ayda Aren ve diğerleriyle çok yakınlaşmıştık. Arkadaş olmuş kendimize mesajlaşma grubu açmıştık. Aren benimle çok ilgileniyordu. Bu ilgisi hoştu ama yanlış bir şeyler varmış gibi beni huzursuz ediyordu. Ona Eslem'den bahsetmiştim. Daha çok zam almak için değil bu yola girme hedefimi bilmesini istemiştim. Benimle gurur duyduğunu ve hep yanımda olduğunu söylüyordu. Bunun için ona hep minnettar kalacaktım.


Miray artık onunla sevgili olmamı istemiş beni darlamıştı. Aren yakışıklı, romantik, hoş biriydi ama ben ondan sadece etkilenmiştim. Bu aşk değildi. Daha önce âşık olmamıştım. Olsaydım bu hissi hemen tanırdım. Hissederdim. Kitap okurken nasıl âşık olduğumu hissedebiliyorsam bunu da hissederdim. Ve ben ona karşı kalbimde sadece sempati besliyordum. O iyi bir arkadaştı. Bora, Eymen, Gökay gibi o da arkadaşım olarak kalacaktı. Hareketleri hoştu ama fazla romantik davranıyordu. Cana yakın biriydi yalnız fazla ilgi duyuyordu. Bencil olmak istemiyordum ama fazla ilgi beni boğuyordu. Ben Aren'e âşık değildim, onun da yanlış duygulara kapılmasını istemiyordum.


Sevgi ve aşkın farkı da buydu işte.


Sevginin sınırı yoktu. Bir hayvanı da sevebilirdik bir bitkiyi de. Aşk ise sınırlı bir kavramdı. Kalbin yalnız tek bir kişi için tutuşur, alev alırdı. Sevgiyi anlatacak bir sürü kişi varken, âşık olan kişinin kalbinde ve hayatında tek bir kişi olurdu. Tek bir kişi orada taht kurabilirdi.


Ben de bir gün âşık olmak isterdim elbet. Ama beyaz atlı prens beni anca yavaşlatırdı. İhtiyacım olan sadece siyah atlı bir şövalyeydi. Beni hedefimden alıkoymayıp destek olacak, alevimde tutuşacak ve bunun için isyan etmeyecek bir şövalye.


Alevlerimden kaçmayacak ya söndürmeye çalışacak ya da benimle yanacaktı.


🔥🔥🔥


"Hadi bir daha! Şirin daha içten, daha duygulu söyle. Mikrofonu iyice kavra, yaklaş, bağır! Sesin hiç duyulmuyor." Kendimi sıkarcasına derin bir iç çektim. Şarkının en duygulu yerinde sesimin alçak olması gerekiyordu zaten. Yeterince duygu katıyordum bana neyi nasıl yapacağımı öğretmesine gerek yoktu.


Hemen hemen dört saattir prova yapıyorduk. Söylediğim ve çaldıkları şarkıda basit bir şarkıydı ama Ulaş sürekli kesip duruyordu.


"Yanlış bir şey yapmadığımız sürece sözümüzü kesip durmayın." dedim sürekli şarkıyı ve sözümü kesen Ulaş Bey'e.


"Ben menajerinizim Şirin. Sizin için çabalıyorum burada." Sadece bağırıyordu. Hepimiz bunun farkındaydık ama neden bilmiyorum sadece ben kafa tutuyordum. Erkekler el bombası gibilerdi. İpleri çekilmediği sürece hiçbir tehlike veya olay yaratmıyorlardı.


"Hadi, Gökay sendeyiz." Gökay bagetleri bilmem kaçıncı kez birbirine vurduktan sonra sol davuldan başlayarak ritmi başlattı. Ondan sonra Eymen giriş yaptı. Tuşların yerini hissedercesine basıyor, sesi kalbinde yaşıyordu. Onunla bol bol konuşma fırsatı bulmuştum. Piyano çalmak hayatındaki her şeyden daha önemliymiş gibi ona bağlıydı. Hâlâ bana tuhaf bakışlar sergiliyordu ama alışmaya başlamış gibi kısa da olsa muhabbet ediyorduk.


Aren ve Bora aynı anda gitarlarıyla müziğe girdiklerinde kendi sıramı bekledim. Bazen ritmi kaçırdığım için içimden süre tutuyordum.


