@darklightssx
|
Karanlığın en derininde, umutsuzluğun soğuk nefesi hissedilirdi. Zihin, çaresizlikle kırılgan bir dansa başlar, umutsuzluğun puslu sisinde kaybolurdu. İnsanın iç dünyasında umutsuzluk kara bulutlar gibi dolaşır, sonra da en olmayacak yerde yağmur yağdırır, şimşekler çaktırırdı. Biz de başımızı önümüze eğer, yüzümüzden süzülerek akan damlaların yerle buluşmasına izin verirdik. Tabii bahsettiğim bu yağmur bir insan çaresizken bulutlardan değil gözlerinden akardı... Her düşünce bir umut tohumudur, umut da bir direniş çığlığıdır. Her zorluğun bir sonu vardır ama o sona gelene kadar değişirdik. Duygularımız değişirdi, karakterimiz değişirdi, kimliğimiz daha doğrusu ruhumuz değişirdi. Hatta değişti bile. "Hayır... Hayır... Hayır bu olamaz. Bu olamaz hayır!" Bazanın altındaki her şeyi yere attım. Önüme gelen ne kadar eşya varsa yere attım. O siyah poşeti bulana kadar arayacaktım da. Ortalığı dağıtıyor ağlıyordum. Sesli ağlamalarımla hıçkırıklara dönüştü. Burnumu içime çekmem de faydasızdı. Kalbimde çok büyük bir kırgınlık hissediyordum. Kalbimde çok yoğun bir acı hissediyordum. Öyle bir acıydı ki bu çaresizlikten daha beter, nefretten daha yoğun, öfkeden daha cürretkârdı. Emeklerimin karşılığıyla Eslem'i iyileştirmek için ilaç alacakken o parayla kendine sol model telefon ve saat mi almıştı gerçekten? Bu kadarını da yapmış olamazdı. Bu ekstra bir kötülüktü. Belki de ben yanlış yerde arıyordum. Elim titrerken telefonumu aldım ve hemen Mahlas'ın numarasını girdim. Arada benden borç alıyor sonra geri koyuyordu. Belki o saklamış olabilirdi. Tehlike hissetmişse bunu yapardı. Telefonunu sessize mi almıştı? Hadi ama cevap vermiyordu. Niye her şey kötüden daha beter gidiyordu? Telefon kapandı ve sesli mesaj açıldı. Sesli mesajlara güvenmediğim için aramayı sonlandırdım. Telefonun kapalı olması normaldi. Şu an çalışıyordu, ameliyata girmiş bile olabilirdi. Pes etmiş bir şekilde dizlerimin üstüne çöktüm. Dünya başıma yıkılmışken telefon elimde titreşti. Mahlas arıyordu. Aramayı açtım ve telefonu kulağıma yaklaştırdım. "Ne oldu Şirin, hızlı söyle?" "Mahlas sen paradan borç aldın mı veya sen evdeyken Tarık bir şey yaptı da parayı mı sakladın?" Konuya o kadar kötü başladım ki biri bunu bana dese hırsızlık yaptığımı düşündüğü için alınırdım. "Ne? Sen ağlıyor musun?! Şirin iyi misin?" "Ağabey lütfen! Bugün ilaç parasından borç aldın mı veya sakladın mı? Yalvarırım almış ol, lütfen saklamış ol. Ağabey!" dedim hıçkırıklı ağlamalarıma engel olamayarak. Daha önce acımı onun karşısında hiç belli ettirecek seviyeye gelmemiştim. Lakin kendimi tutamıyordum. Çok canım yanıyordu, buna engel olamıyordum. İçimdeki yangını söndüremiyordum. "Ne saçmalıyorsun sen? Bugün borç almadım, sen gittikten yarım saat sonra çıktım bende. Tarık ile kapıda karşılaştık. Bir şey mi oldu Şirin? Neden ağlıyorsun? Hemen geliyorum tamam mı? Bekle beni." İşler kızışıyordu. Gelmesini istiyordum ama onunda çalışması gerekiyordu. Ama hayır ilk kez Mahlas'ın çalışıp çalışmaması umrumda değildi. Şu an ona olması gerektiğinden çok daha çok ihtiyacım vardı. Gelmesini istiyordum. "Saat kaçta geleceksin?" diye sordum. "Şimdi çıksam saat sekiz dokuz gibi gelirim." "Neden o kadar geç?" "Çankaya'da zincirleme kaza olmuş. Acil baya doldu. İzin almam imkansıza yakın. Eğer çok önemli bir şey varsa söyle. Yarım saatlik izin alırım." Tehlike var ya da yok gibiydi. Benim için değil ama Alev için vardı. Çünkü onca emekten sonra Tarık gerçekten o parayla kendisine telefon ve saat almışsa onu net öldürürdüm. "Mahlas..." "Ne oldu Şirin? Çıldırtma beni!" "Galiba Tarık parayı aldı." Bunu dememle telefondan bağırırcasına bağırdı. Sonra sesini kıstı, sanki dikkat çekmiş gibi. "Ne? Ne demek parayı aldı? Odana nasıl girdi de buldu parayı? Sana bir şey dedi mi? Bir şey yaptı mı? Şirin konuşsana! Annem veya Eslem onlar iyi mi? O p*ç size zarar verdi mi?!" Delirmiş gibi telefonun ardından bağırıyordu. Gözyaşlarımı dindiremiyordum. İçimde bir yer sızlamaya devam ediyordu, bu da canımı çok yakıyordu. "Hayır, henüz bir şey yapmadı. Daha kötü ne yapabilir ki? Beni öldürmesi bu yaptığı şeyden daha iyi olurdu! O parayla kendisine son model telefon ve saat almış ağabey." diye bağırırcasına ağladım. Sesimi kıyamıyordum. Canımın acımasını önleyemiyordum. Çünkü her şeyim bitmişti benim. Tüm emeklerim gitmişti. "Hemen oraya geliyorum. O p*ç bugün ölecek." Kalbim buna dayanmakta artık sorun çekiyordu. "Mahlas hayır. Hayır ben hallederim. Lütfen sen bir şey yapma." Onu durdurmaya, gelmemesi için ikna etmeye çalışırken telefonda saydırıyordu. "Sen Eslem için git o lanet adamlarla şarkı söyle, sonra o paşa hazretleri sorgusuz sualsiz paranı çalsın. Sen merak etme, yeri gelir gider aldığı gibi o telefonu ve saati satarım. Eğer izin alamazsam bile yarım saat sonra molaya geçeceğim, beni ararsın. Ne olduğuna dair haber vermezsen Tarık'dan sonra senin kemiklerini kırarım Şirin, duydun mu beni?!" Başımı tamam anlamında sallayarak yanıtladım. "Tamam, ben sana haber veririm." dedim. Telefonu kapattığım an kendime gelebilmek için elimi yelpaze gibi yüzüme sallamaya başladım. Ama olmuyordu. Ayların emeği boşa gittiğini düşününce yine ağlamaya başladım, durduramıyordum kendimi. Kendisine son model telefon alması yetmezmiş gibi altın saat de almıştı. Sesimin duyulmasını istemediğimden ağzımı kapattım. Başımı ellerim arasına almıştım, saçımı yoluyordum. Yutkundum. Bir kez daha ve bir kez daha. Ardından içime farklı bir his geldi. Sızlayan kalbime buz tuttu bu his. Yaşlarımın akmasına engel oldu. Akan ve süzülen yaşlarımı elimin tersiyle sildim. Ağlama hissim bitmişti. Şu an hissettiğim tek şey intikam ve kandı. Yılların acısını ben bugün çıkartmak istiyordum. Ayağa kalkıp kapının kilidini açtım. Yüzleşmem gereken bir gerçek vardı. Görüşürüz Şirin, merhaba Alev! Salona girdiğimde Tarık hâlâ un helvasını yiyordu. Annem ayağa kalkıp yanıma geldi. Onun da yüzünde bitmişlik vardı. Her şeyden haberi varmış gibi duruyordu. Ama bir şey diyemiyordu. "Helva koyayım mı kızım?" diye sorduğunda kızarmış gözlerle ona baktım. Bunu ciddi ciddi soruyor muydu? Bu helva az önce ölen ruhumun anısına mıydı? "Hayır." dedim sert bir