Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8. Bölüm İlk Suikast Hazırlığı

@darklightssx

(Yer-mekan isimleri ve olaylar hayal ürünüdür. Gerçeklikle bir alakası yoktur. Kısacası tamamen sallamadır.)


'Yalnız olmayı severdim ama yalnız bırakılmak can acıtıyordu.'


Yanlış karar vermek tecrübe edinmenin anahtarıdır derler. Yoksa iyi kararlar veremezdik. Zaten iyi kararları tecrübe edine edine verirdik, o tecrübeleride kötü karar verdikten sonra. Kötü kararların sonucunda insan ölmek istiyordu. Çünkü farkındaydı, bu çok acıtıyordu.


Ben hâlâ verdiğim kararı düşünürken heyecandan kalbim sıkışıyordu. Ama sonuçta bu hayatı güzelleştirmek için feda edecektim yıllarımı. Kötü karar verecek tecrübe edinecektim. Zihnim acaba nasıl olurdu dermiş gibi bazı hayallere dalıyordu.


Hayallerimde elimde benzin bidonuyla birisinin evine gidip orayı ateşe veriyordum. Korkutuyordum, adamların haykırışlarını hayal olsa dahi duyabiliyordum. Hayalimde beklemediğim bir diğer şey ise itfaiyecilerdi. Yangından sonra sanki bir daha yangın çıksa Agir'i tekrar görecekmiş gibi hissediyordum. Burası küçük bir adaydı. Toplam sadece 2-3 tane itfaiye müdürlüğü vardı. Bu beni korkutuyordu işte. Ya onu tekrar görürsem ve o beni tanırsa...


Ona adımı söylemiştim, yangında beni tanırsa büyük sorunlar doğurabilirdi. Dahası o bir memurdu. Agir beni görüpte tanırsa ihbar ederdi. Örgüt ona da musallat olurdu. Bunları düşünen ve o kehribar gözleri önüme koyan zihnim Eymen arabanın frene bastığında sallanmıştı. Neden böyle şeyler düşündüğümü de bilmiyordum. Zaten onu bir daha görmem saçmalık olurdu. Onca itfaiyeci varken o mu beni görecekti?!


Şu an pansiyona gidiyorduk. İdil önde Eymen'in yanına oturmuş kestiriyordu. Ben ise kolumu ve başımı arabaya yaslamış dışarıyı izliyordum. Çöp konteynerının içini dışını kurcalayan yaşlı teyze ve dayılar, bu saatte merdivenin başında oturup üzgün bir şekilde yere bakan gençler, bu saatte çimenlerin üstüne uzanıp el ele tutuşan çiftler ve yaklaşık 10 yaşında bir kız çocuğunun kolundan sıkıca tutarak eve götüren bir baba... Bu dünya kimilerine ayrıcalıklı davranırken kimilerine de acımasız davranmıştı. Yoktu, adalette yoktu eşitlikte.


Orenda Örgütü'nün amacıyda buydu, bu lanet düzeni değiştirmek. Serdar Bey bana bir suikast olursa haber verecekti. İçimden bir his bunun çok yakın olduğunu söylüyordu. Neler olacağı hakkında en ufak bir fikrim yoktu ve endişeliydim. Sanki her şey şimdiden daha farklı ilerliyordu. Tarık'dan kurtulmuştum, rahat nefes alıp gözümü korkusuz kapattığım için mutluydum. Eskisinden daha güvenli hissediyordum. Sadece benim değil diğer kızların, kadınların da hissetmesini sağlayacaktım.


Eymen arabayı pansiyonun yanındaki bir alanda durdurdu. Sanırım kameralar buraya bakmadığı içindi. Onlara, "İyi geceler." diyerek kapıyı açıp çıktım. Eymen arabayı çalıştırdı, düz yoldan ilerledi.


Yağmur havası vardı. Sabaha kadar yağmur yağacak gibiydi. Pansiyona girip merdivenlerden çıktım. Bizim dairenin kapısını anahtarla açtım ve içeri girdiğim gibi Mahlas'la Eslem'in annemin yatağında birlikte uyuduğunu görmüştüm. Mahlas'a karşı hâlâ pişman bir o kadar da öfkeli hissediyordum. Bazen davranışları kötü bir hal alıyordu. Ben ise bunu ilk kez sesli ve sinirli bir şekilde dile getirmiştim. Ama fazla sert konuşmuştum.


Annem ise benim yatağımda oturuyordu. Ben içeri girdiğim an elleriyle yüzünü silmişti. Annem ağlıyor muydu? Ne olduğunu anlamamıştım. Annem ayağa kalkacakken oturmasını istedim ve endişeli bir şekilde ben de yanına oturdum. "Anne, sen iyi misin?" diye sordum. Başını evet anlamında salladı ve burnunu içine çekti. Sağ kolunu sağ omzuma atarak beni kendisine yaklaştırarak sarıldı. Kafam annemin sağ göğsünün üstündeydi. Kalp atış hızını hissedebiliyordum.


"Ne oldu?" Eliyle saçlarımı okşadı.


"Ben sizin iyiliğiniz için ölürüm biliyorsun değil mi?" dedi duygusal bir sesle. Başımı göğsünden kaldırarak ona baktım ve ellerini tuttum.


"Allah korusun annem. Böyle şeyler söyleme. Bizim için yapabileceğin en iyi iyilik senin daha çok yaşaman olur. Sensiz ne yaparız biz?" Ellerini yüzüme götürdüm ve avuçlarını öptüm. Bizim için onca zulme dayanmıştı.


"Ben ölürsem sana Mahlas bakacak Alev." dedi. Evet biliyordum ve annemin ölme ihtimalini düşünmek bile gözlerimi doldururken böyle şeyler söylemesi daha çok canımı yakıyordu. Ama annemin bilmediği bir şey vardı. Allah korusun eğer o ölürse Eslem ve Mahlas'a ben göz kulak olacaktım. Çünkü Mahlas benden daha duygusaldı. O benim her koşulumda yanımda olmuştu, o düşerse de ben olacaktım. Bunları düşünürken bile ona karşı dediğim sözler kulağımda çınlıyordu.