'...12, 11, 10, 9, 8, 7, 6, 5, 4, 3, 2, 1.'


Aren ve Bora aynı anda iki kez la notasını çalınca sözleri söylemeye başladım.


"Bana aklımla başım arasındaki mesafe kadar yakınsın


Sen bana aklımla başım arasındaki mesafe kadar da uzaksın..."


"Biraz daha kısık ses Şirin." Şarkıyı bölmemek için içimden kendime sabır diledim. Ulaş Bey'i dinlemedim ve kendi bildiğim bir şekilde devam ettim şarkıya. Aynı ton, aynı ritim, aynı ses.


"Sen bana haramsın , tövbe tutmaz iflah olmazsın sen asla


Sen benim kanayan yaramsın kabuk bağlamazsın kanarsın..." mikrofonu yerinden çıkardım ve ayağımı yere vurarak Gökay'ın ritmine ayak uydurmaya başladım.


"Tamam güzel, bundan sonra biraz bağır." dedi Ulaş.


Allah'ım lütfen bana dayanma gücü ver.


Amin!


Sustum, nakarat kısmını bekliyordum. Aren ve Bora gitarlarını çalarken ben art arda yutkunuyordum yoksa sinirden patlayacaktım. Bu dokuzuncu provamızdı. İlk yaptığımız provadan hiçbir farkı yoktu. Tek fark ilki kadar sabırlı olmadığımdı. Ulaş boş konuşuyordu.


Aren yanıma gelip kulağıma yalnız benim duyabileceğim bir şekilde fısıldadı. "Biraz daha dayan. Az sonra bitecek, sakin olmaya çalış." Gözlerimi kapatarak dışarıya bir nefes daha verdim. Bu sinirle verdiğim bininci nefesti. Herkesin bana karışma hobisi vardı sanki.


Aren'e dönüp, sadece onun değil diğerlerinin de duyabileceği bir tonda, "Sen demesen ortalığı birbirine falan katacağımı mı düşünüyorsun? Ben neyi ne zaman yapabileceğimi bilecek kadar olgunum Aren. Bana tavsiye vermenize ihtiyacım yok." dediğimde başını sallayıp somurtarak yerine geçti. Sinirimin taşmayı bekleyen sabrımdan olduğunu bildiği için ellerini havaya teslim olurcasına kaldırıp adımlarını geriye doğru attı.


"Tamam, galiba sinirlendin." dedi gitarını çalmaya yeniden konsantre olarak.


"Galibayı o cümleden çıkar."


"Hiçbir şey demedim say." Zaten Ulaş yüzünden ellerim ayaklarım titriyordu. Bana neyi nasıl yapacağımı küstah tavırlarla öğretmesine ihtiyacım yoktu. Önüme geri dönerek sadece Gökay ve Bora'ya dikkat verdim. Şarkının ilk kısmını bitirmişlerdi. İkinci parçaya geçerlerken sabırla bekliyor, ayaklarımı yere vurmaya devam ediyordum.


"Şirin! Şarkıyı kaçırdın! Dikkatin nerede senin? Şarkıya odaklansana!" Bakışlarım keskin bir şekilde Ulaş'ın koyu kahverengi gözlerine gitti. Bana kaşlarını çatmış bakarken susmayı tercih ettim. Yoksa iyi şeyler olmayacaktı.


İçeride kal Alev! Her yeri yakıp kül etmek istemiyorsun.


"Daha söz kısmına gelmedik Ulaş ağabey." dedi Bora. Ona dönerek sıcak bir tebessüm ettim. Aralarında bir tek ona gerçekten ısınmış olabilirdim. O beni savunuyor, kolluyordu. Diğerleri öyle bakıyorlardı sadece. Korktukları ne vardı anlamıyordum. Umursamazlık mıydı onları geri çeken yoksa bıkkınlık mı?


"Sizi denedim sadece. Dikkatinizi verin!"


Gözlerimi devirerek avucumdaki mikrofonu sıktım. Böyle olması artık rahatsız ediciydi. Kendimi niye hiç tutamıyordum. Tek bir sözde Alev dışarıya çıkacaktı. Ki şu an o pencere aralanıyordu.


