Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. Bölüm Kanlı Mektup

@darklightssx

(lütfen oylama yapıp yorum yazmayı unutmayın, iyi okumalar ♡♡♡)


'Her gördüğün şeyin bir arka yüzü vardır ve genellikle o arka yüzleri hep doğruyu anlatır.'


Umut etmek, sadece iki kelime ama milyonlarca anlam barındıran o fiil...


Kimilerine göre umut hep vardır ama zaman geçtikçe biz farketmeden söner. Bir mum düşünün, çakmağınızla yaktığınız. O yanan ateş de umut olsun, mum ise siz. Zaman geçtikçe mum erimeye başlarken ateş hâlâ yanar. Mum dayanamaz hale gelir ama ateş direnir. Ta ki ateşe doğru bir rüzgar esene kadar. O rüzgar bütün olası kötülükler olsun diyelim. Ateş direnmeye ve yaşamaya devam etmeye çalışsa bile eninde sonunda söner.


Biz insanlarda böyleyiz işte. Bir umudumuz vardır, biz yıkılsak olsa bile o hep vardır ama yaşadığımız onca şeyden sonra artık dayanamayız ve ateş sönmeye başlar.


Geldiğim yerde herkesin başına kötü ve unutulmaz olaylar gelmişti. Luis 12 yıldır buradaydı ve belki ilk geldiğinde içindeki mum yalnız umutla yanmıştı. Yalnız başına günlerini ve aylarını geçirmişti. Zamanla kardeş edinmişti ama onlar için fedakarlıklar yaparak kendi canını yakmıştı.


O mum devrilmişti ve bütün ruhunu yerle bir etmiş koca bir yangın çıkartmıştı. Şimdi ona umut her zaman vardır diyebilir miydik? Ben diyebilirdim ama içimdeki ateş hafif rüzgarla sönmeye başladığı için sessiz kalıyordum.


Şimdi kapatın gözlerinizi ve o mumu elinize alın, bütün pencerelerinizi kapatın. Tek bir rüzgar bile girmesin içeri. Çakmağınızı sürtün ve o mumu yakın. Açın gözlerinizi ve sadece yanan ateşe odaklanın. Gözlerinizin içi o ateşle parlasın. Ateşin hızına yetişin ve onu takip edin. Rahatlama gelince elinizi uzatın, sıcaklığı hissedin. Ruhunuz ısınsın, umudunuz hep yanık kalsın. Ama sakın umudunuzu kaybedip de mumu üflemeyin. Çünkü sönen her umudun tekrardan yanması oldukça zaman alır...


"Off, işkence gibi"


Elimde bir çıpa ile toprağı kazıyordum ve toprak yüzüme çarpıyordu. Luis benim boş durmayacağımı söylediği için bir iş seçecektim. Ben kolay olduğunu düşündüğüm için Isaac ile bahçe işine girmiştim. O kadar küçük tohumlar vardı ki bazıları kayboluyordu.


Birkaç santimlik yaklaşık bir karış büyüklüğünde minik bir çukur kazdım ve 6-7 tohumu içine attım. Yere oturup toprakları elimle tutup çukuru dolduracakken aniden hapşurdum ve toprak parçaları ağzıma girdi. "Öğğ, eğk... toprağın tadı iğrenç" dediğimde canından bezdirdiğim Issac güldü.


"Hadi ya! Biz 7/24 toprak yiyorduk. Ama söylediğin iyi oldu, bir daha ki sefere hapşururken toprak yemeyiz" dediğinde alay ettiğini anlamam on saniye falan sürdü. Kaşlarımı çatıp ona bakınca yine güldü ve eliyle alnına vurdu.


"Ömrümü bitirdin Malia!" Oflayarak tekrardan çukuru kapatmaya başladım.


Buraya geleli bir hafta olmuştu ve çok alışmıştım. Ben de şaşırıyordum ama ister istemez alışıyordum onlara. Hava sıcaktı ve ben terden ölüyordum. Elimle yüzümü sildiğimde yüzümün halini bile bilmiyordum.


En az on kere elimle yüzümü silmiştim. Saçlarımı yukarıdan dağınık topuz yapmıştım ama bazı tutamları yüzüme çarpıyordu. Saç tutamlarımı üfleyerek atmaya çalışıyordum. "Al bakalım" Isaac bana elinde bir şey uzattı biraz dik durduğumda bana yine birkaç tohum verdiğini gördüm.


Derin nefesler alarak tohumları elinden aldım. Bana sadece gülüyordu. Biraz yardım edebilirdi. Burada tecrübeli olan oydu ben değildim. Yeni atanmış bir çıraktım daha.


"Yoruldun mu?" Kafamla hızla onayladım ve yalvaran bakışlar gönderdim. Saçlarını karıştırdı, beyaz tutamlı saçlar birine en çok bu kadar yakışabilirdi.


"Tamam o zaman, bu tohumları da çukura koy sonra paydos!" dediğinde mutluluktan toprağı öpecektim.


Hemen demir kürekle hızlıca bir çukur açtım ve tohumları rastgele içine attım. Ellerimle kazdığım toprağı tekrardan çukura koydum. Üstünü kapatıp biraz bastırdım ve ayağa kalktım. Ona baktığımda kaşları düz bir şekil almıştı. Sorgularcasına baktığımda bana kazdığım toprağı işaret etti.


"Tohumları rastgele atamazsın. Sonra filizlendiklerinde birbirlerine dolanırlar. Tohumları tek tek çıkart şimdi. Acele işe şeytan karışır" dediğinde kafamdan aşağıya kaynar sular döküldü.


Kollarımı doladım. Ayaklarımı yere vurarak, "O şeytanda sensin sanırım" dediğimde onayladı.


Toprağa acı çekerek baktım ve dizlerimin üstüne çöktüm. Isaac'in gülen sesini duyduğumda anlam veremedim.


"Şaka yapmıştım seni minik sincap! Ama o kadar meraklıysan eğer sen bilirsin. Benlik bir sıkıntı yok!"


Sincap mı?


"Sincap ne alaka?"


"Şuan seni ona benzettim"


Gözümü devirerek hem öfke hem de neşeyle ayağa kalktım. Sulama kabından elime sırayla su döküp yıkadım. Avucumu açarak içine biraz su doldurup yüzüme vurdum. Pek temizlenmemiştim bunu hissediyordum. Elimi üstüme silip kuruttum ve Isaac'e dönüp el salladım


Bana sinir bozucu bir şekilde gülüyordu. Kulübeye doğru giderken hâlâ güldüğünü hissediyordum.


Ama bu sefer sadece o değil beni gören ve yüzüme bakan herkes...


Bana bakıp dudaklarını içeriye çekip içlerinden gülüyorlardı. Bazılarıysa direkt dışarı vuruyordu.


Yanımdan geçerken beni gören ve tebessüm ederek kafasını iki yana doğru sallayan, kahve gözlü ve saçlı olan Harry'e imalı bir sesle, "Ne var?" diye sordum.


Daha önce tanışmış olduğum Harry yanıma geldi. "Malia, sen iyi misin?" dedi alaylı bir sesle. "Ne, oldu?" Sırıttı. Bütün erkekler mi böyleydi? Ne olduğunu söylesinler işte, gereksiz yere uzatıyorlardı.


"Isaac yine yapmış yapacağını. Yüzüne bakmadın değil mi?" dediğinde bakışlarım doğrudan Isaac'e döndü. Bana göz kırptı. Yüzümü defalarca elimle silmiştim ne kadar kötü olabilirdi ki?