"Ağabeyine söylediklerin hoş değildi kızım. Sen de haklısın, sana o tonda bağıramazdı ama o senin ağabeyin. Senin her zaman yanında olan kişi, benden daha çok sana annelik ve babalık yapan kişi. Baban olacak o herif senin her zaman zararını düşünürdü. Başına bir bela gelmesini isteyecek kadar karaktersizdi. Ama ağabeyin öyle değil Alev. Senin güvende olmanı istiyor. Bak sen çok güzel bir kadınsın, maşallah. Allah nazarlardan, kem gözlerden korusun seni. Ama geç saatler hiçbirimiz için güvenli değil. Mahlas seni korumak için sana izin vermiyor. Bu saatte kim bilir neredesin, sokaklar güvenli değil. İti var hırsızı var. Ben ya da Mahlas, sen kendini koruyamazsın demiyoruz. Biz sadece kendini korumana gerek duymanı istemiyoruz bir tanem. Anlıyor musun?"


Mahlas, ben kendimi bildim bileli beni her şeyden korumuştu. Muza alerjim vardı, küçüklüğümden beri yakınımda bulundurmamıştı. Ben daha 6. sınıfta sırf ergenlik sivilcelerim olduğu için erkeklerden tarafından zorbalanırken Mahlas kendi okulundan kaçıp benim sınıfıma gelmiş, benimle dalga geçen erkekleri dövmüştü. O zamanlar 9. sınıf olduğu için ve boyu diğerlerinden uzun olduğu için rahatlıkla dövmüştü hepsini. Kendi okulundan kaçıp başka okula gittiği yetmezmiş gibi üstüne öğrencileri dövdüğünden 3 hafta uzaklaştırma almıştı.


Bunların hepsini düşününce ve ben geç saatte geleceğimi söyleyince kızması normaldi. Ben neden o kadar sert davrandığımı da bilmiyordum. Ona her ne kadar hak vermiş olsamda gururuma yediremedim. "Bana o şekilde bağıramaz anne. 26 yaşında yetişkin bir kadınım ben! Mahlas ağabeyim olsa da beni kısıtlayamaz." dedim fısıldarcasına. Annemin yüzündeki hayal kırıklığını gördüm. Doğrularak elini koluma koydu. Kızarmış gözlerine bakmamaya çalıştım.1


"Mahlas, Tarık'ın sana veremediği babalığı vermeye çalışıyor. Sen iyi ol, mutlu ol istiyor. Küçükken seni çok fazla alkol alan Tarık'dan korumak için her fırsatta dışarda tutmaya çalışan ağabeyin, bu seferde seni dışarıda çok fazla alkol alan insanlardan korumak için evde tutmaya çalışıyor Alev! Lütfen bunu anla. Benide kavga ederek daha fazla üzmeyin artık." dedi.


Ayağa kalkıp şalını açtı, elleriyle tekrardan yüzünü sildi ve lavaboya girdi. Uzun zaman sonra annemle baş başa konuşabilmiştik. Dedikleri tüylerimi ürpertmişti. Beni evden korumaya çalışan Mahlas bu seferde dışarıdan koruyordu. Bu hep böyle devam edemezdi. Ben elimi kolumu sallayarak, başıma bir şey gelme riskini düşünerek yaşamak istemiyordum. Ama düşününce haklıydı. Ben bir ağabey olsaydım ben de kardeşime izin vermezdim. Yarın ilk işim ağabeyimin gönlünü almak olacaktı. Annem lavabodan çıktığında yatağımdan kalktım, yukarıda uyuyacaktım.


Yüzümdeki makyajı silmek için ben de lavaboya girdim. Yüzümde belirgin bir pişmanlık vardı. Makyaj silme pamuğunu aldım içine miceller su damlatıp yüzümdeki makyajı sildim.


Lavaboda küçük işimi de hallettikten sonra ranzaya yaklaşıp merdivenden çıktım ve yatağa uzandım. Yağmur damlaları cama vurmaya başlamıştı bile. Battaniyeyi üstüme çektim.


"İyi geceler anne."


"İyi geceler."


Kolumu her zamanki uyuma modum olan yastığın altına koyup sarılacakken elime bir şey değdi. Yastığı kaldırıp baktığımda içinde kahverengi bir defter gördüm. Oturma pozisyonuna geçtim ve sırtımı duvara yaslayarak defteri kucağımda tuttum. Kalın deri kapağı açıp birkaç sayfa çevirdim. Bazı ilaç isimleri falan yazıyordu. Klasik doktor defteriydi.


Kurcalamak gibi olmasın ama tüm sayfaları hızlıca geçip bakarken kitabın arkasında da yazı olduğunu gördüm. Birkaç cümle okudum. Cümleleri okuduğum gibi defteri kapattım. Mahlas günlük mü tutuyordu? Bunu daha yeni öğrenmiştim.


Kimsenin benim özel hayatımı okumasını istemezdim, o yüzden Mahlas'ın günlüğü de olsa okumayacaktım. Ama en son yazdığı şeye bakmak istedim. En son ne yazdığını bilmek istiyordum. Defteri geri açtım. Yazdığı son sayfanın tarihini de yazmıştı. Bugündü, 23 Ekim 2024...


Bir paragraf vardı sayfada sadece. Ve bu cümleler bile beni bir kez daha söylediklerimden pişman etmişti.


'Alev bugün bana Tarık'a benziyorsun dedi ve ben bugün kendimden nefret ettim. O adama benzememek için çabaladım. Bu cümleyi duymamak için çalıştım. Alev'in güvende olmasını istedim. O barda şarkı söyleyip Eslem'e para kazanırken ben 5 ay boyunca bir şey bile anlamaması için türlü türlü yalanlar uydurdum. Şirin geç kalınca onun gelmediğini anlamasın, gelince dövmesin diye çayına uyku ilacı attım. Bunca şeyi ve daha fazlasını sadece kardeşimi korumak için yaparken ben yine Tarık'a benzetildim. Sırf kardeşimi korumaya çalışıyorum diye...'