Rahatlamaya çalıştım. Sonuçta müzik grubuyuz hata yapmamamız gerekiyordu. Belki Ulaş'a fazla yükleniyordum. O kendi işini, biz kendi işimizi yapıyorduk. Aren ve Bora tekrardan şarkının nakaratına girmem için üç kez la notasını çaldıklarında mikrofonu dudaklarıma yaklaştırdım.


"Kanarım kanarım kanarım ateşlere yürürüm yanarım


Kül olurum savurup denize yağmurlara karşı yağarım oy oy oy"


Ulaş kollarını birbirine dolayarak ben sözleri söylerken başını aşağı yukarı sallamaya başladı. İlk kısmı bitirince yukarı baktım ve ben de başımı ritimle sallayarak konsantrasyonumu bozmamaya çalıştım.


"Tonlamalarını yavaş söyle, tehditkar bir ses çıksın içinden. Hadi ama marifetlerini biliyoruz. İstesen sahnenin tozunu dumana katarsın. Sen parlıyorsun ve halkın dikkatini çekiyorsun Şirin. Ne yapacağını biliyorsun, o yüzden kendine gel artık!" Söylerken ağlayayım mı bunu mu istiyordu?


"Çok haklısınız." dedim ona katılıyormuş gibi başımı aşağı yukarı sallayarak.


Ardından gözlerim tehditkar bir ifadeyle onun gözlerini buldu. "O yüzden neyi nasıl yapacağıma karışmayın! Çünkü ben şarkı söylemeyi de biliyorum bunu yaşamasını da. Eğer bilmiyor olsaydım ne ben burada olurdum ne de beni dinlemeye gelen insanlar. Bu bir yetenekse yetenek. Kendi bildiğimden başka bir kişiyi dinlemem. Hele ki o kişi emir kipi içeren cümleler kullanıyorsa, asla! Sahnede parlamayı da bilirim sahneyi patlatmayı da. O yüzden rica ediyorum bana karışmayın." Ulaş'ın bana attığı bakışlarında hem öfke hem de şaşkınlık vardı. Onlar Alev'le yeni tanışmıştı. Bana hep Şirin gözüyle bakmışlardı. Her insanın bir sınır çizgisi olurdu. Ben fazla bile dayanmıştım. Sırf saygısızlık olmasın diye yaşadığım onca haksızlığa çok susmuştum.


Aren'lerin ve Ulaş'ın bana nasıl baktığı umrumda bile değildi, ne benim ne keyfimin ne de kâhyasının. Bora beni sakin olmam için dürttü. Soğuk bir su içerek kendime geldim.


Şarkının ilk yarısını bitirmiştik ama Ulaş bir şey dememişti. Sabahtan beri zaten prova alıyorduk. Keşke ona bunları daha önce söylemiş olsaydım da bu kadar yorulmasaydık. Siyah pantolonumun arka sağ cebimdeki telefonu çıkararak saate baktım. Saat tam 17:00'i gösteriyordu. Miray hâlâ gelmemişti. Birkaç gündür sürekli gecikiyordu.


Telefonu cebime geri koyacağım an titremeye başladı. Ekranı çevirip kimin aradığına baktım. Arayan kişi sıkkın olan canımı daha da sıkmıştı. 'P*ç arıyor...' umursamadım ve telefonun kenarındaki kapatma tuşuna basarak aramayı kapatıp cebime geri koydum.


"Kim arıyor?" dedi Aren. İç sesim 'p*ç!' diye yanıtladı.


Onlara Tarık'tan bahsetmemiştim. O adamı iyi birisi olarak biliyorlardı. Yalan söylemiştim. Çünkü bana yardım etmelerine ihtiyacım yoktu. Bunu bir şekilde kendim hallederdim. "Mühim birisi değil. Eee ne yapıyoruz? Provaya devam mı yoksa-" sözümü bitiremeden cebimdeki telefon birkez daha çalmaya başladı.


"Bak istersen." Telefonu cebimden çıkardım ve öfke dolu adımlarla odadan çıktım. Koridorda siyah duvara yaslanıp telefonu açtım, dışarıya derin bir nefes vererek kulağıma yasladım.


"Ne var?" dedim kaba bir tonda.


"Neredesin sen!?" Soğuk ve nefret dolu sesi tüylerimi diken diken ediyordu.


"Dışarıdayım."


