@darklightssx
|
(Lütfen oylama yapıp yorum yazmayı unutmayın, iyi okumalar♡♡♡) Karanlık nedir bilir misiniz? Gözünüzü kapattığınızda bile göremediğiniz o lanet alan... Işığı kapattığınızda bile karanlık olmaz, ay ışığı girerdi odaya. Karanlıktan korkan bir sürü kişi vardı ve ben de onlardan biriydim. Eskiden karanlıktan çok korkardım. Sonra o korktuğum karanlığa dönüştüğümü farkettim. Lanet gecelerde hapis kalıyordum. Gündüzleri de evde hapis kalıyordum ve kendi karanlığımı oluşturuyordum. Siz karanlığı ne olarak tanımlardınız? Veya bir yerin karanlık olduğunu nasıl anlardınız? Hiçbir şey göremediğinizde değil mi. Aslında hiçbir şey göremediğinizde bile çok şey görürsünüz. Gözünüzü kapattığınızda her yer siyah olmaz örneğin. Birden fazla renk vardır hatta. Bu kadar renk varken biz neden siyaha karanlık diyorduk? Korkutucu ve ürkütücü olduğu için mi yoksa? Benim bildiğim ve tanımladığım karanlık bunlardan ibaret değildi. Benim için karanlık annemi kaybettiğim gündü. Odama ay ışığını bırak sanki güneş bile girmiyordu. Gözümü kapattığımda yokluktan ibarettim, işte o gün karanlık korkumu yenmiştim çünkü o gece koca bir karanlığa dönüşmüştüm. Arkadaşım yoktu, sevgilim yoktu. Babam yıllardır depresyonda, erkek kardeşim ise yine odasındaydı, 7/24 ağlıyordu. Trafik kazası geçirerek annemde karanlığa dönüşmüştü. Beni sırf okul gezisine götürmek için erken kalkmış ve hazırlanmıştı. Ben yaramaz bir çocuk gibi tutturmuş o geziye gitmek için ağlamıştım. Otobüse binip geziye giderken başka bir araçla çarpışmıştık. Ben ve birkaç kişi hafif sıyrılarla anlatmıştık. Lakin annem ve önümüzde oturan benden birkaç yıl büyük olan kahverengi saçlı çocuğun durumu çok kötüydü. İkisini de hastaneye almışlardı. O çocuğun durumunu bilmiyordum ama annemin durumu ortadaydı. Bizden ayrılmadan önce ilik ameliyatı olmuştu. Kaza sonucunda akciğerinde bir sorun çıkmış ve zedelenmişti. Doktor fazla zamanı kalmadığını söylüyordu. Hastane odasındaydık annemin soğuk ellerini tutmuş, o kötü anın gelmesini bekliyorduk. Bizimle veda konuşması yapıyordu. Son dediği şey ise "Sizi çok seviyorum ve beni unutmayın" sözüydü. Asla unutamazdım ki. Annem son nefesini verdiğinde hıçkırarak, nefesim bitercesine ağlamaya başlamıştım. Hayatımda ilk kez o kadar kötü ağlamıştım. Uzun zamandır sadece bu konuyu düşündüğüm için gözlerimden yaş gelirdi. Annemin nefes almayan bedenine dolu dolu baktım ve soğuk tenine yaklaşıp yanağından öptüm, kokusunu tekrardan içime çektim. Kahverengi saçlarını okşadım. Gözlerimdeki yaşları sildim ve topallayarak ama hızlı adımlarla pencereye doğru ilerledim ve gökyüzüne baktım. Bana sürekli "Yeryüzünden bir kişi eksilince gökyüzünde bir yıldız kayar." derdi. Annemi son kez bir yıldız olarak görebilirdim belki de. Siyah ve bulutsuz gökyüzüne baktığımda dikkatimi ilk çeken şey parlaklığıyla göze batan dolunaydı. Pencerenin önündeydim ve dolunayda doğrudan buraya bakıyor ve ışığıyla karanlık odayı aydınlatıyordu. Sonra bir yıldız kaydı, benim gözümden ise milyonlarca yaş... Annemi son kez gördüm, bana gülümsedi. Ruhu gökyüzündeki bir yıldızda yerini almıştı. Şuan cennet kapılarından geçiyordu. Ruhu çok uzağımızda cansız bedeni ise yanı başımızdaydı. Babam, annemin o soğuk ve solgun elini tutmuş, başınıda annemin karnına koymuş ağlıyordu. Bu duyguyu bilir misiniz? O güçlü, cesur, kahraman, babanızın hıçkırarak ağladığını düşünsenize. Ne hissederdiniz? Şahsen ben yıkılmıştım. Babamı gördükçe ellerim birbirine giriyor, ağlama ve ölene kadar çığlık atma istediğim on misline çıkıyordu. 8 yaşındaki bir kızın hayali ne olabilir? Prenses, peri veya deniz kızı olmak mı? Onlar için her şey masallardan ibaret. Annelerinin ve babalarının anlattığı masallardan. İyilerin kazandığı, kötülerin kaybettiği masallar. Onların masalı daha yeni başlarken, benim masalım 8 yaşımda bitmişti. Bir prensesin kraliçesi ölmüştü. Bir perinin kanatları, bir deniz kızının kuyruğu kopmuştu. Benim hayallerim de bunlardan ibaretti artık. O hayallerime bir tane daha ekledim... ölüm. İki kez intihara kalkıştığımı söyleseydim tepkiniz ne olurdu? Annemin ölümüne sebep olmuştum. Eğer o kadar baskı yapmasaydım belki de her şey bambaşka olacaktı. Ben bu acıyla yaşayamazdım ve canıma kıyardım. Daha 8 yaşındaydım ve kendimi öldürmek isteyecek kadar nefret ediyordum. İki kez intihara girişmeme engel oldukları için bir türlü başaramamıştım. İlk intihara kalkışacakken 10 yaşındaydım. Annem sürekli rüyalarıma giriyordu. Daha fazla dayanamadığım için bir gün banyoya girip kapıyı kapattım. Babamın sakallarını almak için kullandığı mavi jileti elime aldım ve bileğime doğrulttum. Tam bileğimi kesecekken trajikomik bir olay oldu ve banyo kapısı çaldı. Erkek kardeşim Sam'in tuvaleti gelmeseydi eğer kanlar içinde yere yığılmış ve ölmüş olacaktım. İkincisinde ise okuldaydım. Okulumuz geniş ve beş katlıydı. Yüksek olduğu için belki bu sefer ölebilirim diye düşündüm. Merdivenlerden çıkıp çatı katına gidene kadar ölmüştüm ama bunu resmi hâle getirmeliydim. Çatı katına çıkıp büyük beyaz pencerenin karşısına geçtim ve sol taraftaki pencereyi açtım. İstem dışı aşağıya baktığımda erkeklerin futbol, kızların voleybol oynadığını gördüm. Bazıları ise beştaş oynuyor ve ip atlıyordu. Onlar ip atlayıp eğlenirken, ben aşağıya atlayıp ölecektim. Sağ ayağımı beyaz mermere koyduğumda tekrardan aşağıya baktım. Azıcık gözüm karardı. Fazla yüksekti. Beni farkeden birkaç çocuk vardı ve beni diğerlerine işaret ediyorlardı. Hava soğuktu, okul formamın üstüne sadece ince siyah bir yelek giymiştim. Ayakkabımın altı delikti ve bazen su geçiriyordu. Giydiğim siyah botu annem almıştı bana ve yıllarca başka ayakkabı giymemiştim. İçeriye su geçirse bile umrumda olmuyordu. O yüzden mermerin soğukluğunu hissetmiştim. Eğer otuzlu yaşlarında sarışın bir hoca beni kolumdan tutup çekmeseydi belki de şuan ölmüş olacaktım. Ama pişman değildim. Belki yükseklik korkum o günden sonra başlamıştı. Kendime başka ölüm yolu bulabilirdim. Sonuçta ölümlü dünyadaydık, öyle değil mi? Odamdaydım. Sürekli olduğum ve sevdiğim tek yer olan odamda yatağımın üstündeydim. Okul vardı ama benim umrumda bile değildi. Annemi kaybetmemin üstünden 12 yıl geçmişti ama hâlâ unutamıyordum. Onu unutmaktan korkuyordum. Sesini, kokusunu, melek gibi yüzünü unutmaktan korkuyordum. Küçükken çektirdiğimiz videolar ve ses kayıtları vardı. Annemin sesini defalarca açıp açıp dinliyordum. Ben çocukluğumu yaşayamamıştım o yüzden büyümüştüm. Fazla hızlı büyümüştüm. Kardeşime göz kulak olmak için büyümek zorunda kalmıştım. Alarmım üçüncü kez tekrar çaldı. İstemsizce telefonu elime aldım ve