Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4. Bölüm Telefon Mesajı

@darklightssx

Şarkılar;


Bring Me To Life- Evanescence


Set Fire To The Rain- Adele


E.T- Katy Perry


(Yer-mekan isimleri ve olaylar hayal ürünüdür. Gerçeklikle bir alakası yoktur. Kısacası tamamen sallamadır.)


'İntikam almak istemezdim ama içimdeki harlanan yangını söndürmem gerekiyor.'


Karanlık sokak, karanlık ve soğuk. Sokak lambaları yolu aydınlatıyor, ufak ufak yağmur taneleri yeri boyuyordu. Soğuk esen sonbahar rüzgârı havanın bizim inadımıza soğuk olacağının bir göstergesi gibiydi. Bütün bedenim üşüyordu. Dışarıya yansıtmamaya çalışıyordum ama boğazım da yanıyordu. Yutkundukça acıyordu. Odamda düşen avizenin parçaları kollarımı çizmişti ve kanayan yaralarım kabuk bağlamıştı.


Mahlas'ın kafasını sargıya almışlardı. Yatağının üstündeki demir duvar saatinin kafasını sıyırdığını söyleyerek beni ikinci kalp krizinin eşiğine sokmuştu. Mahlas'ın çalıştığı hastaneden doktorlar ve arkadaşları gelmişti. Siyah, dalgalı saçlı bir kadın ambulanstan iner inmez ona ağlayarak sarılmıştı. Bu kadının kim olduğu hakkında en ufak fikrim yoktu ve olmasını da istemiyordum. Baş hekimiyle uzunca konuşmuş, bir haftalığına izin almıştı.


Annem ve Eslem Allah'a şükür iyilerdi. Annem alışverişten sonra eve gelince direkt uyumuş birkaç saat sonra uyanmıştı. İçinde kötü bir his olduğu için namaz kılmıştı. Namazını bitirdiğinde ise olanlar olmuştu. Eslem'i ve solunum cihazını alıp odasına en yakın olan Mahlas'ın yanına koşmuştu.


Şu an ise ağabeyimin omzuna yaslanmıştım. Omuzları geniş olduğu için yaslanıp sarılıyordum. O da yanağını başımın üstüne, kabaran saçlarıma yaslamıştı. Annem, Eslem'i kucağında taşıyarak uyutmuştu. Kimse bizi evine davet etmemişti. Ya da bunu düşünmemişti.


Zaten bu sokakta komşuluk değersizdi. Annem öylesine sosyalleşmek için giderdi. Bilmiyordu ki her onlardan eve döndüğünde onun dedikodusunu yapıyorlardı. Hepsi korkuyordu. Eğer bize yardım ederlerse onların da başı belaya girer diye korkuyorlardı. Zaten istekleride yoktu.


İtfaiyeciler evimizi söndürmüşlerdi ama hâlâ duman çıkıyordu. Onlarda yağmurla temas ettiğinde yok oluyorlardı.


Doktorlar Mahlas'ın tanıdığı olduğu için bize giyecek giysiler vermişti. Lacivert bir kazak altına da siyah kot giymiştim. Pantolon biraz geniş olsada şikayet etmemiştim. İtfaiyeci hem ağabeyimle bana bir battaniye hem de annemle Eslem'e bir battaniye vermişti. Beni yangından kurtarıp aşağı indirdiğinde ambulans gelmişti. Üstümüze soğuktan korunalım diye bir tarafı altın bir tarafı gümüş renkli olan ısı yalıtım folyosu koymuşlardı. Lakin hâlâ donuyorduk.


Saat gecenin beşi olmuştu. Bizi uyku tutmamıştı. Sokakta kalmıştık. Tek başımıza ve çaresiz. Miray'ı aramıştım. Ama cevap vermemişti, bu saatte uyuyordu. Zaten onları rahatsız etmek de içimden gelmiyordu.


"Çok mu üşüyorsun?" diyen Mahlas'a hayır anlamında başımı salladım.


"Battaniye iyi geldi." deyip battaniyeyi biraz daha çekip sarmaladım.


Mahlas iç çekerek, "Bak ben doktorum, biliyorsun değil mi? Sesin titriyor ve boğuk çıkıyor. Deminden beri omzumda titrediğini hissediyorum." dediğinde ona biraz daha sarıldım. Battaniyeyi üstüme iyice çekti ve boğazımı da örttü. Doktor olduğunu bir anlığına unutmuştum. Yalan söylesemde inanmazdı artık. "İyiyim ağabey." dedim yinede. "Sadece yangının içinde biraz bağırdığım için boğazımda ufak bir sızı var."


"Kirli duman akciğerlerine inmiş. Nefes alırken kasılma hissediyor musun ya da belinde ağrı falan var mı?" Nefes alırken belimde ağrı oluşuyordu doğru ve ben bunu o söyleyince farketmiştim.


"Biraz." dedim.


Oturduğu yerden doğrularak ayağa kalkarken, "Üzerimde para var, yeşil çay alıp gelirim sana." dediğinde kolundan tutup geri oturtturdum. Bana üzgün bir şekilde bakarken başımı reddederek salladım.


"Gerek yok ağabey. Zaten bu saatte neresi açık olur? Saat beş. Yeşil çayı alsanda ısıtamazsın. Su da yok doğal gaz da. Üstündeki para sende kalsın. Eslem'e mama alırız. Ben iyiyim, uyusam geçer." Buruk bir tebessümle sol kolunu açtı ve beni kendisine çekerek sardı.


"Uyu biraz hadi." Başımı önce omzuna yasladım.


"Sen peki?"


"Ben alışığım uyanık kalmaya. Dinlen sen." Başımı kucağına yasladım ve gözlerimi kapattım. Battaniyeyi kulaklarıma kadar çekti. Başımı çocukmuşum gibi eliyle okşadı. İzlediğim dizilerde bunu genelde babalar yapardı. Lakin babaya falan ihtiyacım yoktu benim. Ağabeyim o boşluğu bana hissettirmiyordu bile. Mahlas benim için yeterde artardı.


Gözlerimi aralayarak açtığımda her taraf aydınlanmıştı. Gözüm anlığına kamaştığında kapattım ve ellerimi yumruk yaparak gözümü ovaladım. Hâlâ Mahlas'ın kucağına kafamı koymuş bir şekilde yatıyordum. Sırtım ağrımıştı ama boğazım daha iyi gibiydi. Sadece yutkununca hafif sızı devam ediyordu. Başımı kaldırıp ağabeyime baktım. Kafasını binanın kapı girişinin yanındaki duvara yaslamıştı. Boynu tutulmuş gibi duruyordu. Battaniye sadece benim üstümdeydi. O neredeyse hiç örtülmemiş gibiydi.


Telefonumu açıp yine saate baktım. Saat on olmuştu. Sokaktan insanlar geçiyor hem bize hem de yanan evimize acıyarak bakıyorlardı. Bakışlarını umursamayarak ayağa kalktım ve battaniyeyi Mahlas'ın boynuna kadar çektim. Kim bilir ne süredir böyle duruyordu. Benim için böyle şeyler yapması her ne kadar hoş olsada onun içinde üzülmüyor değildim.