sesle. Anneme yüklenmek istemiyordum ama bu durumdayken sevdiğim herkese patlayabilirdim. Yiyeceğim tek helva Tarık ölünce kendi ellerimle yapacağım helvaydı. O helvayı da üzüntüden değil bayram niyetine yapacaktım. "Güzel yapmışlar, şekeri biraz az ama olsun. En yakın zamanda daha iyisini yaparlar inşallah." deyip bir de güldü. Midemi bulandırıyordu. Kendimi tutamamıştım. Bütün öfkemi kusma vakti gelmişti. Artık yelkenleri çekme zamanıydı. Çünkü Alev içeride fazla kalmıştı. Ruhumu yakacağına ruhuma zarar vereni yakmak istiyordu. "Sen ölünce kendi ellerimle hazırlayacağım helvayı sen hiç merak etme! Cenazene gelir miyiz, hayır. Senin için cenaze düzenler miyiz, bu da hayır. Önce burada sonra da öteki tarafta cayır cayır yanacaksın. Öyle ki küllerini bulaşıcı bir mikrop gibi tuvalete atacağım. Mezarın ve arkadaşların orada seni bekliyor olacak. Kanalizasyon çukurunda!" Tarık iğrenç ve beni öldürmek isteyen bakışlarıyla başını omzuna doğru psikopatça eğdi. Sağ elinin tersiyle sehpanın üzerindeki dantelli örtünün üstüne koyduğu helva tabağını hızla yere atıp kırdı. Tabak kırıldı, helvalar saçıldı. O kadar sert vurmuştu ki yere bir parça kolumu sıyırdı. Ufak bir çizik şu an umrumda değildi. Ayağa kalktı ve yanıma yaklaştı. "Sana bu cesaret nereden geliyor?" dedi ve sağ eliyle tam önümde durarak sol yanağıma tokat attı. Başım omzuma düştü ama hayır canım acımamıştı. Ya da ben hissetmemiştim. Başımı kaldırdım. Gözlerine bakarak, "Doğuştan." dedim. "Hep vardı, şimdiye dek sadece sakladım. Doğru zamanı bekledim ve şimdi canını almamın tam zamanı!" Yüzünü buruşturarak bana iğrenmiş bir ifadeyle baktı ve art arda iki kez daha vurdu. Bir tepki vermedim aksine başım sağ omzuma doğru kalmışken kahkaha attım. Acının kahkahasını bilir miydiniz? İnsan canı acıdığında gülerse eğer işte o zaman bitik durumdadır. Kahkaha attığımı görünce tam dibime gelip sağ eliyle boğazımı sıktı ve başımı çarptırarak duvara yasladı. Başımı hızlı çarptığı için anlık olarak gözüm karardı ama gözlerimden ateş çıktığı için yok oldu. Boğazımı sıkıyor nefesimi yok ediyordu. "Benim kızım ne zamandan beri or*sp*luk yapıyor lan? Sem kimsin de o barda şarkı söylersin lan?" Parmaklarıyla boyun damarlarıma, nabzıma baskı uyguluyor tıkıyordu. Ellerimle elini tuttum ve tırnaklarımı geçirdim. Konuşmaya çalıştım. "O para Eslem'in ilaç parası içindi. Onu iyileştirmek içindi." dediğimde beni daha çok kendi ve duvar arasında sıkıştırdı. Ayak uçlarında duruyordum. Bir kahkaha atıp sol eliyle hem ağzımı hem de burnumu kapattı. Nefes alamıyor can çekişiyor gibi hissediyordum. "Senin kardeşin engelli. O zaten bugün var yarın yok. Yaşayacağını mı düşünüyorsun gerçekten? Ben evimde hasta bir s*rtük istemem." dediğinde gözlerimdeki ve içimdeki ateş daha çok harlandı. Akciğerlerime hava gitmiyor, başım dönüyordu. Ama bunlar benim alehime değildi. Daha çok lehime gibiydi. Çünkü beni öfkelendirmişti ve ben öfkelenirsem pek iyi şeyler olmazdı. Nefesim daralmışken Tarık'ın bacak arasına atabileceğim en güçlü tekmeyi attım. Ellerini boğazımdan ve ağzımdan çekerek yere dizlerinin üstüne inleyerek düştü. O yerde kıvranırken elimle boğazıma masaj yaptım ve öksürdüm. Duvardan destek alarak ayakta kalıyor, ardı ardına nefes alıyordum. Gözlerimden öfkenin yaşları acımasız bir şekilde akarken sağ yumruğumu onun yüzüne geçirdim. Yüzük parmağımda taşlı bir yüzük vardı. Vurduğum an kaşı patlamıştı ve bağırarak küfür sıralamıştı. Annem, Eslem'i kucağına almış götürüyordu. Bana döndü, yüzünde gurur ve endişe gördüm. Bu beni daha çok motive ederken tekrardan sinirden bir kahkaha patlattım ve sırt üstü yere uzanan Tarık'ın bacak arasına bir tekme daha attım. Kıvrandıkça kıvranıyor acı içinde inliyordu. "Gün gelir devran döner Tarık Tufan! Kendi ellerinle yarattığın bu esere bak şimdi. Çünkü ecelin onun elinden olacak!" Adamın soyadını bile ona olan nefretimden almamıştım. Eski kimliğimde Şirin Alev Tufan yazıyordu. Nüfus müdürlüğüne gidip konuştukça konuşmuştum. Kimliğimi değiştirdim. Ben, Mahlas, Eslem ve annem, annemin kızlık soyadını almıştık. Bunda benim payım oldukça büyüktü. O adamın soyadını alacağıma Asena, dişi kurt anlamlı soyadını almayı tercih ederdim. Ayrıca daha çok yakışıyordu. Annem'in Eslem'i emzirdiği yerde meyve tabağı duruyordu. Elma ve portakal doğramıştı, meyve bıçağı hâlâ tabağın üstündeydi. Gidip bıçağı aldım ve üzerime sildim. Şu an ilgilendiğim tek şey Tarık'ın ölmesiydi. Kaç yıl hapis yatarsam yatayım onu öldürecektim. Arkama döndüğüm an ayağa kalktığını farketmediğimden sol eliyle bana tekrardan bir tokat attı. Kulaklarım bu darbeyle çınlamıştı. Beni koltuğun üzerine itti. Yanıma yaklaşınca ona yeniden tekme attım, eğilince de burnunun hizasına yüzük taktığım sağ elimle yumruk attım. Şakağından boynuna doğru kanlar akarken tam zamanı diyip bıçağı alacağım esnada yerde kırılmış tabağın keskin bir parçasıyla dizimin bir karış altını kestiğinde acıyla inleyip geri koltuğa oturdum. Cidden bu seviyeye kadar gelmiş bir adamla nasıl aynı evde yaşıyorduk? Ben hafiften inleyerek otururken bıçağı aldı ve doğrularak boğazıma tuttu. "Kendi kızımın elinden ölmeyeceğim. Ama şunu bil, ilk kez seninle gurur duydum. Beni öldürme cesareti ağabeyinde bile yok. İlerde seni ayrı bir şekilde tebrik edeceğim." O nereden bilecekti tabii. Mahlas doktor olmasaydı ve evi geçindiren tek kişi olmasaydı, Tarık elli kez ölmüştü. Ki eğer bu evdeysek yine tek suç Tarık'ındı. Benim zaafım olduğu gibi Mahlas'ın da zaafı vardı. Ağabeyimin zaafı bendim. Tarık bunu bildiğinden Mahlas'a karşı hep beni kullanıyordu. Onu benim üzerimden tehdit ediyor, Mahlas'ın elini kolunu bağlıyordu. Meyve bıçağını boynumda gezdirirken soğuk demir tenime temas ettiği için tüylerim ürperiyordu. Sol eliyle saçlarımı çekti ve başımı koltuğa yaslandırdı. "Bu sana sözüm olsun. Ecelin çok yakın. Birkaç gün sonra hayatımızda yeniden güneş açacak." dediğimde sağ elini saçlarıma iyice dolayarak döndürdü ve sırıtarak saçlarımı çekmeye devam etti. Bıçağın boynumu çizdiğini hissediyordum. Boynumda sıcak bir şey göğsüme doğru akıyordu. Bu manyak boynumu kesiyordu! Tarık akan kanı izledi, gözleri göğsümde fazla dolandığında kıpırdandım. Bıçağı