Bu sözleri beni derinden etkiliyordu. Sorun bende miydi anlayamıyordum. Dedikleri ve düşündükleri farklıydı. Bu paragrafın altında bambaşka, daha anlamlı bir söz yazıyordu.


'Bir doktor olsamda sürekli ben hasta kaldım ve kimsede gelip beni muayene etmedi. Ama birisi soracak olursa ben hep iyiydim.'


🔥🔥🔥


Sabah uyandığımda direkt aşağı inmek için merdivene yöneldim. Annem mutfakta kahvaltı hazırlarken Mahlas, Eslem'in Nasogastrik tüpünü burnuna takıyordu. Boruyu burnundan sokarak midesine doğru ilerletiyordu. Bu korkunçtu, Eslem'in canı acıyor muydu bilmiyorum ama benim bakarken her defasında canım yanıyordu. Mahlas boru yoluyla Eslem'e mamasını yedirirken küçük mama torbasını bir eliyle yukarıda tutuyordu. Mama o tüpün içinden midesine doğru gidiyordu.


Merdivenden aşağı inip yanlarına gittim. Eslem'in saçını okşarken Mahlas'a döndüm. "Küs müyüz?" diye sordum. Bir şey demedi. Eslem'e bakıp duruyordu. Mama torbasını tutan sağ eli yorulduğu için sol eliyle değiştirecekken torbayı ondan alıp ben tuttum. Torbayı aldığımda ayağa kalktı ve mutfağa girdi. Galiba küsmüştü.


Eğer o bana benim dediklerimi dese ben de küserdim. Geri zekalısın Alev, tam bir geri zekalısın!


Annemin yanağına öpücük kondurup sol eliyle doğranmış bir domatesi ağzına attı. Odaya gelip lacivert ceketini aldı. Açık mavi bir kazak giyindiği için bu uyumlu olmuştu. Siyah spor ayakkabısını da giyip anahtarlarını aldı.


"Kahvaltı yapmadın." dedim kapıya doğru yöneldiğinde. "Karnım tok, dün yeterince yedim." dedi.


"Ne yemiş olabilirsinki tok olacak kadar?" Boy aynasından kendisine bakıp kapıyı açtı. Çıkmadan önce, "Laf ve hakaret yedim. Tokum." dedi ve çıkıp kapıyı suratıma kapattı. Bir süre kapıya doğru baktım.


Oflayarak Eslem'e döndüm. "Suçlu gerçekten ben miyim?"


Gözleri hâlâ uykuluymuş gibi kapanıyordu. Torbasındaki mama bittiğinde burnundan midesine doğru giden boruyu yavaşça çıkardım. Annemle kahvaltı ettikten sonra hazırlanıp bara gidecektim. Üstüme bordo bir kazak, altına da siyah paçalı bir pantolon giymiştim. Saçlarım yine dağınık kıvırcıktı. Ben bunu nasıl düzeltebilirdim? En azından orta derece kıvırcık olduğum için şanslı sayılırdım. Annem bana yardım ederek yüzümü kaplayan saçlarımın önündeki tutamları alıp ördü. Sonrada ikisini birleştirerek arkada topladı. Önüm açılmıştı.


Bir yarım saat içinde bara gelmiştim. İçeride hiç kimse yoktu. Sadece İdil vardı ve her zamanki gibi elinde birasıyla yeni gelen kolilerin içindeki alkolleri raflara diziyordu. Yanına gidip bar sandalyesinde oturdum. Barın üstünde bir zil vardı. Yeni almış olmalıydı. Zile bastığım an elindeki birayı korkudan düşürmek üzereydi. Bu halini görünce gülmeden edemedim.


Bana bakınca korkudan açılan gözleri kısıldı. Birasını ağzına dikti sonrada çöp kutusuna attı. Acı olacakki başını iki yana salladı.


"Merhaba deseydin yeterli olurdu sanki. Ödüm koptu."


"Ahh özür dilerim. O kadar çok dalmışsın ki geldiğimi bile görmemişsin." Gülerek ellerine iki viski şişesi alıp rafa koydu. "Yardım edeyim mi?" diye sorduğunda başını sallayarak reddetti.


"Ben böyle para kazanıyorum tatlım. Ama yine de sağ ol. İçecek bir şey alır mısın?" diye sordu tekrardan eline aldığı iki viski şişesini rafa koyarken.


Normalde hiç içesim yoktu. Ama formdan düşemezdim. "Eh hadi bakalım madem henüz kimse yok birlikte gıybet yapalım. Kırmızı şarap olsun." dedim tebessüm ederek.


Sağ raftan bir şarap şişesi çıkartıp masaya koydu. İki tane de şarap kadehi koydu. Şişeyi açıp bardakların yarısına kadar şarap doldurdu. Bar masasının üstüne oturdu ve kadehini kaldırdı. Sadece benim diyebileceğim bir ses tonuyla, "Yeni bir başlangıca." dedi. Sağ elimle kadehimi tuttum. Bardakları birbirine değdirip sözünü tekrar ettim.


"Yeni bir başlangıca."


Yaklaşık 20 dakika boyunca İdil'le havadan sudan konuştuk. Hiç farklı davranmıyordu. Her zamanki benim bildiğim olan İdil'di bu. Öyle ki artık bana yalandan tebessüm etmiyordu. Sıcak bir gülümsemesi vardı ve bu bulaşıcıydı. Sonra içeriye Bora ve Gökay girdi. Gökay trip atar gibi direkt prova yaptığımız müzik odasına geçmişti. Bora ise bizi görünce yanımdaki yuvarlak koltuklu bar taburesine oturmuş o da İdil'den bir kadeh şarap rica etmişti.


"Hayırdır, nesi var bunun?" diye sordum Gökay'ı kastederek.


İdil, Bora'nın şarabını koyup verdi. Bora da bir yudum aldı ve bana döndü. "Salak işte. Geçen Eymen'le konuşurken dedim ki 'Gökay sana masaj yapsın.' zaten biliyorsun sen de. Görüldü attın sonuçta. Her neyse öyle yazınca alındı bu da." dediğinde gülerek anlamamış gibi başımı salladım.


"Buna mı alındı gerçekten?" Kadehini elinde beden dilini kullana kullana sallıyordu.