Annem, Eslem'i sarmış o da duvara yaslanarak uyuyordu. Battaniye ikisinide örtmeye yeterli gibiydi. Eslem'in uyanık olduğunu farkettiğimde yanına gelip yanağından öptüm. "Uyanmış mı benim minik nohutum? Her şey yoluna girecek söz veriyorum. Abla sözü. Ablalar söz verince sözlerini tutar."


İçimde her ne kadar aileme karşı yoğun bir sevgi barınsada bir o kadar da Tarık'a karşı intikam ve nefret duygusu vardı. Onu öldürmeyi eskisinden daha çok istiyordum. Benim aileme zarar vermeye kalkışmıştı. Eğer tek birisinin parmağı bile çizilmiş olsaydı onun olduğu dört duvar arasını düşünmeden bombalardım. Mahlas'ın kafasına darbe almıştı. Bu düşünce bile yeterdi bana.


İntikam almak kötü bir şey sayılmazdı bana göre. Birisi intikam almak istiyorsa bir sebebi olurdu. Geçerli ve mantıklı bir sebep. Ben ve aileme zarar vermeye kalkışan hatta veren birine sadece öfke besleyemezdim. İçimde yanan, bana acı veren bir şeyler vardı. Eğer bunu kötüler yaptıysa eziyet, iyiler yaptıysa adalet olurdu. Diğer türlü bu düzen toplanamazdı. Ben, Tarık'ı öldürsem onunla ödeşmek için değil içimdeki harlayan ateşi söndürüp intikam almak için öldürürdüm.


Karnım guruldadığında elimle baskı yaparak sesi durdurdum. Şu an zamanı değildi. Ayağa kalkarak evime girecektim ki merdivenin yanında beyaz bir poşet, poşetin içinde de üst üste konulmuş iki tane mavi kap gördüm.


Merdivenin yanına yaklaşarak oturdum ve en üsttekini alarak kapın kapağını açtım. İçindeki mercimekli bulguru görünce buruk bir tebessüm ettim. En azından hâlâ bizi düşünenler vardı. Diğer mavi kabı da alıp kapağı kaldırdığımda patates kızartması görünce gözlerim dolmuştu. Üstüne ketçap-mayonezde sıkılmıştı. Poşetin içinde üç çatal-kaşık ve beş şişe içme suyu vardı. Bizi bu kadar kim düşünebilirdi ki? Hiçbir komşuyla bu kadar yakın olduğumuzu düşünmüyordum. Derken bir su şişesini aldığım an elime bir kağıt değdi. Kağıdı aldım ve suyu merdivene bırakarak içinde mavi tükenmez kalemle yazan notu okumak için açtım.


'Sevgili Alev, seni ve aileni o şekilde görünce gözüme rahat uyku girmedi. Gözümü her kapattığımda bana sorduğun o soru hem kulaklarımda hem de aklımda dolanıyordu. 'Neden hep kötüler kazanmak zorunda?' Bu sorun aslına bakarsan canımı sıktı.'


Komşuların getirdiğini sandığım yemekleri itfaiyeci mi getirmişti? Bize battaniye vermesi yeterli değilmiş gibi bir de gecenin bir yarısı huzurlu olmadığı için yemek mi hazırlamıştı? İşte şu an kendimi bir yabancıya karşı mahcup hissetmiştim. Birisi acıyor gibi değilde iyilik amacına merhamet ediyor gibiydi. Sonuçta bir söz vardır. 'Merhamet acımak değil, acıtmamaktır.'


Daha tanışalı on dakika olmayan bir adam bile bizimle bu kadar ilgilendiyse diğer herkesin kalıbına... O sorduğum soru bir anda düşünmeden çıkmıştı dudaklarımdan. Zihnimde dolanıyordu ve artık bıkmıştım. Notu okumaya devam ettim.


'Hep kötüler kazanmak zorunda değil elbet. İyiler kimseye zarar veremediği için kaybeder. Aslında onlar kaybettiklerinde kazanır.' dudaklarımda beliren bir tebessüm oldu. Kötüler, iyilerin aksine zarar vermekten çekinmedikleri için kazanırdı. Çok haklı bir sözdü.


'Her neyse mercimek bulgurunu taze vermek isterdim, böyle saygısızlık gibi oldu kusuruma bakmayın. Ama patatesi yeni yaptım. Bir de umarım şu an daha iyisinizdir. Yaraların için merhem de koydum. Doktorlar yardımcı oldu ama iltihap kapmasın diye :)'


Yaralarımı benden daha çok düşünen biri olduğu için ağzım beş karış açıkta kalmıştı. Poşetin içinde küçük mor bir merhem kabını görünce diyecek bir şey bulamadığım için sadece gözüm dolmuş bir şekilde notu okuyup gülüyordum.


'Sizin yaşadığınız trajediyi ben de yaşamıştım, nasıl hissettiğinizi anlayabiliyorum ve yardım etmek istedim. Bunu çoğu evi yanan ve sokakta kalan ailelere yaparım. Bazıları onlara acıdığımı, onları dilenci yerine koyduğumu düşündüğü için beni şikâyet etmişti. Ama niyetim o değil. Bir söz vardır belki bilirsin. 'Merhamet acımak değil, acıtmamaktır.' Bunu yazdım çünkü yanlış bir anlaşılma olsun istemiyorum. Her neyse hem geçmiş hem de afiyet olsun.'


Benim düşündüğüm yazıyı yazdığında bir tuhaf olmuştum. Aynı şeyi düşünmemiz ilginç bir tesadüftü. Notun altında daha koyu bir mavi tükenmezle not vardı. Bu notu okuyunca sessiz bir şekilde gülmüştüm.


'Not: Bu sözü Google'dan buldum. Sana belki bilirsin dedim ama ben de bilmiyordum. Sözümün üstüne iyi gitti. ;)' 


Neydi bu kalbimdeki his. Heyecan mıydı? Mahcubiyet miydi? Notun en altında da göndericinin kim olduğunu yazarak belirtmişti. Zaten anlamamak elde değildi. Ama bunu sadece adıyla belirtmemişti.


'Agir ama kurtarıcın olan'


🔥🔥🔥


Saatler geçmişti. Benim bara gitmem gerekiyordu ama gitmek hiç içimden gelmiyordu. Günlerden cumartesiydi ve genelde haftasonları bar daha kalabalık olurdu. Şarkı söylemeyi seviyordum. Şarkı söyleyince kendimi mutlu, özgür, huzurlu hissediyordum. Canımı sıkan şeyi bilmiyordum ama bu aralar gitmeye pek niyetim yoktu. Sebebi zaten belliydi. Beş aydır çalışıyordum ve bütün emeğim yerle bir olmuştu. Telefon da yanmıştı saat de. Onları satıp alacağım para da dahil. Artık ne hevesim kalmıştı ne de umudum. Eslem için bunca ay çabalamıştım. Sonuç ise koca bir hiçti.


Hem Tarık nerede çalıştığımı öğrenmişti. Oraya da bomba saldırısı olsa şaşırmazdım.


"Tamam iyi adam eyvallah da, neden sana Alev dedi?" Gözlerimi devirdim. Mahlas patates yerken saçma saçma sorular soruyor beni ayrı deli ediyordu.