biraz daha sıkı tuttu. Saçlarımı bıraktı ve elini enseme koydu. Köprücük kemiğime kadar parmaklarını gezdirirken gözümden yaş aktı. Bunu da yapıyordu. Yapmadığı tek iğrençlik buydu ve bunu da yapıyordu. "Çek elini!" diye bağırdım. Çekmedi. Boynumdan akan kana kadar parmaklarını gezdirdi. Kanımı işaret parmağıyla sildi. Nefesini çok yakınımda hissederken kulağımın yanına yaklaşarak fısıldadı. Fısıldarken bile acı çekiyordum. Nefesini boynumda hissetmek tüylerimi diken diken yapmıştı. "Çekil!" diye bağırdım. Hatta çığlık attım. Kafasını omzuma yatırdı ve elleri belimden kalçalarıma gidince annemi çağırarak haykırdım. "Yapma! Anne!" diye çığlık attım. Asla duymuyordu. Elleri vücudumun her yerine değerken saçımı ona bakmamı sağlayacak şekilde çekti. Gözlerini gözlerime çevirdi. Ağlıyor, bağırıyordum. Babama ağlıyor, yalvarıyorum... "Bırak beni, yalvarırım. Çekil yapma! Kalk üstümden adi pislik!" Sol eliyle tekrardan ağzımı kapattı. Korkudan derin derin nefesler alıyor çırpınıyordum. Kalbim her an fırlayacak gibiydi. Yaşlarım çok sıcak akıyordu. Gücüm yetmiyordu. Felç olmuş gibiydim, hareket edemiyordum ama korkuyordum. Belki de Tarık'dan en çok korktuğum andı bu. "Kendi büyüttüğüm meyvemi incelemek suç mu? Hâlâ benim kızımsın öyle değil mi?" dediğinde gözlerimden akan yaşlar artık kinden değil korkudandı. Bunları nasıl söylerdi? Bağırmaya çalışıyordum ama faydasızdı. Sadece inleyebiliyordum. Ellerimle onu ittirsemde kıpırdamıyordu bile. Sadece ağlıyordum. Canım acıyordu, canım çok acıyordu. "Sınav, güzel kızım. Vereceğin her tepki gelecekte karşına çıkacaklar için güzel bir sınav!" dedi kulağıma fısıldayarak. Manyağın teki olduğunu biliyordum ama bu kadarı fazlaydı. Boynuma temas eden bıçak boynumu çizmeye ve kanatmaya devam edereken Tarık bir anda acı içinde bağırdı. Hareket etmedi, donuk kaldı. Yüzü ansızın kızarmışken dudaklarından kan aktı. Gözleri kızarmıştı, onu kendimden kurtarıp yere doğru ittim. Titremekten ve korkudan ayağa kalkar kalkmaz yere düşmüştüm. Anneme döndüm. Hem anneme hem de Tarık'ın başına vurduğu kanlı oduna tepkisiz bir şekilde baktım. Ben ağlarken odunu yere attı ve yanıma geldi. Benimle birlikte ağlıyor bana sarılıyordu. "Bu olanlar için özür dilerim. Çok özür dilerim. Onu bu sefer öldüreceğim. Hastaneye gitmek ister misin Alev. İyisin öyle değil mi?" Tarık ölse bile bunu atlatamazdım. Boğazımdan akan kanı sildim. Ama akmaya devam ediyordu. Başım dönüyordu, öyle çok dönüyordu ki gözlerimi açamıyordum. Midem bulanıyordu. Önce Tarık'a sonra da elimdeki kanıma bakınca ansızın öğürdüm ve yere kusmaya başladım. Annem saçlarımı geriye doğru tutuyordu. Ansızın kapı büyük bir güçle tıklatıldı. Annem enseme eliyle ve üfleyerek hava vermeyi keserek ayağa kalktı. Kimin geldiğine bakmak için kapıya yöneldi. Duyduğum sesler kesilmiyordu. Başım hâlâ dönüyordu. Yerde Tarık'ın kafasından akan kanlara bakıyordum. Neden korkuyordum? Bedenim titriyordu, buna engel olamıyordum. Ellerim titriyordu. Bacaklarım titriyordu. Dişlerim birbirine çarpıyordu. Boynumdan sildiğim kanlar elime bulaştığı için onlara her baktığımda daha çok kusacak gibi oluyordum. "Kim o?" dedi annem. "Polis! Açın kapıyı!" diye bağırdı bir adam. Polis mi? Polisin ne işi vardı? Kim çağırmıştı? Acaba sesimi duyanlar mı yardımcı olmuştu? Annem kapıyı açtı. Toplam dört polis salona girdi. Önce yerdeki kırık tabağa en sonda onlara sırtı dönük yerde yatan Tarık'a baktılar. Başından kanlar akarken iki erkek polis onun yanına gitti. Kadın bir polis ise yanıma geldi. "Sen iyi misin?" diye sordu. Başımı ilk kez bu soruya hayır anlamında sallayarak yanıtladım. Hiç iyi değildim. Berbat bir haldeydim. Her an bayılabilecek gibiydim ve uyanmak da istemezdim. Kadın memur boynumdaki çiziği farketti. "Bu nasıl oldu?" diye sorduğunda yarı baygın bir şekilde oturarak cevapladım. "Bana saldırdı." ağzımdan ilk çıkan kelimeler bunlar oldu. "Boynuma bıçağını tuttu. Bana... bana..." cümlemin devamını getiremedim. Hiçbir kızın kabul etmek istemeyeceği düşünürken bile boğazına dizilen bir kelimeydi. Kadın polis beni kendisine çekip sarıldı. "Tamam, geçti. Her şey düzelecek söz veriyorum." dedi. Gözlerimden tekrar yaşlar akmaya başlıyordu. Erkek polislere dönerek, "Alın götürün şu herifi." dedi kadın. Polisler onun kollarından ve ayaklarından taşıyarak salondan bir çöp gibi çıkartıp götürdü. Sonra da bana "Bizimle emniyete gelmeniz gerek. İfade vermelisiniz." dedi. Annem bana su getirince titreyen ellerimle suyu alıp içtim ve ilk kez rahatlarcasına bir nefes verdim. 🔥🔥🔥 Karakoldan eve gelir gelmez doğruca yatmıştım. Sorguya çekmişlerdi, olayı bir bir anlatmamı istemişlerdi. Başından sonuna kadar her şeyi tek tek anlattım. Tarık'ın bize yaptığı zulümleri, söyledikleri hakaretleri anlattım. İçimi dökmüş orada da ağlamıştım. Kardeşim için para biriktirdiğimi ve o parayla kendisine telefon ve saat aldığını da söylemiştim. Yarın ilk işim ikisini de satmak olacaktı. Yanımdaki komodinin üzerinde duruyordu. Yorgunluktan ölecekken telefonumu aldım ve saate baktım. Saate bakacağım sırada dikkatimi başka bir şey çekti. 76 cevapsız arama, 246 mesaj... Mahlas beni 31 kere, Miray 20 kere, Aren 13, Bora ise 12 kere aramıştı. Telefonum evde olduğu için cevap verememiştim. Hemen şifreyi girip Mahlas'ı aradım. Çalıyor... Beklemediğim bir anda, "Şirin!" diye bağırdı. "Şirin! Telefonunu niye açmıyorsun lan! Meraktan dokuz doğurdum burada. İzin alamadım gelemedim yanına. İyi misin sen? Ne oldu? Neredesin? Bana niye geri dönüş yapmadın?" diye bağırdı. Ona geri dönüş yapacak vaktim bile yoktu. Konuşacak halim yoktu ama onu daha çok endişelendirmek istemiyordum. "Ben iyiyim ağabey. Sonra konuşalım olur mu? Çok yorgunum. Hemen uyuyacağım." Konuşmayı uzun sürdürmek istemiyordum. Yoksa konuşurken ağlayacaktım. Mahlas nefes nefese kalmış gibiydi. Arkada bir konuşma dönüyordu lakin, "Şirin ne oldu?" diye benimle ilgilenmeye devam etti. Kısa kesmek için, "Polis geldi. Tarık'ı aldılar. Beni de ifade vermem için annemle birlikte emniyete aldılar. Başından sonuna kadar her şeyi anlattım." dedim. "Şimdi bana doğruyu söyle. İyi misin sen?" Görmeyeceğini bildiğim halde başımı hayır anlamında salladım ama "Hayır." dedim. "Hiç iyi değilim ağabey ama bir yandan da o adamdan kurtulduğumuz için mutluyum." Ama buna şimdi sevinemiyordum. Başım çok dönüyordu. Hemen uyumam gerekiyordu. "Sesin iyi gelmiyor. Yarım saate geliyorum tamam mı? Sen dinlen, sonra konuşuruz." "Tamam ağabey. Gelirken yiyecek bir şeyler getirebilir misin? Karnım çok aç." Telefonu kapatacakken midem bulanmıştı. Yemek falan yememiştim ve günüm çok absürt geçmişti. "Tamam, dinlen sen." dedi ve telefonu kapattı. Telefon kapanır kapanmaz gözlerimde kapanmıştı. Sanki uzun zamandır bu ânı bekliyormuşum gibi kesintisiz bir uyku çekmiştim. Aklımda olup bitenler dönüyor Tarık'ın sözlerini zihnimde defalarca işitiyordum. Bana yaptıkları o kadar korkunçtu ki kendimden iğrenmiştim. Hiçbir şey yapamamış, buna engel olamamıştım. Öyle bir etki bırakıyordu ki sanki bütün bedenim ve zihnim donmuştu. Sadece görebiliyordum. Hareket edemiyordum. Felç olmak gibiydi. Yaşanılanların bilincinde olmama rağmen kıpırdayamamıştım. Onu öldürmeyi bile düşünmüştüm ama bunu başaramamıştım. Tarık şu an hapisteydi ve ben özgür olduğumuz için sevinsem mi yoksa hayatımız daha çok tehlikeye girecek diye üzülsem mi bilemiyordum. Sadece ay ışığının aydınlattığı kocaman meşe ve çınar ağaçlarının olduğu karanlık bir ormanda kendi başıma yürüyordum. Elimde bira şişesi vardı. Çıplak ayaklarımla ayağıma minik taşlar batmasına rağmen yürüyor dans ediyordum. Ben dans edip birayı içtikçe yavaş yavaş yağan yağmur, hızlanarak doluya dönüşmüştü. Benim üstüm hariç her yere düşüyordu. Beni etkilemiyordu veya bana değmiyordu. Kendi kendime şarkı mırıldanıyordum. Kıvırcık saçlarım açıktı. Genelde açık bırakmazdım ama dolu yağmasına rağmen açıktı. Beyaz, sade bir elbise vardı üstümde. Gecelik gibiydi. Dizlerimin iki karış altına kadar geliyordu. Hava soğuk esiyordu ama hiç üşümüyordum. Gökyüzünde uçan yarasalara bakarak ıssız topraklarda yürürken ilerde bir kamp ateşi gördüm. Odunlar koni haline getirilmişti. Yanıyordu, onca rüzgâra ve doluya rağmen. Ateşi görünce ellerime baktım. Ellerim bembeyazdı. Üşüdüğümü hâlâ hissetmiyordum ama ateşin yanına doğru gittim. Ellerim ve yüzüm o ısıyla rahatlamış gibi olmuştu. Ateşi seyrediyor, ona bakarak kayboluyordum. Sağ elimi ateşin üzerinde tuttum. Acı hissetmiyordum. Hatta hiçbir şey hissetmiyordum. Kolum yanmıyordu bile. Öyle bir maddeydi ki ben bile onu hissedemiyordum. Sıcaklık beni kendisine çekiyordu. Yaklaştım. Ateşe yaklaştıkça odunlar daha hızlı yanmaya başladı. Yeni farketmiş olacaktım ki beyaz sade elbisemde tutuşmaya başlamıştı. Yanıyordum. Bu korkunçtu ama zerre bir korku hissetmiyordum. Bunu sevmiştim. Başımı yukarı gökyüzüne doğru kaldırdım. Ansızın hava bozulmuştu. Şimşek çakıyor, dahası yumruk büyüklüğünde dolu yağıyordu. Her tarafa dolu yağarken benim yüzüme yağmur damlaları düşüyordu. Hem bir ateşle yanıyordum hem de bir suyla söndürülüyordum. Ateş ve su bir araya gelince etrafı dumanlar sarmaya başlamıştı. Yanımdaki odunlar yağmur damlalarıyla sönmeye başlarken üstümde büyük bir acı hissetmeye başladım. Ellerime baktım, yüzümden damlalar akıyor elbisem yanıp tutuşuyordu. Yukarı doğru çıkmıyor, sadece belli bir bölmesi yanıyordu. Ellerim kömür gibiydi. Simsiyah oluyordu. Ateş herkes için kötü, su ise herkes için iyi anlama gelirdi. Halbuki ikisi bir araya gelince kayboluyordu. Ne ateş kalıyordu ortada ne de su. Sadece etrafı kaplayan korkunç bir duman... Kimisine göre bu ikisi bir son kimisine göre ise bir başlangıç. Bana ateş bir başlangıç gibi geliyordu. Kim bilir belki cayır cayır yansamda küllerimden geri doğardım. Bir Anka kuşu gibi. Hem yangında hem ateşte. Bir Anka kuşu gibi yok olsam bile küllerimden geri doğardım. Gözlerimin aralanmasıyla hayatımda gördüğüm en saçma rüya son bulmuştu. Rüyada düşünme yeteneği yok muydu? Anka kuşu nasıl aklıma gelebilirdi? Bir Anka kuşu kendisini yakarak küllerinden geri doğardı. Bu tekrardan var oluş, mücadele etmek anlamlarına geliyordu. Mitolojik bir canlı olsam bu kesinlikle Anka kuşu olurdu. Uykumu almış hissediyordum. En son yatağımda bıraktığım telefonu ararken üstümü ne ara örttüğümü düşündüm. Ben direkt yatağın üstünde uyuduğumu hatırlıyordum. Telefonumu arıyordum en son komodinin üstünde gördüğümde kaşlarımı çattım. Uzanıp aldım ve saate bakmak için açtığım an loş ışıkla gözüm kamaştı. Benim telefonumun ekran ışığı bu kadar açık mıydı? Ya da uyuduğum için böyle geliyordu. Saat 23:35'di. Saat kaçta uyuduğumu bile hatırlamıyordum. Ama Mahlas gelmiş olmalıydı. Koridorun ışığı açıktı. Ayağa kalkıp gri renkli köpek olan halı ayakkabımı giydim. Kapımı ilk kez kilitlememiştim. Normalde kıyamet kopsa bile kilitlerdim. Tarık engellisi beni kendimi bildim bileli buna alıştırtmıştı. Ama artık o yoktu ve mutluydum. Kapıyı açıp salona doğru ilerleyecekken mutfakta birisinin olduğunu farkettim. Odamın kapısının solundaki ilk kapı lavabonundu. Sağ taraf duvar ve fotoğraflardan ibaretti. Mutfak hemen lavabonun yanındaydı. Mutfağın yanında salon vardı. Salonun yanında ise annemle Tarık'ın odası. Aslında sadece Tarık'ın odası. Annem salonda yatıyordu. Ona defalarca benimle yatmasını söylemiştim ama hiçbir zaman bunu kabul etmemişti. Annem bazen gerçekten fazla gururlu oluyordu. Bu gururu bir Tarık'ın üstünde kullanmamıştı. Mutfaktan Måneskin'in I Wanna Be Your Slave şarkısı geliyordu. Mutfağın girişinden baktığım an gördüğüm manzarayla şaşkınlıktan ağzım açık kalmıştı. Mahlas pembe, çiçek desenli bir önlük giymişti. Saçında annemin bonesi vardı. Tezgahın başında domates doğruyordu ve başını sallaya sallaya şarkıyı mırıldanıyordu. Tezgahta salata malzemeleri vardı. Aşırı dağınıktı. Her yerde eşya vardı. Mutfağı darmadağın etmişti. Domatesi doğrarken ayaklarını yere vuruyor ritim tutuyordu. Eğleniyormuş gibiydi. Onu ilk kez yemek hazırlarken görüyordum. Ona en son gelirken bir şeyler getirmesini söylemiştim. Anlaşılan kendisi yapmak istemişti. Şaşırtıcı. Bu anı ölümsüzleştirmek için telefonumu açıp kameraya girdim ve kaydetmeye başladım. Mahlas'ın hareketlerine baktıkça patlarcasına gülmek istiyordum. Sanki masterchef de yarışmacıymış gibi domatesleri bitirdikten sonra tahtaya koyduğu maydonuzları minik minik kesiyordu. Tek sorun