"Biraz elimi yüzüme sildim yani ne var bunda? İş yaparken terlemem normal değil mi? Alt tarafı biraz çamur olmuşumdur"


"Kim bu yeraltından çıkma çamur maskeli yaratık?" Hadi canım o kadar mı kötüydü?


"Ne?!" Önümde duran ve iki elini de beline koyup gıcık tavrıyla gülen Luis kaşlarını alayla kaldırarak bana laf atamaya hazırlanıyordu.


Yok ben daha bana laf atmaması gerektiğini öğretememiştim.


"Yeni tarzınız buysa eğer oldukça yakışmış bayan Miller" Bunu kim getirmişti buraya? Başka işi gücü yok benimle uğraşıyordu.


"Isaac ile beraber biraz bahçeyle uğraştık. Yüzüm azıcık kirlenmiş olabilir bay... Her neyse." Soyadını bilerek söylemiyordu. Beni gıcık etmek için.


"Çamur maskesi yapmışsın yüzüne" Elimi yüzüme götürdüm. Çamur kurumuştu ve rahatsız hissettiriyordu. Sinirle onun tsunami gözlerine baktım.


"Abartma be! Yıkarım geçer. Hem benim her hâlim güzel. Yani yakışmış olması oldukça normal bir şey." diye kendimi övdüğümde bizi dinleyenlerin güldüğünü duydum. Laf atamıyorsam bende kendimi överdim.


"Bak sen!"


"Ayna verirsen belki bakarım." Gülme sesleri arttı. Neden biriyle sataşmak hoşuma gidiyordu? Özellikle Luis'le.


"Uzatma! Hadi git temizlen! Pis yaratık" sabrım taşıyordu. Ben mi pistim? Sabahtan beri bahçivanlık yapıyordum. Bu kadarı da normaldi. Diyecek lafı yoktu tabi... Kendi kendime gülmeye başladım.


Omuz silktim sonra da yanından geçip kuyuya ilerledim. Yıkanmak için veya su lazım olunca kuyudan alıyorlardı. İlk geldiklerinden beri kuyu vardı. Keşke aynada olsaydı. Kuyuya yaklaşıp aşağı baktığımda sinirden güldüm. Çamurdan yüz hatlarım görünmüyordu. Canavar gibi gözüküyordum ama abartılacak kadar değildi. Luis beni sinir etmek için abartıyordu. "Pislikmiş, hah konuşana bak" diye kendi kendime ona sövmeye başladım.


Kuyudan aşağıya halata bağlı olan tahtadan bir kova attım. Kova suyun içine girdiğinde halata asıldım ve  yukarıya doğru çekerken bazı adım sesleri duydum. Başımı adım seslerinin geldiği yöne döndüğümde yine o gelmişti. Hem gitmemi istiyordu hem de peşimden geliyordu.


"Ne var yine!"


Bir yandan kovayı zorlukla çekerken bir yandan da kafamı ona doğrultmuştum. Tekrar kovaya döndüğümde ağzına kadar dolu olduğunu gördüm. Her türlü birazı dökülecekti.


Halatı çekiştirmeye devam ederken verdiği nefesleri duydum. Tekrardan arkamı dönüp ona baktığımda bir ağaca yaslanmış ve dizini kırmış beni seyrediyordu.


"Bakacağına yardım mı etsen acaba!?" dediğimde dudaklarını kıvırdı ve omuz silkti. Ben bu sinir bozucu adamın umrunda mıydım değil miydim?


Sinirden derin bir nefes alarak halatı çekmeye devam ettim. Kova nihayet yüzeye yaklaştırdığımda kenarlarından iki eller tuttum ve zorlukla kaldırarak hızla yere bıraktım. Birazı dökülmüştü ama zaten sadece yüzümü yıkayacaktım.


Kollarım koptuğu için birkaç saniye soluklandım. Luis'e bakındım ama orada değildi. Neyse gitmesi iyiye işaretti. Bu kadar hızlı vazgeçmesi tuhaftı. Geldiğimden beri canından bezdiriyordum.


Sağa sola bakındım ve galiba git... Bir çığlık koptu ağzımdan.


Dizlerimin üstündeydim saçlarım çözülmüştü ve kafamdan aşağıya buz gibi su dökülmüştü. Sırılsıklam bir şekilde yerde oturuyordum. Ağzım açık kalmıştı ve buzlu suyun aniden çarpması sonucu dona kalmıştım.


Saçlarımdan damla damla tanecikler akarken gülme hatta kahkaha sesleri geliyordu. Şeytani bakışlarım o cani adama döndüğünde ayağa kalktım. Elinde ki kovanın kanarlarından yere damlayan sulara baktım. Bana sırıtmaya devam ediyordu. Bu adama ne olmuştu böyle? Ben çocuktum o da çocuğa çocuk oluyordu.


Gülerek, "Heh, işte şimdi tam oldu o taneciklerle yüzünü yıkayabilirsin." dedi. Bu kimdi şimdi? Gerçekten çift karakterli biriydi. Şuan karşımda sanırım 4-5 yaş bir çocuk vardı.


Gözlerimi kapatarak akciğerlerimi havayla doldurdum ve rahat bir nefes verdim. Umursamıyormuş gibi yaptım. Ona arkamı döndüm. Bütün cesaretimi ve gücümü toplayarak kuyudan zorluklarla çıkardığım kovanın önünü sol elimle tutup kaldırdım. Sağ elimi de kovanın altına koyarak tüm gücümle arkama hızlıca dönüp Luis'in yüzüne suyu çarptım.


Gözlerini kapattı, gülüşü su damlalarının altında sönerken benim keyfim yerine gelmişti. Kahkaha atarak ona baktığımda yine yerimde duramamış ve kendi bildiğimi okumuştum.


Kafasına yumurta, balık, bezelye, yastık şimdi de su atmıştım. Bu kısa sürede bana tahammülü kalmamıştı. Üç gün önce akşam yemeği için balık tutmaya göle gittiğimizde dakikalarca uğraştıktan sonra tuttuğu bir balığı benim elime vermişti. Balık hâlâ yaşadığı için ve elimde hareket ettiği için korkudan suratına atmıştım. Balık Luis'in suratından çarparak göle geri girmişti. Luis de bunun intikamını almak için beni göle itmişti. Bunun da intikamını alacaktım daha.


5 gün önce de hava bunaltıcı bir sıcaklığa ulaştığında kulübenin önünde uyumak istemiştim. Yastığımı ve örtümü alıp aşağıya inerek kulübenin önünde yere yattım. Ben rahat uyuyabilmek için iki yastık kullanıyordum. Tam uyuyacağım sırada Luis omzumu dürtmüştü bende bağırarak kucağımda sardığım yastığı kafasına atıp birkaç kez art arda vurmuştum. Sonra da korkudan beline iki tane de tekme atmıştım. O akşam beni öldüreceğini sanmıştım ama ucuz kurtulmuştum. Bunu ona hatırlatsam muhtemelen beni hemen şimdi kuyuya atardı.


Teo ve Leo bizim yanımıza gülmekten kıpkırmızı kalmış bir şekilde geldiler. Diğerleride geldiğinde Luis dakikalardır kapalı tuttuğu gözlerini açtı.