kapattım. Gözümü kapatıp uyuyacağım esnada babamın odaya girmesiyle hevesim kesildi. "Okula gitmeyi düşünmüyor musun?" Oturma pozisyonuna geçtim ve omuz silktim. "Aslında hayır, düşünmüyorum." elini kapı kolundan çekip yanıma doğru geldi ve yatağıma oturdu. "12 yıl oldu Malia! Üzgünsün, kızgınsın biliyorum. Ben de öyleyim ama hayata küsme be kızım. Çık hava al, gez, eğlen, arkadaşlarını ara, hayatı yaşa!" Yüzüne bakamıyordum, bağdaş kurmuş ellerimle oynuyordum. Bu konu her açıldığında ağlıyordum. Yine burnum sızlamıştı. Babamın karşısında annem için göz yaşı döküp onu tekrardan üzmek istemiyordum. Çok ağlak bir insandım. Hemen duygulanır hemen ağlardım. Gözlerimin görevi görmek değil ağlamaktı sanki. "Gez, eğlen diyorsun da nereyi gezeyim baba, mutfağı mı? Arkadaşlarım var da benim mi haberim yok yoksa! Hepsinden nefret ettiğimi biliyorsun zaten. Kendimi hiç olmadığım kadar yalnız ve kötü hissediyorum onların yanındayken." Beni anladığını biliyordum. Gözlerinde ne kadar endişe ve üzüntü olsada beni anlıyordu. "Kendini kapatma, güzel bir gelecek seni bekliyor. Hadi kalk ve giy üstünü." dedi ve ayağa kalktı. Güzel bir gelecekmiş... benim geleceğim güzel olsaydı haberim olmaz mıydı? Güzel gelecek güzel geçmişi olanlar içindi. Ben de ayağa kalktım ve babama sıkıca sarıldım. Onu da kaybedemizdim. Bu düşünce sürekli zihnimde dolaşıyordu. Ölüm hiç olmadığı kadar beni korkutuyordu. Ama biliyordum tek kurtuluş yolu ölümdü. Babam odamdan çıkınca krem renkli ve boy aynalı dolabımın karşısına geçtim. Dolabın kapısını açtım, dağınık olan kazaklarımın arasından ütüsüz ve kırışık formamı çıkardım. Bizim lisede etek giydiriyorlardı ve nefret ediyordum. Zaten hava soğuktu bari pantolon giyebilseydik. Her durumda lanet olsun ki erkekler daha şanslıydı. Siyah, dizimin biraz üstünde biten eteğimi ve altınada siyah kilotlu çorabımı giydiğimde şimdiden donmuştum. Üstümde de beyaz bir gömlek ve mavi bir ceket vardı. Gömleğin düğmelerini ilikleyip yakasını düzelttim. Aynaya bakınca pek fena sayılmazdım. Keşke güzellik her şeyin çözümü olsaydı. Uyurken iyice dağılan topuzumu istemsizce çözdüm ve bir tarakla tarayıp kahverengi saçımı hafif bir at kuyruğu yaptım. Önden iki tane perçemimi açık bıraktım. Bu model bana yakışıyordu. Yani yuvarlak yüz şeklime yakışıyordu. Saate baktığımda dersin on beş dakika sonra başlayacağını gördüm ve siyah deri okul çantamı sırtıma takarak odadan çıktım. Kahvaltı yapmak için zamanım yoktu. Babam elime okulda bir şeyler alıp yemem için harçlık verdi ve bana sıkıca sarıldı. Sam da oradan bize bakıyordu. Kendi formasını giymişti ve kardeşim olarak demiyorum çok yakışıklıydı. Sammy 10. sınıfa gidiyordu. Ben otobüse binerek kendi puanımla aldığım liseye yerleşmişken o okul puanı neye yettiyse oraya gitmişti. Bu sebepten aynı lisede olamamıştık. Aslında annem öldükten sonra 2 yıl okula gitmemiştim. 20 yaşındaydım ama 12. Sınıftım. Bu durum beni yaşıtlarımdan daha olgun gösterdiği gibi onlardan büyük olduğum içinde iğrenç bir durumdu. Askılıktan bordo montumu aldım ve babamın yanağına bir öpücük kondurdum. "İyi dersler, biraz arkadaş edinmeye çalış. Dönem daha yeni başlıyor." "Okul bittikten sonra yüzüme bile bakmayacak, küsersek eğer arkamdan konuşacak, derslerden geçmek için benden kopya isteyecek ve dedikodu niyetine insanları zorbalayacak bir arkadaşa ihtiyacım yok." dedim. Aslında derdimi anlatacağım bir kişi olsa iyi olabilirdi ama hiç kimse benim dertlerimi dinleyecek kadar beni kafaya takmazdı. İkisinede el sallayıp merdivenlerden aşağıya indim. Otobüs durağı bizim evin hemen üst sokağında yer alıyordu. Geç kalmayı alışkanlık haline getirdiğim için pek takmıyordum. Kış ayından gerçekten nefret ediyordum. Üşümeyi kim severdi ki zaten? Bir de bizim pantolon giymemize izin vermedikleri için kardan adama dönüşüyorduk. Ben ilkbahar ve sonbahar insanıydım. Üşümeyi sevmiyordum ama şuan titriyordum. Çantamı yere koydum ve montumu giyip tekrardan sırtıma taktım. Galiba yağmur yağmıştı, yerlerdeki su birikintileri ise bunu çok bariz gösteriyordu. Çocukluğumdan beri su birikintilerine basarak yürümeyi tercih ediyordum. Gökyüzüne baktığımda bembeyazdı. Her an yine yağmur yağabilirdi. Sokağı döndüğümde otobüsün duraktan birkaç yolcu aldığını gördüm galiba daha yeni gelmişti. Koşarak yetişmeye çalıştım, tam tekrardan hareket edecekti ki genç bir erkek otobüsü durdurdu. Ona teşekkür edercesine başımı sallayıp otobüse bindim. Arka koltuklardan birine ilerliyordum, önlerde oturmak bana rahatsız hissettiriyordu. Otobüs aniden hareket edince dengemi kaybedip düşecekken kahverengi saçlı yeşil gözlü bir erkek beni kolumdan tuttu. Bu erkekler hep mi böylelerdi yoksa benim sınıfımdakiler de mi bir sorun vardı? Arka koltuğa zorluklarla oturduğumda çantamdan kulaklığımı çıkarttım ve telefonuma taktım. Şarkı listem oldukça karışıktı. Dikkatimi dağıtan her türden şarkı vardı. Kulaklığı kulağıma taktım ve arkama yaslanıp camdan dışarıyı izlerken dinlemeye başladım. Bazı şarkılar vardı ki tam olarak o an yaşadığınız duyguyu anlatıyordu. En çok okulda müzik dinlerdim. Sarılan, eğlenen, birbirlerinin üstüne çıkan aptal arkadaşlarımı izlemekten başka yapacak hiçbir şeyim olmuyordu. Kitap okuyarak günümü geçiriyordum. Aksiyon, fantastik ve korku kitaplarını severdim. Başlarda romantik komedi kitapları da okuyordum ama o ilgili ve gerçekten seven erkekleri görünce moralim bozuluyordu. Hem baş hem de yan karakterlerin dostluklarına hep bayılmışımdır. Belki de başka bir evrende böyle dostlar bulabilirdim. Ama bunun olma ihtimali hemen hemen imkansızdı. Bir sınıf düşünün, herkesin birbirini çok sevdiği, eğlendiği, her şeye gülen, birisi ağlayınca ağlayan kişinin yanına koşan ve derdinin ne olduğunu öğrenmek için başında pervane olan, hoca ders işlerken eğlenmek için birbirlerine kağıt atıp kahkahalarla gülen, kendilerine açtıkları mesajlaşma grubunda bir sürü şey konuşan ve içinde herkesin olduğu, gülmekten gözyaşlarına boğulan bir sınıf düşünün... kardeş olan bir sınıf. Şimdi de o sınıfta duran bir fazlalık düşünün. Uzakta sırasında oturup eğlenen arkadaşlarını izleyen, komik olaylara dahil olmadığı için acı içinde gülen, ağladığında umursanmayan, güldüğü zaman insanların bakışlarından rahatsız olduğu için ağzını kapatan, hoca ders anlatırken birbirine kağıt atarlarken ona isabet ettiği için gülmeyi bırakıp özür dilenilen, yalnız olduğu için kendisini kitaplara ve müziğe kapatan, gruplaşma etkinliklerinde sevilmediği için başka bir takıma çöp gibi atılan ve sesini bile çıkaramayan, kendileri için açtıkları mesaj gurubuna dahil olmayan hatta bir grup olduğundan