Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Bölüm Umutsuzluk

@darklightssx

(lütfen oylama yapıp yorum yazmayı unutmayın iyi okumalar♡♡♡)


"Her yolun bir çıkışı olmaz ama her çıkışın bir yolu olur"


Galiba fazlasıyla günah işlemiştim. Buraya düşmeden ki hayatımda ne yaptım bilmiyorum ama cehenneme girmeyi hakedecek kadar kötü şeyler yaptığımdan emindim. Yoksa Tanrı niye cezalandırsın ki beni?


Bu ölüm kokan yerdeki tek kızdım ve bu berbat bir şeydi. Onlarla ne konuşacağımı bile bilmiyordum. Bana kız kardeşleriy mişim gibi davranıyorlardı. Oysaki ilk başlarda nefret edermiş ve öfkelilermiş gibi bakıyorlardı. Eğer burada yalnız kalmaktan korkmasaydım hepsinden nefret ederdim. Özellikle Luis'den.


Bana hem öldürecekmiş gibi bakan, hemde beni koruyan o cani liderden. Lider diyordum ama hiçbir özelliğini taşımıyordu. Hangi lider arkadaşını öldürürdü! Rydan'ı zorunlu olarak öldürmüştü. Haklı sebepleri vardı ama bu onu bir katil olmaktan arındırmıyordu. Önce çocuğun kolunu kesmişti sonra da canının çok acıdığını bildiği için onu öldürmüştü. Bir yandan kötü bir yandan iyi biriydi, tam olarak nötrdü.


Ona nasıl davranacağımı bile bilmiyordum. Öfkeli mi olmalıydım yoksa anlayışlı mı? Galiba ikisinin ortalarındaydım. 1 gün geçmişti ama hâlâ köye gelmemişti. Nereye gitmişti? Ormanın içine girip neden daha gelmemişti? Başına bir şey mi gelmişti? Arkadaşını öldürdüğü için intihar eder miydi? Meraklı biriydim. Bu merakım ise her geçen saniye artıyordu.


Onu düşündüğüm için önümdeki tahtadan tabaktaki bezelyeler ile oynuyor yemek yemiyordum. Demir çatalımla bezelyeleri deşiyordum. Çatalı bir tanesine sapladım ve ağzıma koydum. Güzeldi. Sıradan bir bezelyeydi işte. Hem güzel olmasa bile yerdim. Çünkü bu durumdayken yiyecek seçme hakkım yoktu.


Leo önüme çanaktan bir bardakla bir şey koydu. Kafamı bardağa çevirdiğimde beyaz bir sıvı gördüm. Ayran mı yapmışlardı? İnek yoktu. Süt yoktu. Yoğurt yapacak maya yoktu. Nasıl yapmışlardı? Gizli bir yerde hayvan mı besliyorlardı?


Ayranı nasıl yapmışlardı hiçbir fikrim yoktu ama buz gibi ayranı elime alıp içtiğimde ferahladım. Mis gibi olmuştu. Ama nasıl olmuştu? Daha burada yeniydim ve sorularımın cevaplarını verebilecek birini bulamamıştım. Ben konuşmuyordum ama diğerleri her şey normalmiş gibi kahkaha atıyorlardı. Hep mi böyle oluyordu?


Bakışlarım onlara döndüğünde umursamaz ifadem önce Stewart'ı buldu. Bana endişeli bir şekilde bakıyordu. Gözlerimi devirdim ve bezelyeme geri döndüm. "İyi misin?" Başımı salladım. Nasıl olabilirdim? O da ben geldikten sonra gelmişti ama hemen alışmıştı. Erkek olduğu için miydi?


Bu seferde Teo'ya baktım. Yüzünde yalandan bir gülümseme vardı. Eliyle saçını karıştırdı ve çatalını bir bezelyeye saplayarak havaya kaldırıp bana doğrulttu.


"Nerede olduğunu biliyorum, eğer görmek istersen..." başımı hızla salladım. Doğrulttuğu çatal öylesine havadaydı ama ben uzanıp bezelyeyi ağzıma almıştım. "Evet... görmek istiyorum" dediğimde kolunu indirdi ve kafasını omzuna yatırdı, bu kadar hızlı kabul etmeme şaşırmıştı. Ayağa kalktığımda biri kolumdan tuttu.


"Bence bu iyi bir tercih değil. Luis'i başından beri tanırım. Eğer gözden uzaklara gittiyse kendisini ve rüzgârı dinlemek için gitmiştir. Bu onun sinirini bizden çıkartmaması için sürekli yaptığı bir şey. Sakinleşince buraya gelecektir. O zaman konuşursun."


Somurtarak Carl'ı reddettim. "Sevdiği bir arkadaşını öldürdü ne sakinleşmesinden bahsediyorsun? Sence sakinleşir mi? Aptal mısın sen? Kimse düşünmüyor mu? 1 gün oldu, daha ortada yok. Yalnız başına mı yas tutacak? Tek başına ne yapabilir? Ben kafayı yerdim şahsen" hızlı konuşmayı alışkanlık haline getirmiştim ama sesimi yükselttiğimin farkında değildim.


Sessizlik olmuştu, ölüm sessizliği. Bazıları kaşlarını çatmıştı. Bazıları ise sadece bana bakıyordu. Ne düşünüyorlardı bilmiyorum ve umrumda da değildi. Tekrardan Teo'ya döndüm "Gidelim!" dediğimde bana çok tuhaf baktı. Arkamı dönüp ormana doğru yöneldiğimde aralarından bir tanesi, "Uzun zamandır kız görmediğim için ne tepki vereceğimi şaşırdım lan!" dediğinde dudaklarım hafifçe kıvrıldı. Bunlar nasıl bir yokluktaydı?


Onlara yavaşça döndüğümde yüzlerindeki ifadesizlik komik olduğu kadar sinir bozucuydu. Onlarla uğraşmak istemiyordum o yüzden bir şey diyecekken vazgeçtim ve Teo'ya başımla gidelim işareti yapıp onu bekledim.


"Bu kadar hızlı kabul edeceğini bilseydim söylemezdim"


İstemeye istemeye yanıma geldiğinde hâlâ farklı bakıyordu ama bu bakışlara alıştığım için önemsemedim. "Dikkatli olun!" diyen Leo'ya başını salladı ve ormanın içine girip gözden kaybolduğumuzda içine derin bir nefes çekti.


"Eğer sana patlarsa karşılık verme"


"Tabiki vereceğim, bana patlayamaz"


Sağ kolumu tutarak beni durdurdu ve önüme geçip bir ağaca yaslandı. Sol ayağını düz tutup sağ dizini kırdı ve kollarını birbirine dolayarak bana baktı.


"Ben ciddiyim Malia. Luis bu konu da öfkesini kontrol edemez. Dostunu bırak kardeşini öldürdü. Çok ağır bir yük bu. Ve bu yükü tek başına kaldırmak istiyor. Eğer onunla bu konuyu açarsan o yükü seninle paylaşır. Sende bunu kaldıramaz ve o yükün altında ezilirsin inan bana bu iyi bir fikir değil."


"Umrumda değil. O yükü benimle paylaşabilir. Rydan'ın kolunu kestikten sonra ki Luis aynı kişi değildi Teo. O Luis merhametli, iyi kalpli biriydi. Yükünü tam alamayabilirim ama en azından onu rahatlatabilirim" dediğimde yalandan bir tebessüm etti.


"Tuhaf birisin Malia. Daha önce Luis haricinde hiç kimse bu kadar erkeğe söz geçirememişti. Luis acısını unutmaya çalışıyor ve bu çok zor bi-" bıkkın bir sesle sözünü kestim ve elimle omzundan tutarak durdurup önüne geçtim.


"Acısını unutmaya çalışırken onu yalnız bırakmak çok kolay ama değil mi? Mal mısınız siz? Çocuk katil oldu! Katil! Hemde kötü birini yani düşmanını değil kardeşim dediği insanı öldürdü."


Oflayarak yanımdan ayrılırken bu sefer ben kolundan çekiştirdim ve yine önüme getirdim. Gözlerini devirdi.


"Bak Malia bizi düşüncesiz sanıyorsun ama biz onu yalnız bırakmıyoruz. Sen gelmeden önce bu defalarca kez yaşandı. Biz Luis'in yanındaydık. Ama o bunu kaldıramıyor, öldürmek değil iyileştirmek istiyor. Sinirlenince gözü döner ama kendisini öldürmek istemez merak etme. Bizi lidersiz bırakmaz o" pek rahatladığımı dile getiremem.