O mavi gözlerinde ilk kez gittiğimiz göl gibi saf ve berrak bir renk gördüm. Uzun kirpiklerinden akan su damlacıkları yere, bazıları da tişörtünü ıslatıyordu. Dudakları ve kaşları düz bir çizgi halindeydi, sinirle kenarı kıvrılmıştı. Kollarını arkada bağlamıştı. Saçları dağılmıştı, öne doğru düşüp alnına ıslanarak yapışmıştı. Giydiği lacivert renkli üstü de ıslanmıştı. Bu hâli bile ne kadar kabul etmek istemesemde etkileyiciydi.


"Sende beni ıslattın. Ödeşmiş olduk" dediğimde yanıma doğru iki adım atıp durdu.


"Ölmeden önce söylemek veya sormak istediğiniz bir şey var mı bayan Miller?" dediğinde çok kötü bir ceza alacağımı anladım.


O liderdi ben de o lidere kafa tutan aptal ama kurnaz kızdım. Biraz düşününce parmağımı şıklattım. İşaret parmağımı ona doğrultarak,


"Eee aslında soyadınız olabilir bay... Evet soyadınızı bilmek istiyorum" güldü sadece güldü.


Acaba soyadını mı bilmiyordu? O buraya gelince kağıtta soyadı yazmıyor muydu?


"Ölsem de söylemem."


"Sebep? Sır mı?"


"Keyfim istemiyor, soyadımı bilmen sürekli bana benim gibi karşılık vermen demek"


Onu boğabilirdim. Keşke şu kuyuya itme imkanım olsaydı. Bunu düşünürken kuyuya bakıyordum. Luis benim ne yapmak istediğimi anlamış gibi kaşlarını çattı.


"Öyle bir şeyi anca bu şekilde düşünürsün" dedi.


Şeytanice gülümsedim ama yapamayacağımı bildiğim için gözlerimi devirdim. Buraya geldiğimden beri sürekli kaşlarımı çatıp gözlerimi deviriyordum. Bir robot gibi programlanmıştım sanki.


Sırılsıklamdım ve onunla uğraşamazdım. Geldiğimden beri Leo bana 12 tane kıyafet hazırlamıştı ve hepsi de mükemmeldi.


Kulübeye gidip bir tanesini giyindim. Kırmızı ve beyaz renkli detaylar vardı. Leo bu işte çok yetenekliydi. Kırmızı bir kıyafet giyindim bu sefer. Bana sürekli elbise yapıyordu. Onu yormak istemediğim için eşofman yapmasını istemiyordum. Saçlarım hâlâ ıslaktı ama umursamadım. Bir su bardağını alıp beyaz havluya döktüm. Havluyu yüzüme yaklaştırdım ve yüzümü sildim. Havluya bakınca gerçektende kirli olduğumu farkettim ama yine umursamadım. Kaşlarımı elimle düzelttim ve acıktığım için tekrardan aşağıya indim. Belki meyve falan bulabilirdim.


Isaac yine bahçedeydi. Zaten 7/24 zamanını bahçede geçiriyordu.


"Isaac! Bana verebileceğin meyve var mı?" dediğimde arkasını döndü. Elinde sulama kabı vardı ve yeni çıkan bitkileri suluyordu.


"Ekmek için mi?" Hayır anlamında başımı sallayarak reddettim ve karnımı okşadım.


"Yemek için" elini çenesine götürdü. Onun da eli toprak oluyordu ama yüzü bembeyazdı.


"Havuç ister misin?" reddettim. Canım şuanlık havuç çekmiyordu.


"Marul" reddettim. Ben meyve diyordum o bana sebze sayıyordu.


"Meyve yok mu?"


"Var ama akşam için hazırlıyorum" diye cevap verdiğinde dudaklarımı büzdüm.


"Açım ama" Omuz silkti. Açlıktan mı öleyim yani!


"Gıcık kokarca!"


Ağzımdan bir anda çıkan şeye kahkaha attı. Saçlarının şeklinden kokarca demiştim aklıma başka bir şey gelmemişti.


"Aptal sincap!"


Oflayarak oradan uzaklaştım ve yapacak bir şeyim olmadığı için biraz dolaşmaya çıktım. Orman yoluna girdiğimde amacım dolaşmaktı kaybolmak değil. Biraz yürüyüş yapacaktım. Zaten burayı defalarca dolaşmıştım. Kaybolacağımı sanmıyordum.


Gökyüzü günlük güneşliydi ve canım sıkılıyordu. Aklımda hatırladığım hiçbir şarkı yoktu. Eğer bir şarkı hatırlaya bilseydim şuan mırıldanmak isterdim. Neden şarkı hatırlamıyordum? Filmleri, dizileri, oyuncuları, sporcuları gibi şeyleri hatırlıyordum. Şarkıcıları bile ama şarkı aklıma gelmiyordu. Bu moralimi bozarken rahatlamak için göl yoluna doğru yol aldığımda ilk geldiğimde duyduğum çıtırtılı sesler gibi bazı sesler yüzünden gerildim. Adım, yaprak ve dal kırılma gibi çıtırtı sesleri vardı. Nereden geldiğine bakarken sesler yakınımdan geldiği için bir ağacın arkasına geçtim.


"Luis, eğer sensen hemen çık, uzatma!" diye bağırdığımda sesler devam etti. Adım sesleri durdu. Ben ağacın arkasında dururken ne olduğunu anlamak için kafamı ağacın önüne doğru çevirdim. Hiçbir şey yoktu. Belki de kedi falandır diye düşünüp ağacın arkasından çıktığım gibi ağaca hızla bir ok saplandı. Korkuyla yerimde bir çığlık attım ve geriye doğru sendelendiğimde bir ok daha saplandı. Okun geliş açısına baktım ama sadece koşan adım sesleri duyuyordum. Bunu atan kişi beni hedef almamıştı.


"Kim var orada!?" Cevap yoktu. Elimi ağaca koyarak rahatlamaya çalıştım. Etrafıma bakındım ama yinede kimsecikler yoktu. Normalde peşinden gitmem gerekiyordu. Ama tek başıma, ormanda, oku olan birinin peşinden gidecek kadar aptal değildim.


Ağaca saplanan oklara baktığımda okların ucundaki kağıtlar doğrudan dikkatimi çekti. Bunu atan kişi okun ucuna kağıt geçirmişti ve kaçmıştı. Bunu yapan her kimse buradakilerden miydi? Luis miydi yoksa? Ondan her şeyi bekliyordum.


Okları ağaçtan destek alarak çıkardım ve birinden kağıdı alıp ellerimin titremesini umursamadan açtım.


Kağıdı açtığımda gördüğüm ilk şey kandı. Adımın yazılı olduğu kağıt gibiydi. Bu kimin kanıydı. Kağıt da kan vardı. Bu gerçek miydi? Kağıt beyaz olması gereken yerde kıpkırmızı ve siyah kan izleriyle boyanmıştı. Bu normal boyada olabilirdi ama saf kan kokusu geliyordu. Hangi psikopat böyle bir şey yapardı ki?


Siyah kurumuş kan izleri ve kanın üstünde de siyah mürekkepli kalemle yazılmış el yazısı vardı. Birisi oyun mu oynuyordu? Kağıdı katladım ve cebime koyup, tekrardan çevreme bakındım. Luis'e vermem gerekiyordu. O ne olduğunu anlardı.