haberi bile olmayan, o kardeşlerin yanına üvey gelen, içine kapanık, yalnız, agresif, karamsar, umursamaz, utangaç ve görünmez birini düşünün. Görünmez bir kız düşünün. Tahmin ettiğiniz üzere o kişi benim. Belki de onlardan yaşça büyük olduğum içindir onlarla olan ilişkim. Ya da ben olgun olduğum için rahatsız oluyorumdur onların yanında. Nefretim için her zaman sebep arar dururdum. Neden nefret ediyordum? Benim duygularımın en yoğun olduğu şeydi bu. Tanımadığım bir kişi tek bir kelime etse bile istemsizce nefret ederdim. Saçmalık! Sessiz insanlar acılarını bakışlarıyla yansıtırdı. Peki ya sosyal insanlar? Belki de acılarını gülerek saklıyorlardı. Sessizliğin bile bir cevap olduğu bu dünyada kim bilir bağırıp gülen insanlar ne anlatmaya çalışıyordu? Bir çocukluk için en acı şeylerden biriydi. Dışlandığını apaçık hissettiği bir ortamdan ayrılıp sıranda oturmak gibi. Bir insan neye göre ayırt eder birini sevip sevemeyeceğini? Nasıl karar verir buna? Empati yapmayı bilmeyen aptal önyargıları yüzünden mi? Bir insan kısa boylu olabilir, fazla uzun olabilir. Sivilceli olabilir, saçları kısa, burnu kemerli olabilir. Şişman veya sıska olabilir. Bunlar anormal şeyler mi? Bir insanda bunlar olamaz mı? Siz onu neye göre yargılıyorsunuz? Yalancı, düzenbaz, ispiyoncu, cimri bir kişiliğe sahip olan kız veya erkek sırf güzel veya yakışıklı diye mi ayırt ediliyor? İyi yönlerini bir yana, kötü yönlerini bir yana mı atıyorlar? Buna kim karar veriyor? Sivilceli bir kızın senin hayatındaki zararı ne? Küçükken sürekli görünmez olmak istiyordum, biraz daha büyüyünce farkettim. Zaten hiç görünmüyormuşum. Hayatım çevremdeki gözlerden nefret ederek geçti. Kendilerini Afrodit sanan kızlara göz devirmekle geçti. Ben kendimi kötü hissetmiyordum ama bu gözlerden kurtulmak için kimseyle konuşmamaya daha çok kendimle kalmaya başladım. Tamamen içimi kapattım. Duygularım sömürülmüştü. Annem yanımda değildi. Ben gençliğimi yapayalnız bitirmiştim. Otobüs bir durakta tekrar durdu. Camdan bakarken birkaç küçük çocuğun dar bir sokakta seksek oynadıklarını görünce gülümsedim. Yanlarında onlara göre biraz daha şişman balık etli bir kız vardı. Beyaz mermer merdivenlerde oturmuş onları izliyordu. Seksek oynayanlar, kızı dışlamıyor aksine sıra ondaymış gibi onu yanlarına çağırıyordu. O kızdaki gülümsemeyi görmeliydiniz. Ama o masum çocuk gülümsemesi liseye geçinceki hayal kırıklığı olacaktı. İşte o zaman kendisine gülecek ve nefret edecekti. Çünkü küçük çocuklar için eğlence ve arkadaşlık daha önemliydi. Büyüdüklerinde sadece eleştirirlerdi. Yanımdaki boş koltuğa biri oturunca o tarafa doğru baktım. Az önce otobüsü durduran kişiydi bu. Kahverengi dalgalı saçları vardı ve kahverengi gözlüydü. Oldukça yakışıklı ve hoş bir görünümü vardı. Onu incelemeyi bırakıp tekrardan cama döndüm ve dışarıyı izlemeye devam ettim. Müzik listemdeki şarkılar çalmaya devam ederken kendi kendime mırıldandığımın farkında değildim. Yanımdaki kişi kolumu dürtüp ona bakmamı sağladı. Ona döndüğümde bir kulaklığımı çıkardım. Sorgularcasına baktığımda, "Sesin çok güzelmiş" dedi. Kaşlarımı çattım. "Sesli mi söylüyordum?" Eğer öyle bir şey olduysa neden daha önce söylememişti? "Evet ama ben rahatsız değildim. Huzur veren bir sesin var." tebessüm ederek söylediği bu şeyden sonra kaşlarımı rahat bıraktım. Artık kaşlarım bile nefret edecekti benden. Kendimi bildim bileli hep kaş çatardım. Yanımdaki çocuğu umursamayıp tekrardan cama döndüm. Sol dirseğimi cama yaslayarak avucumu açtım ve yanağımı koyarak dışarıyı seyretmeye başladım. Ben de huzur diye bir şey olsaydı şarkı mı söylerdim? Erkeklerle nasıl konuşulur bilmiyordum. Sınıfta hiçbiriyle konuşmadığım için umurumda değillerdi. Yakın olduğum erkekler sadece Sam ve babamdı. Yanımdaki çocuk tekrardan kolumu dürttü. Rahatsız ediciydi. Gözlerimi devirerek ona baktım "Ne var!?" diye sert bir sesle konuştuğumda güldü. "Şarkı söylemeye devam edebilirsin, ben rahatsız değildim." ciddi miydi? Bakışlarım nasıldı bilmiyorum ama sinirleniyordum. Ayağa kalktım. Oturmak istemiyordum. "Her yer dolu görmüyor musun?" dediğinde etrafa baktım gerçektende doluydu. "Ayakta kalabilirim." dedim. "Sen beni yanlış anladın. Rahatını bozmak istememiştim. Kusura bakma." Oflayarak eteğimi düzelttim ve yerime oturdum. Ona bakmadan "Aptal mısın? Yoksa sapık mı?" diye sorduğumda kafasını iki yana doğru sallayıp tebessüm etti. Bu duruma nasıl gülebiliyordu. "Ahh amacım o değildi. Eğer rahatlıyorsan az önceki gibi şarkını söyleyebilirsin demek istemiştim. Eee ben Stewart bu arada. Sende Malia olmalısın. Benim karşı sınıfımdaki yani. Seni görüyordum tek başınaydın sürek-" sözünü kestim ve tebessüm ederek bana baktı. Bu yüzden benimle konuşmaya çalışıyordu? Beni tanıyor muydu? "Sapık olduğuna emin oldum sanırım." dediğimde arkasına yaslandı. "Arkadaş olabilirdik aslında, hem benim de hiç arkadaşım yok. Hepsi mal!" "İstemiyorum!" Sesim yine yüksek çıkmıştı. Kesinlikle kulaklık taktığım için. Aslında şaşırmıştım. Tanımadığım ve ilk kez gördüğüm bir çocuk benim adımı biliyordu. Bu tuhaf bir histi. Daha önce kimse bana arkadaş olalım mı falan dememişti. Galiba böyle bir histi... birilerinin seni görmesi. "Senden büyüğüm ben o yüzden başka biriyle arkadaş ol." "Ben de 20 yaşındayım." Kaşlarım yine çatıldı. Kulaklıklarımı çıkarttım. Onun yaşı benim zerre umrumda değildi. Benim yaşımı nereden biliyordu? "Benim yaşımı nereden biliyorsun!?" "Arkadaşlarından bazı şeyler öğrendim. Ama onlar konuşurken kulak misafiri oldum." Buruk bir tebessüm ettim. Demek hakkımda konuşuyorlardı... Bir şey demedim. Kulaklıklarımı taktım ve başımı cama yasladım. O an bir şey oldu. Çapraz yoldan bu otobüse doğru bir kamyon geliyordu. Kornaya basıyordu. Çok hızlıydı. Lanet olsun ki benim oturduğum yere otobüs hızlı gittiği için arka tarafa doğru ilerliyordu. Ölüme kendim gideceğimi sanıyordum ama ecelim şuan hızla bana doğru geliyordu. "K-kamyon!" önlerde oturan kızıl saçlı çocukta benim gördüğüm kamyonu görmüştü ve yüksek sesle haykırmıştı. Saniyeler sonra panik ve çığlıklar arttı. Şoför frene basıyordu sesi duyabileceğim kadar yüksekti. Yanımdaki kişi beni kolumdan çekti ve bir anda elimi tutarak ayağa kaldırdı. Arkama döndüğümde üstümüze doğru gelen kamyonun korna ve fren seslerini duydum. Son duyduğum sesler bunlardı. Korna, çığlık ve otobüsün camlarının kırılma sesleri... Sanki milyonlarca bıçak saplanmıştı vücuduma. Kafamı çarpmıştım ve şu an yerdeydim. Kulağım uzun süre çınladı. Camların vücudumun her bir yerine girdiğini ve kanattığını hissediyordum. O kanlar şu an bacaklarımdan aşağıya doğru süzülüyordu. Bacaklarımı değil ama akan kanın sıcaklığını hissedebiliyordum. Yüksek sesle acı dolu bir çığlık attım. Yanımdaki kişi az önce bana önünü dönerek siper olmuştu, son kez gördüğüm yüzde ona aitti. Gözüne baktığımda korku ve endişe vardı. Ne kadar siper olursa olsun kamyonun çarpması üzerine ikimizde dahil bir sürü kişi koltuklara ve camlara kafamızı çarpmıştık. Otobüs yana doğru düşmüştü. Gözümü zorlukla açtığımda gördüğüm manzara korkunçtu. Yanımda oturan Stewart'ın kafasında bir sürü cam vardı ve buğday tenli yüzü kanla kaplanıyordu. Gözleri kapalıydı. O an panikledim ve son kez yüksek sesle bir çığlık attım. Otobüs yan döndüğü için üstümde kırık camlar vardı. Birkaç tanesi düşünce yine bana saplandı ve işte şimdi annem gibi trafik kazası geçirerek ben de karanlığa dönüşüyordum. Yine yaşamıştım, dejavu gibiydi. Büyük kırmızı bir kamyon, bir otobüs ve trafik kazası. Lakin tek bir şey farklıydı. Bu sefer sağ kalmak istemiyordum. 