"Takıldığın konu bu mu?"


"Pek Alev ismini kullanmıyorsun." dedi.


"Ben hep Alev'dim ama hayat ve koşulları beni hep Şirin yapmaya zorladı." Dışarıya sıkkın bir nefes vererek patates kabını merdivene koydu. Yeşilimsi ela gözleriyle bana bakıyordu. Gözlerinde bana karşı anlam veremediğim bir acı vardı.


"Kişilik bozukluğunun psikolojik bir hastalık olduğunu biliyorsun öyle değil mi?" Bakışlarımı kaçırdım.


"Böyle iyiyim." dedim konuyu uzatmak istemeyerek.


Mahlas bir anda sesini yükseltmişti. "Duygularına isim vermişsin! O an ki duygularına göre kişiliğin ve düşüncelerin değişiyor Şirin. İnan bana bu iyi bir şey değil. Bu vakaların sonu hep kötü bitiyor."


"Ben böyle iyiyim ağabey. Hem kaç tane kişilik vakası gördün ki sanki?"


Kollarını birbirine doladı. "Melek diye bir kız vardı. Melek Bade Atalay. Senin yaşlarındaydı. İyilik yaptığında Melek, kötülük yaptığında Bade olduğunu söylerdi. Arkadaşları Bade daha havalı bir isim olduğu için ona öyle seslenirdi. Kız psikolojisini yitirdi. Türlü türlü yanlışlar yaptı. Hastaneye geldi, doktor yaraladı. Sırf hastayken iğne yapmaları gerektiği için. Onu psikoloğa yönlendirdik. Hatta yönlendirdim, benim ve arkadaşım Burcu hemşirenin vakasıydı. Asıl kişiliğinin Melek olduğunu ama canı her sıkıldığında veya sinirlendiğinde Bade'nin zihnini kontrol ettiğini söyledi. Durum ilerledikçe hafızasını kaybetti. Bade'nin yaptıklarını Melek, Melek'in yaptıklarını Bade hatırlamıyordu. Sende de aynı şeyin olmasını istemiyorum Şirin. İyi falan değilsin, bu bir hastalık."


Söyledikleri kalbimi sızlatsa da ben gerçekten iyiydim. Hem hafızamı kaybedecek kadar ilerlemezdi. Ben her şeyi biliyor ve hatırlıyordum. Öyle ki gerçek benliğimi bile bilmiyordum. Hep değişen bir şeydi. Hem Melek'in durumuyla benimki farklıydı. Ben kötülük yapmazdım. Eğer birine zarar verecek olsam bu kişi Tarık gibi adamlar olurdu.


Tek kelime etmeden ayağa kalktım. Bu konu beni az da olsa germişti. Barın yolunu tuttum, en azından biraz para kazanabilirdim. Ulaş'dan bahşiş isteyecektim. Sonuçta benim sayemde daha çok kazanmaya başlamışlardı. Aldığım bahşişle buradan biraz uzakta fiyatı en düşük olan bir otelde oda kiralayabilirdim. Mahlas da zaten bugün gidip benim gibi bahşişini alacaktı. Dün baş hekimiyle konuşurken istemiş, hekimde kabul etmişti. En azından birkaç hafta otelde kalabilirdik.


Telefonla Miray'ı arayacaktım ki okulda olma olasılığı vardı. Saat iki olmuştu. Artık ne yapacağımı da bilmiyordum ne diyeceğimi de. Böyle anlarda müzik dinlemek rahatlatırdı beni ama kulaklığım da yangında kül olmuştu. Cana geleceğine mala gelmişti ama ben o mallarada değer veriyordum. Dolabımın içindeki kitaplarım da kül olmuştu. Kimseye illettirmediğim ve çok değer verdiğim kitaplarım yanmıştı. Artık yapacak bir şey olmadığı için para biriktirince yenisini alacaktım.


Umarım başka bir felaket de hapishanedeki mala gelir.


Amin!


Barın önüne geldiğimde topladığım saçımı açmak üzereyken vazgeçtim. Sonuçta bara sesim için gelmiştim, görüntüm için değil. İçeri girdiğimde İdil, barın üstüne yerleştirilmiş şarap kolilerinden şarapları alıyor ve raflara yerleştiriyordu. Yerleştirirken büyük bira bardağına doldurduğu birayı da kafasına dikiyordu. Bu kadar içmesi iyi değildi. Onu her gördüğümde hobi olarak ya bira içiyordu ya da viski. İçerisi daha boştu. Bu saatlerde sadece çalışanlar bulunuyordu.


"Günaydın." dedim ona doğru seslenerek.


Beni görünce elindeki bira bardağını bıraktı ve bardan ayrılıp yanıma geldi. Bana telaş içinde sarılınca şaşırmıştım. Elim öylece açıkta kalınca bende onu sardım. Ama neden sardığım konusunda bir fikrim yoktu. "Şirin? Senin ne işin var burada?" Kaşlarımı çattım. Bunu cidden soruyor muydu?


"Ben burada çalışıyorum ya hani."


Benden ayrılarak gözlerimin içine baktı. O kadar cana yakın ve benim için endişelenmiş duruyordu ki onun hakkında düşündüklerimden kötü hissetmiştim. İdil'i biraz tanımam ve onunla zaman geçirmem gerektiğini düşünüyordum. Fazla ön yargılı davranıyor gibiydim.


"Evinde yangın çıkmış diye duydum. İyi misin sen? Mahlas? O iyi öyle değil mi? Kardeşin ve annen de varmış. Ben bu sabah öğrendim çok üzgünüm. Evini de bilmiyorum, yardım etmek isterdim." deyip bana tekrardan sarıldı.


Bunu nasıl öğrenmişti ki? Yangın gece geç bir saatte çıkmıştı. Hem bizim evde buraya uzak sayılırdı. Sıcak bir tebessüm ederek sağ elimi omzuna koydum.


"Teşekkür ederim ama biz iyiyiz. Hepimiz tek parça halinde çıktık oradan merak edilecek bir şey yok. Hem sen nereden öğrendin bunu? Biri mi söyledi?"


"Miray söyledi. Aslında bana değil. O Bora'yı aradı. Bora, Aren'e söyledi. Aren, Ulaş'a bildirdi. Ben de onlar konuşurken duydum." Kelebek etkisi yaratmıştı.


Dedikodu gibi bu konu nasıl yayılmış olabilirdi? Alt tarafı evimde yangın çıkmıştı. Bu zaten Tarık'tan beklediğim bir şeydi. Bizi sürekli tehdit eden bu adam nihayet eylem yapmaya başlamıştı. Sıra bendeydi. Ama benden sonra ona sıra hiç gelmeyecekti.


"Ne kadar da hızlı yayılmış. İyi de Miray nasıl öğrendi bunu?"


"O kadarını bilmiyorum."


Başımı teşekkür ederek sallayıp oradan ayrıldım. Kulise ilerledim ve kapıyı çalmadan direkt içeri girdim. İçeride koltuklarda oturmuş telefonla ilgilenenlerden ilk gördüğüm Aren, benimle göz göze gelir gelmez ayağa kalktı. Telefonu koltuğa bırakacak zamanı yokmuş gibi yere düşürdü. Kapıyı kapattığımda beni omuzlarımdan çekercesine sarıldı. Elim tekrardan açıkta kalmıştı.