"Alev! Babana doğru düzgün cevap ver, yoksa gelmişini geçmişini sikip atarım senin!" Hangi baba olduğunu söyleyen şahıs kızıyla böyle konuşurdu?


Yutkunarak, "Ne istiyorsun?" diye sordum.


Telefonun zil sesini kısmama rağmen o kadar yüksek sesle bağırıyordu ki ses hâlâ dışarı çıkıyordu. "Eve gel! Sana diyeceklerim ve yapacaklarım var. Ama önce yapacaklardan başlayacağım. Eve gel kızım, baban saçlarını okşayacak!" Gözlerim dolmaya başlarken kapattım.


Fısıldayarak, "İşim var." dedim. "Birkaç saate gelirim. Ne yapacaksan sonra yaparsın." Gardımı indirmiş bir şekilde yüzümü düşürdüm.


"Sen hele bir bu eve on dakika içinde gelme, sürtük ananda dahil olmak üzere hepinizi cayır cayır yakarım!" dediğinde kulaklarım çınlamaya başladı. İnsan neden babasını seçemiyordu ki? Anneme ettiği hakaretler boyunu aşmıştı. Onun karşısında dik duramıyordum. Sürekli ağlayacak veya bağıracak gibi oluyordum. Şimdi de olduğu gibi ona karşı beslediğim kinden sadece gözlerim doluyordu.


"Geliyorum." sesim kısık çıkmıştı. Kulağıma yasladığım telefondan kapatma sesi gelince elim hafifledi, telefon ağırlaştı gibi hissettim. Yoksa düşürebilirdim. Telefonu cebime geri koydum ve sürdüğüm rimelimi bozmadan dolan gözlerimi baş parmağımla sildim.


Derin bir nefes alıp yüzüme sahte bir gülümseme takındım. Odanın kapısını açarak Aren'lere döndüm. "Ta-" düzelterek cümlemi toplamaya çalıştım. "Babam çağırıyor. Benim gitmem lazım." Tarık'a uzun bir süre sonra ilk kez baba demiştim, tuhaf hissettirmişti ve bu bir yalandı.


"Bir sorun mu var?" diye sordu Aren gitarını siyah koltuğa bırakarak. Kahverengi gözleri bir sorun varsa yardım edeceğini gösteriyordu. Onları da bu olayın içine sokmak istemiyordum. Daha ne olduğunu kesin bir şekilde bilmiyordum ama zaten iyi olması mümkün değildi.


"Hayır, bir sorun yok. Sadece..." düşündüm ortaya bir yalan daha atmam gerekiyordu ama bir baba kızıyla ne yapar hiçbir fikrim yoktu.


Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. İzlediğim film ve dizilerden yola çıkarak düşünürken yanağımın içini ısırdım ve aklıma gelen ilk şeyi söyledim. "Sadece birlikte biraz zaman geçireceğiz. İşe gidecekmiş, beni bugün hiç görmediği için belki film izleriz diye düşünmüş. Bilirsiniz işte baba ve kızı, etkinlikler, eğlenceli aktiviteler, vesaire..." Fazla uzun konuşmuştum. Aren bana inanmış gibi durmuyordu. Saçmaladığım için utanıp kapıyı pat diye kapattım. Keşke annem arıyor deseydim.


Mutlu ve neşeli görünmeye çalışıyordum, her şeyi belli etmek güzel bir şey değildi. İlgi çekmek veya acıyan gözler görmekte öyle. İyi görünmeye çalıştıkça daha da kötü olduğumu anlıyordum. Sonuçta iyi görünen hiçbir masalın sonu gerçekten iyi bitmezdi. Tıpkı fiziken gülen ama ruhen bitik insanlar gibi.


Dışarı çıktığım an yolda sırtında gitar çantasıyla gelen Miray'ı gördüm. Mavi, göbeği açık bir bluz, altına da siyah yırtmaçlı olan bir kot vardı. Mavi bluzunun üstüne kombinine yakışan siyah blazer bir ceket giymişti. Omuzlarına kadar gelen sarı saçlarını açık bırakmıştı. Yüzünde güzel, hafif bir makyaj vardı ve gözlerine eyeliner çekmişti. Başında siyah kulaklığında müzik çalıyormuş gibi dans ede ede yanıma yüzünde düşmeyen tebessümüyle gelmişti. O kadar tatlı ve güzel görünüyordu ki ona bir kez daha hayran olarak ve imrenerek baktım. Kollarını iki yana açtı ve bana sarıldı. Ona karşılık verdiğimde modum biraz olsun düzelmiş hissettim. Hayat enerjim oydu benim.