🕸🕸🕸🕸🕸 Bilincimin yerine geldiğini hissediyordum. Düz bir zeminde uzanıyordum ve bu zemin çok rahatsızdı. Nerede olduğum hakkında hiçbir fikrim yoktu. Her yerim ağrıyordu ama sırt ağrısı ve baş ağrısı gibiydi. Gözümü açtığımda doğrudan güneşe maruz kalmıştım, gözüm kamaşmıştı. Ellerimle birkaç kez gözümü ovaladım sonra duyduğum sesler ve fısıltılardan sonra ellerimi gözlerimden ağır çekimde çektim ve yavaşça açtım. Açmaz olaydım! Çevremde birden fazla erkek vardı ve hepsi öcü görmüş gibi merak ve şaşkınlıkla bana bakıyorlardı. Gözlerimi tekrardan ovaladım. Onlara baktığımda fısıldayarak benim hakkımda konuşuyorlardı. Hiç kız yoktu. Bir sarı dalgalı saçlı çocuk bana elini uzattı. Yaklaşık 20-22 yaşlarında gözüküyordu. "Bu bir kız!" Aralarındaki birinin dediği şey kafamı karıştırdı. Çok mu tuhaftı kız olmam? Elini uzatan çocuğu umursamadan sol elimi yere koyarak destek alıp ayağa kalktım. Etrafımda çember olmuşlardı. Bazıları meraklı gözlerle bazıları canavarmışım gibi bakıyordu bana. İrkildim. "Kimsiniz siz? Ne işim var benim burada?" bağırdığımda sesim yankılanmıştı. Fısıltılar arttı. Yanıma birisi yanaştı ve elini saçlarıma götürdü ve dokunup çekti. "Bir kız görmeyeli galiba 6-7 yıl oldu." Benim iki katım büyüklüğünde iri yapılı kaslı bir adam yanıma yaklaşıp yukardan aşağıya kadar beni incelemeye başladı. "Seninki yine iyi, ben 9 yıldır hiç görmedim ve ne olduklarını bile unuttum sayılır. Kızlar hep böyle güzel olur değil mi? Uzun yumuşak saçları, güzel yüzleri, parlak etkileyici gözleri ve vücut hatları. Biraz hatırladım sayılır beyler. Bu kız kaçmaz sağlam bir dişi gibi." derken bakışları göğsüme sonrada kalçalarıma gidince kalbimde keskin bir acı hissettim. Bunların amacını veya buraya nasıl geldiğimi bilmiyordum ama önümdeki adamın bu şekilde iğrenç davranmaya ve konuşmaya hakkı yoktu. İğrenç bir şekilde sırıttığında ona ne kadar sağlam bir dişi olduğumu göstermek için an kollamaya başladım. Elini tekrardan saçlarımda hissettiğimde bir saniye bile düşünmeden onun erkekliğine atabileceğim en sert tekmeyi attım. Acıyla inleyerek yere dizlerinin üstüne çömelince de sağ yumruğumu burnuna geçirdim. Bir yumruk daha atacakken beni sağ kolumdan sertçe tutan biri oldu. "Uzun zamandır kadın görmediğiniz belli! Nasıl davranmanız gerektiğini unutmuşsunuz terbiyesiz herifler!" diye bağırdım ve kolumu çekiştirdim. Kolumu kurtarmaya çalışıyordum ama hemen hemen imkansızdı. Sağ kolumu tutan kişiyle göz göze geldim. Koyu kahverengi ve siyahi adama tehditkar bir şekilde bakarak, "Çek elini! Geberteceğim yoksa hepinizi. Bu pisliğin yaptığı gibi iğrenç bir şekilde konuşursanız aynısını çekinmeden her birinize yaparım. Uzak durun benden! Bırak!" diyerek öfkeyle haykırdığımda kolumu bıraktı. Yumruk attığım ve erkekliğine tekme attığım kişi öfkeyle bana baktı. Elini burnuna götürüp kanıyormu diye baktı. Kanıyordu tabii ki de. "Frost, kızı rahatsız eden sendin. Uzatma!" dedi o sarışın çocuk. "Kimsiniz siz? Neredeyim ben? Burada ne işim var!?" diye sordum etrafıma bakarak bir kez daha. Sarı saçlı az önce ben yerdeyken elini uzatan ve şimdi Frost denilen davardan beni koruyan kişi yanıma yaklaşıp sakinleşmem için elini omzuma koydu. "Biraz sakin ol tamam mı? Frost'un kusuruna bakma. Biraz fazla kabadır. Her şeyi açıklayacağız ama sakinleş." dediğinde omzuma koyduğu elini ittirdim. Hepsi bana öcü görmüş gibi bakıyordu. Neden böyle bakıyorlardı? Gerçekten de hiç mi kız görmemişlerdi?! "Bir daha sakın bana dokunma!" dedim bağırarak. "Tamam, yok bir şey." "Sapık mısınız siz?" Sarışın çocuk, "Öyle deme. Frost'un adına özür dilerim. Gerçekten niyeti kötü değildi. Hepimiz gibi o da şaşkındı sadece. Dedikleri seni rahatsız etmiş olabilir, bu yüzden kusura bakma. Biz kötü değiliz, tamam o dışarıdan bakınınca ve senin açından düşünülünce kötü geldi ama özünde iyi insandır. İkinci bir şans verir misin? Her birimize." Sarışın çocuk diğerlerine göre daha duyarlı ve iyimser biri gibi gelmişti şuan gözüme. "O Frost denilen pislik haricinde olur." Etrafıma bakınıp sarışın çocuğa, "Neredeyim ben?" diye sordum. Bir iç çekerek arkadan bir yeri gösterdi. "Bunu sana biz değil o açıklayacak." dedi. Kaşlarımı çatarak, "O kim?" diye sordum. "Çekilin!" Arkalarından bir kişinin verdiği soğuk sesli bir emir üzerine bir yol açtılar. Açtıkları yoldan doğrudan beni hedef alan bir çift mavi göze baktım. Bu kişinin fazla uzun olmayan dalgalı kahverengi saçları vardı ama sadece gözleri dikkatimi çekiyordu. O mavi gözler bana oldukça garip ve diğerleri gibi bakıyordu. Sakalları hiç yok derecede kısaydı, belki de yeni kesmişti. Yanıma doğru attığı adımları ağır ve sertti. Kollarını arkada tutarak, omuzları dik, umursamaz ve sert bakan bakışlarıyla bana doğru yürüyordu. "Kimsin sen, adın ne?" diye sert bir ses tonuyla konuşunca tedirginleştim. Adımı söyleyeceğim sırada donup kaldım. Kalbim korkudan hızlı hızlı atıyordu. Adım neydi benim? Adımı hatırlamıyordum bu nasıl mümkün olabilirdi? Hafızamı mı kaybetmiştim? "Ben... b-ben... hatırlamıyorum. Neden hatırlamıyorum? Ne oluyor? Neden hiçbir şey hatırlayamıyorum?" diye bağırıp korkudan elim ayağıma dolaştı. Dehşete düşmüştüm. Adımı bile hatırlamıyordum. Kimdim ben? İsmimi unutmuştum. Sadece ismimi değil her seyi unutmuştum. Buraya gelmeden önce ne olduğunu, annemi, babamı, arkadaşlarımı eğer varsa kardeşlerim veya sevgilimi unutmuştum. Ne adları vardı zihnimde ne de görüntüleri. Aramızda yaklaşık 3 adım vardı ve mavi gözleri cebimi işaret etti. "Cebine bak!" diyen emir veren üslubuyla konuştuğunda yutkundum. Ellerimi korkudan titremelerine rağmen cebime soktum. Sağ elim bir şeye dokundu. Sağ cebimin içinde bir