"Nereden biliyorsun?" dediğimde kollarını birbirine doladı ve arkasındaki bir ağaca yaslandı.


"Onu tanıyorum Malia, eğer kendini öldürmek isteseydi bunu 12 yıl önce yapardı" gözlerim ve ağzım şaşkınlıkla açıldığında anlam veremedim. On iki yıl mı? Şimdi konuyla bunun ne alakası vardı? Şuan kaç yaşındaydı? 20-23 yaşlarında gözüküyordu.


"12 yıldır burada mı?"


"Evet bu cehenneme ilk düşen kişi oydu. Ve onun üstüne fazla gitme. Davranışlarını da kafana takma. Sinirliyken kalp kırar o yüzden sakinleşmek için uzak bir yere gider. Luis'in öfkesini bizden çıkarmaması için hep yaptığı bir şey bu. Hadi devam edelim"


Başımı salladım ve önünden çıkarak yarı nemli yolda yürümeye devam ettim. Kafamda milyon tane soru vardı. Acaba ne zaman hepsinin cevabını öğrenecektim?


Ne kadar yürüdüğümüzü bilmiyordum ama yorulmamıştım. Bir mağara gibi bir yerde durduk. Hayretle koca kayalıklardan oluşan bu mağaraya baktım. İçerisi karanlıktı.


"Burada olduğunu nereden biliyorsun?" dediğimde cevap vermedi kendinden emin bi şekilde içeriye geçmemi işaret etti. Sağ ayağımla mağaraya adımımı attım.


On metre kadar karanlık bir yerde yürüdükten sonra üç tane yol gördük. Umarım hangi taraftan gidileceğini biliyordur. İçerisi gözükmüyordu. Fener de almamıştık, ne yapacaktık şimdi?


Teo'ya umutlanırcasına baktım ama o sadece omuz silkti. Soldaki yola girdiğinde içime bir şüphe düştü.


"Emin misin? Kaybolmak istemiyorum"


"Off! Biraz olsun susup beni takip eder misin? Buradan defalarca geçtim ben" dudaklarımı sinirle büzdüm ve oflayarak peşinden gittim.


Bu yolun sonunda bir ışık vardı, galiba gün ışığı. Mağaranın çıkışıydı. Yirmi metre kadar daha yolumuz vardı. Ansızın bir ses duyunca irkildim. Tiz bir çığlık attım. Teo çıkan sesten değilde benim çığlığımdan korkmuş gibi yerinde zıpladı. Hadi ama o kadar kötü mü çığlık atıyordum?


"Sadece bir yarasa, sakin ol!" yarasa vardı ve ben sakin mi olacaktım? Bu çocuklar artık ne zamandır buradalarsa kutup ayıları gibi adaptasyon geçirmişlerdi.


"Ne kadar kolay söyledin ya! Yarasa mı yiyorsunuz yoksa et niyetine?" dediğimde aptala bakar gibi bana baktı.


Ciddiyetsiz ve komik bir sesle, "Eğer şu boş çeneni kapatmazsan, yarasaya söylerim kafana sıçsın" her zamanki hareketimi yapıp kaşlarımı çattım.


Bu nasıl bir tehditti?


Güldü ve yürümeye devam etti. Kollarımı önümde doladım ve peşinden gittim.


Yolun sonuna geldiğimizde önce masmavi ve ay ışığı ile aydınlanan berrak bir göl gördüm. Beğeni dolu bakışlarım ve çenem bir araya geldiğinde yine konuştum.


"Cehennemin ortasında bir cennet ha!"


Kendi içinde güldü ve eliyle bir yeri işaret etti. O tarafa baktığımda onu gördüm, Luis'i. Büyük bir kayalıkta kambur bir şekilde oturmuştu ve elinde tuttuğu bir dal ile yere bir şeyler çiziyordu.


"Orada işte. Ben gidiyorum şimdi, yoksa elindeki sopayı bana so-" boğazını temizledi. "Eee neyse" sanki anlamamıştım. Ben kıkırdarken o mağaraya geri girdi ve gözden kayboldu.


Derin bir nefes aldım ve Luis'in yanına doğru yavaş adımlarla yürüdüm. Rüzgardan dolayı kahverengi dalgalı saçları dağılıyordu ve çok havalı bir görüntü oluyordu. Elindeki sopayı iki eline aldı ve ortadan ikiye kırıp göle fırlattı. Onu böyle savunmasız ve çaresiz görmek tuhaftı. Hayatımda ilk kez gördüğüm bu cani adam karamsar ve agresif birine benziyordu. Aramızda beş-altı adım vardı. Konuşmaktan korkuyordum.


Bana bakmadan, "Teo'ya söyle, köye geldiğimde olacaklardan ben sorumlu değilim" korkup yerimde sıçradım ve elimi kalbime götürdüm. Sonra sözünü keserek, "Onun bir suçu yok, ben zorladım" dediğimde ayağa kalktı.


Sesi fazla sinirli çıkmamıştı. Belki de sakinleşmeye başlamıştı.


"Defol git buradan! Kimseyi gözüm görmek istemiyor. Hemen şimdi gitmezsen eğer bir daha görmek istemeyeceğin bi' yüz görürsün!"


Sinirliydi.


Karşımda gördüğüm kişi çatlamış bir camdı. Biraz daha baskı uygulanırsa tamamen parçalanacaktı. Ve asıl o zaman cehenneme düşmüş olacaktım.


"Konuşmak ister misin?"


"Defol dedim! Kalbini kırmamı istemiyorsan git buradan"


Elimle tırsarak etrafı gösterdim, alaycı ve titrek bir sesle,


"Nasıl gideyim, Teo'yu görüyor musun etrafta? Ama çok istiyorsan bilmediğim bu yollardan ve mağaralardan geçip karanlık ormanda kaybolup, tek başıma ölene kadar buradan kurtulmak için beklerim." dedim ve arkamı dönüp gidecekken tahmin ettiğim gibi yaptı ve ayağa kalkarak yanıma geldi.


"Gel şuraya antipatik yaratık! Bir de senin kaybolmanla uğraşamam" Dudaklarımın köşesi kıvrıldı ve tekrardan ona döndüm.


Bana yaklaşınca uzun olduğu için kafamı ister istemez yukarı kaldırdım. "Ne işin var burada?" Ne işim olabilir acaba? Şuan düşünüyorum da, onu merak ettiğim için geldim desem ne tepki verirdi?


"Hiç! Öylesine, canım sıkıldı. Teo'ya gezmek istediğimi söyledim ve beni buraya getirdi" dudakları alayla kıvrıldı ve iğneleyici bir sesle,


"Hım yani Teo seni gezdirmek için benim yasakladığım, öfkeden patlamak için sığınabileceğim alanı tercih etti öyle mi? O kadar yer varken hemde. Daha yeni gelmedin mi sen? Ne bu merak?" Eğer bunları öfkeli bir tonda söylemese gülebilirdim.


"Evet!" sinirle gözlerini yumdu ve dışarıya bir nefes verdi.


Tekrardan arkasına döndü ve kayalığa gidip oturdu. "Gel hadi, ben gidene kadar burada kal" dedi sakin olmaya çalışmak istercesine bir sesle.


Önce emin olamadım sonra ayakta korkuluk gibi beklemek yerine yanındaki biraz daha ufak kayalığa oturdum ve gölü izlemeye başladım. Rüzgârın sesi ve hafifçe yağan yağmur taneleri çok huzur vericiydi. Şuan sanki sonsuzluğa bakıyordum.


Onun neden burada olduğunu ve rahatladığını daha iyi anlamıştım. İnsan burada kendisini tanırdı. Ben sonsuza kadar burada kalabilirdim. Sadece sessizliği dinleyebilirdim ama sıkılıyordum. Aklımda ona sormak isteyeceğim bir sürü soru vardı ama nasıl başlayacağımı bilmiyordum.


"Hadi söyle!" Düşünce okuma yeteneği yoksa onunda canı sıkıldığı için konu açmaya çalıştığını öne sürebilirdim.


"Neyi?"


"Şuan ne düşünüyorsun söyle!" Rüzgar saçımı uçururken bir tutamını kulağımın arkasına götürdüm. Aklıma ilk gelen soruyu sorarak,


"Virüse yakalananları hemen mi öldürüyorsun?" diye söze girdim.


Ellerini yumruk yaptı. Bunu beklediğini biliyordum ama yüzleşmek istemiyordu.


"Onları öldürmek istemedim ama diğerleri için buna mecburdum." Kaşlarımı çattım ve ona baktım.