Koşarak köyün yolunu tuttum. Korkudan ve gerilimden koşuyordum. Rüzgâr saçlarımı yine arkaya doğru uçuruyordu. Köye yaklaştığımda bir ağacın arkasından Luis pat diye çıkınca korkuyla tiz bir çığlık attım. Kalbim adrenalin patlaması geçiriyordu. Önüme bir andan çıkınca dengemi kaybedip yere düşücektim.


"Ne yapıyorsun burada?" Ona biraz soluklanarak ve elimi hızlı atan kalbimde tutarak baktım. "Asıl senin ne işin var?" dediğimde elimdeki oklara baktı. Eliyle okları işaret etti. "Ne bunlar?"


O bana göre baş şüpheli olduğu için hiç düşünmeden,


"Sana sormam gerek, ne bunlar? Oyun mu oynuyorsun?" dedim, ardından kaşlarını çattı.


"Malia uzatma! Bu okları nereden buldun?" derken sesi ciddiydi. O yapmamıştı, peki bunu atan ve yazan kimdi?


"Köye gitmemiz lazım! Orada anlatırım" dediğimde endişe ve korkuyla bana baktı. Elimde ki okları ona verdim. Eliyle biraz inceledi. Tekrar soru soracakken elimle konuşmasın diye onu durdurdum. Zaten adrenalinden başım ağrıyordu onunla konuşmak bile istemiyordum.


Köye koşarak gittiğimizde Luis, "Herkes toplantı alanına gelsin!" diye yüksek sesle bağırdı. Birkaç saniye içerisinde herkes uğraştığı işleri hemen bırakıp toplantı alanına doğru koşarak gitmeye başladılar.


"Bir sorun mu var?" Stewart yanımıza gelince kafamı bilmiyorum anlamında salladım. Alex ve Lucas da kulübeden indiler ve yanımıza geldiler. "Malia, yine ne yaptın?" Kaşlarımı çatarak, "Sanki bütün olayları ben çıkartıyorum!" diye bağırdığımda kafasını alayla iki yana salladı.


Toplantı alanı boş ve açık bir alandı. Bir masa ve birkaç tane sandalye ile döşenmişti. Çevremizde fısıltılar vardı. Luis elindeki okları masaya koydu. Ben de oklardan çıkardığım ve cebime attığım kağıtları çıkarıp açtım. Kurumuş kanla kaplı olan kağıdı aldı ve elini kağıdın üstünde gezdirdi. Acaba bu kanlar labirente giripte kurtulamayan kişilerin kanları olabilir miydi? Herkesin duyabileceği derecede bir sesle okumaya başladı. Ses bile çıkmasın diye nefes almayı bırakıp dikkatle yazanları okumasını dinledik.


"Ölüm bir nefes kadar yakın,


Yaptığınız hareketler,


Verdiğiniz nefesler,


Yediğiniz veya içtiğiniz yiyecekler,


Hepsi biliniyor, görünüyor.


12 yıllık yaşamdan,


Alınacaktır bu canlar.


Kalan enkaz yığınında,


Bulunacaktır bu ruhlar.


Bir zelzele yoluyla,


Yıkılacaktır her yer.


Labirent son çıkış yolunuz,


Yaşamla ölüm arası.


Kurtulmak için şans lazım,


Hız lazım, güç lazım.


Fedakarlık olacak.


Ölüm olacak.


Labirent son çıkış yolunuz.


Yoksa cesediniz kokacak!"


Son kısmı büyük bir tehditkar imayla okumuştu. Boynundaki damarlar belirginleşmişti. Ağır ve öfkeli nefesler alıyordu. Luis kağıdı masaya sertçe vurarak bıraktığında kimseden tek bir ses bile çıkmıyordu. Herkes korkuyla dilini yutmuştu. Her birimizin gözlerine baktı.


Gözlerim, gözleriyle buluştuğunda tekrardan tsunamiye dönüşen korkutucu ve kim ona bakarsa baksın, onu boğacak gözlerine baktım.


"Luis... neler oluyor?" diye söze girdi Teo. Luis, Carl'a doğru bir göz hareketi yaptı. Carl başını salladı ve bizden uzaklaşıp bir kulübeye girdi. İki dakika boyunca kimseden ses çıkmadı. Carl, elinde kahverengi minik bir sandıkla döndü ve masaya bıraktı.


Luis sağ elini sandığa koyup yavaşça  kapağını açtı içinde altı tane daha kağıt vardı ve kan lekeleri çok belirgin bir şekilde gözüküyordu. Eline bir kağıt alıp açtı. Teo ve Leo da sandıkların içindeki diğer kağıtları açıp masaya yerleştirdi.


Kağıtların üstünde büyük harflerle 'Zamanı gelince' yazıyordu. Ne zamanından bahsediyordu?


Sonra bir kağıt daha koydu masaya bu kağıt diğerlerine göre daha büyüktü ve diğerlerinden aksine mürekkeple değil kanla yazılmıştı. Gözlerim dolmaya, kalbim teklemeye başlamıştı. Kağıt da, büyük harflerle 'ÖLÜM ÇOK YAKIN' yazıyordu. "Bu da ne demek!?" Kimse beni umursamadı. "Luis, neler oluyor?" Diye bağırdığımda orta derecede bir sesle, "Zamanı geldi" dedi.


Taksit taksit konuşuyordu ve beni çıldırtıyordu. "Ne zamanı?" sesimi kontrol edemiyordum. "Birisi mantıklı bir açıklama yapabilir mi?!" diye sakince ve anlam veremeyerek devam etti Stewart. Luis, Isaac'e baktı ve kafasını bana doğru salladı. Beden hareketlerini az çok anlıyordum. Isaac'in anlatmasını istiyordu.


Isaac, "12 yıldır yani her iki yılda bir, biri tarafından oklarla mesajlar verilir. 4 kez 'Zamanı gelince' yazıyordu bu kağıtlarda. Sonra yani iki yıl önce ise 'ÖLÜM ÇOK YAKIN' yazıyordu. Başka hiçbir haber yoktu. Ölüm yakındı ama başka bir mesaj olmadığı için sadece bekledik... Ve galiba zamanı geldi. Bu bir ölüm mesajı. Eğer yarına kadar buradan çıkmış olmazsak hepimiz öleceğiz."


"Buradan nasıl çıkabiliriz acaba?! Bunu düşünen oldu mu?" diye imalı bakışlar atarak soğuk bir sesle konuştuğumda Delly, "12 yıl diyoruz Malia! Sence boş mu durduk?" dedi sertçe. Bana kaşlarını çatarak bakıyorlardı. Şimdi suçlu ben miydim? Biraz sert tepki vermiş olabilirdim ama bu bakışlar bunu açıklamıyordu.


Frost edindiğim tecrübelere göre buranın en kolay sinirlenen, en kaba ve beni öldürecekmiş gibi bakan tek kişiydi. İlk geldiğimde yaptığı küstahlıktan sonra onunla konuşmamıştım. Şuan çaprazımda duruyordu ve öfkeyle verdiği nefesleri çok net duyabiliyordum. Bana bakarken gözlerimi kaçırdım. Ellerini yumruk yaparak masaya vurdu. Sonra da sol eliyle Luis'e beni işaret işaret etti.


"Ne büyük tesadüf ki 12 yıl boyunca gelen tek kız sensin. Bu mektubun gelmesi senin işin öyle değil mi?! Senin yüzünden ölümlü bir yola giriş yapacağız! Lanetlisin ki buraya geldin, açıkla Malia... kimsin sen? Senin burada ne iş-" diye bağırınca Luis masaya yumruğunu sertçe vurdu. Bu beklemediğim bir şey olduğu için yerimde zıplamıştım. Frost'un sözleri üzerine beynimden vurulmuş gibi oldum.