"Eymen'le hemen hemen hiçbirimiz sarmaş dolaş sayılmayız. O kendi halinde takılıyor, bizden uzak olmayı seviyor. Sadece ben ona yakın olmaya çalışıyorum, adam beni tersliyor." dediğinde bakışlarım İdil'i buldu. Sanki Eymen onun eşi değilde sıradan bir insanmış gibi yüzünde bir ifade yoktu. Hatta öyle iyi oynuyordu ki acaba dünkü olanlar hayal miydi diye kendimden şüpheleniyordum.


Yalnızlığı ben de severdim. İnsanın kendi düşüncelerini dinlemesi, sadece kendini duyması güzel bir şeydi. Ama yalnız olmak ve yalnız bırakılmak farklı şeylerdi. Yalnız olmayı severdim ama yalnız bırakılmak can acıtıyordu. İnsan kendi iradesine göre yalnız olmak isterdi, yalnızlığı seveni bu mutlu ederdi. Lakin diğerinde durum öyle değildi. Çevresel etkilerden ve istem dışı olaylardan yalnız kalırdık, bu yalnız kalmayı sevmeyeni üzerdi. Yalnızken insan, kendi varlığının derinliklerinde kaybolur, kendini ararken kendinden kaçardı...


"Yalnızlığı seviyor olması anormal bir şey değil." dedim. İdil, Bora'ya göre anlamsız bana göre de imalı bir gülüş attı.


"Ben de böyle düşündüm biliyor musun? Ama durum bu değilmiş. Neyse, instagram hesabı açtım dün. Baya hayranlar için gizli falan da değil. Belki dünya starları bizi keşfeder diye. Hem artık senlik bir sıkıntı da yok. P*ç baban hiçbir şey yapamaz sana biz varken. Hayatlarımız değişecek. Hem takipçi sayımda hızlı hızlı artıyor. Herkes bunu bekliyormuş." deyip güldü.


"Kaç takipçin var?" diye sordum gülerek.


"En son üçtü." O kadar abartılı anlatıyordu ki bir an binlerce takipçisi var sanmıştım. Telefonunu çıkardı ve hesabına girdi. "Aha 5 olmuş!" dediğinde az daha içtiğim şarabı püskürtecektim. Gariban gibi buna seviniyordu.


"Yazık ya." dedi İdil ona alayla acımış şekilde bakarak.


"Deme öyle, 5 kişi takip ediyor şu an beni. Bu 10 olur 20 olur 30, 40 olur."


İdil kadehinde ki son yudumu da içti ve Bora'yı kastederek bana baktı. "Hayali bile vizyonsuz. Yine yüzlere, binlere, milyonlara çıkamadı gördün mü?" Sesli gülerken Bora da eşlik etti.


"Merdiven basamaklarını bir anda çıkamam. İlk hedefim 10 sonra 20 ondan sonra 30 olacak. Yavaş yavaş. Acelem yok benim. Sonuçta ölmüyorum."


İdil başını sallayarak dudaklarını bir şeyi kabul etmiş gibi birleştirdi. "Hiç etkilenmedim biliyor musun? Bomboş konuştun." İdil ciddi kalıp gülmemek için kendisini zor tutuyordu. Bora gözlerini devirerek omuz silkti. "Çok sinir bozucusun... Hem şöyle düşün barmaidciğim. Ben o 5 kişiyi tanımıyorum. Şimdiden tanımadığım kişiler keşfetmiş beni."


İdil göz devirdi. "Gir bak bakalım takipçilerine. Gökberk, Caner, Fatih ve Pelin var mı?" Bora telefonundan takipçilere baktı. Bakarken kaşlarını şaşkınlıkla çattı.


"Lan? Sen beni takip etmiyorsun ki? Nereden bildin?"


"Gökberk ve Caner, Gökay'ın priv hesapları seni cahil. Fatih, Aren'in Pelin ise Ecem'in priv hesabı. Hani Ecem'in ikinci adı Pelin ya bari oradan çıkartsaydın. Sen bu kafayla bu zamana kadar nasıl geldin hayret ediyorum doğrusu." Bora'nın yüz ifadesi İdil'e öyle bir bakıyordu ki gülmemek elde değildi.


"Sen bunları nereden biliyorsun?" İdil saçlarını geriye doğru atıp dudaklarını alayla yukarı doğru kıvırdı. "Ben de üç yıldır yanınızda çalışıyorum tatlım. Bence sen de bir sorun var. Seni sadece arkadaşların takip ediyor."


"Eymen'in privi ne? O niye takip etmiyor?"


"Git ona sor. Beni ilgilendiren bir şey değil. Ayrıca seni Şirin de takip etmiyor." Bora bana döndü. Bu konuşmanın sonu nasıl bana gelmişti. Şarap kadehinin son yudumunu da içip telefonumu çıkarttım.


"Valla benim daha şimdi haberim oluyor. Hesabının adı ne? Ben de takip edeyim bari." dediğimde Bora, İdil'e eliyle beni işaret etti. "Bak işte örnek al. Helal kız sana." deyip kadehini bana uzatarak kaldırdı. Gülümseyerek bardakları birbirine değdirip yudumlandık.


"Hesabın adı, #boranıngitarteli" dediğinde İdil bir anda kahkaha attı. Sanki bu ânı bekliyormuş gibi güldüğünde Bora gözlerini kısarak somurttu.


"Nasıl?!" dedim anlam veremez bir şekilde. Hesabının adını böyle koyanda ne bileyim yani...


"Ne nasıl?"


"Of, vallahi vizyonsuz." dedi İdil tekrardan. Alayla Bora'ya, "Direkt ad soyad yazsaydın ya. Seni parodi hesabı falan sanarlar." dediğinde Bora tekrardan başını reddederek sağa sola salladı.


"Kaç tane Bora Tuncay var sen biliyor musun?! Böyle iyi. Farklılık iyidir."


İdil kendisine yeni bir şarap doldururken alayla Bora'ya, "İyi de sen Bora olmamışsın ki." dedi.


"Ne olmuşum?"


"Gitar teli olmuşsun."


"Ne olsaydım, saç teli mi?!"