kağıt vardı. Bu kağıdın cebimde ne işi vardı? Elimi kağıdı tutarak çıkardım ve o arada üstüme baktım. Üstümdeki şeyi ben ne zaman giymiştim? Uzun ve kahverengi, dizlerimin bir karış altına gelecek şekilde elbise vardı üstümde. Bacaklarım açık duruyordu, ayakkabım yoktu. Ayaklarım çıplaktı. Göğüs dekoltesi yoktu ama kürek kemiklerim açıktı. Korkuyla aldığım nefeslerle daha çok kasılıyordu. Ama aralarından hiçbiri oraya bakmıyordu. Sadece yüzüme bakıyorlardı. Rahatsız etmek istemiyorlardı sanki. Kahverengi uzun saçlarım açıktı. Az önce yerde çimenlerin uzanmış olduğum yerden dolayıda biraz kirlenmişti. Esen rüzgârdan dolayı bazı tutamlar yüzüme geliyordu. Cebimdeki kağıdı titreyen ellerimle açıp içine bakarken kağıdın üstünde kurumuş kırmızı bir boya farkettim. Tek sorun boya gibi olmadığıydı. Kan gibiydi. "O senin kanın. Korkma adının ne olduğuna bak." Kağıtta benim kanım vardı ve korkmamam mı gerekiyordu?! Benim kanımın kağıdın üstünde ne işi vardı? Kim benim kanımı bir kağıda koymuştu. Bu korkunçtu. "Neden kağıtta benim kanım var?" diye sordum dehşete düşmüş bir şekilde. "Parmak izi gibidir, bunu hep yaparlar. Bir çeşit DNA'nı aldılar. Neden bilmiyorum, bunu sorgulama." Hep mi? İyide bunu kim yapar ki? "Kimler? Kim neden kanımı alsın ve kağıda koysun? Beni buraya onlar mı getirdi? Üstümü onlar mı değiştirdi? Neden hiç kız yok burada? Ya da varda şuan burada mı değiller?" "İyi ki sorgulama dedim." dedi bıkmış gibi. Sesini biraz daha alçaltmıştı ve nazik davranıyordu. Kağıdı iyice açarak içine baktım. En azından okumayı unutmamıştım. 'Malia Miller' yazıyordu kağıdın içinde. Bu benim adım mıydı? Kağıdın içinde ne işi vardı? Bu kağıdı kim yazmıştı ve cebime koymuştu? "Adın ne?" diye sordu yine. Yüzüne çekinerek bakıp gözlerimi kaçırdım. "Galiba... Malia Miller." dediğimde fısıltılar arttı. Tedirginleşiyordum. Buraya nereden ve nasıl gelmiştim? Neden hiçbir şey hatırlayamıyordum? Kaçmak istiyordum. O emir yağdıran önümde duran adamın yanına yaklaşıp durdum. Bakışları sertti ve kaşları çatıktı. Bu kadar erkeğe daha fazla tahammül edemeyerek yanlarından koşarak geçtiğim sırada beni engelleyeceklerini sanmıştım ama hiçbir tepki vermemişlerdi. Mavi gözlü kişi arkasına dönüp bakmamıştı bile. Koşarken bir anda deprem gibi bir şey oldu. Arkamı dönüp bakındım. Yerden bir gürültü çıkmıştı. Şaşkınlıkla yerimde sendeledim. Az önce çimenlerin üstünde bir erkek belirmişti. Toprak ikiye açılmıştı ve sanki uçarak toprağın üstünde biri belirmişti. Diğerleri onun yanına gidip yerde yatan ve etrafına bakıp benim gibi hayrete düşen çocuğun yanına gittiler. Etrafını sardıklarında mavi gözlü adam karışmadı. Adımlarını başka bir yöne doğru atıp oradan ayrıldı. Sarı saçlı çocuk bana uzattığı gibi yerdeki kişiyede elini uzattı. Ben tutmamıştım ama o tutmuş ve destek alarak ayağa kalkmıştı. Ona gördüğüm kadarıyla kim olduğunu ve cebine bakmasını söylemişlerdi. Çocuk elini cebine götürdü ve kağıdı açtı. Onun arkasındaki siyah dalgalı saçlı ve beyaz perçemi olan, metalci gibi giyinen bir erkek bağırarak, "Onun adı Stewart James" dediğinde alkışlamaya başladılar. Birisi, "Aileye hoş geldin Stewart" dedi ve ona sarıldı. İster istemez moralim bozulmuştu. Bana böyle tepki vermemişlerdi. Acaba tek kız ben olduğum için miydi? Yoksa sert tepki verdiğim için miydi? Topraktan yine bir ses çıktı ve kısa süren bir deprem oldu. Toprağın açıldığı tarafa bakınca yine bir erkek toprağın üstünde yatıyordu. Neden hepsi erkekti? Ne oluyordu böyle? Bunlar nasıl geliyorlardı? Niye kimse merak etmiyordu? Bu normal miydi? O taraftan bakışlarımı çektim ve arkama bakmadan koşmaya başladım. Burada resmen köy kurmuşlardı. Tahtadan evler ve bitki yetiştirmek için bahçe yapmışlardı. Bitkisel hayata mı geçmişlerdi? Etrafda hayvan falan yoktu. Tek gördüğüm hayvan bir meyve ağacına yaslanan ve kollarını birbirine dolayarak diğerlerini izleyen o mavi gözlü, emir vererek konuşan öküzdü. Neden yanlarına gitmiyordu da uzaktan izliyordu? Benim yanıma gelmişti. Kimdi bu? Neden böyle davranıyordu? Arkama döndüm ve ormana doğru hiç geriye bile bakmadan son sürat koşmaya başladım. Rüzgârdan saçlarım arkaya doğru süzülüyordu. Dümdüz koşmak yerine beni bulamasınlar diye başka yerlere de sapıyordum. Yorulduğumda biraz durup soluklandım. Yalnız başımaydım. Büyük bir meşe ağacının önünde oturdum ve kafamı ağaca yasladım. Ters yöne doğru esmeye başlayan rüzgâr saçlarımı yüzüme düşürüyordu. "Malia Miller... Malia Miller... Malia Miller!" demek ki adım buydu. İsmimi unutmamak için defalarca tekrarladım. Bacaklarımı kendime doğru çektim ve ellerimle sarıldım. Benim adım neden kağıtta yazıyordu? Aklımda milyonlarca soru vardı ama cevapları yoktu. Bir çıkmazda gibi hissediyordum. Oturduğum yerde gözlerimi kapatmış kafamıda bacaklarımın üstüne koymuştum. Ağlamak istiyordum ama ağlayamıyordum. Rüzgârdan dolayı yapraklardan sesler çıkıyordu. Hava iyice bozulmuştu. Bana 'Aileye hoş geldin' dememişlerdi. Ne ailesiydi bu? Hepsi birlikte bir aile mi olmuşlardı? Peki o adam neden çok sert konuşmuştu? Sanki karşısında taş olsa çatlatırdı. Sadece gözlerine baksaydım bile sinirli ve tehlikeli biri diyebilirdim. Onun gözleri mavi olmasına rağmen ateş püskürtüyordu. Deniz gibi gözlerinde tsunami çıkmıştı. Yakınlarda duyduğum çıtırtılı ses yüzünden kafamı korkuyla kaldırdım ve ayağa fırladım. Sanki ayak sesiydi. Derin bir nefes aldım. Yerde kalın bir dal vardı. Eğilip onu elime aldım ve kılıç tutarmış gibi yamuk bir şekilde tuttum. "Kim var orada?" Saçma bir soruydu seri katil olsa bana 'seri katilim' mi diyecekti? Kötü bir sorun vardı. O köyün nerede olduğunu ve ne taraftan koştuğumu hatırlamıyordum. Etrafımda döndüm ama kalın ağaçlardan başka bir şey yoktu. Rüzgârın çıkarttığı herhangi bir ses duymuş olabilirdim. Yerime tekrar oturacakken bir dal kırılma sesi daha duydum ve korkuyla arkama döndüğümde iki kol tarafından yaslandığım ağaca sırt üstü yapıştırıldım. Sertçe çarptığım için sırtım acımıştı ve gerginlikle gözümü kapatmıştım. Tutan kişi hem sağ hem de sol kolumu gerçekten çok sıkı kavramıştı. Korku ve refleksle sol elimi ondan kurtarıp onun omzuna koyarak ittirmeye çalıştım. Aldığı nefesleri duyabiliyordum. Hem öfkeli hem endişeli sesler çıkarıyordu. Kaşlarım aldığı bu nefesler yüzünden çatılmıştı. Onun sesini duyduğumda çatık kaşlarım yavaşça düz bir çizgi hâlini aldı. Gözlerimi yavaşça açtım ve mavi gözlerine diktim. Kaşlarını bu sefer o öfkeyle çatmıştı. "Senin nasıl geldiğini bilmiyorum ama sesini alçaltacaksın!" diyerek kısık sesle konuştu ama bana bağırıyormuş gibi hissetmiştim. Sol elimle omzunu daha çok