Canım hiç olmadığı kadar yanmıştı. Bunların sorumlusunun ben olduğumu öne sürmüştü. Burnumun sızlamaya başladığını hissediyordum. Kolay kolay ağlamazken Frost'un bu sözleri beni yirmi yerimden bıçaklamış gibiydi. Beni suçluyordu. Benden şüpheleniyordu.


Luis kısık gözleriyle Frost'a,


"Frost," dedi Luis masaya yumruğunu vurarak. "O sesini alçalt ve doğru konuş! Her şeyden önce karşında bir kadın var. Malia ile hiçbir alakası yok bu olanların! O olmadan öncede mektuplar geliyordu! Ayrıca gelmesi üzerinden 1 hafta geçti. O olmasa bile aynı mesaj yine gelirdi! Burada lanetli olan sadece Malia değil hepimiziz. Bir daha bu şekilde hadsizce bağırırsan ve sorup sorgulamadan insanları yargılarsan sonuçlarına katlanırsın. Aynısı sizin içinde geçerli bayan Miller. Bu köyde kargaşa istemiyorum. Kimse kimseye iftira atmayacak. Eğer iftira atılmasına izin verseydim önce sana atılırdı Frost. Sen unuttun ama ben hatırlatayım. Sen buraya geldikten 2 gün sonra mektup gelmişti. Tam 4 yıl önce!" diyerek ve sonda laf çarpıtarak sakin bir sesle sesini herkese duyurarak bağırdı.


Sanki az önce bir ateştim ve üstüme buz gibi su dökülmüştü.


Sanki hep karanlıktaydım ve birisi beni elimden tutarak beni güneşe çıkartmıştı.


Sanki bir savaşın içindeydim ve birisi bana siper olmuştu.


Sanki ölü bir bedendim ve birisi ruhumu bana geri vermişti.


Frost olduğu yerde donarak yan gözle bana baktı. Bu sefer gözlerimi kaçırmadım sanki arkamda bir ordu varmış gibi omzum dik bir şekilde ona baktım. Luis beni korumuş, desteklemişti. Frost'un bana o sözleri söylemesine izin vermemişti. Bu hareketi sanki ilk kez ona karşı bir merhamet duygusu beslememe vesile olmuştu. Burada sözü geçen ilk kişiydi ve bu özelliğini az önce beni savunarak kullanmıştı. Öyle bir etki bırakmıştı ki fırtınalı gökyüzümde sanki gökkuşağı açtırmıştı.


Harry, Luis'e bakarak eliyle izin aldı. Bu hareketi çekindiğini gösteriyordu. Luis, Harry'e dönerek konuşması için başını salladı. "Peki şimdi ne yapacağız? Çantaları hazırlamaya başlayalım mı?" Luis yine başını salladı. Ellerini birleştirip birkaç kez çıtlatıp bir of çekti. Masadaki kağıdı eline alıp bize bakmadan, "Hazırlıklara başlayın cehennem ateşi bizi bekliyor." dedi.


Sonra bakışları bize döndü. Kafasını omzuna yatırarak,


"Isaac, Teo, Leo ve Delly siz yiyeceklerden sorumlusunuz." Başlarını sallayıp masadan uzaklaştılar.


"Stewart, Lucas, Alex, Harry ve Joe siz bazı işe yarar aletlerden sorumlusunuz. Halat, çekiç, testere gibi" testere derken sesi titremişti ama olası her durum için bu gerekliydi.


"Jack, Max, Peter ve Nino siz mağarayı kontrol edeceksiniz, Leo size koruma eldivenlerini verir. Eğer bizi labirente çekiyorlarsa önlem almamız gerek, her birinizde meşale olsun tuzak kurmuş olabilirler." Stresle başlarını yarım yamalak salladılar.


"Son olarak Ron, Carl, Tom ve Frost siz ise labirente gideceksiniz, bu sadece bir tuzak olabilir gidip kontrol edin. İşiniz hızlı biterse diye içecek stokları da sizde. Issac bunun için sizi bilgilendirir." labirentin adı bile tüylerini diken diken ediyordu. Herkes masadan ayrılınca bir şey kafama dank etti. Ben ne yapacaktım? Luis'e bakıp tam bir şey diyeceğim sırada elini kaldırdı ve beni susturarak sözümü kesti.


"Hayır!"


"Ne hayır?"


"Sen hiçbir şey yapmayacaksın!" dedi zihnimi okur gibi. Bari önce sorsaydım, bu şekilde tuhaf hissetmiştim. Kaşlarımı merakla yukarı kaldırarak, "Nedenmiş o?" diye sorduğumda çocuk gibi ellerini açtı.


"Sana görev kalmadı, Hepsi puf! Bitti."


"Sen ne yapacaksın pardon!"


"Her şeyi, bütün kontroller bende. Sen kır dizini otur." dediğinde bunu sırf kız olduğum için dediğine emindim.


"Kız olduğum için mi?" Diye sordum dudaklarımı büzüp, kaşlarımı bir çizgi haline getirerek. "Ben cinsiyet ayrımcılığı yapmam. Verdiğim işler sana göre değil. Ayrıyetten daha yeni geldin sayılır, zarar görmene şuanlık izin veremem." dediğinde beni önemsediğini farkettim. İster istemez dudaklarım kıvrıldı. Tek kaşını kaldırdı ve ciddi halini bir anda kaybedip güldü.


"Beni deli ediyorsunuz bayan Miller!"


"Siz zaten deliydiniz bay... söylemeyeceksin değil mi?" Başını sallayarak reddetti. Gözlerim devrildi. Bu gözlerimi yerinden çıkartmak istiyordum.


🕸🕸🕸🕸🕸


Kulübeye girdiğimde Stewart ve Lucas çekmecelerden buldukları her ıvır zıvırı yere dizmişlerdi. Alex ise hâlâ çekmeceleri kurcalıyordu. Üst kattan sesler geliyordu yukarı çıktığımda Joe ve Harry'nin odayı alt üst ettiklerini gördüm. Yastıklar -saman dolu çuvallar- yerdeydi ve yırtılmıştı.


Örtüler yerdeydi. Yataklar dağılmış çekmeceler indirilmişti. Depremi bunlar yaratmıştı. Bu halleri tüm ciddiyet seviyemi bozuyordu. İçimden gülüyordum. Joe kahverengi saçlarını düzeltti ve aynı renk gözleriyle bana bakarak, "Yardım etmekten çekiniyorsan hiç çekinme. Utanma ve gel yardım et." dediğinde güldüm.


Omuz silktim ve aşağıya indim. Aşağıya inerken yukardan Harry'in "Luis'in koruması altında. İş yapamaz, sakın bu dediğini duymasın dilini kopartır." dediğini ve güldüğünü duydum. Böyle söyleyince moralim bozulmuştu. Ben kendimi koruyabilecek kadar güçlüydüm ona ihtiyacım yoktu. Luis benim iş yapmamı istemiyordu derken unuttuğu bir şey vardı. Kimse bana emir veremezdi.


Ona hiç mi hiç ihtiyacım yoktu. Kendi işimi kendim halledebilirdim. Benim liderim o değil bendim. İç sesim bana karşı koyarak, 'ona ihtiyacın var aptal yaratık' dediğinde somurttum. Galiba Luis'e özeniyordu. Boğazımı temizledim ve Stewartlara el sallayarak kapıya yöneldim. Lucas arkamdan, "Yardımların için sağol" diyerek seslendiğinde ona döndüm.