kesmiyor sadece tahtaya vuruyor olmasıydı. Kendi kendine eğleniyordu. Şarkının en hareketli yerinde bağırmaya başlayınca korktum. Ama o kadar komikti belli etmemeye çalışmaya çalışsam da o bağırışından sonra kahkaha attım. Elimdeki telefon o kahkahadan sonra yere düşecek gibi olmuştu ama hemen yakaladım. Ben kahkaha atar atmaz Mahlas bana dönüp korkudan bağırmıştı. Ben birde korktuğu için bağırışına gülerken sanki hiç görmemişim gibi kafasındaki boneyi çıkardı. "Gördüm, gördüm. Kayıtta da var." dediğimde yanıma gelerek telefonu almaya çalıştı. Anında kaydı durdurdum ve telefonu cebime attım. "Sil onu." dedi yalandan bir sinirle. "Tamam. Bir gün silerim." "Sil hemen şimdi. Valla yemek falan vermem sana. Bu halimi bir kişinin bile görmemesi gerekiyor." Gülerek dudaklarımı büzdüm. "Neden ya? Çok komik." dediğimde elleriyle kendisini gösterdi. "Karizmaya ters." Gözlerimi devirdim. Tezgaha geri döndü. Kaydı silmemi gerçekten isteseydi beni küçükken yaptığı gibi balkondan silkelerdi. İstemediği belliydi. Gülerek yanına yaklaştım. "Her kız yemek yapan erkek sever." dediğimde alayla güldü. Ocaktaki tencereyi gösterdi. Uzaktan ne olduğunu anlayamamıştım. "Mantı yapıyorum." dediğinde gülerek telefonumu tekrar çıkarttım ve fotoğraf çektim. Bunu instagrama hikâye olarak atacak, 'Ağabeyimin ilk yaptığı yemek mantı oldu. Benimki yaprak sarmaydı.' yazacaktım. Fotoğraf çekmeme izin vermişti, paylaşacağımı bilmiyordu. "Tencerenin yarısına su koy, kaynat, mantı paketini tencereye boşalt, on beş dakika bekle, tabağa koy, sonra üstüne yoğurt ekle. Bir cezveye bir yemek kaşığı domates salçası koy, iki çay kaşığı yağ ve kuru nane ekleyip ocakta kaynat. En son mantının üstüne dök. Bitti bu kadar. Bunu Eslem de yapar." dediğinde dudaklarımı hayret etmiş gibi büktüm. "Tarifi de veriyor paşam." Alayla güldü ve maydanozları da salata kabına koyduktan sonra salatalıklara geçti. "Yardım edeyim mi?" "Hayır." dedi. "Sen salona bak. Dağınıksa ortalığı topla." "Tamam anne." deyip salona gittim. Salona geçmeden gözlerimle her yere baktım. Dağınık bir yer yoktu. Helva tabağını ya annem ya da Mahlas kaldırmış temizlemişti. Büyük ihtimal annem. Mahlas'ın yanına geri gittim ve tezgahın başında durdum. "Salonu toplasana!" "Dağınık değil ki." "Baktın mı?" "Evet." "Allah aşkına daha az önce gördüm. Küçük bir yastık düşmüştü. Senin gözünü..." önüne geri döndü. Kaşlarımı çatarak salona geri gittim. Derin bir nefes alarak bahsettiği o koltuğun yanına ilerledim. Ben de yastık yere düşmüş sanmıştım. Kare, üçlü koltuğun kenarlarına çapraz olarak koyduğumuz küçük yastık koltuktaydı ama hizasından yüzüstü düşmüştü. Neye göre yüzüyse artık. Her şekil koyuyorduk. Mahlas'ın bu sinir bozucu takıntısından sonra mutfağa geri gittim. Ağzım şaşkınlıktan birkez daha açıkta kalmıştı. Mahlas salatayı tabaklara koymuştu. Mantının suyunu süzmüştü ve bir tabağa koymuş şimdi de diğerine koyuyordu. Mantıyı ilk koyduğu tabağın üstüne yoğurtu da eklemişti. Allah'tan sos hâlâ ocaktaydı. Yirmi saniyede nasıl yapmıştı? Sadece yastığı düştüğü yerden dikleştirerek yerine koymuştum. Ben mi oyalanmıştım yoksa Mahlas'ın sihirli güçleri mi vardı? Apk sürüm Clark Kent! 🔥🔥🔥 Mantıyı ve salatayı salona götürüp duvarın bitişiğindeki büyük cam masada yedikten sonra uzun bir süre Mahlas'la olanları konuşmuştuk. Annem alışveriş yapmak için Bim'e gitmişti ve daha az önce gelmişti. Yorgun olduğunu söyleyip odasına geçmişti. Annem uzun bir süre sonra kendi odasında uyuyacaktı. Odasına geçtiğinde yatak örtüsünü çıkarmıştı. Battaniyeyi çıkarmıştı. Yenilerini sermişti. Bunu neden yaptığını biliyordum ama bana yinede bir açıklama yapmıştı. "Mikrop bulaşır." Annemin kızı olduğum için kendimle gurur duyuyordum. Mahlas boğazımdaki yaraya küçük bir pansuman yapmıştı. Sadece bir çizikti, zaten hemen kabuk bağlamıştı. Yine de o yarayı farkettiği an öfkeden gözü dönmüş bir şekilde karakola gidecekti. Ona iyi olduğumu her şeyiyle anlatmıştım. Tarık'ın boynuma sadece bıçak tuttuğunu söylemiştim bana saldırdığını değil. Bunu bilmesine gerek yoktu. Zaten o iğrenç olayı unutmaya çalışıyordum. Zihnim benimle dalga geçmek için sürekli hatırlatmaya çalışıyordu. Keşke şuracıkta hafıza kaybı geçirseydim. Bazen tek yol bu gibi geliyordu. Hafıza kaybı geçireyim de her şeyi unutayım. Hayata en baştan başlayabileyim. Ama işte sadece düşünmekle yetinebiliyordum. Tek kurtuluş yolu ölüm olamazdı öyle değil mi? Her şeyin bir yolu bir çaresi vardır. Benim tek yolum sadece sabretmekti. Umut ede ede bu yaşıma kadar gelmiştim. Eslem'e borular yardımıyla annemin dün hazırladığı mercimek çorbasını içirdim. Biraz katı olduğu için içine su da eklemiştim. Yutmakta sorun yaşamasından korkuyordum. Onu kucağıma almıştım. Kollarım arasında sallıyordum. Mahlas da üçlü koltukta uzanmıştı. Artık boyu kaç olduysa ayakları koltuktan taşıyordu. Eslem'e çorbasını bitirdikten sonra alnından öptüm. "Doydu mu benim küçük prensesim?" dediğimde gülümsedi. Masumdu. Hem de çok masumdu. Bu hayatı haketmeyecek kadar masumdu. Eslem'in daha iyi daha güvenli koşullarda büyümesi gerekiyordu. Ben en hızlı şekilde ona bu koşulu sağlayacaktım. Tarık'tan kurtulmuştuk. Ama güvenliğimizden daha emin değildik. Annemi ikna edecek ve o adamdan boşanması için her şeyi yapacaktım. Eslem'i uyutmak için kollarımda sallarken sağ tarafıma koyduğum telefonum çaldı. Ekrandan direkt Miray'ın aradığını görmüştüm. Gri koltuğun üstündeki telefonumu alarak aramayı açtım ve telefonu omzuma koyarak kulağımı yasladım. O arada Eslem'i uyutmaya devam ediyordum. "Efendim Miray?" dediğimde Miray dışarıya sinirle bir nefes verdi. Mahlas ise direkt bana baktı. "Seni kaç kere aradım! Niye bakmıyorsun bu telefona? Ne kadar korktum haberin var mı? Gittin gelmedin. Aren'lerde çok endişelendi." Yüzümde sıcak bir tebessüm oluştu. "Sana haber veremediğim için üzgünüm Miray. Durumlar çok karışıktı. Tarık baya sorun çıkarttı ama hallettik. Az sonra Aren'i de ararım. Açıklarım durumu." Ona daha sonra bu meseleden bahsedecektim. Mahlas'ın yanında Miray'la rahat bir şekilde konuşamıyordum. "Şirin sen gidince ve biz defalarca aramamıza rağmen cevap vermeyince ben bir şey yaptım..." dediğinde sesi üzgün ve