ittiğimde sağ kolumu bırakıp bir adım geriye gitti. Sağ işaret parmağımı ona doğrulttum. "Asıl sen sesini alçaltacaksın! Ben diğerlerinin yaptığı gibi senin emirlerini dinleyecek biri değilim." İşaret parmağıma bakarak alayla güldü. Elimi aşağı indirdi ve gözlerini yine bana kenetledi. "Burada benim sözüm geçer. Hayatta kalmak istiyorsan ayak uydursan iyi edersin. Geldiğin gibi sesinle başımı ağırttın. Burası sen olmadan daha sessizdi." "O zaman geri gönderin beni! Her nereden ve nasıl getirdiyseniz beni geri gönderin!" diye bağırdım. Eliyle ormanlık alanı gösterdi. "Bu kadar kolay olsaydı biz burada olur muyduk sence? Buradan kurtulmak isteyen tek kişi sen değilsin. Daha yeni geldin ve bizim burada ne kadar zamandır kaldığımızı duysan şaşırırsın." Merakla üzgün bir şekilde nefesimi dışarı verdim. "Neden gitmiyorsunuz peki?" "Buna izin vermiyorlar. Bizi buraya getirenler kim bilmiyorum ama bizim buradan çıkmamızı istemiyorlar." "Esir miyiz?" "Öylede denilebilir haydi gel benimle. Köye geri dönmeliyiz." geriye doğru bir adım attığı sırada bana baktı. "Gelecek misin?" Bana gelmemi istermiş gibi bakıyordu. Ama istemiyordum. Kendime güvenli bir yer bulabilirdim. "Hayır! Beni burada zorla tutamazlar. Ben kendi başımın çaresine bakabilirim." Bir şey söylemedi ve arkasına bile bakmadan sert adımlarla uzaklaştı benden. Umurunda bile değildim. Hava soğuktu ve galiba acıkmıştım. Aynı ağacın önünde duru yere oturdum. Ellerimi birbirine sürterek bir sıcaklık oluşturdum. En azından ellerim sıcak kalabilirdi. Gökyüzüne baktığımda buraya doğru gelen yağmur bulutlarını ve bir tane uçan kuş gördüm. Kuş vardı. Acaba kuş mu yiyorlardı? "Sen ciddi misin! Gerçekten burada mı kalacaksın?" Onun sesini yine duyunca irkildim. Sesin geldiği tarafa doğru bakınca gözlerimi devirdim. "Sen gitmedin mi?" Kollarını birbirine doladı. Kafasını omzuna yatırdı ve iki yana doğru salladı. "Buranın lideri benim ve geldiğin andan itibaren benim sorumluluğum altındasın. Şimdi kalk ayağa, gidiyoruz" dediğinde omuz silktim. Kollarımı birbirine doladım ve ona karşı koyarak, "Hayır" dediğimde yüzünde beliren tebessümü gördüm, gülmesini duydum. Az önceki kişiyle bu kişi kesinlikle aynı değildi. Acaba bir ikizi mi vardı? Sert bakışları şu an gülüyordu sadece içten bir gülümseme değildi. "Hava kararıyor. Acıkmışsındır da sen" Bu doğruydu acıkmıştım ama gururlu biriydim ve yine reddettim. "Tamam hakkını vermeliyim, benden inatçısın ama bana karşı koymaman gerek. Hadi kalk artık." yerde oturmaya devam ederek yüz çevirdim. "Senin emirlerini dinlemeyeceğim!" Kafasını omzuna yatırarak benim inadıma göz devirdi. Yanıma yaklaştı sonra da ondan asla beklemeyeceğim bir şey yaptı ve bana elini uzattı. Tutacağımı düşünmüyordu umarım. "Bana oynamayı kes, inatçı yaratık!" dediğinde bir anda güldüm. İlk kez birisi bana böyle hitabet ediyordu. Yaratık olan ben miydim, o muydu acaba! "Sihirli kelimeyi söyle." "Ben sihire falan inanmam." "Peki, bende kalkmıyorum o zaman. Sabaha kadar burada kalabilirim." Bana bakarken gerçekten burada kalabileceğime iyice ikna olmuştu. Oflayarak kısık bir ses tonuyla, "Lütfen..." dedi. "Efendim?" "Uzatma!" "Bir şey mi dedin?" "Lütfen damarıma basmayı kesin ve ikilettirmeden ayağa kalkıp benimle köye gelin Bayan Miller!" Gülerek başımı salladım ve onun bana uzattığı eli umursamadan ağacın kütüğüne tutunup ayağa kalktım. Eli boşta kalmıştı. Onun yanından geçtim ve yürümeye başladım. "O taraftan değil!" Gözlerimi devirmeye alışacaktım onun yüzünden. "Orada öylece duracağına gel o zaman ve yolu göster antipatik yaratık." dediğimde kafasını iki yana sallayıp güldü. Galiba eğlenmeye başlıyordum. Onun sağında yürürken aklımdaki soruları sormaya başladım. "Adın ne?" bu soru aklıma şimdi gelmişti. Ona nasıl seslenmem gerektiğini bilmiyordum haliyle bana adı lazımdı. "Ne yapabilirim sence? Adını bilmeden sana nasıl hitap edebilirim?" dediğimde elini çenesine götürdü. "Liderim diye hitap edebilirsin" deliydi galiba... kafamı alay ederek salladım. "Hı hı tabi!" gülüşü çok solgun ve yorgundu. Yine de sinir ayarlarımla oynuyordu. Madem bana ismini söylemiyordu zorlamayacaktım bile. Liderimmiş... yok kapımın kolu. Biraz daha yürüyünce çok uzağa koştuğumu anlamıştım. Bu adam beni nasıl bulmuştu? "Neresi burası? Neden buradayım ve neden geldiğimi hatırlamıyorum? Sen ne zaman geldin? Neden buradaki tek kız benim? Buraya nasıl ve hangi sabeple yerleştiniz? Aileniz yok mu? Neden bu-" sorularım devam ederken sağ eliyle bana dönmeden ağzımı kapattı. "Kes sesini, başımı ağırtma!" yine karakter değiştirmişti. Acaba çift kişiliği mi vardı? Elini ağzımdan çekince yürümeye devam etti. Bu adam benim sinirlerimi gerçek anlamda bozuyordu. Biraz daha nazik olmayı deneyebilirdi. Onların yaptığı minik köye gelince diğerlerinin gözleri doğrudan bizi, daha doğrusu beni buldu. Göz önünde olmaktan nefret ediyordum. Ne vardı yani tek kız bensem? Sanki kendi isteğimle gelmiştim bu ne olduğu belirsiz erkek cehennemine. Tahta bir kulübeden buraya geldiğimde beni kolumdan sertçe tutan siyahi, kıvırcık saçlı ve uzun boylu o adam çıktı. Her zamanki gibi çatık kaşlarla baktım. Hava soğuktu ama beyaz ve kirli bir atlet giymişti. Bizi görünce koşarak yanımıza yaklaştı. Yaklaştıkça atletindeki kir daha çok belirginleşiyordu. Kırmızı ve siyah renkler vardı. Yanımızda belirince üstündeki kırmızı şeyin kan olduğunu anlamam 5 saniye sürdü. Kandı! Yanımdaki pislik adama doğru döndü. Yüzünde körlerin bile görebileceği bir korku vardı. Ben nereye düşmüştüm böyle? Arkamı dönsem korku, önümü dönsem korku vardı. Nefes nefese kalmıştı. "Bir sorun mu var Carl?" adının Carl olduğunu öğrendiğim adam hızla başını salladı. "Rydan!" Bu da kimdi? İsmi söylerken endişeden ölecek gibiydi. "Carl! Uzatma, ne oldu?" Tedirginlikle konuşmaya başladı. "Rydan, virüse yakalandı. Durumu gerçekten çok kötü, ateşi var sönmü-" sözünü bile bitiremeden ismini bilmediğim şahıs, o kulübeye doğru son sürat koşmaya başladı. Carl da onun peşinden gittiğinde yine tek kalmıştım. Ne olduğunu merak ediyordum. Bende onların peşinden kulübeye doğru koşmaya başladım. Kulübenin içinden haykırışlar geliyordu. Tam kapıdan girecekken birisi önüme geçti. "Nereye!?" diye sorunca kulübeyi işaret ettim. "Geçemezsin, yasak!" sesinden kızım diye ayrım yapmadığı belliydi. Tehlikeli bir sorun vardı. "Neden yasak, neler oluyor?" dediğimde bir elini omzuma koydu. "Daha sonra anlatırım ama güvenli değil. İznin olmadan giremezsin" Kimin izin vermesi gerekiyordu? "İzni kim veriyor?" Tam söyleyeceği sırada kulübenin kapısı açıldı. "Bırak gelsin Delly! Eninde sonunda