"Bahçivanlık yapasım var" göz kırptığımda o da kendi işini gösterdi. "Biz kendi işimizi kendimiz seçemiyoruz malesef." Ellerimi 'yapacak bir şey yok ' dermiş gibi açtım, sonra da boşluğa bırakarak dışarı çıktım.


Bahçeye ilerlerken göz alanıma ilk önce Teo girdi. Bahçe işinde tıpkı bana benziyordu. Yerde ekili olan havucun yeşil yapraklı sapından tutmuş kendine doğru çekiyordu. Ayakları yerdeydi ve ondan güç alarak kendisini arkaya doğru çekiyordu. Havuç bir çıksa yeri boyluyacağından habersizdi. Tam da düşündüğüm gibi olmuştu. Teo havucu çıkması için zorlarken aniden topraktan çıkmış onu geriye doğru sırt üstü düşürmüştü. Yorgun nefesler alarak başını yere yasladı. Kucağında bir karış büyüklüğünde havuç tutmuştu. Buradan bakınca çok sevimli duruyordu.


Leo bıkkın bir ifadeyle eliyle alnına vurdu. Sinirden gülmeye başlarken ona elini uzatıp kalkması için yardım etti. Isaac onlara yan gözle bakıp göz devirirken profesyonel bir şekilde havuçları çıkartıp diğerlerinin yanına koydu. Delly ise onlara bakıp gülüyor, marulları bir kova suyla temizliyordu.


Onların yanına doğru yürüdüğümde Isaac bana bakarak, "Benim kaçak çırağım da buradaymış! Hayırdır hangi rüzgâr attı seni buraya." Ona yaklaştığımda sırıtarak omzuna dokundum. Omuzlarımı kaldırıp indirdim.


"Tamamen can sıkıntısı. Bay bilmiş lideriniz tsunami göz bana emir veremez. Diğer konuya gelecek olursam, beni çırak almamalıydın." dediğimde alay ederek baş parmağıyla onayladı.


"Pardon da seni ben almadım sincap! O kadar iş tercih hakkın varken sen pinti pinti kendi ayaklarınla geldin yanıma."


Diyecek bir sözüm yoktu. Çünkü evet haklıydı. Kimse beni zorla buraya sokmamıştı ben kendi isteğimle gelmiştim. Dudaklarımı içeri büzerek başımı eğdim ve yeni bir havuç avında olan Teo'yu gördüm.


Teo havuçlarla kavga ederken onun yanına doğru dizimin üstüne çöktüm. "Neler oluyor bakayım? Ne alıp veremediğin var toprağın havucuyla?" bir çocuk gibi elini gösterdi. Parmakları havuç yüzünden su topluyordu. Sapları çekmekten eli kızarmıştı.


Oflayarak, "Bu havuçlar neden bana inat ederken, Isaac'e itaat ediyor? Kesin büyü yaptı bu suratsız toprağın havucuna!" bu yakarışları söylerken o kadar ciddi ve tatlıydı ki kahkaha attım. Benim kahkahama şaşkınlıkla bakarken istemsizce o da gülüp havucu bıraktı. Biz ölüme gidiyorduk ama kahkaha atıyorduk.


"Ruh hastaları!" dedi Delly marulların olduğu çuvalı yere bırakarak. Yalan değildi, doğrudan üzerime alındım. Teo'yla uzun bir uğraş sonucu nihayet yedi tane havuç çıkarabildik. Yarın labirente girecektik ve ölümle el tokalaşacaktık. Artık elimizi tutup bizi kendisine çekerek sarılır mı yoksa biraz bekleyip sadece tokalaşır mı yakında öğrenecektik.


Ölüm kulağa çok korkunç geliyordu. Bir insan ölürken ne hissederdi? Ölüm ne kadar yakındaydı? Kim öleceğini bile bile kendisini ateşe atardı. Biz atıyorduk işte. Burada kalırsak da ölecektik labirente girincede ölecektik. Seçim şansımız yoktu. Ama belki bir umut ışığı çıkardı yolumuza ve kurtulurduk. İşte bana göre en acı verici kelime buydu... belki.


Biz bahçeyle uğraşırken diğer herkes büyük avcı ve izci çantaları hazırlamıştı. Kulübelerin dışına bırakıyorlardı. Saatlerce çalıştık ve oldukça erzak çıkardık. Ben ve Isaac onları çuvallara koyarken Leo son kontrolleri yapıyordu. Delly ve Teo ise bahçedeki meyvelerin hepsini toplamıştı. Yaptıkları tahtadan merdivenle ağaçların hepsini sömürmüşlerdi.


Delly elma toplarken ayağını koyup destek aldığı dal kırılmıştı. Elinde tuttuğu sepetin içindeki bütün elmalarda doğrudan Isaac'in üstüne düşmüştü. Biraz bağırışlar, gülmelerden sonra Delly sarılmak istemişti. Bunda hiçbir sorun yokken Isaac tribe girmişti. Delly'nin ona sarılmaması için Leo'nun arkasına geçmişti. Teo ve ben deli gibi gülüp nefessiz kalırken Leo aradan çekilmişti. Delly yapışkan koala gibi Issac'e sarılmış ve yanağından öpmüştü. Bu beni bile şasırtmıştı. Delly'nin yaptığı bardağı taşıran son damlaymış gibi Isaac içi su dolu kovayı onun suratına boca etti. Ben ve Luis gibi. Bütün bunlar olurken 3 çuval elma, 1 çuval böğürtlen, 2 çuval armut, 3 çuval mandalina ve 2 çuval erik toplayıp paketlemiştik. Gideceğimiz yerde bizi neyin karşılayacığını bilmiyorduk o yüzden her ayrıntısıyla hazırlık yapıyorduk. Çok eğlenceli dakikalar geçirirken bir sesle durdum.


"Malia!"


Luis bana seslenince çuvaldan başımı çekip ona baktım. Beni eliyle gelmemi işaret ederek yanına çağırıyordu. Çuvalı Issac'e bırakıp onun yanına gittiğimde bizim kulübenin önünde durmuş aletlere bakıyordu. Toz içindeydi, terlemişti ve yorgun görünüyordu.


"Evet, ne vardı?"


"Sana çalışmamanı ve oturmanı söylemiştim."


"Bende sana senin emirlerin benim umurumda değil demiştim. Canım yardım etmek istedi ve yardım ettim. Oldukça da eğlenceliydi. Sen yan gelip otur tabi, sonuçta işlerini yapacak kölelerin var." dediğimde başta tebessüm eden bakışı keskin bir hâl aldı. Çenesi son cümlemin etkisiyle seğirdi ve sağ eliyle birden sol kolumu sıkıca tuttu.


"Doğru konuş Malia! Dediklerini kulağın duysun. Benim sadece oturduğumu mu düşünüyorsun? Saatlerdir ormanda ağaç kesiyorum. Sence bütün bunları nasıl yaptık? Oklar, merdiven, kulübeler hepsi tahtadan. Sabahtan beri labirente girince soğuk olursa diye 8 ağaç kestim. Sen unuttun galiba, labirente giriyoruz. Oradaki hiçbir şey buraya benzemez. Bir daha güneş bile göreceğimizi düşünmüyorum. O yüzden sinirimi bozacak cümleler kurma. Tamam liderin değilim ama beni dinlemen gerek. Çünkü eğer ölürsen..." sustu. Başını iki yana doğru sallayıp elini kolumdan çekti.