pişman gelince kalbim sıkıştı. Ne yapmış olabilirdi ki? Yinede gerildiğim için sordum. "Ne yaptın Miray? Başına bir bela açmadın umarım." dediğimde Mahlas uzandığı koltuktan doğrularak oturur pozisyona geçti. Mimikleriyle sorgulayarak başını ne oldu der gibi salladı ama bilmediğim için dudak büktüm. "Sen geç kalınca başına bir şey geldi sandım, panik oldum. Bana ne olursa olsun bir şey yapma demiştin ama kendimi tutamadım." "Miray, gerilim yaratmasana! Kalp krizi geçireceğim şurada. Anlatsana ne yaptın?" Kucağımdaki Eslem'i unutup sesimi yükselttiğimde gözlerini açtı. Mahlas ayağa kalkarak kucağımdaki Eslem'i aldı ve taşıdı. Onunda gergin olduğunu görebiliyordum. Telefonu elime aldım. Miray, "Tarık'ın tutuklandığını biliyorum." dediğinde nutkum tutuldu. "İhbarı ben verdim Şirin." Şaşkınlıkla bakışlarım Mahlas'ı buldu. Daha kaç kere şaşırmam veya korkmam gerekiyordu? Yabancıların, komşuların ihbarı verdiğini düşünürken Miray'ın vermesi hiç iyiye bir işaret değildi. Yaptığı şey bizim hayatımızı kurtarmaya ve değiştirmeye yeterde artardı ama Tarık bir şekilde Miray'ın numarasını bulurdu. Bu onun da başını yakardı bizim de. O embesili tanıyordum. Biz onu hapse çoktan atabilirdik ama bize sadece daha çok zararı olurdu. Miray bizim için iyi bir şey yaparak kendi başını da yakmıştı. Elimi alnıma koyarak ofladım. "Miray sen niye böyle bir şey yapıyorsun? Biz hâllederdik. Bir yolunu bulurduk. Tarık senin numaranı bulursa başın çok büyük belaya girer. O adam seni de öldürür." dediğimde Mahlas ne olduğunu anlamaya çalışır gibi bana bakmaya devam etti. "Ben kendi telefonumdan aramadım ki." dediğinde gerginlikle kasılan yüzüm yumuşamaya başladı. "Seni arayıp mesaj yaza yaza şarjım bitti. Dün gece koymaya üşendim diye %20 şarjla gittim fakülteye." dediğinde ayağa kalktım. Yüzüm gerginlikten parçalara ayrılmak üzereydi. "Kimden aradın o zaman?" diye sorduğumda hiç beklemediğim bir cevap verdi. "Belediyenin şu sokak telefonundan." Bu benim nasıl aklıma gelmezdi? Miray olmasa ben ne yapacaktım? Bu hayatta asla ondan daha iyi bir dost bulamazdım. Beni bu zulümden kurtarmıştı. Ben komşuların, sokaktan geçen yabancıların ihbar verdiğini düşünürken en yakın dostum biricik kardeşim benim hayatımı kurtarmıştı. Benim ve ailemin hayatını kurtarmıştı. Üşengeçliğin iyi bir şey olmadığını ona sürekli söylerdim ama sırf üşendi diye ne o tehlikedeydi ne de biz. Mutluluktan havalara uçacaktım. Mahlas'a ve Eslem'e sarıldım. Mahlas'ın yanağından öptüğümde o da şaşırmış olacakki başını geriye çekti. Gıcık şey. Mutluluğumu yaşatmama bile müsade etmiyordu. Telefonun hapörlerini açıp gülerek bağırdım. "Miray sen varya gerçek bir Queen'sin! Mükemmellik bir kitap olsa, kapak fotoğrafında sen olursun! Güzellik ve zeka bir film olsa başrolünde sen oynarsın! Çok seviyorum seni!" "Kızmadın mı?" dediğinde daha çok güldüm. Sol elimle alnıma vurarak, "Ne kızması? Ben çok aptalmışım. Bu benim neden aklıma gelmedi ki? Yıllardır bu işkenceye boş yere katlanmışız. Altı ay sonraki doğum günü hediyeni yarın vereceğim sana. Her gün hediye yağmuruna boğacağım seni. Çok teşekkür ederim. Sen harikasın." dediğimde gülüşünü duydum. "Ay utandım şuan. Rica ederim, sen iyi ol yeter." dedi keyifli bir şekilde. "Biz iyi olmayalım mı? Ayıp." dedi Mahlas. "Mahlas da mı orada?" "Buradayım güzellik. Ne olduğunu bilmiyorum ama senin yaptığın her şey bize yarar sağladığı için kesin güzel bir şeydir." Telefondan bir süre ses gelmedi. Sadece Miray'ın tatlı kıkırdama sesini duyabiliyorduk. "Her şey için çok sağol Miray. Gerçekten harikasın!" "Teşekkür ederim. Sen de öylesin," Mahlas tam ağzını açmıştı ki Miray onun cümlesini kurmasına izin vermeden, "Düzeltiyorum sizde öylesiniz." dediğinde Mahlas ağzını geri kapattı. Yüzündeki gülümsemeye bakıyordum. Normalde bu kadar uzun bir süre gülümsemezdi. "Eyvallah, zaten biliyordum. Hatırlatmana gerek yoktu." dedi böbürlenerek. "Zaten küçük papatyama söylemiştim." Mahlas kaşlarını çattı ve telefona bakarak gözlerini devirdi. Kendimi kıpır kıpır hissediyordum. Galiba uzun zaman sonra ilk kez Şirin olmuştum. Ve bu yine Miray sayesindeydi. Ona borcumu nasıl ödeyeceğimi hiç bilmiyordum. Benim için yaptığı şeyler hayatımı değiştiriyordu. Dünyanın en iyi dostuna sahiptim. "Yarın akşam birlikte film falan izleyelim mi? Parti gibi bir şey yapalım. Tarık'tan kurtulduk bunu kutlamamız gerekiyor. Bara da gide-" Aklıma İdil gelince sustum. "Evde eğlence yapabiliriz." "Evet, hem yarın ben tatilim." dedi Mahlas. Miray gülerek, "Hiçte özlememiştim seni." dediğinde bile Mahlas gülümsüyordu. Bence keyfi yerindeydi. Bugünden sonra hayatımız mükemmel olacaktı. "Ama Eslem'i görmek için geleceğim." dedi Miray. Mahlas omuzlarını dikleştirdi. "Tamam o zaman özlemediysen yarın da hastaneye gideyim ben. Daha sonra tatil yaparım. Büyük ihtimalle 1-2 hafta sonra. Sen özleyince ararsın beni." dediğinde gülüşümü tutamadım. Bunu yapmayacağını o da iyi biliyordu. Miray'ı test mi ediyordu yoksa. Mahlas'ın en sevdiği üç şey vardı. Birincisi tatil, ikincisi uyumak, üçüncüsü ise tatilde uyumak. Tatil olduğu gün onu evde hiç görmezdim. Yemek bile yemezdi. Odasına girmediğim için bilmiyordum, belki de stok yapıyordu. "Tamam benim için sorun yok." Mahlas bunu beklemiyordu. Suratını astı. Miray sanki onu görüyormuş gibi kahkaha attı. "Şaka şaka." "Yarın bekliyoruz o zaman." "Tamam, yarın saat 20:00'de oradayım." "Tamam, görüşürüz." deyip telefonu kapattım ve kendimi koltuğa bıraktım. Üzerimde büyük bir rahatlama hissediyordum. Sanki tüm yükler kalkmıştı üstümden. Her şeyin güzel olacağını hissediyordum. Bugün gözümü kapatacağım ve açtığım zaman huzurlu bir güne başlayacaktım. 