Bunun üzerine İdil'le birlikte kendimizi tutamayıp yine kahkaha attık. Bora bize bıkmış yüz ifadesiyle bakarak ayağa kalktı. şarabı yarısına kadar dolu olmasına rağmen şat yapıp hepsini bir anda içti. Sonrada boğazı yanmış gibi öksürdü. "Siktir. Su ver barmaid su!" İdil başını sallaya sallaya güldü ve ona bir bardak su verdi. Bora boğazını temizleyip suyunu içti ve cebinden 100 TL çıkartarak İdil'e uzattı. "Seninki de benden Şirine." dedi. İdil hiç reddetmeden parayı, "Eyvallah." diyerek aldı ve barın arkasındaki çekmeceyi açarak kasasına koydu.


"Gerek yoktu." dedim Bora, Gökay'ın yanına kulise giderken.


İdil gülerek omzumu dürttü. "Boşver sana beleşe verdiğimi bilmesin. Kazançlı çıkayım."


"Sen var ya fenasın ha."


"Sağ ol tatlım."


🔥🔥🔥


Ben kulise girdikten on dakika sonra Eymen ve Aren girmişti içeri. Eymen'in elleri lacivert pantolonun cebindeydi. Gözlerinin rengini çıkartacak açık mavi bir gömlek giymişti. Saçları özensizdi ama serseri gibi değildi. Aren ise siyah giyinmişti. Boynunda kolye gibi bir zincir vardı. Saçları, Eymen'e göre daha bir serseri duruyordu ama bu model ona yakışıyordu. Ellerini arkada tutuyordu. Ben onlar geldiği için artık provaya başlayabiliriz diye düşünüp Ulaş'ın bize gruptan attığı şarkının sözlerini açtım. Adam grip olmuştu. Artık ne kadar beddua okuduysam nihayet tutmuştu.


Bora ve Gökay notaları çalışmışlardı. Bir dakika da barışmışlardı. Zaten yüz ifadelerinden sadece çocukluk yaptıkları belli oluyordu. Bora sol elini gitarının sapının her bir perdesinde gezdirip sağ eliyle tuttuğu lacivert penası ile tellere vuruyordu.


Mikrofonun başına geçip Eymen'e baktım. Umursamaz bir ifadeyle yanımdan geçip piyanosuna ilerledi. "Sana da günaydın." dedim göz devirerek. Nedense bugün kendimi ayrı enerjik hissediyordum. Hâlbuki güne kötü başlamıştım.


Aren sıcak bir tebessüm ederek elleri arkasında yanıma doğru geldi. Ona da kızamıyordum, kalbim kendini ona ait hissetmiyordu ve bunun için onu suçlayamazdım. Beni elde etmeye çalışmış, hoşuma gitmeyen hareketlerde bulunmuştu ama affetmiştim.


"Şirin, ben geçen ki olay için senden özür dilemek istemiştim." dedi önümde durup başını gerçekten pişmanmış gibi eğerek.


"Önemli değil, affettim."


"Hayır önemli. O gün eve gidince kendimi berbat hissettim ama ciddi değildim, gerçekten. Bir anda patladım sana. Bir daha böyle bir şey olmayacak. Söz veriyorum." Sağ kolunu arkasından çıkartıp önüne getirirken elindeki beyaz şakayık buketini gördüm. Buketi bana doğru uzatıyordu. İçinde en az 12 tane beyaz şakayık vardı. Şaşkınlıkla hem çiçeklere hem de Aren'e bakıyordum. En sevdiğim çiçeğin şakayık olduğunu nereden biliyordu? Ya da tesadüf müydü? En çok pembe şakayık seviyordum ama bana beyaz almıştı. Beyaz şakayık, mahcubiyeti temsil ederdi. Birisi birinden özür dilerken bu çiçek anlam katardı şimdi olduğu gibi.


"Teşekkür ederim. Şakayık benim en sevdiğim çiçek. Bunu biliyor muydun?"


"Ben çiçekçi kadına bir arkadaşımdan özür dilemek istiyorum, ona ne verebilirim diyemeden sözümü kesip şakayıkları verdi. Ama en sevdiğin çiçeğin bu olduğunu öğrenmem iyi oldu. Artık her sıçışımda sana bir buket şakayık alacağım." dediğinde güldüm ve buketi iki elimlede taşıyıp aldım. Yüzümü çiçeklere yaklaştırarak kokusunu içime çektim.


"Çok sağ ol. Affetmiştim zaten, şimdi daha da affettim."


"Şirin, ben artık o defteri kapattım. Yanlış bir histi. Kalbim aynı sevgiyi göstermeyen birine atıyordu. Bu doğru değil ve ben bunu anladım. Artık bu konuda rahatsızlık çekmeni istemiyorum." Yumuşak bir gülümsemeyle sağ elini sıkmam için bana uzattı. Kahverengi gözlerine bakarak bundan emin olmak istedim. Çünkü sözler yalan söylese bile gözler hep gerçekleri konuşurdu. Onu üzmek istemiyordum ama onun içinde kendimi üzemezdim. İstemediğim bir ilişkide bulunamazdım.


"Arkadaş mıyız?" diye sorunca bir iç çekerek başımı salladım ve sağ elimi buketten çekerek bana uzattığı elini sıktım. "Sadece arkadaş." dedim tebessüm ederek.


"Tamam yediğimin sadece arkadaşları, hadi gelin artık." dedi Gökay sıkılmaktan esneyerek. Başını davuluna yaslamış bizi bekliyordu. Ben buketi siyah koltuğun üstüne bırakırken Aren gitarını omzundan geçiriyordu.


"Biz gelmeden önce prova aldınız mı?" diye sordu Eymen tıpkı Gökay gibi esneyerek. Esnemek bulaşıcı olduğu için onlara bakarken ben de esnemek üzereydim.


"Ben telefondan dinledim, Gökay ve Bora ise notaları falan baktı. Prova almadık. Ama zaten 'Haydi Gel İçelim' hepimizin bildiği bir şarkı."