Saniyeler süren bu kısa sarılmadan sonra benden ayrılarak, "Bir yere mi gidiyorsun?" diye sordu parıldayan güneş gibi gözleriyle.


"Tarık aradı, hemen eve gel dedi. Bakalım yine ne oldu?" Tebessüm eden yüzü düşünce sağ elini sol omzuma koydu.


"Seninle gelmemi ister misin? Eğer Gönül teyze değilde Tarık aradıysa bir bokluk vardır. İşin içinde tehdit var mı?" Olayların bu kadar farkında olması ona ne kadar güvendiğimi gösteriyordu. Aksi takdirde kimseyle bunu konuşmazdım. Benimle gelmek istediği için teşekkür ettim ama buna gerek yoktu. İşin içinde tehdit vardı ama artık beni korkutmuyordu. Tarık embesilin tekiydi.


Gözlerimi kaçırarak, "Sana yalan söylemek istemiyorum. Tehdit içeren cümleleriyle eve gel dedi sinirli bir şekilde." dedim. Gözlerine bakınca yalan söyleyemiyordum. Renkli gözlü olduğu için büyüleyici bir şekilde hipnoz ediyordu beni. Ayrıca Miray benim psikoloğum ve günlüğümdü.


"Şirin, ben senin en iyi arkadaşın değil miyim?" diye sordu. Öyleydi, hayat arkadaşım olmuştu. Kardeşim olmuştu. Onunla bağımı koparma düşüncesi bile intihar sebebiydi. Görüp görülebilecek en iyi arkadaştı.


"Öylesin." dedim onu onaylayarak.


Miray buruk bir tebessümle sağ eliyle omzumu sıktı. "O yüzden seni tanıdığımı bilmen gerek. Ortada tehdit ve kötü olaylar var. Tarık pisliği eğer seni aramışsa bu kesinlikle iyi bir şey değil. Ben de geliyorum." Bunu anlayacak kadar beni iyi tanıyordu. İçimde ona karşı büyük bir minnet duygusu vardı ama onu tehlikeye sürüklemek istemiyordum.


"Teşekkür ederim. Lakin Tarık sinirliydi. Kendim gidip konuşsam daha iyi olur. Senin canını sıkmasını da istemiyorum." Beni anladığını ve yanımda olduğunu göstermek için sarıldı. Ona sarılmak kelebek etkisi yaratıyordu. Kendimi iyi hissediyordum. Gözlerim ona sarılırken doluyordu burnumu içime çektim ve toparlanmaya çalıştım.


"Görüşürüz."


"Bir şey olursa lütfen ara Şirin."


Şirin, sadece mutlu ve neşeli değil ayrıca umutsuz biriydi. Korkağın tekiydi, öyleki çoktan polisi aramıştı. Tarık şu an hapiste olabilirdi ama o adam içeride olsa bile tehlikeliydi.


Birkaç dakika sonra binamızın önündeydim. Mahalleden geçerken herkes bana bakıyor, arkamdan konuşuyordu. Dışarıda merdivende oturan iki tane kırklı yaşlarda kadın bana bakarak konuşuyordu. Onlarda biliyordu neler yaşadığımızı, annemin çığlıkları ve Tarık'ın hakaretleri hiç kesilmiyordu. Merdivenlere adım attığım an bir konuşma duydum.


"Hakediyorlar valla Hatice. İkiside olanları hakediyor. Şunun hâline baksana, çingene gibi giyinmiş. Orasını burasını açmış. Gel de dövme." Yutkundum. Onların söyledikleri gibi giyinmiyordum ve üstüme alınmıyordum. Ben kendimi ve karakterimi biliyordum. Asla hemcinslerini aşağılamayacan, istediği gibi giyinip istediği gibi davranan bir kadındım. Kendimi tanıyordum ve seviyordum.