🔥🔥🔥 Gece yarısıydı. Saat 02:20'yi gösteriyordu. Ben Köprüaltı grubuna mesaj yazmıştım ve yalan söyleyerek onlara bir açıklama yapmıştım. Eslem'i hastaneye götürmemin gerektiğini söylediğim için utanmıştım. Bunun sebebi onlara yalan söylediğim için değil kardeşimi bu yalana alet ettiğim içindi. Aren'ler henüz özel hayatımı anlatacağım kadar yakınım değildi. Onca arkadaşım arasından özel hayatımı bilen tek kişi Miray'dı. Onunla ortaokuldan beri arkadaştık ve artık kardeşim olmuştu. Ona çok güveniyordum. İçimdekileri sıkıntıları paylaşmak istesem bu o olurdu. Ya o ya Mahlas. Genelde Mahlas'a derdimi anlattığımda sonunda tek bir cevap verirdi. "Sen mal mısın?" Miray daha iyi bir seçenek gibi geliyordu. Ne olur ne olmaz alışkanlık ettiğim için kapımı kapattım ve kilitledim. Annem, Eslem'i bu geceliğine kendi yanına almıştı. Ona o kadar çok alışmıştım ki birine masal anlatmadan uyumak uzun zaman sonra tuhaf hissettirmişti. Üstümü örtüp Tarık'ın aldığı telefonu yatağımın solundaki komodinin ilk çekmecesinin içine koydum. Yarın gidip satacaktım. Sıcacık yatağımda ilk kez huzurlu bir uyku çekecektim. Ansızın çok yakından gelen, aşırı gürültülü bir patlama sesiyle gözlerimi ardına kadar açtım. Yatağımdan doğrulup oturduğumda kalbim gördüğüm görüntüyle art arda hızlı hızlı atmaya başladı. Apartmanın siren sesi çalıyordu. Komşuların çığlıklarını duyuyordum. "Şirin!" diye bağıran Mahlas'ı da öyle. Odamın kapısının altında turuncu ışıklar vardı. İçeriye dumanlar giriyordu. Ben şokumu henüz atlatamamışken bir kez daha gürültülü, binayı sallandıracak kadar güçlü bir patlama oldu. O patlama tamda benim odamda gerçekleşmişti. Patlamanın etkisiyle yatağımın sağına düştüm ve geriye doğru adımlar atarak yatağımı kendime siper ettim. Bir şey penceremi delip geçmişti ve her yer bir anda tutuşmaya başlarken dudaklarımdan büyük bir çığlık koptu. "Şirin! Şirin! İyi misin? Şirin!" Mahlas'ın endişeli sesini duyarak bağırıyordum. Ayağa kalktım ve telefonumu yastığımın altından alarak kapımın yanına gittim. Tam kapıya yaklaştığım an daha korkunç bir şey oldu. Tavandan ve duvarlardan düşen tuğlalar son anda çekilmeseydim üzerime düşecekti. Arkama dönüp baktım. Yatağım tutuşuyordu. Odam yanıyordu. Odam alev alıyordu! "Mahlas!" diye bağırarak çığlık attım. Kapıdan uzaklaştım, her yer yanıyordu. Dumanlar bütün odamı kaplamıştı. Pencere kırıldığı için dumanlar dışarı çıkıyordu ama etrafım yanıyordu. Bütün sıcak ateşi bedenimde hissediyordum. Alev alan dolabımın içinden sesler geliyordu. Kıyafetlerim yanıyordu. Her şeyim yanıyordu. "Mahlas! Yardım et! Ağabey!" diye yardım çığlıkları atıyordum ama kimseden bir ses çıkmıyordu. "Eslem!" diye bağırdım. "Hayır! Eslem! Yardım edin! Kimse yok mu! Mahlas!" Çığlıklarım boğazımı yırtıyordu. Boğazıma duman girdiği için öksürmeye başlamıştım. Dolabım ansızın üstüme doğru devrilecekken oradan kaçmıştım. "İmdat! Yardım edin, lütfen! Anne!" Kimse gelmiyordu yanıma. Kapımın önü doluydu. Yanıyordu, tuğlalar bile yanarken korkuyla birkez daha çığlık atmıştım. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüp direkt kuruyordu. Öksürüyordum. Yere çömeldim. Elimi boğazıma götürdüm. Nefes alamıyordum. Boğazımı temizlemeye çalıştıkça başarısız oluyordum. Terlemiştim, içime hava girmiyordu. Öksürürken elim dibimde yanan dolabıma değdiği an inleyerek çektim. Yanıyordum. Ateş her alanımı ele geçiriyordu. Bunu yapan kişiyle Tarık'ın bir bağlantısı olduğundan adım kadar emindim. "Seni bu sefer geberteceğim Tarık Tufan. Küllerimden doğacak ve seni bize yaptığın gibi diri diri yakacağım!" dedim bağırarak. Öksürmeye devam ederken sokaktan siren sesleri duyuyordum. İtfaiyeciler gelmişti. "Şirin! Şirin dayan kardeşim! Çıkartacağım seni oradan." Kapının önündeki yığınlar yüzünden ağabeyimin sesi çok uzaktan geliyordu. "Mahlas!" diye bağırdım ama beni duydu mu emin bile değildim. Kapımı bile uyumadan önce kilitlemiştim. Ne yapacaktım ben? Burada yanarak ölecek miydim? Cam patlama sesi duyunca pencereye baktım ama tam o an tavandaki avize yere düştü. Cam kırıklarının bana saplandığını tüm acısıyla hissederek acıyla haykırdım. Avize düşerken önce ampul patlamıştı sonrada koridordan gelen sigorta sesi. Öyle yüksek bir gürültüyle patlamıştı ki kulaklarım sadece çınlıyordu. Tutuşmasın diye saçlarımı bağlamak istemiştim ama ilk kez bileğimde toka yoktu. Hava güzel olduğundan kısa kol giymiştim. Avizenin parçaları kolumu da kesmişti. Akan kan yere damlarken nefes alamadığımdan dizlerimin üstüne çöktüm. Ellerimi yere koyarak güç almaya çalıştım. Başım dönmeye başlıyordu. Ölecek miydim? Hayatımın güzel olması suç muydu? Ben bunu haketmeyecek ne yapmıştım? "Yardım edin!" dedim öksürerek. Hiç kımıldayamıyordum bile. Her yer yanıyordu. Bir yere yığılıp kalsam ben de tutuşmaya başlardım. Kendimi tuttum. Bağırdım, sesimi duyurmaya çalıştım. Yangını söndürmek için bir bez parçası bile yoktu. İçime duman gire gire nefessizlikten ölecekken beyaz tişörtümün dikiş ipinden tutarak dişimle o ipi parçaladım. Sonrada üstümdeki tişörtü yırttım. Saçma bir şekilde yırtıp çıkardım. Ayağa kalktım adımlarımı dikkatli seçerken patlayan sürahinin içinden yere dökülen su buharlaşmadan önce bezi yere koydum. Suyu çekince oradan ayrıldım çünkü üstümdeki perdelerde cayır cayır yanıyordu. Islak bezle yüzümü sildim ve bezi yüzüme koydum. Kirli olması şu an umrumda değildi. Hayatta kalmam için sudaki oksijene ihtiyacım vardı. Penceremden içeri hava girmiyordu. Sudaki oksijen akciğerlerime inerken yatağımın küle dönüşünü izliyordum. Sol taraftaki komodinimin yandığını görüyordum... Sol komodinim cayır cayır yanıyordu. Kafamdan aşağıya kaynar sular dökülmüştü. Yarın satacağım İPhone telefon ve altın saat o komodinin ilk çekmecesindeydi. Ağzımdaki bezi çektim. "Hayır!" diyerek bir çığlık atıp komodinin yanına gittim. Yatağımın hemen yanında olduğu için ateş saçımı yakacak diye çok korkuyordum. Çekmeceyi açmaya çalışıyordum ama aşırı sıcaktı. Zaten tahtadan oluştuğu için hemen tutuşmuştu. Yapacak başka şansım olmadığı için ıslak bezle çekmeceyi açtım. Bez ateşe yaklaştığı için buharlaşıp yanmaya başladığında bağırdım ve çekmecedeki telefonu aldım. Telefonu almamla sıcak olduğu için elimin yanması ve yere düşmesi bir oldu. Ellerimi üstüme sürdüm ve acıyı azalttım. Çekmeceden saati de çıkartarak yere koydum. Saat yanmaya devam ediyordu. Tamamen kararmıştı. Kullanılamaz hale gelmişti. Umutsuz bir şekilde ağlayarak telefona dokundum. Kilitten açmaya çalıştım ama telefon çalışmıyordu. Açılmıyordu! "Hayır! Hayır lütfen! Açıl. Açılman lazım. Eslem için yaptım ben bütün bunları, lütfen! Onun yaşamasını istiyorum. Büyümesini istiyorum. Kardeşiminin sağlıklı olmasını istiyorum. Ben ona söz