"Tamam o zaman." dedi Aren. Penasıyla gitarının tellerine vurup akor yaparken. Pek bozuk olmadığı için işini hemen bitirdi. Üç kere la notasına vurup bize döndü. "Hadi sallandıralım Köprüaltı'nı."


Mikrofonun başına geçtim ve telefonumu geri açtım. Şarkıya Bora giriş yaptı. Penasıyla tellere vurmaya ve nota kağıdındaki notalara bakarak ritmi oluşturmaya başladı. Bora şarkıyı başlatırken Gökay ve Aren de ona eşlik ederek katıldılar. Gökay bass davul pedalına ritme ayak uydururken Eymen de kağıttan notaları seçiyordu. Aslında bu hareketli bir şarkıydı. Piyanoyu gerek yoktu ama Eymen o kadar güzel çalıyordu ki müzik kulağı ve çıkardığı melodi hiç bozuk olmuyordu. Hatta şarkıya bile yakışıyordu.


Gökay sağ zile vurup başını neşeyle sallarken şarkıyı söylemeye Aren başladı. Ben nakaratlarda eşlik edecektim. Her zaman sahne yıldızı olmaya gerek yoktu sonuçta her yıldız parlardı. Bizim şarkının girişi daha remixli oluyordu. Çünkü hem Bora da hem de Aren de elektronik gitar vardı. Miray bugün provaya yetişemeyecekti. Fakültenin müzik odasında çalışacaktı. Bu şekilde farklı bir hava katıyordu. Nakarat kısmında arkaya beyaz duman efekti de koysak tam olurdu.


"Bugün çok yorulmuşsan


Her yerde arayıp


Yine de bulamamışsan


O seni unutmuş


Sen unutamamışsan


Kalbinin kuşu uçmuş


Sen tutamamışsan" diyerek hepsi de aynı anda şarkıyı söylemeye başladılar. Eymen ve Gökay'ın sesinin bu kadar güzel çıktığını bilmiyordum. Onların sesini daha öncede duymuştum ama bu kadar enerjik duymamıştım. Öyleki somurtmakta üstüne olmayan Eymen bile gülerek söylüyordu şarkıyı.


Nakarat kısmına geldiğimizde Gökay davullara vurarak bize girişi verdiğinde aynı anda belli bir tonda bağırarak söylemeye başladık.


"Haydi gel


Haydi gel içelim


Derdini al da gel


Haydi gel içelim" sonra sadece Bora devam ettirdi. Nota kağıtlarının üstünde şarkıyı söyleyecek kişilerin adları yazıyordu. Hep beraber söyleyeceğimizde ise kağıtta Kombo yazıyordu.


"Bu evrende bir tozsun


Tarih seni unutsun


Haydi gel içelim"


Her ne kadar kabul edemesemde bu Ulaş'ın müzik zevki güzeldi. Sadece bara gelenlerin değil söylerken bizim de eğleneceğimiz şarkılar seçiyordu. Sözler çok hoşuma gidiyordu. Tam benlik bir şarkıydı. Şarkıyı devam ettirirken anlık olarak iki kez hapşurdum. Bana aynı anda "Çok yaşa!" dediler. Bora ve Aren gitarlarıyla ben söyleyemedim diye notaları karıştırınca ofladım. Şarkıyı kaçırdığım için başa sarmak zorunda kalmıştık. "Üzgünüm."


"Allah'tan güzel ve diksiyonu yüksek bir şarkı." dedi Gökay hâlâ baterisinin sağ ziline son bir kez vururken.


Sıkıntı çekmeyen sadece Eymen'di. Sonsuza kadar bu işi yapabilirdi. Notaları tam vaktinde vuruyordu. Kafasındaki kulaklıkta çalan müzikle aynı ritimde devam ediyordu. Burası onun için bir dinlenme ve rahatlama alanıydı sanki. Örgütten sonra buraya geliyordu. Tek bir hata bile yapmıyordu, bu hem onun hem de diğerlerinin ne kadar çok profesyonelleştiğini gösteriyordu.


Birkaç prova daha aldıktan sonra nihayet son dizenin sonuna yaklaşmıştık. Söylerken o kadar çok sarıyordu ki ezberlemiştim. Genelde ezberleyemediğimiz şarkılar olunca sahnede bakabiliyorduk. Kimse de yadırgamıyordu. Sonuçta her gün şarkı ezberleyemezdik. Aynı anda yüksekten alçağa doğru şarkının sözlerini bitirdiğimiz an Gökay bagetiyle ritme ayak uydurdu ve davullara vurup finali verdi. Bateri notalık bir iş olmadığı için sadece ritim kulağı gerektiriyordu. Gerisi doğaçlama gibiydi.


"Haydi bir kere daha."


"Çok hızlı şarkı olduğu için parmaklarım koptu benim. Bir yarım saat mola." dedi Bora gitarını omzundan yukarı doğru çıkarırken. Eymen piyanist koltuğundan kalkıp siyah koltuğa oturdu ve başını geriye yasladı. Aren de onun yanına geçti. Tam ben de yanlarına giderken Gökay'a baktım. Cebinden çıkardığı bir bezle alnını siliyordu. Davullara vururken çaba sarf ettiği için en çok o yoruluyordu. Hep siyah ve havalı baterisine bakıp çalmak istiyordum. Ama canından çok sevdiği için diğerlerine bile elletmemişti. Hoş benim de olsa ben de elletmezdim.


Alnını ve ensesini sildikten sonra siyah gömleğinin ilk üç düğmesini açtı. Bakışlarımı hemen kaçırdım. "Çalmak ister misin? Bu fırsatı herkese vermem ama ne kadar mükemmel bir şey olduğunu görmen gerek." dedi Gökay ben tam diğerlerinin yanına koltuğa ilerlerken.


Gökay bunu deyince diğerleri kaşlarını çatarak ona baktı. Hatta Eymen bile arkaya eğdiği başını kaldırıp ona sorgularcasına baktı.


"Ciddi misin?" diye sordum heyecandan gülerek.


Baterisini okşayıp ayağa kalktı. Taburesini göstererek beni yanına çağırdı. "Evet, gel bak bakalım nasıl bir hismiş."