"Eğer orasını burasını açmazsa nasıl para kazanacak?" dedi, adı Hatice olan bunak. Şimdi sinirlerim taşmıştı işte. Bu nasıl iğrenç bir cümleydi böyle! Ben kardeşim için çalışıyordum o siktiğimin barında. Bana nasıl böyle bir hitam da bulunabilirdi? Zihnimde bunu diyen kadının kafasını zemine sürttüğüm canlanınca derin nefesler almaya çalıştım.


Yüzümde ansızın öfkenin tebessümü oluştu. Gözlerimin önüne öfkeden daha yoğun olan ve adlandıramadığım bir duygunun perdesi indi. Destek olacaklarına dedikodu yapıp üstüne ağza alınmayacak laflar ediyorlardı. Gözüm dönünce kötü şeyler yapabilme olasılığım vardı. Tam arkamı dönecek ve ileri atılıp kadının saçını başını yolacakken yürüyemedim. Bir şey bana engel oluyordu. Aptal Şirin, Alev'e engel oluyordu. Ellerime baktım, titriyorlardı. Ama bu yalnız harlanan öfkemden değil birine zarar verebilme dürtülerimden geliyordu. Bu iyi değildi.


"Sık dişini Alev. Öfkeni kontrol et, dayan!"


Boğazımda bir kuruluk oluştu. Öfkeden ve stresten karnımda sancılanma hissediyordum. Başıma çok büyük bir ağrı girdi. Tekrardan derin bir nefes alıp aşağıdaki giriş kapısını açtım. Artık eve girmek istiyordum, daha kötü ne olabilirdi ki zaten? En kötü ihtimalle yapmadığım bir şey için kemerle öldürülesiye dövülürdüm. Koridorda yürüyüp asansöre ilerledim. Şu an merdiven basamağı çıkamayacak kadar sinirliydim. Sanki merdiven basamağına attığım her adımda mermer çatlayacaktı.


Lütfen boş ol! Lütfen boş ol!


Asansör durdu ve kapı açıldı. İçeride kimse yoktu. Rahatlayarak asansöre binip dördüncü katın tuşuna bastım. Kapılar kapandı. Aklımda senaryolar kuruyor, ihtimalleri sıralıyordum. Acaba şimdi ne oldu? Benden neyin intikamını, neyin acısını çıkaracaktı? Bu sefer kızgın şişle mi, kemerle mi yoksa ince hortumla mı dövecekti diye düşünürken asansör ikinci katta durdu.


Kapı açıldı, göz alanıma erkek bir çocuk ve annesi girdi. Çocuk daha 4-5 yaşları arasındaydı. Annesi uzundu, dizlerinin bir karış altına gelecek uzunlukta da pudra pembemsi sade bir elbise giymişti. Dışarıya, gezmeye gittikleri belli oluyordu.


Kaba durmak istemediğim için katil olma potansiyeline sahip bir şekilde öfkeden deliye dönmüş ağlamaklı bakışlarımla çocuğa tebessüm ettim.


Sonuçta komşularımdı. Ama kadın zoraki tebessümüme karşılık vermedi. Daha beterini yaparak asansöre binecekleri an beni gördüğünde oğlunu sol kolundan tutup kendisine doğru çekti. Çocuğu benden uzakta tutmaya çalışmıştı. Ve bu bugün yaşadığım onca şey arasında canımı gerçek anlamda en çok yakan şeydi.


Sessiz kalmayı tercih ettim asansör kapanırken de kendimi tuttum. Kapılar birleştiği zaman ise içimi bırakıverdim bir anda. Art arda nefes almaya başladım. Sanki boğulacakmış gibiydim. Elimi tutunmak için demire koydum. Arkama dönüp aynadaki yansımama baktım. Hakaret bile bu kadar canımı yakamazdı. Çocuğunu benden korumaya çalışıyordu. Ben kötü biri değildim ki. Benim zararım olmuyordu kimseye. Yani bu zamana kadar hiç yoktu. Benden neden bu şekilde bahsedip duruyorlardı?


Gerçek hayat birilerinin yüzüne gülüp arkasından konuşmaktan mı ibaretti sadece? İnsanlar yalancının tekiydi hepsi kendilerine bile yalancıydı. Buna katlanacak gücü kendimde bulamıyordum. Artık gerçekten yorulmuştum. Midem bulanıyordu, başım dönüyordu. Daha eve girecektim ve orada da bir ton laf yiyip ağzıma sıçılacaktı.