"Katilsin sen Luis!" Öfkeyle dışarıya nefesini verdi ve gözlerini kapatıp sakinleşmeye çalıştı. Bana dönerek tsunami gözlerinde fırtına koparmışçasına ürpertici bir şekilde,


"Bir daha sakın bunu söyleme! Kalbini kırmamı gerçekten istemiyorsan söyleme!" dedi sert ama sakin bir sesle.


"Arkadaşlarını öldürüyorsun!" Ellerimi saçlarıma geçirdim ve yolmama ramak kala bana öyle bir bakış attı ki olduğum yerde taş kestim.


Elim saçımdan ayrılıp kayalığa değdi tekrardan. Bu onun sorunuydu, ben onu anlayamazdım. Empati yapsam bile anlayamazdım.


"Zaten virüse yakalanan herkes er ya da geç ölüyor, acı çekmelerini istemediğim için yapıyorum bunu." Sinirleniyordum. İçimde bir yer ona hak veriyordu. Ama büyük bir çoğunluğum onu anlamıyordu.


"Rydan'ın kolunu kestin, direkt öldürseydin daha az acı çekerdi." dediğimde yanağındaki öfkeli göz yaşını görünce sustum.


Hemen ters eliyle sildi ve nefret dolu bakışlarını göle çevirdi. Onu ağlatmış mıydım? Bu kadar kolay mıydı? Onun en ince çizgisinden mi vurmuştum?


"Haklısın ama onu iyileştirmek istedim, işkence çektirmek veya öldürmek değil"


1 gün önce zaten buna ikna olmuştum. Kolunu kesmeseydi zehir beynine geçecek ve zombi gibi olacaktı.


"Bunu sadece kolunu keserek mi yapıyorsun? Başka bir yolu yok mu?" dediğimde masmavi göle bakarak bir iç geçirdi. Alayla başını salladı ve dilini damağına vurdu.


"Bir tane aşı var, zaten gördün. Sadece bir kişiye yeterli doz var içinde. Hemen acıyı alır ve iyileştirir... " duraksadı. "Ama kime yapmak istediysem reddetti." dediğinde bana bakmayan yüzüne odaklandım. Meraklı bir sesle,


"Neden? Aptallar mı?" Bıkkın bir şekilde tekrardan bana döndü. Gözleri yorgun bakıyordu. Tsunami gözleri sanki her yeri yıkıp geçmişti ve kalan tek şey koca bir enkazdı.


"Çünkü buradan kurtulmak için tek yol bu" başımı anlam veremeyerek iki yana salladım.


"Ne?" Gözlerine karaltı geldi. Kısık ama gürültülü bir tonda,


"Ölüm!" dedi.


"Rydan ve diğerleri bu yüzden reddetti. Buradan kurtulmaları için tek yol ölüm. Bu onların iyiliği içindi." sesi sakindi ve evet, o da bunu kabullenmişti.


Biraz daha sessizliği dinledikten sonra aklımdaki her soruyu sormaya hazırlandım. Boğazımı temizledim. Tam bir şey diyecekken, "Yarın sorarsın" dedi ve ayağa kalkıp hevesimi gırtlağımda bıraktı. Bu adamı öldürmek istiyordum. Önce masum ve yumuşak biri oluyordu. Sonra durduk yere oturduğu kaya gibi sert ve gıcık bir kişiliğe bürünüyordu. Kesin içinde iki kişi yatıyordu.


🕸🕸🕸🕸🕸


Uyuduğum yatak tahtadandı ve üstünde sadece örtü ve bir çuvaldan yastık vardı. Örtüyü kıyafetlerinden yaptıkları çok net belli oluyordu. Hem orantısız hemde birden fazla kumaştan yapılmıştı. Bir çuvalın içine saman koymuşlardı sonra onu bağlayıp yastık yapmışlardı. Rahat uyuyamamıştım, o samanlar kafamı deşmişti. Kafamı sağa çeviriyordum rahatsızdı. Diğer yana çeviriyordum yine rahatsızdı. Oflayarak sabah olmasını beklemekten başka yapacak bir şeyim yoktu. 0


Ben, Stewart ve yeni gelen iki kişi Lucas ve Alex aynı kulübede hayatta kalmaya çalışıyorduk.


Lucas, kahverengi uzun ve düz saçlı, yeşil gözlüydü. Boyu ise hemen hemen benden on santim falan uzundu.


Alex ise kızıl saçlı ve kahverengi gözlüydü. Yanaklarında tıpkı Stewart'ın ki gibi çiller vardı. Çilleri burnundan yanağının üstüne doğru gidiyordu ve onu çok tatlı gösteriyordu. Alex, benimle aynı boydaydı ama benden 1 yıl daha büyük gözüküyordu. Luisle köye döndüğümüzde Alex ile baya bir sohbetim olmuştu. Utangaç ve sessiz biriydi.


Bu kulübeyi iki katlı yapmışlardı ben ve Stewart üst katta ve aynı oda da Lucas ile Alex ise aşağı katta birlikte kalıyorlardı. Bir erkek ile aynı oda da kalma fikri bana hiç cazip gelmemişti ama içimden bir ses Stewart'ın kötü biri olmadığını söylüyordu. Bu iki katlı kulübede kalmak için yerleşirken diğerlerine benimle kalmak istediğini söylemişti. Üç erkekten biriyle her türlü yalnız kalacaktım ama içimde bir sıkıntı dolaşıyordu.


Aslında ben, Teo ve Leo ile kalmak istemiştim ama Luis, birlikte gelenler aynı yerde kalır dediği için izin vermemişti. Ben de neden ondan izin aldıysam sanki.


Teo ve Leo birlikte gelmemişlerdi. Ayrı ayrı düşmüşlerdi buraya. Ama kardeş oldukları için bunu önemsememişler ve birlikte kalmalarına izin vermişlerdi.


Ellerimi yastığın üstüne kafamıda ellerimin üstüne koymuş tavana bakıyordum. Aralıklardan güneş ışığı görünüyordu. Stewart'a baktığımda hâlâ horul horul uyuyordu. Saatlerdir uyanık olduğum için sıkılmıştım. Saat kaç onu da bilmiyordum. Onların saati var mıydı?


Uzandığım yerden oflayarak ve yalandan yüksek sesle esneyerek yataktan doğruldum. Yatağımın bitişiğindeki duvara yaslanarak bağdaş kurup oturdum. Ama Stewart milim kımıldamamıştı. Tekrardan yüksek sesle esnedim ama işe yaramadı.


Yapacak başka bir şey yoktu. Yataktaki yastık amaçlı çuvalı aldığım gibi karşımda uyuyan suratsızın kafasına fırlattım. Korkarak ayağa fırlayınca kıkırdadım. Bana gözlerini ovalayarak baktı. Elini ensesine götürdü. "Sen hasta falan mısın?" dediğinde başımı onaylayarak salladım. "Hemde ruh hastası!" verdiğim cevaba önce şaşırmış ardından başını iki yana sallayarak gülmüştü sonra tekrardan uzandı. Benim yaptığım gibi kafasını ellerinin üstüne koydu ve tavanı izlemeye başladı.


"Çok ilginç değil mi?" Başımı ona çevirdim. "İlginç olan ne?" diye sorduğumda bana bakmadı ve gözlerini kapattı.


"Şuan burada oluşumuz. Ne zaman? Nasıl? Nereden, geldiğimizi bile bilmiyoruz. Hiçbir şey de hatırlamıyorum. Off offf" en azından benim gibi düşünen biri vardı. Gözlerini açıp bana döndüğünde yüzünde bir kurtuluş umudu aradım. Ama yeni gelmesine rağmen ölümü kabullenmiş gibiydi.


"Sence sorularımızın cevaplarını nasıl öğrenebiliriz?" Hızlı bir şekilde, "Sorarak!" dediğimde elini bana doğru şıklattı ve yavaşça uzandığı yerden kalkıp oturma pozisyonuna geçti. "Kime sorabilirsin?" Sanki bunun cevabını o da biliyordu.


"Her şeyi bilen birine... yani Luis'e. Ben dün onunla bu konu hakkında konuşacakken 'yarın sorarsın' diyip sözümü kesti, odun bey! Tam bir kaya ya! İçi sert, dışı içinden daha sert" Bakışları başka bir yere odaklandı ben de o tsunami gözlünün dedikodusunu yapmaya devam ettim.