Sarılmayı seven biri değildim. Bunu illa yüzlerine mi söylemem gerekiyordu? Aren'i biraz ittirerek ayrılmamızı sağladım. Başımı iyiyim anlamında sallayıp tekli siyah koltuğa oturdum.


"Şirin, sen iyi misin?"


Ne Şirin'miş arkadaş! Şu an öyle bir vibe verdiğimi bile düşünmüyordum. Sanki adım bu değildi. Şirin dediklerinde kulağıma yabancı geliyordu.


İyi falan değildim. Bunu mu duymak istiyorlardı?


Her şey kötü gidiyordu. Her şeyim eksik gibiydi. Dayanacak gücüm kalmamıştı. Hayata kırgındım. Paramparça ve yıpranmıştım. Uykusuzdum, artık hep öyle kalacak gibiydim. Umutsuzdum, az bir şey umudum vardı artık o da yıkılmış gibiydi. Ben paramparça olmuştum. Birleştirilmesi bile zor oluyordu. Eskiden olsa biraz olsun gülebilirdim. Hiçbir şey olmamış gibi aynanın diğer yüzünü gösterebilirdim. Ama olmuyordu, o ayna da paramparça olmuştu ve parçalandığı yüzü görülüyordu.


Ben çok kötüydüm ama birkaç kişi dışında beni anlayan olmazdı. Abartma falan derlerdi. Zaten kim ne yapacaktı ki ben iyi olsam. Sadece görünüşüm üzgünse bile bir açıklama isterlerdi. Ben tebessüm ediyor muyum? Yeter de artar.


"İyiyim." dedim tebessüm ederek.


Sonuçta kim kötüyken 'kötüyüm' derdi ki? "Hepiniz tek tek sorup başımı ağırtmayın lütfen. Ben de iyiyim, ailemde."


Bora bir anda sinirli ve sorgulayıcı çıkan sesiyle odayı yankılandırdı. "Babanın orospu çocuğu olduğunu neden söylemedin? Bize onun iyi biri olduğunu söylemiştin." dediğinde gözlerimi oflayarak kapattım. Bunu nereden biliyorlardı? Miray bunu anlatmış olamazdı öyle değil mi? Aslında Aren'lere Tarık'ın nasıl biri olduğunu anlattığımı ona söylememiştim.


Koltukta oturarak gözlerimi onun üzerine diktim. "Gerek duymadığım için. Özel hayatım sadece beni ilgilendiriyor. Yapabileceğiniz hiçbir şey yoktu." Bunu dediğim anda sinirlenmiş gibi ayağa kalktı.


"Şirin biz arkadaş değil miyiz?" dedi Aren sakin bir tonla. Bana farklı gözlerle bakan birinin bunu demesi ayrı tuhaftı. Bora tekrardan, sinirli bir şekilde yanıma gelip dibimde durdu. Kollarını göğsünde toplayıp somurttu.


"Miray'a güvendiğin gibi bize de güvenebilirsin. Seni koruruz! Babanın sana yaptıklarını söyleseydin eğer biz bir çaresini bulurduk. Ya da en azından denerdik. Sen de artık bizdensin. Sen de artık Köprüaltı grubunun bir üyesisin. O yüzden bir şey olduğunda ilk aradığın kişi olmasak da bize de söyle, bize de haber ver." Ellerini yüzüne koydu ve ofladı. Gerçekten bana karşı çok sinirli duruyordu. Onu daha önce böyle görmemiştim. Canım zaten acıyorken bir de o ateş basıyordu.


"O kadar vakit geçirdik, uzun sürmesede bari arkadaşların olarak bize söylememen ne kadar doğru? Yalana başvurmuşsun, bu hiç hoş değil. Ne kadar korktuk haberin var mı senin? Yok! Umrunda da değildir zaten. Ama böyle davrandığın iyi oldu, biz de bundan sonra bir şey olursa söylemeyiz artık sana." dediğinde sözleri içimde bir etki bıraktı. Sesi kızdığı için değil kırıldığı için yüksek çıkmıştı. Yeşil gözleri bana bakarken hem endişeli hem de hayal kırıklılığıyla doluydu. "Bora..." açıklamak istedim ama açıklayacağım bir şey yoktu. Arkasına dönüp üçlü siyah koltuğa oturdu ve eline telefonunu aldı.


Onlara Miray'a güvendiğim gibi güvenmem için zamana ihtiyacım vardı. Hemen güvenen biri değildim ki ben. Burada sanki ben suçluymuşum gibi bir etki veriyordu. Tarık bize şiddet uygulamıştı. O bizi yerin dibine sokmuştu. O bizi öldürmeye teşebbüs etmişti. Ben bunu birine nasıl söyleyebilirdim? Bu birine öylesine anlatılacak bir şey değildi ki!


"Sizinle geçirdiğim 5 ay, Miray'la geçirdiğim 15 yıla bir değil." dedim Bora'ya. 5 aydan beri ilk didişmemiz bu olabilirdi. Bana bir şey demedi, sadece gözlerini kaçırdı. Oflayarak sinirden yine dolan gözlerimi kaçırdım.


"Hadi başlayalım artık." dedim derin bir nefes alarak. Dikkatimi dağıtmak istiyordum.


"Ulaş ağabeyi bekliyoruz." dedi Gökay. Onun da gözlerinde Bora kadar olmasada bir kırgınlık görüyordum. Ama ses tonu aynıydı. Eymen ise hiç oralı değildi. Mavi gözleriyle bana bakan yüzünde hiç ifade yoktu. Dümdüz, sakin biriydi. Konuşmuyordu, sessizdi. Sadece susuyor, izliyor, inceleme yapıyordu. Ama hepimize 'Allah'ım herkes mi mal olur? Biraz beyin dağıt.' dermişçesine bakıyordu. Onun da bazı sıkıntıları vardı. Lakin bu da özel hayata girerdi. Yemin ederim bu bakışlar yüzünden lisedeki anksiyetemi geri kazanmıştım.


Herkesin özel hayata karışabilme gibi bir huyu vardı. Eğer birisi üzgünse üzgündü. Bunu dışarıya yansıtıyorsa eğer belliki birinden yardım istiyordu. Birinin onu dinlemesine ihtiyaç duyuyordu. Benim yaşadıklarım kolay şeyler değildi, bunu maalesef kabul ediyordum. Ama yardıma ihtiyacım olsa söylerdim. Kimsenin bu konu hakkında konuşmasını istemezdim. Kendi komşularımdan bile yardım alamazken başkalarından hiç istemiyordum. Çünkü biliyordum, eğer bana birisi yardım edecek olursa ya zarar görürdü ya da ölürdü. Bunu yapma potansiyeli yüksek olan bir psikopatın kızıydım.