"Bana bile dokundurmadın. Bu öyle bir insan ki arada çalışanlar enstrümanları silmek için gelirken sadece onun baterisine elleyemiyor. Kendisi yapıyor her şeyi." dedi Bora sinir olmuş bir şekilde.


"Ben varken benim bebeğimi kimse temizleyemez. Neyse, Şirin istiyor musun istemiyor musun? 1-2 dakikacık verebilirim."


Başımı sallayarak, "Tamam olur." dediğimde, "Hiç de reddetmiyor." dedi Gökay. Kaşlarımı çatıp güldüm ve yanına geldim. Bir çocuk gibi mutluydum şu an. Siyah tabureye oturdum. Bateriye ilk kez bu kadar yakından bakıyordum. Trampetin üstündeki bagetleri aldım ve iki elimlede tuttum.


"Eee ne yapmam lazım?" diye sordum. Hangi ritme ayak uydurmam gerektiğini bilmiyordum.


"Sevdiğin ve ritmini ezbere bildiğin bir şarkı var mı?"


"Yerle Yeksan var. O şarkıyı seviyorum."


Gökay telefonundan Merve Özbey'in şarkısını açtı ve onu siyah bateri çalarken bilmediği ritimleri dinlediği kulaklığına bağlayıp bana uzattı. Kulaklığı kafama geçirdiğimde Gökay telefonuyla müziği açtı. Sonrada ayaklı mikrofonumu yanıma getirdi. Ona bunu neden yaptığını soracak bir bakış atmıştım ki göz kırptı. Gülümseyerek sevdiğim bu ritimle başımı sallamaya başladım. Ritimlerde ayağımı da yere vururdum. Zaten bunun için Bass pedalı vardı. Ayağımı oraya koyup ritmi oradan verdim. Ardından bagetlerle trampete vurup kendimi müziğe verdim. Hem davullara hem zillere belli bir düzeyde vuruyor hem de şarkıyı söylüyordum.


"Sana yemin olsun


Yeniden şahlanıcağım küllerimden doğucağım


Bunu da bir gün elbet evelallah aşıcağım


Daha dur, o kanatsız meleğini aratıcağım


Sana dünyada cehennemi yaşatıcağım"


Ben şarkının sözlerini söyleyip onlara bakarken kimseye çaktırmadan bana göz kırptı Eymen. Ben de çaktırmadan tebessüm ettim ve davullara vurmaya devam ettim.


Bass pedalından ayağımı çekmiyor bateriye vurup şarkıyı söylerken her birinin yüz ifadesine ayrı ayrı bakıyordum. Bora beni telefonundan video çekiyordu. Bakışlarım Gökay'ı bulunca gülümseyen ve şaşırmış yüzünü görünce mutlu olmuştum. Arkasından yarılamış olduğu su şişesini aldı ve kapağı açarak davulların üstüne döktü. Bu beni daha da heyecanlandırmıştı. Çünkü Gökay yaparken aşırı özendiğim bir şeydi bu.


Aren sağ baş parmağını kaldırarak güzel yaptığımı söylemişti. Eymen ise bana göz kırptıktan sonra umursamazlıktan gelmeye başladı. Bana bakmıyordu, telefonuyla ilgileniyordu. Her ne kadar umursamazı oynayan bir suikastçı olsa da bakmasını istiyordum. Ama en azından diğerlerinin aksine ben onun nasıl biri olduğunu biliyordum. Korktuğum tek şey bir gün bunu yanlışlıkla da olsa diğerlerinin öğrenmesiydi.


Gökay'ın suyu döktüğü davullara vurdukça sular yüksek basınçtan havaya fırlıyordu ve o sırada da yüzüme çarpıyordu. Su damlalarının bile bateriye karşı zaafı vardı. Hepsi bir bütün olmuştu.


"Sana dünyada cehennemi yaşatıcağım." deyip önce trampete sonra da tamtam davullarına vurarak finali verdiğimde üçüde alkışlamaya ve ıslık çalmaya başladı. Aren koluyla Eymen'i dürttüğünde göz devirerek o da alkışladı beni. Hiç içinden gelmediği ama bir o kadar da içinden geldiği bir tebessüm takındı dudaklarına. Gerçekten çok farklıydı. Öyle ki gözlerine bakınca bile bir şey hissedemiyordum.


Kulaklığı çıkartıp Gökay'a verdim. İki dakika da su gibi olmuştum ama sinir çıkartmak için mükemmel bir şeydi. Öfke kontrolü olmayan kişiler sürekli bir şeylere vurmak isterlerdi. Bateri buna çok iyi geliyordu. Bagetlerle davullara vururken Gökay'ın şişesinden döktüğü sular ben her vurduğumda yüzüme gelmişti, bu bile harika bir histi.


Gökay bateriye başlamadan önce öfke kontrolü olmayan biriymiş ve sorunlu bir çocukmuş. Bana üstün körü bir şekilde anlatmıştı. Psikoloğu ona bir hobi edinmesini, böylece öfkelendiği zaman rahatlayabileceğini söylemişti. Gökay'ın tek ailesi olan amcası ve yengesi de ona doğum günü hediyesi olarak bateri almışlardı. O günden beri öfkesini kontrol edebiliyor veya öfkesini davullara vururcasına çıkartıyordu.


"Harikaydın bir gün Ecem'i de çağırayım birlikte düet yapın. O da çok iyi bateri çalıyor. Çünkü çok iyi bir hocası var." dedi kendisini överek.


"Olur, zaten onunla pek diyaloğum olmamıştı. Belki biraz kaynaşırız." dedim ve tabureden ayağa kalkıp Bora'nın yanına geçtim.


"Bunu paylaşacağım. Belki beni farkederler." dedi.


"Yalnız paylaştığın kişi benim." deyip güldüğümde sanki bunu düşünmemiş gibi şakağını kaşıdı.


Sonra da bozuntuya vermeden, "Senin başarın benim başarım sayılır." dedi ve yeşil sağ gözünü kırptı.


"Vay, etkilendim! Bunu beklemiyordum." dediğimde gülüp videoyu paylaştı.