öğrenecek zaten" Onun sesiydi, izni o mu veriyordu? Gerçekten buranın lideri miydi? Ben sabahtan beri bir lidere mi karşılık veriyordum. Şaka yaptığını ve benimle alay geçtiğini zannetmiştim. Delly denilen ve benden yaklaşık on santim uzun olan yeşil gözlü çocuk önümden çekildi ve sağ kolumu nazik bir şekilde tutarak kulübeye doğru eşlik etti. Kapıyı açtığımda acılı bir haykırış sesiyle kulaklarım çınladı. İçeride o ve Carl dahil 1 kişi daha vardı. Tek odalı bu kulübenin kapısından ayrılıp içeriye doğru yürüdüm. Gördüğüm o korktucu görüntüden sonra yüksek sesle bir çığlık attım. Kapının önünden dört adım atmıştım ve iki adım yakınımda duran kahverengi bir dolaba yaslandım. Yaslandığım dolaptan yere doğru kaydım. Bu dehşetli manzaradan sonra korkudan dilimi yutmuştum. Yatakta siyah saçlı ve bembeyaz tenli genç bir erkek vardı. Gözleri siyah yaşlarla dolmuştu, acıyla haykırdıkça haykırıyordu. Sol kolundan boynuna kadar uzanan siyah damarları ise beyaz teninde oldukça belirgin olarak gözüküyordu. Elleri ve ayakları yatağa bağlanmıştı, kolu resmen kömür rengindeydi. Ağzından ve burnundan kanlar çıkıyordu. İsmini bilmediğim kişi kısacası psikopat liderin elinde ise orta boy bir testere vardı. Testerenin kırmızı bir düğmesi vardı, düğmesine basılı tutmuştu ve canlı canlı, kanlı kanlı Rydan denilen çocuğun kömüre dönmüş olan kolunu kesiyordu. Yanındaki Carl ve bir kişi Rydan'ı tutmuştu ve onun ağzına da kalın bir dal sokmuşlardı. Bağıramıyordu, gözlerinden akan asla kesilmeyen yaşlar bile siyahtı. Bu beni dehşete düşürmüştü. Ben nasıl bir katliamın içine düşmüştüm. Kulaklarımı kapattım. Kafamı dolaba yasladım ve gözlerimi de kapatıp derin nefesler almaya çalıştım. Kulaklarımı ne kadar tıkarsam tıkayayım testerenin ve Rydan'ın çıkaramadığı haykırışlarının sesini duyabiliyordum. Göz yaşlarım süzüldükçe süzülüyordu. Burası neresiydi böyle? Neden kolları siyahtı? Neden kolunu o hissedebilirken kesiyorlardı? Testerenin sesi kesilince yavaşça gözlerimi açtım. Birisinin elinde kömür renkli bir kol vardı, Rydan'ın dirseğinin altından kesmişlerdi. Her yer kan içindeydi. Yatak kan gölüne dönmüştü. Galiba hayatım boyunca gördüğüm en korkunç şeydi. Rydan acıdan bilincini kaybetmişti veya buna dayanamadığı için ölmüştü. Gözlerim ağlamaktan ağrıyor ve yanıyordu. O adam yanıma geldi, elleri ve üstü kanlıydı. Bana yaklaştıkça geri çekilmek istedim ama oturduğum yerden kıpıldayamıyordum. Bana baktığında beni buraya çağırdığına pişman olmuş gözüküyordu. Kırmızıya dönen gözlerimle ona baktım. Onun da gözleri en az benim kadar kırmızıydı. Nefret, öfke ve bol bol acı girmişti tsunami gözlerine. Merakım yüzünden aklımdan asla silinmeyecek bir sahneye tanık olmuştum. Artık hayatta uyuyamazdım. Bana doğru uzanıp sol dizinin üstüne çömeldi. Kanlı ellerini ise üstüne sildi. "Buna tanık olduğun için üzgünüm Malia. Ama eninde sonunda bu işlerin nasıl ilerlediğini öğrenecektin." dediğinde sesinden de pişman olduğu belliydi. Ama zerre umurumda değildi. Bu adam az önce arkadaşının kolunu o ayık ve acı çekmesini göre göre ve bilinci açıkken kesmişti. Caninin tekiydi ve benim saf nefretimi kazanmayı başarmıştı. Gözüm artık net göremeyeceğim şekilde dolmuştu, ona öfkeyle bakıyordum. Ondan iğrenmeye bile başlamıştım. Bir insan düşmanına bile bunu yapmazdı. Bunlar insan olamazdı. Bana elini uzatıp sakinleştirmeye çalıştı. Yana doğru kaçtım bana dokunmasın diye. O lanet eli bana değmesin diye. Gözlerindeki acıyı gördüm ama o bile geçiciydi sanki. Elini çekip avucunu sıktı. "Üzgünüm." dedi bu olanlar için. Üzgün falan değildi. Yine olsa yine yapardı sanki. "Katil!" dedim öfkeyle. "Sen bir canavarsın. Kardeş dediğin kişileri acı çektirerek öldüren bir canavarsın!" diye bağırdığımda yüzü düştü. Yutkunup geri çekildi. Korkuyordum, o kadar korkunçtu ki bu görüntüler hem aklımdan silinemeyeceği için hemde cehennemin merkezine düştüğüm için korkuyordum. "Ö-öldür beni!" "Hayır! Aşıyı getirecekler şimdi, biraz daha dayan" Ne aşısından bahsediyordu. Eğer acısını almak içinse artık çok geç olmuştu. "Olmaz, aşı falan istemiyorum Luis. Lütfen öldür beni. Daha fazla dayanamıyorum...lütfen" şizofren adamın adını söylemişti, Luis! "Olmaz, bir daha olmaz. Sık dişini, acın geçecek kardeşim." dedi. Ne yani daha önce de mi birini öldürmüştü? Bu adam hem seri katil, hem cani, hem de buranın lideri miydi? "Luis! Dayanamıyorum artık. Buradan kurtulabilirim. Lütfen, yalvarırım öldür beni" sağ eli ile bir yeri işaret etti. Bende işaret ettiği yere baktığımda bir masa, masanın üstünde ise dört tane tabanca gördüm. Luis'den kendisine ateş etmesini ve öldürmesini istiyordu. "Onu öldürecek misin?" diye sorduğumda bunu istemediğini biliyordum ama sanki zorunlu olarak yapacaktı. Sorumu umursamadan Rydan'a döndü. "Kolunu boşuna kesmedim Rydan. İyileşeceksin." Bunu nasıl bu kadar kolay söylüyordu. İçeriye elinde dikdörtgen siyah bir kutu ile giren Carl onu Luis'e uzatıp geri çekildi. Luis onun elindeki kutuyu aldı ve arkasındaki masaya koydu. Ayağa kalkarak yanına gittim. Rydan'a bakmamak için her şeyi yapıyordum ama gözlerim ona doğru kaymıştı. Gözlerinde ki ağlamaktan kırmızı değil de siyah olan göz damarları korkunç gözüküyordu. Bana baktığını farkettim. Diyecek hiçbir şeyim yoktu ama o tebessüm etti. Bu acıya rağmen bana tebessüm etti. Sertçe yutkundum. Luis kutunun içinden yaklaşık 10-12 santimetrelik bir şırınga çıkardı. Yaklaşık beş santim uzunluğunda bir de iğnesi vardı. "Luis! Lütfen yapma. Canım yanıyor, ben artık bu cehennemden kurtulmak istiyorum. Dayanamıyorum, ensemizde bile ölüm var. Virüse yakalanan herkes öldü şuana kadar. O aşıyı kurtulma ihtimali daha yüksek birine verirsin." Zorlukla dediği bu şeylerden sonra öksürdü ve yere kan tükürdü. "O aşıyı bana yapsan ne olur ki? Hiçbir şey düzelmeyecek." Luis kıpkırmızı kalan, rengi daha çok açılan mavi gözlerinden yere bir damla düşürdü. "Ben çok üzgünüm Rydan" "Sen elinden geleni yaptın" "Seni iyileştirmek için kestim kolunu! Zehir boynuna kadar gelmişti. Hızlı yayılıyor, eğer kesmeyelim beynine yetişirdi. Yaşayan bir ölü olmana izin veremezdim kardeşim. Bak lütfen, yalvarırım izin ver yapayım bu aşıyı. Acı çekerek ölmeni izleyemem!" Rydan'ın, "O zaman acı çekmeme izin verme" dediği anda Luis elinde ki aşıyı yere düşürdü. Luis'i daha hiç tanımamıştım, hep değişkenlik gösteriyordu ama arkadaşı onu öldürmesini istiyordu. Galiba bu aşı hayatta kalmalarını sağlayan bir panzehirdi. Peki neden yapmak istemiyorlardı? Cehennem dedikleri yer burası mıydı? Bu labirent virüsü ile ne ilgisi vardı? Asıl soru ise labirent ile ne ilgisi vardı? Labirent de neyin