"Bir de bana dediki 'Defol buradan!' keşke defola bilsem ama olamıyorum." Kaş göz yapıyordu ama nedenini anlamadığım için omuz silktim. Belki de erkek olmadığım içindir.


"Gözlerinde yangın çıkıyor diyeceğim yangın mavi gözlerde olmaz. Onun gözlerinde resmen tsunami var tsunami. Her yeri yıkıp geçiyor. Emir vererek ne yapacaksa sanki! Ben bile sinir oldum, daha yeni geldim sinir ayarlarımı bozdu bay tsunami gözlü, dağ ayısı!" sertçe yutkundu. Gözlerini kaçırdı, sanki ona demiştim.


"Bay tsunami gözlü, dağ ayısı öyle mi?!"


Yakınımda duyduğum sesten sonra buz kestim. Ne yani her şeyi duymuş muydu? Buraya gelmek için onun dedikodusunu yapmamı mı bekliyordu!? Gözlerimi ardına kadar açarak yutkundum. "Öhöm, öhöm" yalancıktan öksürüp arkama ve ona bakmadan konuşmaya devam ettim. En azından işi çevirebilirdim.


"Değil mi Stewart! Ahh Lucas işte yapacak bir şey yok. Tam bir tsunami gözlü, dağ ayısı!" dediğimde Luis'in gülme sesini duydum. Stewart ise elini alnına vurdu. Tam olarak 'iyice bok ettin!' bakışı vardı üstünde.


"Ne? Tsunami gözlü, dağ ayısı mı? Ben mi? Benim gözüm mavi bile değil Malia!" O da mı buradaydı? Stewart'ın bakışları doğruydu. Ellerimle yüzümü kapattım. "Off her şeyi bok ettim!" dediğimde hepsi gülmeye başladı. Ben utançtan yerin dibine girmiştim.


Başımı sağa doğru çevirip sırıtan yüzlerine baktığımda gözlerimi kıstım ve kaşlarımı çattım. Gülenlerin arasında Alex de vardı. Ağzımı açarak ona baktım. Utangaç çocuk şuan bana gülüyordu. "Sende mi Alex? Ahh ağlayacağım. Duygularımla oynanıyor!" diye saçma bir şekilde sitem ettiğimde Luis tek kaşını havaya kaldırdı. "Ne duyguları?" Ayağa kalktım ve önüne geçtim.


"Dedikodu yaparken ki yakalanma duyguları. Ağız tadıyla senin arkandan konuşayım dedim ama sende bunun için fırsat kolluyormuşsun!" Diyip kollarımı birbirine doladım.


"Dedikodu yapmak iyi bir şey değil bayan Miller" dudaklarımı sinirle büzdüm. Dil uzatmamak için kendimi zor tutuyordum. Olgun bir kız olarak böyle hareketler yapmamalıydım.


"Dedikodu yapılırken insanları gizli gizli dinlemek de iyi bir şey değil Bay... Soyadın ne?" dediğimde sırıttı ve kafasını salladı.


"Ne yapacaksın?"


"Atar yapacağım!" dedim ve ayağımı ritim tutarak yere vurdum.


"Bir kerede sessiz ol ve atar yapma!" alayla başımı salladım.


"Benim doğamda bu yazmıyor. Birisi bana laf attımı bende atarım. Şimdi soyadını söyle!" Beni baştan aşağıya süzdü. Tek kaşını havaya kaldırdı ve yanındaki tahtadan duvara yaslandı, benim gibi ellerini birbirine doladı.


"Bunu asla öğrenemeyeceksin" dediğinde yine sinir oldum ama bir elimi çeneme düşünür gibi götürdüm.


"Hımm, Teo'ya mı sorsam acaba?" Kaşları düz bir çizgi halini aldı. Dilini yanağında daire çizdirdi.


"Eğer bunu yaparsa, onun bacaklarını ortadan ikiye kıracağımı da söyleyin bayan Miller" diye alaya aldı.


"Bende senin bacak arana... anladın sen!" tereddütle yüzüme baktı. Galiba onu korkutmuştum. Bir an o bakışları yüzünden kahkaha attım.


"Çok garip bir yaratıksın!"


"Çok gorop bor yorotokson, sensin o be! Tsunami gözlü, dağ ayısı" kaşlarını çattı.


"Doğru konuş!" Omuz silktim.


"Yalan konuşmuyorum"


"Sizi izlemeye devam edebilirdim ama gerçekten çok acıktım" diyen Stewart'a baktım. Yatakta oturmuş, Lucas ve Alex ile beraber film izlermiş gibi bizi izliyorlardı.


Luis gözlerini kısarak onlara öyle bir baktı ki ben korktum. "Yemekten sonra bütün sorularınız için sizi dinliyor olacağım" dedi ve merdivenlere yönelip aşağıya indi.


"Adamın ayarlarını bozdun Malia" diye söze girdi Lucas,


"Oh olsun!" dediğimde Alex güldü. Gülüşüde onun gibi çok tatlıydı. Ona baktığımı görünce kızardı ve gülmeyi bıraktı. Sonra midesini ovaladı.


"Yalnız ben gerçekten çok acıktım. Aşağıya inelim mi?" dediğinde başımı salladım.


Merdivenlerden aşağıya çocuk gibi hızla inerken ayağım boşluğa gitti ve bende popomun üstüne bumm diye düştüm. Yukardan bana kahkaha atan iki aptal ve bir yumurcağa bakınca kendi halime güldüm. Stewart yanıma gelip beni belimden tuttu ve ayağa kaldırdı.


"Çocuk muyum ben be?" Kafasını onaylayarak salladı.


"Gördüğüm en güzel ve en yaramaz çocuksun" gözlerimi kıstım, yüksek sesle, "Sen kim köpek...!" derken, eliyle hızla ağzımı kapattı. Sonra elini çekip sırtımı ovalayarak,


"Tamam Malia, tamam, geçti!" dedi sanki çocuk sakinleştiriyordu. Bu erkekler çok gıcıktı ama bir yandan da eğlenceliydiler. Sıkılmıyordum. Ama bir tane daha kız olsa fena olmazdı.


🕸🕸🕸🕸🕸


"Tavuk mu besliyorsunuz cidden? Tavuğu nereden buldunuz? Labirent dediğiniz bu yerde tavuğun ne işi var?" Şuan karşımda bir kümes içinde de dört tane tavuk vardı. Tavuklar gıdaklarken, Luis fazla konuştuğum için bana kızıyordu.


"Sorular kahvaltıdan sonra dedim! Hadi yumurta al şimdi!" dediğinde çevreme baktım ama yumurta falan yoktu. "Nerede bu yumurtalar?" Eliyle alnına vurdu. "Cebimde Malia" umarım tavukların yumurtasını alacağımı düşünmüyordur.


Gülerek gözüyle kümesi işaret etti. Gözlerimi açıp, "Sakın benden bunu isteme! Hayatta olmaz. Ben yokken nasıl alıyorsanız alın. Ben hiç yokmuşum gibi davranın! Tamam mı, hadi ben gidiyorum" dediğimde kolumu çekiştirdi.


"Bana bunu asla yaptıramazsın!" dedim ve kollarımı birbirine doladım.


"Göreceğiz!" Kafamı alayla sallayarak, "Tabi tabi" dediğimde dudakları kıvrıldı ve şeytani bir bakış atarak güldü.


🕸🕸🕸🕸🕸


Saçlarım dağılmış, kıyafetimdeki kollar yırtılmış, alnımda kızarıklık ellerimde ise tavuk boku vardı. Az önce neler olmuştu böyle? Tavuktan şiddet görmüştüm. Luis bana hâlâ sırıtıyordu. Beni nasıl ikna etti bilmiyorum ama kendi isteğimle kümese girip saniyesinde iki yumurta almıştım. O aldığım yumurtanın birinin içinde civciv olduğunu ben nereden bilebilirdim. Anne tavuk öyle bir bağırdı ki bana. İçimden "işte şimdi sıçtın" dedim. Keşke sadece bağırsaydı, kafamda tavuğu görünce attığım çığlıklar hâlâ kulaklarımda çınlıyordu. Yetmezmiş gibi hem kafama hemde elime sıçmıştı. Biraz suyla hemen yıkamıştım ama iğrenç kokmaya devam ediyordu.


"Sen niye burnunun dikine gidiyorsun ki?" Alnım kızardığı için Teo eliyle buz tutmuş bana kızıyordu. Leo ise bana yeni bir üst yapmaya gitmişti. Terzilik konusunda iyi olduğunu söylemişti. "Ne olduğunu anlamadım ki! Kendimi kümeste dayak yerken buldum" dediğimde güldü.