"Eğer ölürsem ne? Ne olur?"


"Yok bir şey." dönüp gidecekken bu sefer ben onun kolunu tuttum. Elim sağ kolunu sıkıca tutarken bana döndü. Yutkunarak gözleriyle bizim kulübenin önündeki alet çuvalını işaret etti. Bakışlarımı oraya yönlendirdiğimde konuyu değiştirmeye çalıştığını anladım. Bir şey diyeceği sırada onun bana yaptığı gibi elimi kaldırıp susturdum ve sözünü kestim.


"Ne diyecektin? Eğer ölürsem ne olur?"


"Ölmüş olursun."


Sol eliyle onu tuttuğum elimi çekip bizim kulübeye yöneldi. Öleceğimi bende biliyordum. Ama gözleri başka bir şey diyecekmiş gibi bakıyordu. Gözler doğruları söylerdi lakin o yalan söylüyordu. Onun peşinden giderek kulübenin önünde durdum. Eliyle aletleri işaret ederek bana gösterdi. Genelinde bıçak, ok ve yay, el yapımı olduğu çok belli olan el bombası, halat ve sopa vardı.


"Neden bu kadar fazla?" diye sorduğumda, "Kendimizi korumak içinler... gel benimle!" dedi. Birkaç saniye arkasından ona doğru baktım. Sonra oflayarak peşinden gittim.


Geldiğimiz yer ormanın biraz içindeydi. Küçük bir kulübeydi. Daha çok atölye gibi bir yerdi. İçeride tamirat yaparlarken kullandıkları alet edevart eşyaları vardı. Çivi, vida, çekiç, testere gibi...


İçeri geçtiğimde ne yapacağımız hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. Biraz etrafa baktığımda oldukça titiz kullanılan bir atölye olduğunu gördüm. Pencerelerin önünde bembeyaz bir perde, temiz büyük bir masa, üç raflı çekmeceler, duvarda asılı büyükten küçüğe doğru sıralı testereler, biraz tozlu gri önlükler ve belli bir yerde üst üste konulmuş yakılacak odunlar. Yerde iki tane kilim vardı. İçerisi oldukça düzenliydi ve otoriter duruyordu. Bu atölyeyi nasıl bu kadar temiz tuttuğuna şaşırmıştım.


Üstünde birkaç alet edevart olan masanın önünde durdum ve işaret parmağımı masanın üzerinde gezdirip baktım. Neden bu kadar temizdi? Hatta parmağımı masada gezdirirken parmak izim çıkmıştı.


Atölyenin içinde biraz gezindim. Elimle çekmecenin kulpanı çekip içine baktım. Birkaç tane kağıt vardı, karıştırmaya devam ediyordum.


"Kurcalama." dedi sakin bir sesle. Önemli bir şey yoktu o zaman. Somurtarak çekmeceyi kapattım. Hem zaten kurcalamıyordum, inceleme yapıyordum. Altında ki çekmeceyi açacağım sırada bir anda yanımda belirip eliyle engelledi.


"Kurcalama dedim! Özel hayata saygı denilen bir şey var."


"Nasıl bir özel hayatın olabilir ki?"


Gözlerini kısıp bu sözümü hiç umursamadan yanımdan ayrıldı. Aklım bu çekmecede kalmıştı. Ne gibi bir özel eşyası olabilirdi ki? Gerçek hayatımızı hatırlamıyorken hemde. Arkası dönükken ve bir şeylerle uğraşırken elim tekrardan çekmecenin kulpuna gitti. Yavaşça açarken tozlu, kahverengi bir defter yanında da mürekkepli tüy kalem gördüm. Çekmeceyi biraz daha açarken, "Hey! Sana özel diyorum anlamıyor musun?" diye bağırarak hızlı adımlarla yanıma gelip çekmeceyi tekrardan kapattı.


"Ne yazıyor o defterde?"


"Seni ilgilendirmez"


"Merak ediyorum ama. Yanında da tüy kalem vardı. Ne yazıyorsun o deftere?"


"Seni ilgilendirmez dedim Malia!" Atölyeyi inleten sesiyle bağırdı. Bana fazla bağırıyordu. Beni kız olarak görmüyordu sanki. 12 yıldır burada benden başka kız olmadığı için nasıl davranacağını unutmuştu. Bir de Frost'a ayar veriyordu. Sabır, sabır gerçekten sabır.


Oflayıp somurturken kollarımı göğsümün altında kendime doladım. "Biraz daha nazik olamaz mısın acaba?" dediğimde alayca güldü.


"Sana nazik bir şekilde kurcalama dedim ve pek bir etkisi olmamış anlaşılan. Kibarlıktan da anlamıyorsun sen."


"Ben mi?! Sen gerçek-" Sağ eli benim ağzımı kapattığında kaşlarımı çattım. "Eğer tek kelime bile edersen sana göstereceğim şeyi rüyanda görürsün. Hatta bir daha huzurlu bir uyku çekmeyeceğin için rüyanda bile göremezsin." başımı merak ettiğim için hafiften salladığımda elini çekti.


Galiba onu sinirlendiriyordum.


Yanımdan tekrardan ayrılıp deminden beri uğraştığı büyük, krem renkli, geniş bir sandık ile geldi. Onu tozlu masaya bıraktı ve eliyle işaret ederek açmamı istedi. Elimi sandığın üstünde biraz gezdirdim. Sonra emin mi diye kontrol etmek için ona baktım. "Açacak mısın?" Galiba açmamı istiyordu.


Hadi ya, ciddi misin?


Hatta bunun için heyecanlı gözüküyordu. Ellerimi sandığın kapağına koyup yavaşça açtım ve içinde ki şeylere ağzım bir karış kalmış bir şekilde baktım.


Yay, ok, tirkeş ve hançer vardı. Ama hayatımda gördüğüm en güzel şekilde. Emekle ve saatlerce uğraşla yapıldığı her haliyle belli oluyordu.


Yayın rengi kahverengiydi, siyah ve sarı parlak renkleriyle sivri uçlu üçgen desenleri vardı. Çok güzel görünüyordu. Elim uzun bir süre yayın üstünde gezindi. Luis yayı kutudan çıkardı ve elime verdi. Büyük bir şaşkınlıkla bir elime bir Luis'e bakıyordum.


Sonra okları inceledim. Kahverenginin en açık tonu olan okların arkalarında sivri beyaz tüy gibi bir şeyler vardı. Okun ucu çok sivriydi ve gümüştendi. Bu gümüşün kanla kaplanma ihtimalini düşündüm ve ister istemez modum düştü. Luis oklardan bir tanesini elime sıkıştırıp, okun arka köşesini yaya sabitledi ve bana tutuşunu gösterdi. Kutunun içinde okları koymak için bir tirkeş vardı. Ok ve yaya uygun ve sırtıma koymak için olan yeri örgülüydü. Kelimenin tek anlamıyla üçüde mükemmel görünüyordu.