nesiydi böyle? Ölmeyi bir kurtuluş yolu olarak mı görüyorlardı? Aşı hayatta kalmalarına yardım etmelerine rağmen onlar tek kurtuluş yolunun ölüm olduklarını bildikleri için mi reddediyorlardı? Luis dizlerinin üstüne çömeldi. Kollarını yatağa koyarak Rydan'a, "Yapamam, bunu benden isteme" dedi. "Canım acıyor Luis. Canım yanıyor... Sorun değil, gerçekten. Bu yüzden senden nefret etmeyeceğim. Hatta her şey için sana teşekkür ederim. Yaptığın onca şey için, fedakarlık ve gösterdiğin cesaret için sana çok teşekkür ederim. Diğerlerinin hâlâ sana ihtiyacı var. Labirenti lidersiz bırakma" dedi ve yine öksürdü. "Bence zamanı geldi" gözleriyle silahı işaret etti. Luis yataktan destek alarak ayağa kalktı. Ruhsuz gibi tabancaların olduğu masaya ilerledi ve bir tanesini eline alıp kavrayarak avucunda sıktı. Bunu yapmak istemiyordu hatta yaptığı için kendisinden bile nefret ediyordu ama arkadaşının acısını böylece alabilirdi. Eğer az önceki ben olsaydım ondan çok pis nefret ederdim ama şuan durum değişmişti. O bunu yapmak istemediğini hatta Rydan'ı iyileştirebileceğini söylüyordu. Ama bunu kabul etmeyen kişi Rydan'dı. Luis'in sesinin neden sert çıktığını şimdi anlıyordum. Endişelendiği ve korktuğu için sesi sert çıkıyordu öyle değil mi? Rydan ona zorlukla konuşarak teşekkür bile etmişti. Eğer teşekkür ettiyse Luis kötü biri değildi ve olamazdı. Elindeki silahla Rydan'a döndü. Bana bakmadan, "Malia, dışarı çık!" diye bağırınca kasıldım. Sakin ama sesli bir sesle söylemişti. Onu gerçekten öldürecekti ve bunu da görmemi istemiyordu. İkilettirmeden oradan uzaklaştım ve kapıya doğru ilerledim. Son kez Rydan'a baktım. Sağ eliyle bana el salladı. "Kendine iyi bak Malia" dediğinde gözlerim tekrardan doldu ve kapıyı açıp dışarı çıktım. Yoksa az sonra olacaklar benim aleyhime olurdu. Kulübeden çıktığımda yüzüme çarpan kasvetli hava beni bu süre zarfında rahatlatan tek şeydi. Elimi kalbime götürdüm ve sakinleşmeye çalıştım. Delly ve Stewart benim dışarı çıktığımı gördüklerinde yanıma koştular. Stewart, "İyi misin?" diye sorunca başımı salladım. Umarım başka sorular sormazlardı. "Emin misin?" Delly'in sorusu üzerine boğazımda bir düğüm oluştu ve sonra lanet olsun ki patladı. Bu patlamam hıçkırarak ağlamaya dönüştü. Bazen kendini tutarsın tutarsın iyi misin diye sorduklarında patlarsın ya şuan bu olmuştu işte. Stewart nasıl tepki vereceğini bilmediği için beni omuzlarımdan kendisine doğru çekti ve bana sarıldı. Onunla daha tanışma fırsatım bile olmamıştı. Bende savunmasız olduğum için ona karşılık verdim ve ağlamaya devam ettim. Bir sürü kişi bize baktı ve yanımıza geldi. "Sorun ne?" "Malia, bir şey mi oldu?" "Solgun görünüyorsun" "Gel istersen dinlen biraz" "Rydan..." dediğimde tekrardan ağlamaya başlayınca durumu anladılar. "Rydan ile ben oda arkadaşıyız. Bu böyle Malia. Burada kime haddinden fazla değer verirsen kaybedersin. Ben bunu acı bir gerçekle öğrendim." Benimle ilgileniyorlardı. Kendimi küçük bir kız kardeş gibi hissediyordum. "Zamanla bu duruma alışacaksın. Gönül isterdi ki böyle olmasın ama üzgünüm. Daha iyi misin?" diyen Delly'e burnumu çekerek başımı salladım ve elimle yaşlarımı silerek, "Evet, iyiyim" dedim ardından birkaç kez daha burnumu içime çektim. Sarışın olan çocuk karşımda belirince kollarını açarak dostani bir şekilde sarıldı bana. Bu çocuğa zaten ısınmıştım. Onun kolları sırtımı sakinleşmem için ovarlarken bende kollarımı onun sırtında toplayarak sıkıca sardım. Kulağıma fısıldayarak, "Ben Teo," dedi. Ondan ayrıldığımda da omzunu silkti. "Aç olmalısın, geldiğinden beri bir şey yemedin." Gerçekten çok açtım. Her yerim ağrıyordu. Teo'nun yanındaki birebir kopyası olan çocuk konuştu. "Bende Leo, gel biraz yemek ye istersen" dedi sarı saçlı olan ikizler. Bunlar ikiz miydi? Sanırım bu çocuklar ile gerçekten iyi anlaşacaktım. Kafamı sallayarak kabul ettim. Oldukça sevimli duruyorlardı. Aklıma bir soru takıldı. Kaşlarımı çatarak onlara baktım. Gerçekten ikizlerdi. "Eğer hiçbir şey hatırlayamıyorsak kardeş olduğunuzu nereden biliyorsunuz? İkiniz aynı anda mı geldiniz buraya?" diye sorduğumda olumsuz anlamda kafalarını salladılar. "İkiz olduğumuzu unutsak bile bu benzerlikten sonra ikiz olurduk." Farklı bir bakış açısıydı. "Hadi gel" Leo bana ilerlemem için yol gösterdi. Zorla gülümsemeye çalıştım ama bu konuda baya kötüydüm. Sonra bir koluma girdi. Teo ise bir kolunu omzuma attı ve bir çadıra doğru yürürken aniden buz kestim. Gök gürültüsü sesi geldi ve ardından tane tane su damlaları bastığımız toprağa düşmeye başladı. Yağmur yağmak için en iyi zamanı bulmuştu. Ağır ağır arkamı döndüm ve gözümden bir yaş daha düştü. Ama o yaşlar yağmur damlaları yüzünden görünmüyordu. Yağmur yaşlarımı temizliyordu. Kalp atışım ise hâlâ çok hızlıydı. Kulübenin kapısı açıldı. Önce Carl çıktı, sonra da o... Luis. Yere bakarak yürüyordu. Omuzları çökmüştü. Adımları her an düşecekmiş gibiydi ve hafifti. Üstü başı kan içindeydi. Silahtan kaynaklı kanlar yüzüne fışkırmıştı. Eğer buysa Rydan'ın acısını almak için acısız öldürmüştü. Doğrudan kafasına sıkmıştı. Ellerini yumruk yapmıştı. Kafasını yavaşça kaldırdı ve gökyüzüne baktı. Kanlı yüzüne düşen yağmur damlaları ortama farklı bir hava kattığı kadar ürkütücü hâle de getiriyordu. Yüzündeki kanlar su damlalarıyla akıp giderken duygusuz bakışlarını gökyüzünden çekti ve herkesin yüzüne tek tek baktı. En sonda bakışları beni buldu. O mavi gözleri öyle öfkeliydiki sanki kim olursa olsun onunla şuan konuşursa boğulacakmış gibiydi. Ama benden veya bizden kaynaklı değildi. Tamamen kendisinden kaynaklıydı. Acı içinde benim yanıma doğru yürüdü. Her adımı bir fırtınaya eş değerdi. Bana bakarken gözlerimi ondan kaçırdım ve geriye doğru bir adım attım. Ondan korkuyordum, Luis de bunun farkındaydı. Aramızda üç adımlık bir mesafe vardı. Bana baktığını biliyordum. Ona bakmak istemiyordum ama suçlu olmadığını bildiğim içinde pek üstünde durup onu üzmek istemiyordum. Boyu benden 20-25 santim uzundu. Ona bakarken yüzümü hafifçe havaya kaldırmak zorunda kalıyordum. İki adım daha attı ve kanlı eliyle yüzüme dokundu. Zaten yağmurun sildiği akan göz yaşlarımı bi kerede o sildi. Gözlerimi onun mavi gözlerine diktiğimde çok acı çektiğini gördüm. Gözlerinde ölüm gördüm, pişmanlık gördüm, perişanlık ve en çok da umutsuzluk gördüm. Eliyle etrafı gösterdi. Sonrada umutsuz bir tonlamayla ve iğneleyici bir ifadeyle konuştu. Herkesin duyabileceği orta derecede bir sesle, "Labirente hoşgeldiniz Bayan Miller" dedi. Elini boşluğa bıraktı ve yanımdan geçip kimseyi umursamadan yağmurlu soğuk bir havada tek başına ormana doğru ilerledi... |
0% |