"İnatçı olduğunu bildiği için sana, senin gibi karşılık verdi." Buz canımı yaktığı için hafif bir sızı tuttu. Ofladım çok gıcık olmuştum.


'Yapmaktan mı korkuyorsun yoksa!' demişti ilk önce. 'Niye korkuyum ki... anladım ben seni... ama beni bu kadar kolay kandıramazsın' sırıtarak, 'korkuyorsun, korkuyorsun. Küçücük tavuktan korkuyorsun hemde' sinirle nefes verdim. İşaret parmağımı ona doğrultarak korkmuyorum dedim' kafasını omzuna yatırdı. Kümesi işaret etti. 'Kanıtla o zaman' dediğinde saniye bile düşünmeden kümese girince olanlar oldu zaten. Şerefsiz adam, onun yüzünden ölme tehlikesi geçirmiştim.


"Aptalsın Malia!" Bana niye kızıyordu ki. Sanki ben girmek istemiştim. Bana bir komplo kurulmuştu. Çok masumdum. Sadece yumurta alacaktım.


"Tamam yumurtayı eninde sonunda aldın ama sen gerizekalı mısın da aldığın yumurtayı Luis'in kafasına atıyorsun?" dediğinde güldüm.


Kümesten elimde birkaç yumurtayla çıktığımda Luis bana kızarırcasına güldüğü için sinirden elimdeki bir yumurtayı kafasına geçirmiştim. Sarı akan sıvı, yüzünden akınca acıma rağmen kahkaha atmıştım. Bunu yine düşününce bile dudağımın kenarı kıvrıldı. Oh olsun, bunu hakketmişti.


Teo buzu şakağıma bastırırken onun hakkında merak ettiğim bir soru sordum.


"Sen ve Leo nasıl buraya geldiniz?" Buzu çekmeden, anlatamaya başladı.


"10 yıldır buradayım ben. Leo benden 5 ay sonra geldi. İlk geldiğinde nasıl olduğunu anlamadım hatta hepimiz yani sadece ben, Issac, Carl ve Luis şaşırmıştık. O zamanlar sadece dördümüz vardık."


"Sonra, Leo'yu görünce ne tepki verdin?"


"Dedim ya şaşırmıştım ama insan insana benzer tesadüf olduğunu düşündüğüm için bir şey demedim. Ta ki cebinden kağıdı çıkarıp ismini söyleyene kadar. Leo Tyrell benimle aynı soyada sahipti. İkimizde şaşkınlık. Çünkü hafızamız silindiğinden kardeşimiz olduğunu falan bilmiyorduk. Hem soyadımız, hem fiziğimiz, hem de isimlerimiz uyuşuyordu. Uzun uzun sohbet edip kardeş olduk en baştan"


Onlar için sevinmiştim. Buradaki en tatlı kişilerdi. Ayrıca ilk geldiğimde kalkmam için bana elini uzatan kişi Teo'ydu. Diğerlerinden 1-0 öndeydi.


"Sence bizi arıyorlar mıdır?" buzu aşağıya indirdi. Sorgularcasına, "Kimler?" diye sordu. Kahverengi gözlerine baktım. Gülümsemeye çalışarak, "Ailelerimiz... yani illaki ailemiz vardır değil mi? Bizi merak edip arıyorlar mıdır?" dediğimde içine bir nefes çekti. "Sanmam, hem arasalarda bulamazlar. Kabul et Malia, burada mahsuruz" sesinde özlem yoktu. Kabul etmişti, burada ne kadar kaldıysa artık umudunu yitirmişti.


Kaşlarımı büzerek elimi bacağına moral verircesine koydum. Elime saniyeliğine baktı sonra tekrardan bana döndü. "Hiç mi umudun yok" dedim sorgulayarak. Kafasıyla onayladı ve kalbimde bir sızı hissettim. Bana bakan gözleri doluyordu. Burnu kızarıyordu. Gözlerinde kırmızı çizgiler belirginleşiyordu. Burnunu çekti.


"Yok... hemde hiç. Burada yaşadığımız sürece zamanımız gibi kurtuluş umudumuzda azalıyor. Yeni gelen herkes bir umut olduğunu varsayıyor ama yok Malia. Hepimiz öleceğiz. Kimse sağ kalamayacak. Birkaç gün sonra sende kabullenceksin." gözümün dolduğunu hissettim. Nefes almayı bile unutmuştum. Omzuna yaslandım.


"Buradan kurtulacağız sana söz veriyorum ki sağ salim kurtulacağız buradan" dediğimde bana bakmadan uzaklara daldı.


"Buradan kurtulmak istiyorsan tek yol ölüm. Ama eğer bunu ecelinin gelmesini beklemeden kendin kalkışırsan, Luis'in her türlü haberi olur ve seni bunu yaparken görürse komple hayatından siler. Daha önce böyle bir şey olduğu için biliyorum." Ne yani bir kişi intihara kalkışırken yakalanmış mıydı? Luis böyle bir şey olursa affetmez miydi? O da Luis'in dediği aynı şeyi söylemişti. 'Tek yol ölüm'


Yalandan bir tebessümle bana baktı sonrada sol kolunu, sol omzuma atarak kendisine çekip sarıldı bende ona karşılık verdim. Teo'yu sevmeye başlamıştım. Benimle öz kardeşiymişim gibi ilgileniyordu.


"İyi ağlamalar size. Bu sümüklü haliniz midemi ne kadar bulandırsada, kıyafetini hazırladım Malia. Bu arada Luis seni bekliyor. Sadece seni değil, Stewart, Lucas ve Alex'i de." Leo içeri girdiğinde ve bana kahverengi postlu, mavi, beyaz dekolteli bir giysi getirdiğinde gülümsedim. "Teşekkürler" göz kırptı ve Teo'yu kolundan çekip kaldırarak dışarı çıktılar. Bu ikizleri seviyordum.


Leo'nun yaptığı elbise yere keder uzanıyordu ve sıcak tutuyordu. Postu omuzlarıma atmıştım. Kahverengi kır saçlarımı açık bırakmıştım. Buraya geldiğimden beri boynumda olan dolunay simgeli kolyemi masadan aldım ve boynuma yerleştirdim. Dolunay simgeli kolyenin anlamını bilmiyordum ama elim kolyenin üzerinde çok dolaştı. Alnımdaki kızarıklık geçmeye başlamıştı.


Ayna olmadığı için yansımama bakamıyordum. Ama güzel olduğunu hissediyordum. Kendimi Osmanlı zamanında yaşayan hatunlar gibi hissediyordum. Zarif ama güçlü ve cesur...


Merdivenlerden aşağıya inip kulübenin çıkışına yaklaştım. Kulübeden dışarı çıkınca herkesin çalıştığını gördüm. Bazı kişilerle tanışmıştım yani doğrudan değil ama tanıyordum. Luis bazılarını tanıtmıştı.


Örneğin yanıma beğeni dolu bakışlarla gelip ıslık çalan, bitkilerden en iyi anlayan ve buranın doktoru olan Isaac'i.


Saçları siyahtı ama bazı kısımlarını beyaza boyatmıştı. Düz perçemleri vardı ve siyah gözlüydü. Eğer göz bebeği daha koyu olmasaydı kesinlikle ayırt edemezdim. Görünüşü hiçte bitkilerle ilgileniyormuş gibi değildi. Daha çok metalci gibiydi. Boynunda ve bileklerinde zincirler vardı ve bu onu çok karizmatik gösteriyordu. Burada kaç erkek olduğunu bilmiyordum ama bazıları gerçekten de nefes kesiciydi... Luis hariç. O anca sinirle nefesimi verdirtiyordu.


"Çok güzel olmuşsun. Bu erkek ahırına daha önce bu kadar güzel bir canlı gelmemişti."


Elimi iki kez göğsüme vurdum. Sonuçta bu da bir selamlaşma yoluydu. O da iki kez göğsüne vurdu ve göz kırptı. Tekrar düşündüm de iyiki tek kız bendim. Bencilce olacak ama bana böyle davranmaları hoşuma gidiyordu.


Sonra sağ elini bana uzattı. "Ben Isaac bu arada tanışmaya zaman olmamıştı."


Tebessüm ederek sol elimi uzatıp elini tuttum ve sıktım. "Luis senden bahsetmişti bana, bitkilerle aran çok iyiymiş..."


"Neden metalci gibi giyindiğimi sormayacak mısın? Genelde yeni gelen herkes sorar"


"Neden?"