verdim. Yalvarırım açıl. Ona söz verdim! Her şey çok güzel olacak dedim. O lanet ilacı ona almak için çok çabaladım ben. Allah'ım lütfen. Sana yalvarıyorum bir kez olsun yüzümü güldür, lütfen! Kardeşim için yaptım ben her şeyi." Ağlayıp bağırıyordum. Nefes alamadığım için bütün kelimelerim boğazıma dizilecek gibi oluyordu ama yine de telefon açılmadı. Ben düğmeye bastıkça daha çok ısınıyordu. Bataryası patlayacaktı. Oradan ayrıldım ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. "Yardım edin!" İlk kez sesim duyulmuş olacak ki itfaiyecilerden bir hareket gelmişti. İtfaiye karbasından iki tane itfaiyeci pencereme yaklaşıyordu. Ellerimle kendimi sararak onlara bakıyordum. "Yardım edin..." diyerek mırıldandım. İtfaiyecilerden biri elindeki çekiçle camları tamamen kırdı. Diğeri de hâlâ yanmakta olan dolabıma hortumdan su dökerek söndürmeye başladı. Su, ateşe temas ettiği an daha çok duman meydana geldi ve ben daha çok öksürdüm. İtfaiyeciler içeri girdi. Birisi direkt yanıma gelmişti. "Seni buradan çıkartacağım, merak etme. Her şey yoluna girecek." dediğinde olduğum yerde yığılmak üzereyken beni tuttu. İtfaiyeci sol koluyla sırtımdan sağ koluyla da dizlerimin altından tutarken pencereye doğru ilerledi. Ciğerlerim yıpranırcasına öksürdüm. "Girmeyecek." dedim itfaiyeciye. "Hiçbir şey yoluna girmeyecek. Her şey daha da kötü olacak." dedim. İtfaiyeci beni kucağına aldığında yarı baygın gibiydim. Nefes alamıyordum. Gözlerimi açamıyordum. Boğazım çok ağrıyordu. İstediğim tek şey artık buradan çıkmaktı. Ağabeyim, annem ve kardeşim içerdeydi. Eslem zaten zar sor solunum alırken buna dayanamazdı. "Eslem..." dedim mırıldanarak. "Bir şey mi dedin?" Başımı güçlükle kaldırdım. Benden daha önemli önceliklerim vardı. "Kardeşimi çıkartın önce. Ben dayanabilirim, o solunum cihazına bağlı. Önce kardeşimi kurtarın. Ağabeyim ve annem de içerde. Onları kurtarın." diye mırıldanmaya devam ettim. İtfaiyecinin kucağından inmeye çalıştım. Kardeşimi korumam gerekiyordu. "Onları dışarı çıkarttık. Kardeşiniz iyi. Üçü de güvende." Kalbim kaburgama davul gibi vururken başımı itfaiyecinin omzuna yasladım. Ne yaptığımın bilincinde bile değildim. Diğer itfaiyeci odamdaki alevleri söndürüyordu. Penceremin kenarlarında hâlâ camlar vardı. İtfaiyeci bana değmesin diye tekme atarak onları karbaya doğru fırlattı. Geniş olduğu için rahatlıkla penceren çıkabilmiştik. İtfaiye karbası aşağı doğru hareket ederken alkış sesleri duymaya başlamıştım. Gözüm kapalıydı, sanki rüyamda konuşur gibi itfaiyecinin kulağına doğru mırıldandım. Koruyucu bareti vardı ama beni duyduğuna emindim. "Neden hep kötüler kazanmak zorunda?" diye sordum. Bana baktığını hissettim. Sıkıntılı bir iç çekti. "Çünkü bu hayat iyileri haketmiyor ve bir masalda yaşamıyoruz." dedi. Bu söz karşısında gözlerimi aralayarak itfaiyeci baretinin arkasındaki yüze bakmaya çalıştım. İtfaiyecinin sözü doğruydu, haklılık payı büyüktü. Bu hayat iyileri hiçbir zaman haketmemişti. Hayaller ve gerçekler vardı. Hayallerde iyiler kazanırken gerçeklerde galibiyet kötülerdeydi. "İyi insanlar kaybeder. Çünkü adil davranırlar, cömert ve dürüst olurlar. İyilerin kazanmakla işi yoktur sadece çaba göstermeyi severler. Kötü insanlar ise hep kazanır. Çünkü adil değiller, dolandırıcı ve düzenbazlar. Sadece kazanmak için efor sarfederler. Bu yolda iyileri de ortadan kaldırırlar, mükemmelleride." Sözleri o kadar doğru ve haklıydı ki hayran kalmıştım. Sesi bunları derken hüzünlü çıkmıştı. Sebebini bilmiyordum ama onunda sıradan bir hayatı yoktu. Herkesin olduğu gibi. Yüzünü net bir şekilde göremiyordum. Hayatımı kurtaran itfaiyecinin yüzünü görmek istiyordum. Sol kolumu kucağımdan çektim ve itfaiyecinin başındaki baretin camını yukarı doğru kaldırmaya başladım. Bu yaptığımı hiç kimse yapamazdı. Zaten beynim kızardığı için doğru düzgün düşünemiyordum. Bana engel olmamış veya bir şey dememişti. Yüzünü net bir şekilde görebilmiştim. Saat geç olduğu için karanlık olsa da hayatımdaki ilk çift kehribar gözü net bir şekilde görmüştüm. Yüzüne baktığım an hayranlığım uyanmıştı. Kaslı vücuduna nitafen oldukça orantılı bir yüz yapısına sahipti. Kirli sakalları yeni kesilmiş gibi neredeyse hiç yoktu. Terlemişti, öyle ki alnında yapışan siyah saçlarının tutamları bulunuyordu. Burnu simetrikti, küçük bir kemeri vardı ama o bile yüzünde çok iyi bir görünüm sağlamıştı. Siyah kirpiklerinin ardındaki kehribar gözleri benim ona baktığım gibi bakıyor, yüzümü inceliyordu. "Gözlerin güzelmiş." dediğimde gülümsedi. "Genelde yangından kurtardığım kadınlar böyle tepkiler vermez." dedi alayla. Gözlerimi devirerek öksürdüm. "Sadece iltifat ediyordum. Siz erkekler niye hep böylesiniz ki? Hepinizden nefret ediyorum." deyip tekrar öksürdüm. Ona olan bu saçma bakışlarım ve sözlerim komiğine gitmiş olacaktı ki bembeyaz dişlerini göstererek gülümsemişti. Gülümserken yanaklarında çıkan o gamzeleride görmüş olmuştum. Zaten çekici bir yakışıklılığa sahip olan itfaiyecinin bir de iki yanağının altında çıkan o çukurlar güzelliğine güzellik katmıştı. Ateşlerin içinde kavrulduğum için mi öyle geliyordu yoksa bu adam bir itfaiyeciye göre fazla mı yakışıklıydı? Genelde gördüğüm itfaiyeciler böyle olmuyordu. Ki genelde itfaiyecilerin yüzlerini görmüyordum. "Adın nedir?" diye sordum ansızın. "Ne önemi var?" dediğinde anlamsız bir iç çektim. "Hayatımı kurtaran itfaiyecinin adını bilmek istiyorum." dediğimde buruk bir tebessüm etti. "Agir." dedi. "Mirel Agir Tunga." İlk kez böyle bir isim duyuyordum. Bir itfaiyeciye bakılırsa bu isim oldukça yakışmıştı. Sonuçta agir, ateş demekti. Hem yakışıklı hem çekici hem de ateş gibiydi. Gerçekten ateş gibiydi. Ona bakarken bile içimde bir yerde bir şeylerin yandığını hissedebiliyordum. "Peki ya senin? Adın nedir?" diye sordu, itfaiyeci merdiveni aşağı inmeyi durdurduğunda. "Ne önemi var?" diye sordum onun dediği gibi. "Hangi kadının hayatını kurtardığımı bilmek istiyorum." Ben de onun gibi buruk bir tebessüm ettim. "Alev." dedim. "Şirin Alev Asena." Artık Alev'dim. Gerçek benliğim artık yalnız Alev'den ibaretti. Çünkü yanıp tutuşuyordum. Az önce o odanın içinde Şirin yanarak kül olmuştu. Alev ise onun küllerinden yeniden doğmuştu. ... |
0% |