Ulaş bir yarım saat sonra gelmişti. Benim yüzüme bile bakmamıştı. Artık ne kadar darbe almışsam duygularım bile yok gibiydi. Rastgele bir şarkı seçmiş bizden çalışmamızı istemişti. Daha zor seçtiği de oluyordu ama en azından bu şarkıyı biliyordum. Tek sorun bunun düetlik bir şarkı olmasıydı. İki kişinin söyleyeceği bir şarkıydı. Ulaş, benimle Aren'in düet yapmasını istemişti.


"Neden böyle bir şey yapıyoruz?" dediğimde bıkkınlıkla derin bir nefes alıp dışarı verdi.


"Çünkü ben böyle istiyorum. 'Uzun Lafın Kısası' birkaç tane düet var. Hadi prova alıyoruz."


Mikrofonun arkasına geçerek önümde duran kağıda baktım. Ozan Doğulu'nun şarkısıydı. Bu şarkıyı biliyordum. Ama ezberimde yoktu. Aren de önüne bir mikrofon çekti. Düet kötü bir şey değildi. Ama bazı sözler kişilerin ruhuna işlerdi. Bu genelde Aren ve benimki gibi olan ilişkilerde gözükürdü. Ona umut vermemek için her şeyi yapıyordum. Şarkı söyleyecek havamda değildim. Ama zorunluydum. Her şeye en baştan başlamak zorundaydım. Kardeşim içindi, Eslem içindi. Kuruyan dudaklarımı dilimle ıslattım. Yüzüme yalandan bir gülümseme takındım ama ağlamamak için zor duruyordum.


Ulaş, "Eymen sendeyiz koçum." dediğinde arkama dönüp hayatı umursamayan, yaşamak için yaşayan Eymen'e baktım. Kafasını sallayarak onayladı. Piyonunun üstünde duran şarkının notalarına baktı. Notaları okuyarak, piyanonun her bir tuşunu ezberlemiş gibi bakmadan ritimi tutturarak şarkıyı başlattı. Kafasında bir kulaklık vardı. Şarkıyı o da biliyormuş gibi ezbere piyanonun tuşlarına dokunuyordu. Başını ritimle sallarken önüme döndüm. Şarkı sözleri birkaç notadan hemen sonraydı.


Aren'e bakıp tebessüm ederek şarkının ilk dizesini söyledim.


"Uzun lafın kısası çok özledim


Durumun esası bu


Bir temas bir soluk


Derdimin devası bu..." dedim. Şarkılar duyguları yansıtır olduğu gibi dışa vururdu. Bende bazıları sadece o etkiyi bırakıyordu. Şarkının devamını Aren söylerken sanki bana doğrudan düşüncelerini döküyormuş gibi gözleri parlıyordu.


Gitarını çalarak bana buruk bir tebessüm ederken şarkıyı söylüyordu.


"Kalbim bir adım atsa


Ayaklarım geri gidiyor" derken sesi kısık çıkmıştı. "Korkumdan mı, arzumdan mı?"


Mikrofonu yerinden çektim. Şarkının diğer kısımlarını ezbere biliyordum. Çalma listemde olan bir şarkıydı. Onun yanına birkaç adım attığımda devam edip söylediği şarkıdan sonra benim sıram geldiğinde mikrofonu yaklaştırdım.


"Her gece her yanım titrerken


Benim gibi kaderine sövdün mü?"


Gözlerindeki parıltı solarken gitarını çalmaya devam ediyordu. Mikrofona sözlere bakarak yaklaştı. Kumral saçları önüne düşerken bana cevap verirmiş gibi diğer dizeleri söyledi.


"Tenin zindan fikrim düşman


Kalan mağdur giden pişman"


Şarkıyı devam ettirmedim. Biliyordum, sadece şarkının sözlerini söylüyordu. Şarkının kendisi böyleydi. Ama yapamıyordum, yapamıyordum işte! Gözleri sadece şarkıyı söyler gibi bakmıyordu. Kahverengi gözlerindeki umutsuz imkansızlığı görüyordum. Gözlerimin kızardığını hissettim. Burnum sızlıyordu. Ağlamak istiyordum, saatlerce ağlamak istiyordum. Mikrofonu yerine geri taktım. Kapıya doğru ilerlerken, "Biraz bir şeyler içmem lazım, mola." dediğimde Ulaş sağ kolumu sıkıca tuttu.


"Daha şarkı bitmedi, nereye?"


Gözlerim kolumdaki eline döndü. Sakin olmalıydım. "Bak sadece 4-5 saat uyudum. Gözlerimi dinlendiremesem bile kendime gelmem için bir şeyler içeceğim. Siz devam edin." Sesim ilk kez bu kadar sakin çıkmıştı. Kolumu ondan kurtaracağım an daha çok sıktı. Bakışlarım önce yüzüne sonra da kolumun üstündeki eline baktı.


Sabır taşım hint dizilerindeki cam gibiydi. Bir dokunuşta parçalara ayrılıyordu.


"Menajeriniz benim! Eviniz yanmış diye kendini acındırmaya çalışma. Beni ilgilendirmiyor. Geç şimdi şuraya adam gibi şarkını söyle!" dedi.


"Benimle bu şekilde konuşamazsınız!" diye bağırdım.


"Oyun mu oynuyoruz sanıyorsun? Eğlence mi bu senin için? İş yapıyoruz burada. Şimdi geç lanet şarkını söyle ve ne yapacaksan yap!" Her an ağlayacak gibi de olsam yüzümde tebessüm oluştu. Öfkenin tebessümü yine dudaklarımda belirmişti.


Gözlerim doğrudan gözlerine bakarken benden nefret ettiğini farkettim. Sırf para kazanmak için beni kullanıyordu. Sol elimi, sağ kolumu tutan elinin üstüne koydum ve tırnaklarımı eline geçirdim. "Çek elini, yoksa yakarım!" dedim kısık, nefret içeren tehditkâr sesimle.


"Benim menajerim sen değilsin. Çünkü bana seçme hakkı vermediler. Ama bu barın solisti benim. Çünkü beni seçme hakkını tam olarak siz kullandınız!" dedim öfkeden gülümserken.


Bana nefretle bakarken başımı omzuma yatırdım ve sesli bir şekilde güldüm. Gülüyordum ama gözyaşı döküyordum. İçimde bir yer o kadar çok sızlıyordu ki nefes bile alamıyordum.


Bakışlarım tekrardan elini buldu. Tırnaklarımı daha sert bastırdığımda acıdığını belli eden bir yüz ifadesi yaptı ama çok kısa sürdü. "Eğer elini sözümü bitirdiğim an çekmezsen sadece içki içmeye değil aynı zamanda da istifa dilekçemi hazırlamaya giderim. Bara sadece benim için bile yüzlerce kişi geliyor. O yüzden çek şu elini." Başımı kulağına doğru eğerek fısıldadım.


"Sahnenin ışığının senin beyaz ışığın olmasını istemezsin!" Sonra başımı geri çektim ve eline baktım. Sözümü bitirdiğim an elini, üzerine koyduğum sol elimin üzerinden kolaylıkla çektim ve kapıya yönelip kulisten çıktım.