"Hımm çok net bir soru. Cevap veriyorum... bilmiyorum. Galiba hoşuma gittiği için. Hem renkler ve zevkler tartışılmaz. Değil mi?"


Bu çocuğu sevmiştim. Kafa dengi biri gibiydi. Geldiğim gün o da bana iyi davranmıştı ama pek dikkat etmemiştim.


"Peki o zaman, hem sormamı sen istedin. Zevkine diyecek bir şey yok. Baya iyi çünkü." Gözleri parlarcasına gülmüştü. Sol bileğine doğru baktı ve bileğinden bir tane zincir çıkardı.


Zincirin detayları çok güzeldi. Bana uzattı. Önce elimle reddettim sonra gülerek bileğimi tuttu ve bileklik zincirini taktı. Ne yalan söyleyeyim çok güzeldi. Zincir üç bölmeliydi ve ortasındaki bölmenin üstünde bir hayat ağacı vardı. Teşekkür ettiğim sırada,


"Malia!" diye birisi beni çağırdı. Lucas eliyle bana gelmemi işaret ediyordu. Isaac'e el salladım ve hızlı adımlarla orman yoluna doğru gittim.


Oraya vardığım zaman Stewart, Lucas ve Alex bir ağaca yaslanmış bir şekilde oturarak bana bakıyorlardı. Stewart tuhaf bakışlarla beni süzüyordu. Tamam bakışları biraz rahatsız ediciydi ama kötü değildi.


"Gelin!" Gözlerimi devirerek bunu söyleyen tsunami gözlü, dağ ayısına baktım. Bizi beklemeden yanımızdan rüzgar gibi geçti ve sert adımlarla önümüzde ilerledi. Üçü ayağa kalkıp peşinden yürümeye başladığında, arkalarında kalmamak için onlara hemen yetiştim.


"Nereye gidiyoruz?" diye sordu Lucas.


"Neden sadece biz?" diye devam etti Stewart.


Ben ve Alex ise sustuk. İlk kez gerçekten sustum. Luis ikisinede cevap vermedi. Bize attığı umursamaz bakışlarla göz devirip, hızlı adımlarıyla omzu dik bir şekilde yürümeye devam etti. Onda farkettiğim bir diğer şeydi buydu. Gölde gördüğümde kambur duruyordu, yıkılmış gibi duruyordu. Bana yaklaşırken attığı adımlar hafifti. Acı çektiği zaman acısını tüm bedeni çekiyordu.


O gittiğimiz gölün mağara yoluna gidiyorduk. 9-10 metre ilerdeki mağarayı görünce emin oldum. Diğerleri yeni geliyordu. Mağaraya girerken Stewart ve Lucas aralarında fısıltılı konuştular ama net bir şekilde anlamadığım için pek takmadım. Alex ile beraber yürüyordum. Neden bilmiyorum ama Stewart'la, Lucas kadar konuşmuyordu.


Mağaranın tekrar üç yoluna geldiğimizde soldakine doğru yürürken Luis kolumu tuttu. Bu kolum tutulmaktan moraracaktı artık...


"Ne? Buradan gitmiyor muyuz?" Kafasını reddederek salladı. "Hayır! O yol başka bir yere çıkıyor" dediğinde sanki bilmiyormuş gibi davrandığında dudağımı büzdüm.


"Bu yol gö-"


"Bu yoldan değil!" Orta yola doğru yürüyünce ve duvardan bir meşale alıp yakınca gerildim. Nereye gidiyorduk o zaman? "Nereye gittiğimizi biliyor değil mi?"


Lucas'ın sorusu üzerine durdu. Ağır çekimde ona baktı. Nereye gittiğini bildiğinden emidim. Mavi gözler karanlıkta bile korkutucu görünüyordu. "İstersen sen devam et!" dediğinde sessiz kaldı. Bu adam tek bir cümle ve bakış ile önündeki kişinin kalbine indiriyordu.


Lucas'a yaklaşarak kulağına fısıldadım.


"Biraz fazla sert yapılı bir lider. Bazı yaşlılar gibi huysuzluk yapması normal."


"Huysuzluk mu? Bunu da nereden çıkardınız bayan Miller,"


Ben olabildiğince fısıldamıştım bunu nasıl duymuştu?


"Batman misin sen be adam?"


İçinden güldüğünü belli ederek bana döndü. "Bunun ne ilgisi var?"


"Ancak yarasalar benim bile zar zor duyduğum fısıltımı duyabilir. Yarasaların saldırısına mı uğradın yoksa?"


"Dedikodum yapıldığında hele ki bunu siz yaptığınızda otomatik olarak hissediyorum bayan Miller. Batman gibi olmasam da kulaklarım iyi duyuyor."


Bana bayan Miller demesi sinirimu bozuyordu. Bana soyadını söylese onun gibi karşılık verecektim ama inadıma söylemiyordu.


Gözlerimi kısarak, "Gıcık şey, bana soyadını söyle!" diye arkasından bağırdım.


Kollarını arkasında bağladı ve arkasına dönmeden, "Emir hitabı mı duydum az önce?" dedi.


Kollarımı dolayıp karnımın biraz üstünde tuttum. "Alışıksındır sen... Aaa pardon, sen emir vermeye alışıksın! Karşı taraftan duyunca bir garip geldi tabi."


Yine de arkasına dönmedi ama sanki benim yüzüme doğru konuştu.


"Bana laf sokmaya çalışmayın"


"Bana bir laf atıldığında hele ki bunu siz yaptığınızda otomatik olarak bir laf dolanıyor ağzımda bay tsunami göz. Böbürlenmek gibi olmasın ama iyi laf yaparım"


Stewart, Lucas ve Alex bu lafıma gülerken Luis yürümeyi bıraktı. O bıraktığında biz de bıraktık.


Ona yine onun gibi karşılık vermiştim. Kendimi durduramıyordum. Düşünmeden konuşmam gerçekten sorun çıkaracaktı.


Daha zihnimde bile gelişmeden ağzımdan çıkıyordu. Özel yeteneğim kesinlikle buydu.


"Daha önce hiç bu kadar çok başım ağırmamıştı"


"Daha önce hiç size karşı koyan biri olmadığı içindir."


"Sus artık! Her sözüme laf etmeyi kes!"


"Bana laf ed-"


"Malia bence de sus" diyen Stewart'a baktım. Sağ işaret parmağını dudağına koyup susmamı işaret etti. Oflayarak sustum. Luis bize bakmıyordu ama o gıcık şeytanın güldüğüne adım gibi emindim.


Otuz metre kadar yürüdüğümüzde sağ ve sol olmak üzere iki tane daha yol gördük. Burası başlı başına bir labirentti bence. Sağ yola girdiğinde sesimizi bile çıkarmadan takip ettik. Yarasaların çıkardığı sesler beni korkutuyordu. Meşale yolumuzu aydınlatıyordu ama önümüz hâlâ karanlıktı. Her an bir şey belirecekmiş gibiydi.


Tekrardan bir yol çıktı ama düz yoldan yürümeye devam ettik. "Buralardan kaç kere geçtin?" diye dayanamadan sordum. Bana bakmadan, "Defalarca!" diye yanıtladı tok bir imayla. Gülünce insanın içini ısıtıyordu ama sert konuşunca onu tekme tokat dövmek istiyordum.


Nihayet yolun sonuna yaklaştığımızda güneş ışığı bizi karşıladı. Karanlıktan nefret ediyordum. Güneş varken etrafımızdaki renkleri görebiliyorken karanlıkta neyin nesiydi.


Karşımıza benim altı katım kadar yüksek olan duvarları görünce karnıma stres ağrısı girdi. Kendi etrafımda döndüm ama her yer yüksek duvarlarla örtülüydü. Bu mağara nereye açılmıştı böyle?


"İşte korkulu rüyanız olacak olan Labirent burası" stres ağrım on katına yükseldi. Alex'in titrediğini gördüm. Kekeleyerek, "Bu duvarlar çok yüksek" dedi. Galiba yükseklik korkusu vardı. Duvarlara bakınca yerde olduğumuzu bildiğim hâlde bende oldukça gerildim.


Duvarlara yapışık olan dikenli sarmaşıklar vardı. Duvarların üstündeki kurumuş kanlar ise buradan kaçmak için sarmaşığa tırmanmış olduklarını gösteriyordu. Duvalarda bir sürü tırnak izi vardı. Bazı bölümleri çatlamıştı. Ama gözüm en çok duvarardaki kanlara odaklandı. Sanki kan kusmuşlardı. Siyah lekeler vardı. Virüs labirentten mi geliyordu? Midem hiç olmadığı kadar bulandı. Burası çok korkunç gözüküyordu. Luis labirentin girişine yaklaştı ve girişin yanındaki duvarın önüne geçip yere oturdu. Sırtını duvara yaslayarak oturmamızı işaret etti.