🔥🔥🔥


"Mazi kalbinde yaraysa


Unut artık ne varsa


Haydi gel içelim" deyip ve gitarıyla şov yapan Bora, bara gelen bütün kızların çığlıkları eşliğinde, "Wohow!" diye bağırdı neşeyle. Ona baktıkça gülüyor, daha çok eğleniyordum.


"Yerlere düşelim" diyerek devam ettirdi Gökay ayağa kalkmış bir şekilde trampete vururken. Kızlar onu video çekiyor, çığlık atıp gülüyordu.


"Haydi gel içelim


Yerlere düşelim" aynı anda son dizeleride söyleyip bitirdik şarkıyı. Gökay tamtam davuluna vurup en son sağ ziline vurunca kocaman bir alkış koptu.


"Bir daha! Bir daha!" diye bağıran gençler ve yetişkinlere tebessüm ederek bakıp kulise ilerlerken Bora mikrofonu aldı.


"Valla ben bir daha söylerdim ama bugünlük bu kadar gençler. Ha bir de bizi takip etmek isteyenler için hesabımın adı #boranıngitarteli" deyip güldü. "Farklı ol, farklı düşün! İyi geceler Körüklü!" Yine kopan alkışlar, gülüşmeler, çığlıklar ve üzüntülü sesler tüm Körüklü'yü tekrar inletti. Sahnenin starı olmaya bayılıyordu.


Kulise geçtiğimizde ter, su içinde kalmıştık. Aren, Gökay ve Bora arka taraftaki duşa doğru ilerlediler. Hava serin olduğu için duş alacaklardı. Ben ve Eymen tek kalmıştık. İkimizde fazla efor sarfetmiş sayılmazdık ama sanat sanattır.


"Rol gereği böylesin değil mi?" diye sordum biraz çekinircesine.


Arkasına yaslanıp kollarını göğsünde dolayarak bana mavi mavi baktı. "Bütün gün bunu konuşmak için bekledin değil mi?"


Başımı evet anlamında salladım. "Bekledim sayılmazda ne bileyim o kadar iyi rol yapıyorsun ki gerçeklik algımı yitireceğim. Dünkü olaylar gerçekti öyle değil mi?"


Başını gülerek salladı. "Evet, hepsi gerçekti ve evet rol gereği böyleyim. Yoksa Bora'dan bir farkım yoktur." Gülüşü bile farklı olduğu için gerçekten de rol yaptığını anlamıştım.


"Seni öyle de görmek isterdim."


"Dün az çok gördün. Zamanla esas karakterimi göreceksin Anka."


"Olsun ben Köprüaltı'nda da görmek isterdim. Sadece ben değil diğerleride seni enerjik görmek isterdi bence."


İç çekerek omzunu kaldırıp indirdi. "Bazı alışkanlıklar değişmiyor. Kendini nasıl tanıttıysan hep öyle kalırsın. Ve ben diğerlerine kendimi böyle tanıttım. Artık bunu değiştiremem."


"Farklılık iyidir." dediğimde bakışlarını piyanosuna çevirdi.


"Belki de farklı olmaya çalışmak istemediğim için farklıyımdır ben."


Birkaç dakika daha bu tür sohbetler ederken koltuğun üstüne yüz üstü bıraktığım telefonum çalmıştı. Alıp ekrana baktığımda içime kurt düşmüş gibi hissettim. Kalbim hem heyecanla hem de korkuyla attı.


Serdar Bey arıyordu. Derin bir nefes aldım. Eymen kimin aradığına bakmak için telefonumu kendisine çevirdi ve sıcak bir tebessüm etti. "Farklılık iyidir Anka." Aramayı daha çok uzatmak istemedim ve boğazımı temizleyerek aramayı açtım.


"Efendim Serdar Bey?"


"Nasılsın Alev?"


"İyiyim, bir şey mi oldu?"


"Eymen yanında mı? Veya diğerlerinden uzakta mısınız?" Eymen'e baktım ve başımı salladım.


"Evet Eymen burada ama diğerleri yok, yalnızız." dediğimde güldüğünü duydum.


"Hazır mısın peki?" diye sordu. Kalbim kulaklarımda atıyordu.


"Neye?" Cevabı gecikmedi.


"İlk suikaste."


Stresten ellerim terledi. Ayaklarım karıncalandı ve başım döndü. İlk suikast mi? Şimdi mi? Bugün mü? İçimden bir ses erken olacağını söylüyordu ama bu kadar erken olacağını düşünmemiştim. Hem intikam hem adalet. Yapabilecek miydim niye? Ya beceremezsem? Ya elime yüzüme bulaştırırsam? İlk suikastimi kime uygulayacağımı bilmeden nasıl karar verebilirdim ki?


Derin bir nefes alarak iç sesimi susturdum. "Hazırım Serdar Bey." dedim kendimden emin bir şekilde. Hazır mıydım bilmiyordum orası henüz benim için bir soru işaretiydi.


"Kartal'a ver telefonu." dediğinde yine refleks olarak başımı sallayıp telefonu Eymen'e uzattım. Eymen de benim gibi boğazını temizleyip telefonu aldı ve kulağına yasladı. Yüzünde beliren hafif bir şaşkınlık gördüm. Serdar Bey her ne dediyse kaşlarını çatıp tedirginleşmişti. Mavi gözleri doğrudan bana bakarken, "Emredersiniz Çavuş! Yarım saate kalmaz oradayız." deyip telefonu kapattı. Çavuş mu? Soyadıyla mı hitap etmişti?


"Onun lakabı Çavuş mu?"


"Evet bunu kullanıyor." dedikten sonra boynunu çıtlattı ve esneyerek ayağa kalktı.


"Hadi kalk, gidiyoruz." dedi kahverengi askılıktan siyah deri ceketini giyerken.


"Nereye?" Ayağa kalkıp yanına ilerledim.


Ceketinin yakasını düzeltti ve ellerine siyah eldivenlerini geçirdi. "İlk suikasti gerçekleştireceğin yere." dedi en az benim kadar heyecanlı bir o kadar da buruk çıkan sesiyle.


Korkudan art arda yutkunurken, "Neresi orası?" diye sordum.


"Az sonra öğreneceksin." dedi ve göz kırptı.


Loading...
0%