🔥🔥🔥


İdil barın temizliğini yaparken bar yavaş yavaş dolmaya başlıyordu. Bu içtiğim kaçıncı viskiydi bilmiyorum ama kendime gelebilmiştim. Kulise geçecekken içeriye koşar adımlarla Miray girmişti. Gitarı yine sırtındaydı. Beyaz crop, altına bol paçalı mavi kot giymişti. Ayağında beyaz spor ayakkabı vardı. Yüzünde ise bir telaş...


Beni gördüğü an omuzlarını rahatlarcasına indirdi. Koşarak ve bir anda gözleri dolarak yanıma geldi. Bembeyaz kalmıştı korkudan. Ona tam yavaş olmasını söyleyecekken boynuma sarıldı. Nefes nefese kalmıştı. Onu sıkıca sardım. En azından o iyiydi. Tarık, ihbarı verenin o olduğunu öğrenememişti. "Çok özür dilerim. Hepsi benim suçum." dedi. Ona daha sıkı sarılırken burnunu çektiğini duydum. Ondan ayrılarak dışarıda oturmak için onu yönelttim.


Barın önünde sağ tarafta olan masaya oturduk. O önümde pişman bir şekilde oturdu. Gözleri iki dakikada kızarmıştı. Renkli gözlü olduğu için ağladığı zaman gözleri ayrı bir büyüleci oluyordu. Sol elini tuttum. Bana bakarken tekrardan burnunu çekti.


"Senin hiçbir suçun yok. Tarık zaten bizden intikam alacaktı. Kendini suçlama. Ben sana minnettarım Miray." Tebessüm etmeye çalışsada edememişti.


"Hapse girdi diye oldu bütün bunlar. Ölebilirdiniz Şirin! Ve eğer size bir şey olsaydı ben rahat nefes alamaz, yaşayamazdım." yüzü kıpkırmızı olmuştu. Korkmuştu, olanlardan ve olacaklardan en az benim kadar korkmuştu.


"Tarık'ı sen de tanıyorsun. O adam gözünü karartmış. Bizden nefret ediyor. Hem bizi o kadar kolay yok edemez. Onu öldürmeye çalıştım ben. Yapacaktım da. İntikam almak istiyorum ondan. Hayatımızın kara lekesini ortadan kaldırmak istedim." Madem ki canımı yakacak kadar cesareti vardı, o zaman yaptıklarının bedelini ödeyecek kadar gücü de olmalıydı.


"Her neyse, sen nereden öğrendin bu arada? Herkes senden duymuş. Ayrıca Tarık'ın gerçekte nasıl biri olduğunu öğrenmişler, bu nasıl oldu Miray?"


"Sabah saat 6-7 gibi Mahlas aradı. Bugün yapacağımız planın iptal olduğunu söyledi." Ahh Mahlas ahh. Hiç mi düşünmemişti panik yaratacağını? Kızı gecenin bir yarısı uyandırmıştı. Sırf bugün yapacağımız planı ev kül olduğundan iptal etmek için aramıştı kızı. Ben uyuyor diye aramamıştım zaten. Ayrıca Miray'ı meraklandırmıştı da, telaş yapmaktan terleri akıyordu.


"Ben belki bugün gelmezsin diye Bora'ya haber vermek istedim. Çok sinirli ve korkmuştum Şirin. Ağzıma ilk gelen şeyleri söyledim. Off ben ne kadar salağım! Sen kimsenin bilmesini istemiyordun. Çok üzgünüm." diyerek tekrardan ağladığında ayağa kalktım ve tuttuğum sol elini bırakmadan yanındaki siyah sandalyeye oturup ona sarıldım. Başını omzuma yasladı. Ağlayışları hıçkırık olduğunda gözüm dolmuştu. Olanlar için kendisini suçluyordu. Ona sarılarak sakinleştirmeye çalıştım. Bir şeyler ters gibiydi.


"Benim sana moral vermem gerekiyordu." dedi burnunu çekerek. Sinirle güldüm.


"Ağlama ya! Sana ağlamak yakışmıyor. Hadi daha prova yapacağız. Kendini suçlama. Ben kızgın veya kırgın değildim ki sana. Gül hadi. Bak ben iyiyim. Mahlas, annem ve Eslem de iyi." Yutkundu. Kızarmış dudakları ve burnuyla o kadar masum bakıyordu ki ona asla öfke besleyemezdim.


"Eviniz?" dedi pişman çıkan sesiyle.


"Bir pansiyon kiralayacağım."


"İlaç parasıyla mı? Aylık olarak daha yararlı olur bence. Hem belki ev bulursunuz. Olmazsa anneme söylerim bizde kal-" sözünü kestim.


"Teşekkür ederim ama olmaz Miray. Bunu kabul edemeyeceğimizi biliyorsun. Ayrıca, ilaç parası iptal oldu."


Korkuyla kaşları çatıldı. "Nasıl yani? Ne oldu? Paralarda mı yandı?" Göz bebekleri ben bunu söyleyince büyümüş ve gözleri yine dolmuş, kızarmıştı.


Uzun uzun anlatmaya ve yaşananların bir bir özetini çıkarmaya başladım. Dün eve gittiğimden beri olan her şeyi anlattım. İtfaiyeci de dahil. Hepsini dinlerken kendini sanki hâlâ suç onunmuş gibi daha çok suçladı. Ben içimi dökmüştüm ve artık daha iyi hissediyordum. Eslem'in ilaç parasını daha çok çalışır daha hızlı toplardım. Ben bunu yapardım, kendime de inanıyordum. Sonuçta kardeşime söz vermiştim. En hızlı şekilde o parayı yeniden bulacaktım. Miray'ı sakinleştirdikten sonra bara girdik. Lavaboda elini yüzünü yıkadıktan sonra kulise geçmiştik.


Birkaç prova alıp şarkıyı en baştan söylemeye ve Aren'le kaldığımız yerden devam ederek düeti söylemeye başladık. Bora bana hâlâ kırgın gibiydi. Miray benim yanımda gitarını çalıp düetime eşlik ediyordu. Koro yapar gibi bazı nakarat kısımlarında Gökay ıslık çalıyordu. Şarkıya ayrı hava katıyorduk.


"Yine yüzünde aynı ifade umursamayan" diyerek şarkının sonuna doğru ilerledik. Mikrofonu elimde tutarken duyguyu seyircilere yaşatmak için kendi kendime verdiğim tribi sonlandırdım.


"Yine gözlerinde aynı bakış suçlayan" gitarını çalmayı bıraktı. Miray ve Bora gitarlarını çalarken Aren bana bakıp gülümsedi. Ayaklı mikrofondan, mikrofonunu çıkardı ve dudaklarına götürdü. Kısık sesiyle mırıldanırcasına şarkının sözlerini devam ettirdi.


"Çok özledim dön desem," önemli olan sadece ilaç parasını bulmaktı. Yeri gelir asla yapmayacağım şeyleri bile yapardım. Elimi Aren'in omzuna koyup arkasına yavaş adımlar atarak geçtim.


"Çok özledim dön dese"


Bora ve Gökay da eşlik etmeye başlayarak Aren'le aynı anda, "Vefasız hiç düşündün mü? Kaldım mı? Yoksa öldüm mü?" dediklerinde Ulaş ıslık çalmaya başladı. Onları tebrik edercesine alkışladığında Miray'a göz kırptım. Bende onunla aynı anda sözleri söyledim. Miray pek şarkı söyleyen biri değildi. O şarkı söylerken sesine bir kere daha hayran kalmıştım.