Labirentin, çıkmaz sokağın ve görünüşe göre ölümcül bir tuzağın girişi tam karşımızdaydı.


Yere Luis'in karşısına oturup bağdaş kurdum. Labirentin girişinin birkaç metre önünde durmuştum. İçerisi karanlıktı ama yol gözüküyordu. Sarmaşıklar, kanlar, çamurlar, bazı ayak izleri, ıslak ve nemli olduğu belli duvarlar...


"Sormak istediğiniz bir şey var mı?" diye sorduğunda Stewart tam konuşacakken sözünü kestim.


"Buraya ne zaman geldin? Neden duvarlarda kan izleri var? Kaç yaşından beri buradasın? Neden tek kız benim? Labirent virüsü nereden geliyor ve nasıl bulaşıyor? Neden lider olan sensin? Neden..." sorularımı sormaya devam ederken sıkılmış bir imayla somurttu ve sözümü keserek,


"Kes sesini! Bir soru dedim, bin soru değil! Hepsini sorarsan yaşlandırırsın beni."


"Merak ediyorum ama"


"Meraklı yaratık" dedi ve diğerlerine baktı. Tek kaşını kaldırarak sorgularcasına onlara baktı. "Sizin?" Lucas beni işaret etti. "Aslında Malia'nın sorularını bende merak ediyorum" dediğinde diğer ikiside katılıyorlarmış gibi başlarını salladı.


Luis oflayarak yaslandığı duvara kafasını hafifçe vurdu.


"Bir kere anlatacağım. İkincisi olmayacak." Kafamızla onayladık. İçine bir nefes alıp oturmamızı işaret etti.


"Labirentin içinde cesedini hâlâ bulamadığımız çok kişi var. İçeri girenler çıkışı unuturlarsa haliyle kaybolur. Virüs hem onların zehirli kanlarından hemde zehirli toz bulutundan bulaşır. Bu zehirler ise labirentin içindeki duvarların içinden çıkar. Böcek veya diğer hayvanlar labirente girdiğinde farklı bir zehir salgılar. Bu da eğer buralarda fazla dolanırsanız size bulaşır. Rydan, Delly ile beraber buraya Issac'in istediği bitkileri toplamak için gelmişlerdi." Duraksadı hepimiz nefesimizi tutmuş onu dinliyorduk odaklandığımızı anlayınca devam etti.


"Bazı böcekler virüse yakalanır ve bitkilerin yoğun olduğu ortamlarda ölürlerse o bitkiye kim ellerse virüs bulaşır. Virüs bulaşırken bir sivri sinek ısırığı gibidir. Fazla hissedilmez ama zamanla parmaklardan başlayarak kollarda bir karıncalanma başlar, 2-3 dakika sonra ise kömürleşmeye başlar. Virüs bulaşırsa aşı haricinde iyileşmenin bir yolu yok. Ölmemeniz içinde bunu önlemenin tek yolu bulaştığı zehir bütün vücudu kaplamadan uvzu kesmek..." Rydan'a yaptığı gibi. Sol dizini kendisine çekti ve sol kolunu da dizinin üstüne attı.


"Bazıları virüse çok ağır yakalanır, aşıyı vurmak isterim ama bu cehennemden kurtulmak için istemezler. Acı çekerek ölmelerini ne ben isterim ne de onlar. Bu yüzden de... silahla..." kafasını eğdi ve daha fazla anlatmak istemeyerek salladı. "Bu şekilde virüs yayılıyor ve engelleniyor" dediğinde nefes bile almadan ona odaklandığımızı anladım. Bunlar gerçek miydi? Hayal bile edilemeyecek kadar imkansız gibi geliyordu.


Tsunami gözleri benim sıradan toprak gözlerime baktı.


"12 yıldır buradayım ve ilk gelen kişide benim. Kaç yaşında olduğumu bilmiyorum ama buraya ilk geldiğimde çocuktum. Benden bir yıl sonra ilk önce Isaac sonra Teo, Carl, Leo ve Delly geldi. Birlikte büyüdük sayılır. Leo, Teo'dan 5 ay sonra geldi ve Teo ile hem soyadları aynıydı hem de fizikleri. Birbirlerini görünce çok şaşırmışlardı. Sonra kardeş olduklarını ve aynı yere düştüklerini anladılar." Çok şanslılardı ama ikisi aynı yere nasıl gelmişti?


"Teo bana anlattı zaten" Omuz


"Aynı yere nasıl geldiklerini bilmiyorum ama bu Teo için iyi bir şeydi"


Lucas, "Peki nasıl lider oldun?" diye sorduğunda alayla güldü.


"Buraya ilk gelen ben olduğum için beni liderleri yaptılar." Labirente ilk geldiğinde yapa yalnız mıydı yoksa birileri var mıydı?


"Ama ilk geldiğimde yapayalnızdım. Kimse yoktu yanımda." dediğinde soru sormadan cevabını aldım.


"Mağara benim barınağımdı. Göllerdeki balıklar ve ağaçlarda ki meyveler günlük besinimdi. Bu zamana kadar yaşamış olmam bile bir mucize." dedi ve 'başka soru var mı' dermiş gibi bize baktı.


"Neden duvarlarda kan izleri var?" diye tekrarladım soruyu. Luis ve diğerleri başlarını duvarlara çevirdiler. Luis, dikenli sarmaşıkları işaret etti.


"Belki duvarların üstüne çıkarsak yolu kolay buluruz diye düşündük. Ama sadece düşündük. Gidip deneyecekleri aklıma gelmemişti. Dikenli olduklarını umursamadan sarmaşıklardan tırmandılar. Sarmaşıklarda ki dikenler zehirli ve ölümcül. Bir yerinizi kestiği zaman ateşe dokunuyor muşsunuz gibi yanmaya başlar. Kan izleride oradan geliyor. Siyah kan ise virüsün habercisi. Burada çok fazla uzuv buldum. Ölmemek için uzuvlarını kesmişlerdi. Ama acıdan öldüler." Burası gerçek bir cehennemdi. Kurtulmak için defalarca fedakarlık yapmışlardı ama onun da sonu ölümdü. "Başka?"


"Soyadın ne?" dediğimde somurtan yüzü güldü ve yine kafasını iki yana salladı. Kafasını iki yana sallaması günlük hareketiydi galiba. Cevap vermeyeceğini bildiğim için kollarımı birbirine doladım. Aklımda milyonlarca soru vardı ama hepsini unutmuştum. Aklıma gelen tek soru,


"Neden tek kız benim peki?" Bir süre düşündü sonra omzunu silkti.


"Bilmiyorum, 12 yıldır buradayım ve gelen ilk baş belası kız sensin"


"Baş belası olmayan geldi mi?"


Başını olumsuz anlamda salladı. "Hayır, gelen ilk baş belası, baş ağrısı, sinir bozucu ve can sıkıcı kız sensin"


Yine bana laf atmıştı ve bu onun aleyhine olacaktı. Daha iki saniye geçmeden zihnim dilimden boşalmaya başladı.


"Erkek olan da sensin sanırım. Gelen ilk baş belası, baş ağrısı, sinir bozucu ve can sıkıcı erkeksin."


"Nasıl her defasında sana attığım laf bana dönüp vuruyor?"


"Ben bu işin en iyisiyim. Bana laf atarken 2 kere düşün. Yoksa sana çarpar"


Stewart, Lucas ve Alex gülmemek için can çekişiyorlardı. Luis de bunun farkındaydı. Ondan korktukları için sesli değil ama içlerinden kahkaha atıyor gibilerdi.


"Ben düşmanınız değilim. Ve şuan yaşanılan durum oldukça komik. O yüzden gülebilirsiniz" dediği anda içlerinden ayı çıkmış gibi kahkahalarını patlattılar.


Bu onlar için neden bu kadar komikti? Ben sadece bana çevirilen lafı atana geri gönderiyordum. Eğer bunu bana yapsalardı muhtemelen kavga ederdim. Luis'e üzülmüştüm. Bu lafların altında kalmak biraz zordu.


"Başka sorusu olan var mı?"


Sustuğumuzda milyon tane sorunun bittiğini hissettim. O sorunca her şeyi unutmuştum. Beynim bu şeylere basmıyor ama konu laf çarpıtmak olunca takır takır çalışıyordu.