Asansör dairenin katında durunca indim. Cebimden anahtarı çıkarıp kapıyı açtım. Bakalım şimdi ne olacaktı? Günüm daha ne kadar kötü geçebilirdi?


Siyah topuklu botlarımı ayakkabılığa koyarak odama geçtim. Eslem odamda değildi. İçimde yakıcı bir sıvı akarken koşar adımlarla salona gittim. Tarık tekli koltukta öylece oturup bir kase un helvası yiyordu. Annem ise Eslem'i emziriyordu. Eslem'in iyi olduğunu görünce içime bir rahatlama girmişti. Odama geri dönecekken, "Neredeydin?!" sorusunu duydum Tarık'dan.


"Dışarıda, Miray'la beraberdim." dedim yalan söyleyerek.


Annem benim nerede olduğumu bilmesine rağmen yüzünde pişmanlık vardı. Acı çekiyordu. Tarık ona yine ne yapmıştı? Görünmeyen yerlere vurduğu için anlayamıyordum hiçbir şey. Gerginlik dolu konuşmamız bitince odama yöneleceğim an bir şey farketmiştim.


Tarık, Galaxy J7 kullanıyordu ama şu an çay bardağını koyduğu beyaz dantelli sehpanın üzerinde İPhone 15 pro max duruyordu. Bunu almış olması imkansızdı. Adam çalışmıyordu, işe gitmiyordu, emekli maaşı bile yoktu. Evi Mahlas'dan çaldığı o paralarla geçindiriyordu. Hatta geçindirmiyordu, alışverişi annem yapıyordu. Tarık sadece yiyip içiyor, canı isteyince saçma nedenlerle bizi dövüp daha çok içiyor ve uyuyordu.


Sehpanın üstündeki çay bardağının kalan son yudumlarını içerken sağ bileğindeki saati gözüme sokarcasına göstermişti sanki. Altın bir kol saati vardı bileğinde. Pahalı olduğunu adeta bağıran bir saat ve telefon almıştı. Peki bunları alacak parayı nereden bulmuştu?


Bileğindeki saate ve sehpada bıraktığı telefona bakarken yüzüme bakarak pis pis sırıttı. "Son model telefonumu ve saatimi beğendin mi güzel kızım?" Bir kelime bir insanın ağzına bu kadar mı yakışmaz ya?!


"Nasıl aldın bunları? Nereden buldun bunları alacak parayı?" diye bağırdım öfkeyle kaşlarımı çatıp.


"Odandaki define sağ olsun."


Kalbim kaburgamı anlık olarak tekmeledi. Beynim çalışmayı durdurdu. Sinyaller iletilmedi. Gözlerimin önüne yine perde indi. Keşke dedim, keşke kızgın şişle saatlerce hiç durmayıp bana vursa da düşündüğüm şeyi yapmasa...


Anneme baktım. Gözlerini benden kaçırdı. Ağladığını yanağından kayan yaştan farkettim. Başımı hayır anlamında salladım ve hızla odama ilerledim. Odama girdiğim an kapıyı kapatıp kilitledim. Sırtımı kapıya yasladım ve dua etmeye başladım.


'Allah'ım lütfen, lütfen düşündüğüm şey olmamış olsun. Canımı al ama Eslem için aylardır biriktirmiş olduğum o parayı alma!'


Gerginlikten titrek adımlar atarak yatağıma ilerledim. Elimi bazanın altına koydum. İçimden dua ediyor, Tarık'ın bunu yapmamış olmasını diliyordum.


Bazayı açtığım an kalp krizi geçirecek gibi olmuştum. Gözlerim kaynar sıcaklıkta yaşlarla dolmuş silmeme zaman bile kalmadan yanaklarıma düşmüştü. Bir günde tüm hayatım bitmiş gibi hissetmiştim. Şu an hemen ölmek istiyordum. Ne kadar acılı olursa olsun ben şu an ölmek istiyordum.


Emeklerim gitmişti.


Hayallerim gitmişti.


Umutlarım gitmişti.


Kafamda kurduğum senaryolar bu olan şeyin yanında bir hiçti. Keşke litrelerce kezzap döküp yaksaydı da bu şekilde yakmasaydı canımı!


Para yerinde değildi. Beş aydır Eslem'in ilaç parasını toplamak için biriktirdiğim para yerinde değildi...


...


Loading...
0%