"Her gece her yanım titrerken


Benim gibi kaderine sövdün mü?"


Sol kolumu Miray'ın sol omzuna atıp şarkıyı birlikte söylemeye devam ettik. O kendini kaptırırcasına gitarını çalarken Bora ve Aren de motive edercesine bağırıyor ses efekti veriyorlardı. Miray'dan ayrılıp Aren'in yanına dans ede ede ve şarkıyı yaşarcasına gittim.


"Gel gör ki aşk nefesmiş


Aşkı aldın boğuluyor insan"


Son kısmı uzatarak söyledim. Diyaframımdaki nefes bitene kadar uzattım. Şarkıyı bitirdiğimizde Gökay bagetleriyle trampete iki kez vurdu, ayağıyla bass davula vurduktan sonra da sağ taraftaki büyük zile vurarak finalini verdi. Bateri çalmak onun için ayrı havalıydı. Hepimizden daha çok terlemişti. Sahnede genellikle davullarının üstüne biraz su dökerdi. Bagetleriyle davullara vurduğunda su havaya fırlardı. Aynı zamanda da sahne arkası çalışanları sis vererek havalı bir görüntü sunarlardı. Genelde en hareketli şarkılarda bunu kullanırdım ve seyirci coşardı.


3-4 kere prova verdikten sonra dinlenmek için koltuklarda oturmaya başladık. Miray, Bora ile derin bir konu hakkında konuşuyor, gülüyordu. Diğerleri ve ben de telefonla uğraşıyorduk. Sosyal medyada geziniyor, yakınlarda uygun pansiyon bakıyordum. Eğer bulamazsak İdil'den barın anahtarını alacak ailemle burada kalacaktık. Hava soğuyordu. En azından barın kliması vardı, ısınmak yeterliydi. Pansiyon fiyatlarında iki oda aylık 5 bindi. İki oda, odaların içinde bir tuvalet, bir banyo. Ayrıca küçük bir mutfak. Ama erzakları biz alacaktık. Bu da güzel bir şeydi. Bu pansiyon yaşadığımız Körüklü Adası'nın birkaç kilometre kuzeyindeydi. Uzaktı ama en uygunu orasıydı. Bugün veya yarın gidip başvururduk.


Pansiyonun adı Kindle'dı. Odalarına bakarken telefonuma bir mesaj geldi. Bilinmeyen bir kişiden... Mesajı açıp mesajlar kısmına girdim. Numarası gözükmüyordu. Çıkmak yerine merak edip mesajı okumuştum. Çünkü ilk cümlede adım yazıyordu.


'Sayın Şirin Alev Asena, sizi uzun zamandır takip ediyor ve izliyoruz..." diye başlamıştı mesaj. Bu nasıl bir başlangıçtı! Sapık mıydı bunu yazan kişi?


Gözlerimi telefondan kaldırıp odadakilere baktım, belki de benimle dalga geçiyorlardı. Bora ve Miray konuşuyor. Aren ve Eymen telefonlarını kurcalıyordu. Yüzleri oldukça sakindi. Ben de sakince bir nefes alıp mesajı okumaya geri döndüm.


'Babanızın size ve ailenize yaptıklarını da biliyoruz. Bundan artık yorulup sıkılmadınız mı?' Kaşlarımı çattım. Kamera şakası falan mıydı bu? Miray'a sorgulayıcı bakışlarımla döndüm. Bunu sadece o biliyordu ama şu an Bora ile konuşuyordu. Elinde telefon yoktu. Ayrıca ondan şüphelenmem bile hatadan beterdi. Peki kimdi bu sapık?


'Konuya direkt böyle girdiğim için üzgünüm ama biz küçük bir topluluğuz. Evinizde çıkan yangından haberim var. Ve bildirmek isterim ki siz, benim tam aradığım kriterlere sahip bir kadınsınız.' Yutkundum. Bunları nereden biliyordu? Acaba tanışıyor muyduk? Ya da benimle sahiden dalga falan mı geçiyorlardı?


Klavyeyi açıp yazmaya başladım. 'Siz kimsiniz ve benden ne istiyorsunuz?' diye yazıp gönderdim. Anında mesaj gelmişti.


'Sizi istiyorum ama Şirin'i değil yalnız Alev'i!'


Tüylerim diken diken olmaya başlamıştı. Lanet olası kişilik bozukluğumdan da mı haberi vardı?


'Sizde bizim istediğimiz her kriter bulunuyor. Hem üzgün hem öfkelisiniz ve bu duygularınızı tebessümünüzün ardına saklıyorsunuz. Ayrıca öfke kontrolünüz yok denecek kadar az. Gözünüz döndüğünde her şeyi yapabilecek seviyedesiniz. Aileniz için her şeyi gözden geçirir, feda edersiniz. Bu bizim tam olarak istediğimiz, ideal kadın suikastçı özellikleri.' Son kısmı okuduğumda öksürdüm ve dikkatleri bir an için üstüme çektim.


"İyi misin? Su getireyim mi?" diyen Gökay'a gerek yok anlamında başımı salladım.


Kadın suikastçı mı?! Ben mi? Bu adam da kimdi? Adam demiştim çünkü mesajları okurken bunu anlayabiliyordum. Bir kadının yazacağı türden değildi. Ayrıca benim öfke kontrolüm vardı. Eğer olmasaydı Tarık çoktan ölmüştü. Ama paçayı sıyırıyordu işte bir şekilde.


'Şöyle düşünün, bu hayattan kadına saygısı olmayan ve şiddete meyilli adamları silmek istemez miydiniz? Bir feminist olduğunuzu ve konu kadınlarsa bir şeyler yapmak istediğiniz biliyoruz. Bunu bir süre düşünün. Çünkü elimizde yaşamayı haketmeyen bir erkek listesi var.' Düşüneceğim bir şey yoktu. Ben katil olmazdım, bunu gerçekten yapmazdım. Tarık istisnaydı. Cidden bu iş için bula bula beni mi bulmuşlardı? Ayrıca çok saçmaydı. Hapse atmak yerine neden öldürme gereksinimi duyuyorlardı ki?


'Bu aramızda küçük bir sır olarak kalsın. Eğer işi kabul ederseniz ve ilk suikasti gerçekleştirirseniz 100.000 TL peşin maaşınızı daha ilk günden veririz. Kardeşinizin ilaç parasını daha hızlı bir şekilde çıkarmak istemez misiniz? Ayda 50.000 TL maaş alacaksınız. Her suikastte hesabınıza 10.000 TL yatırılacak. Ayda beş kez suikast gerçekleştireceksiniz. Hem hayatı yaşanılabilir hâle getireceksiniz hem de o hayatı yaşayacaksınız.' Reklam yapar gibi benim suikastçi olmamı istiyorlardı. Kafayı yiyecektim! Dünden beri her şey çok zort gidiyordu.