"Ölmek ister miydin?" diye pat diye sordu soruyu Alex. Ondan böyle bir soru beklemiyordum.


Luis, sahte bir tebessümle kafasını labirentin duvarına yaslayıp yukarı baktı. Bıkkın çıkan sesiyle, "Eğer buradan kurtulacaksam, evet isterdim" diye cevap verince kalbimde bir sızı hissettim, bana da bulaşıyordu bu his... umutsuzluk.


"Peki kendini öldürmeye hiç çalıştın mı?" diye Lucas da devam edince düşünmeden, "Evet!" dedi.


Böyle sorulara böyle cevap vermesi beni korkutmuştu. "Defalarca kez denedim ama... korktum." O an duraksadım. Neyden korkmuştu? "Neyden?" Zihnimi okuyan Stewart'ın sorusu üzerine gözlerini kaçırdı.


Kimse korkusunu direkt söylemezdi. Luis'in bunu söyleyeceğini sanmıyordum. Gözlerini kaçırdı.


"Daha küçüktüm. O korku birkaç yıla geçti üzerimden"


"Ne korkusu?" diye sorduğumda sağ elini yere koyup toprağı oymaya başladı. Sağ ayağını sallıyordu. Daha fazla bu konu hakkında konuşmak istemediğini anladım.


"Neyse, eğer söylemek istemiyorsan söyleme. Erkeklik gruru engel oluyor böyle şeylere"


Sağ ayağı hâlâ iki yana sinirle sallanırken bir anda durdu. Sol elini, kendisine çekip üstüne attığı sol ayağından kaldırarak boynunun arkasına attı ve ensesini kaşıdı. Galiba anlatacaktı.


"Yalnız ölmekten..." dedi kısık bir sesle.


"Küçükken yani buraya geldiğim zamanlar en büyük korkum buydu.


Yalnızlıktan korkuyordum. 1 yıl boyunca insan yüzü görmedim. Sizin gibi aynı anda geldiğim birileri yoktu. Siz şuan şanslısınız. Ben geldiğimde hiç kimse yoktu. Gördüğünüz o köyde yoktu. Ben az önce geçtigimiz mağarada yaşıyordum. Çıkmaz bir sokaktaymış gibi hissediyordum kendimi. Ve onca zamandır, sadece yalnızlıktan korktum. Ölürsem cesedime ne olacaktı? Beni bulacak birileri var mıydı? Neredeydim? Neden sadece ben vardım? Bunları Isaac gelene kadar durmadan düşündüm. Sonra sadece bekledim, ne olacak diye. Herkesin bir korkusu vardır. Ben yalnızlıktan korktum sonra zamanla sığındığım tek yer yine yalnızlık oldu." dediğinde modum daha çok düştü.


Herkesin bir korkusu vardı bu konu da haklıydı. Ben karanlıktan ve yükseklikten korkuyordum. Neden korktuğumu bilmiyordum ama korku diyince aklıma bunlar geliyordu. Luis ise yalnızlıktan korkuyordu. Bence bu sadece küçükken değildi. 1 yıl boyunca burada yalnız yaşasaydım büyük ihtimalle, ben kafayı yerdim. Belki de bana da Luis gibi olacaktı. Karanlık sığınacağım tek şey olacaktı. 


"Mağara da tüm gün beklemek yerine ve belki birisi gelir umuduyla beklemek yerine etrafı incelemeye başladım. Mesela en sağ yolda bir sürü bubi tuzağı var. Her adım tehlikeli. Ben hariç kimse oraya girmedi. Çünkü mağarayı keşfetmem için bu lazımdı. Bubi tuzaklarından birine yakalandım. Mağara deliklerinden çıkan bir ok omzuma saplandı." deyip mavi tişörtünün sol omzunu azıcık açtı. Yanık izi vardı hem de çok kötü bir yanık izi...


Yara izine bakarak, "Nasıl kurtuldun?" diye sordum.


Dudakları kıvrıldı. "Isaac sayesinde..." dediğinde anlamayarak kaşlarımı çattım. Isaac ile bu şekilde mi tanışmışlardı?


"Omzum sadece yaralıydı onu dert etmedim ama yolda yürürken bir anda hapşurmaya ve öksürmeye başladım. Neyin tetiklediğini bilmiyordum. Mağaradan çıkarken ölecekmiş gibi hapşurup öksürdüğüm için nefes alamamış ve bilincimi kaybetmişim. Gözümü araladığımda omzum çok feci bir şekilde yandı. Ok yaramın üstüne kendi yaptığım hamçerimi ateşe koyup bastırıyordu. Daha çok küçüktüm yaşımı hatırlamıyorum ama o zamanlar belki de 13-14 yaşında falandım. Isaac ile o gün tanıştım. Hayatımı kurtarmıştı ve bunun izini omzumda bıraktı. Hâlâ hatırlıyorum sanki film izlemiş gibiyim. Neyse, bu konuyu kapatalım artık. Başka soru var mı? Ona göre geç oldu." 


Mağarada ki ne onu hem hapşurtup öksürtmüş olabilirdi ki? Isaac yetişmeseydi ölmüş olacaktı belki de.


"Buraya nasıl geldik peki? Toprak nasıl açılıyor?" dedi Lucas, bunu bende merak ediyordum. Toprak nasıl açılıyordu ve biz nasıl geliyorduk?


"Bir yerinde herhangi bir kesik var mı?" diye sordu. Sonra bize döndü, "Sizinde, kesik veya yara iziniz var mı?" dediğinde kollarımdaki kumaşı kaldırdım.


Yeni farkediyordum. Kollarımda kesik izleri ve morartılar vardı. Ben bunu nasıl görmemiştim? Çok belirgin değildi. Sanki derimin içine kazılmıştı. Yoksa önemsememiş miydim?


Bacaklarımı kaplayan kumaşı da yukarı kaldırdım ve bacaklarımda da olduğunu farkettim. Ama bu kesikler sanki dikilmiş gibiydi. Hiçbiri fazla belli olmuyordu ama odaklandığım zaman görebilmiştim.


Stewart bana kafasındaki çıkıntılı yerin ne olduğunu sordu. Yanıma yaklaşınca kafasına baktım ve elledim. Onda da kesik izleri vardı, bu nasıl olmuştu? Kafasında resmen bir yarık açılmıştı. Lucas ve Alex'in de kolları ve bacakları izlerle doluydu. Luis'e döndüğümde, "Bu nasıl, ne zaman ve nerede oldu?" dediğimde çenesini büzdü.


"Bir sürü kişide kesik, darbe ve zedelenmeler var. Büyük ihtimalle hepimiz kaza geçirdik. Hiç hatırlamıyorum ama rüyama bazen bir trafik kazası canlanıyor. 12 yıl önce bir trafik kazası geçirmiş olabilirim. Kesin değil ama bir teori. Belki sizde kaza geçirmişsinizdir. Ama hatırlamamız normal" dediğinde kafam çok karıştı. Ne kazası? Ne zaman? Buraya gelmemiz ile ne ilgisi var? Yine milyonlarca soru barındırıyordum aklımda.


Bir süre sessiz kaldık. Sonra Teo'ya sorduğum sorunun aynısını sorarak sessizliği bozdum. "Hiç mi kurtuluş umudun yok?" dediğimde kafasıyla onayladı.


"Umut olsa bile bir çıkış yok. Bu sebepten dolayı bütün umudum bitti. Kurtuluş mu arıyorsun Malia? Dediğim gibi, tek yol ölüm " dediğinde tüylerim diken diken oldu. Ölüm neden fazlasıyla korkutucu gelmeye başlamıştı. Umutlu bir insandım ama geldiğim bu yerde böyle bir şey yoktu.


"Her yolun bir çıkışı olur Luis"


"Her yolun bir çıkışı olmaz ama her çıkışın bir yolu olur Malia ve bizim yolun bir çıkışı yok."


Buradan kurtulmanın bir yolunu bulacaktım. Hep birlikte çıkacaktık buradan. Hâlâ umudum vardı ve ne olursa olsun bunu söndürmeyecektim. Bir meşalede ben yakacaktım... umudun meşalesi. Hiçbir şey daha sona ermemişti. Yaşamaya devam ediyorduk ve devam edecektik. Bu sona ermeyecekti.


Tüm dünya, artık 'pes et' derse bile umut fısıldamaya başlıyordu kulağıma;


Hayat daha devam ediyor, tam gaz devam et...


...


Loading...
0%