Eslem için her şeyi yapardım ama onun hayatını kurtarmak ve onu yaşatmak için birini öldürmek hiç cazip gelmiyordu. Çok iyi fiyat koymuştu. Beni parayla satın alamazsınız gibi şeyler söylemek istemiyordum. Çünkü lanet olsun ki paraya ihtiyacım vardı. Eslem'in hastalığını önlemek istiyordum. Bu benim hedefimdi.


Lakin onlar kötü adamlar! dedi iç sesim.


'Olsun yine de insanlar!'


Sence Tarık insan mı?


'Bu açıdan düşününce haklısın.' Son bir mesaj daha gelince okumaya başladım.


'Yapmanız gereken tek şey bu işi kabul etmek ve yarın saat akşam sekizde Palamut Çiftliği'nde tek başınıza bizimle buluşmak. Eğer ortaya polisi dahil ederseniz bu sadece sizin zararınıza olur. Çünkü biz yakalanmayız. Bunu kendiniz için değil, hastalığı daha da artabilecek olan kardeşiniz için yapın. Unutmayın! Yarın, Palamut Çiftliğinde, akşam saat sekizde. Sizi bekliyor olacağız sayın Alev Asena!'


Telefonu oflayarak kapattım ve kucağıma koydum. Ne yapacağımı veya ne düşüneceğimi bilmiyordum. Eslem'in ilaç parasını daha hızlı çıkartabilirdim ama bir can almam gerekiyordu. Aslında birini öldürmem gerekmiyordu. Sonuçta adam bana gel birini öldür, katil ol dememişti. Suikastçı ol demişti. Suikastçılar bir operasyon üzerine hareket ederlerdi. Öldürme zorunluluğu yoktu ama iyi ders verirlerdi.


Telefonu açtım ve mesajlar kısmına geri girtim.


'Öldürmek zorunlu mu?' diye yazıp gönderdim. Adamların ağzını yüzünü kırabilirdim, onlara derslerini en iyi şekilde verebilirdim. Lakin öldürmezdim. Ben katil değildim.


Adam sanki mesaj yazmamı bekliyormuş gibi direkt gördü ve yazdı.


'Bu planda suikastçımız sizsiniz. Öldürmek isterseniz öldürür, istemezseniz öldürmezsiniz. Değişeceğini düşündüğünüz adamların canını bağışlamak yalnız sizin elinizde. Biz size aynı maaşı vermeye devam edeceğiz. Yarın sizi bekliyor olacağız.' Ne kadar da aceleci davranıyorlardı. Mademki benim istediğim olacaktı öyleyse öldürmeyecek, süründürecektim. Hepsi belalarını benden bulacaktı.


Çok ikna edici yazıyordu ve beni zaafımdan vurmuştu. Bu iş gurur meselesi değildi. Helal para kazanmak için aylardır uğraşmıştım ve her şey mahvolmuştu. Bu seferde iyi bir şeyi hedefleyip kötü şeyler yapmak istiyordum. Madem kötüler kazanmak zorundaydı, ben biraz kötü olmak istiyordum.


'Son bir şey söylemek istiyorum. Her suikastçının kendisine özel bir savaş planı olur. Kimisi direkt silahla kafadan vurarak ceza keser, kimisi o kişiyi suda boğarak. Siz hangi savaş planıyla kendi imzanızı bu suikaste atacaksınız Alev Asena?'


Her şeyi, içimdeki bu yangını söndüremesem bile en azından başkalarında tekrar çıkarabilirdim. Tarık benim hayatımı kaydırmıştı. Ben de onu kaydıracak altına onun boğazına saplayamadığım bıçağı koyacaktım. Bu katliamı neden bu kadar hızlı kabul ettiğimi düşündüğümü bilmiyordum. Belki de bir yanım gerçekten de böyle olmasını istiyordu. Kötüleri bu cennet topraklardan silip cehenneme postalamak istiyordum. Yaptıkları her iğrenç ve korkunç şey için cayır cayır yanmalarını istiyordum. Onları diri diri yakmak istiyordum...


Eğer şansları varsa itfaiyeciler gelene kadar kurtulurlardı. Eğer kaderlerinde ölmek varsa ve bunu haketmişlerse yapacak bir şey yoktu. Kararımı vermiş bir şekilde klavye tuşlarına bastım.


'Onları benzinle diri diri yakmak istiyorum.' dediğimde anında bir mesaj daha gönderdi. Bu mesaja trajikomik bir şekilde güldüm.


'Başka bir şekilde suikast gerçekleştirseniz olmaz mı? Benzin çok pahalı.'


'Onların hem bu tarafta hem de öteki tarafta yanması bence gayet güzel olurdu. Ben sadece onların gözünü korkutacağım. Eğer yaptıkları hataları tekrar etmeye devam ederlerse öteki tarafta ne olacağını onlara en kolay ve pratik şekilde göstermiş olacağım. Hem bana ilk görüşmede 100.000 TL vereceğinizi söylediniz. Bunu verebilecek parası olan kişi bu isteğimi yerine getirmeyecek mi?' yazıp gönderdim.


İçimde bir rahatlama hissediyordum. Sanki böyle olması gerekiyordu, en doğrusu buydu. Hem kendime hem de başka kadınlara umut olabilirdim. Kadınlar mutlu olmayı hakediyordu, nesillerin devamı onların elindeydi. Onlara kalkan her eli, sahibinin münasip yerine sokacaktım.


'Siz nasıl isterseniz, zaten espri yapıyordum. Ama eğer finansal olarak batarsak sizden bilirim. Her neyse son olarak kendinize ait bir amblem bulmanız gerek ya da bir takma isim. Bruce Wayne'in takma isminin Batman olması gibi, anlarsın ya. Bu adanın süper kahramanı sensin. Kendini halka göster güzelim. :)'


Verdiği motive aslında çok hoşuma gitmişti. Bu adanın belki de Türkiye'nin buna sahiden ihtiyacı vardı. Polisler mahkumları içerde tutarak hiçbir güvenlik sağlamıyorlardı. En azından benim yapacaklarımın bir sınırı olmayacaktı.


'Adım Anka olsun istiyorum.' yazıp gönderdim. Mesajı fazla gecikmedi.


'Nil Anka mı?' Bir de espri yapıyordu. Ayrıca komik değildi... belki biraz.


Parmaklarımı klavyede gezdirdim. 'Zümrüdüanka.'


Evimde çıkan yangında yanarak kül oldum ve küllerimden yeniden doğdum. Hayatımın özeti.


'Tamam etkilendim. Ama iş görüşmesi yarın! Her şeyi bugünden 10 dakikada hallettik. Böyle olmaz yarın gel, yüz yüze konuşalım. Kendine de bir amblem bul. Ne bileyim yarasa gibi. Sahibi sen olacaksın. Herkesin aklına sen geleceksin. Geri kalanını yarın konuşuruz sevgili Anka.' dediğinde gülümsedim. Fazla film izliyordu. Neden bu kadar hızlı suikastçı olmaya hevesli olduğumu hâlâ anlamış değildim. Alev fazla içerde kalmıştı. Onu artık dışarı çıkarmalıydım.


İntikam almak istemezdim ama içimdeki harlanan yangını söndürmem gerekiyor.


Loading...
0%