Ben yayı tutarken Luis kutunun içinden son olarak hançeri çıkardı. Hançer siyah kınısının içindeydi. Kınının çevresinde gümüşten desenler vardı. Yayı Luis'e uzattım ve hançeri aldım. Tozlu değildi ama elimle sildim. Bu gerçek miydi? Hançerin sapından tuttum ve nazikçe kınısından yukarı kaldırdım. Çıkardığı ses bunun gerçek olduğunu gösteriyordu. O kadar büyülenmiştim ki konuşmayı bile unutmuştum. Elimi biraz da hançerin üstünde gezdirdim. İşaret parmağım hançerin ucuna değdiğinde oldukça sivri olduğunu anladım. Luis'e baktım, dudakları hafif kıvrılmıştı.



"Bunlar çok güzel" başıyla hemen onayladı.


"Beğenmene sevindim. Üç yıldır kusursuz silahlar yapmaya çalıştım. Bunlar da yaptığım en kusursuzları. Okların ve hançerin ucu gerçekten çok keskin. Saatlerce onları sivri yapmak için törpüledim. Yayda tahmin ettiğinden daha sağlam. Kauçuk ağacından yaptım. Kırılması için biraz uğraşman gerek. En uğraştığım parçalar."


Beğeni dolu bakışlarım onların üstünde dolaştığında Luis'e dönerek, "Bunlar senin mi? Gerçekten sen mi yaptın? Mükemmel olmuşlar." dediğimde başını yana doğru hafiften salladı.


Eliyle göstererek, "Artık seninler." dediğinde tam kafamı masaya çevirecekken tekrardan şaşkınlıkla ona dönüp baktım. Bunlar benim miydi? Neden bana veriyordu?


"Nasıl yani bunlar benim derken? Hepsi mi?! Neden? Nereden çıktı şimdi bu? Bunlar için gece-gündüz uğraştığın belli. Ben alamam bunları. Çok güzeller ama bunlar senin Luis. Hem ben-" çenesi seğirdi. Derin bir nefes çekti ve yine sözümü keserek,


"Kes sesini! Şuan bunları dinleyecek zamanım yok. Hem söylediğin bütün her şey aynı anlamı taşıyor. 'Bunlar senin' demek, bunlar senin demek. Zor değil. Evet doğru, gecemi gündüzüme kattım ama sana vermek istiyorum. Anlarsın ya hediye olarak. Tehlike anında kendini böyle savunacaksın. Teo seni çalıştırır, yarına kadar eğer aptal değilsen öğrenirsin. Meraklı yaratık!" dediğinde sevinçten yerimde kısık sesle bağırdım ve gram düşünmeden kollarımı açarak boynuna atladım.


Onun boynuna yetişmek için parmak uçlarımdan destek almıştım. Luis'in elleri açık kalmıştı bana sarılmıyordu. Bu hareketimle onu şaşırtmıştım. Sadece onu değil kendimi de şaşırtmıştım. Ben ne yapıyordum böyle? Kalbim hızlı atmaya başladı. Beynime jeton daha yeni düştüğünde biraz telaş yaptım. Resmen onun boynuna atlamıştım. Yaptığım en utanç verici şey bu olabilirdi. Yerimde kıpkırmızı kesilirken ve kalbim yuvasını terk edecekken hemen geriye çekilip kollarımı boynundan çektim. Boğazımı temizleyerek omuz silktim. Heyecandan biraz kekelemeye başladım. "Sevinçten... normal," dediğimde tekrarladı.


O da benim gibi omuz silkti. "Normal tabi." yüzündeki hayrete düşmüş ifadeye bakınca ciddi kalamıyordum. Gülesim geliyordu. Hatta içimden taksit taksit kıkırdıyordum. Gözlerini benden kaçırıyordu. Onu utandırdığıma inanamıyordum.


Boğazını temizleyerek yalandan öksürdü. "Eee Teo'ya söyle seni çalıştırmaya başlasın. Hemen şimdi." dediğinde beynime jeton yeni düştü. Ben atış yapmayı yarına kadar öğrenemezdim.


"Bi'saniye bi'saniye ben bunu yarına kadar öğrenemem ki!"


"Öğrenmek zorundasın"


Galiba biraz yorulacaktım. Nişan almayı birkaç saatte öğrenmem imkansızdı. "Merak etmeyin bayan Miller. Teo iyi bir nişancıdır, size hemen öğretir."


Tirkeşi omzumdan geçirdim ve sırtımda yeni yerini aldı. Luis okları içine koydu. Elbisemin cebine de hançeri geçirdim ve yayı elime alıp ortasından tuttum. Heyecan tüm bedenimi sarmıştı. İçimde ki ses 'Umarım kullanma fırsatın olur' diyordu ama tehlikeli bir şey olmasını istemiyordum. İç sesime, "Umarım kullanmama gerek kalmaz" dedim.


Dışarı çıktığımda Luis yolu göstererek köye doğru yürümeye başladık.


"Neden atölyeyi buraya kurdun?"


"Yeni bir soru mu?"


"Evet"


"Yalnızken daha rahat çalışabiliyorum." halbuki yalnızlıktan korktuğunu söylemişti.


"Yalnızlıktan ne zaman korkmayı bıraktın?" dediğimde yürümeyi kesti. Ona döndüğümde yine benden gözlerini kaçırdı. "Bu konuyu açmaya gerek var mı?"


"İstersen kapatırım"


Sakin bir sesle, "Kapat o zaman" dedi. Duygu değişimleri gerçektende çok hızlıydı.


Hiç konuşmadan köye geldiğimizde Isaac'lerin yanına bahçeye giderken eliyle ıslık çaldı ve Teo'yu yanımıza çağırdı. Teo sanki dünyanın en iyi haberini almış gibi güle oynaya yanımıza geliyordu.


"Çok iyi zamanlama. Yoksa Isaac'i toprağa gömecektim." Luis ona kaş göz yapıp elimde ki yayı gösterdi. "Vayy, süper olmuş! Hayırlı olsun Malia." Teşekkür anlamında kafamı salladığımda Luis, "Sana emanet, yarına kadar öğrenmesi lazım" dediğinde Teo da şaşırıp kaldı.


"Bu imkansız! Yarına kadar nasıl öğreteyim? Delly bile en erken üç hafta da zar zor öğrendi."


"Bu imkansızı başar o zaman Teo. Elini soğuk sudan çıkarma ve hiç mola verme!" Ne demek mola yok! Bu adam ciddi miydi?


"Yorgunluktan kendimi yiyeceğim. Peter da iyi bir okçu. O yardım et-"


"Teo!"


"Offf ya!" Teo istemsizce başını salladı ve tebessüm ederek benim koluma girdi. Beni başka bir yöne yürütürken Luis'e döndüm. Bana göz kırptı. Kesin kemiklerimden ayrılacak kadar yorulacaktım.


"Artık benim çırağımsınız. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz bayan Miller" diye Luis'i taklit edince kısık sesle güldük.


"Bana işkence çektirmediğiniz sürece iyi bir çırak olurum bay... soyadın neydi?" soyadlarını bilmeden böyle konuşmak beni sinir ediyordu. Aslında Luis söylemişti ama unutmuştum. Umarım Luis gibi Teo da söylemezlik yapmazdı, öyle bir şey olursa daha başlamadan istifa ederdim.


"Tyrell" dedi. Rahatlayarak nefesimi verdim. Sonra cümlemi tekrar ederek, "Bana işkence çektirmediğiniz sürece iyi bir çırak olurum bay Tyrell. Mesela insafsız Isaac benim canımı okuyordu. Lütfen siz de öyle yapmayın." dediğimde soyadını söylediğim için sanki kuş kadar hafiflemiştim.


En kötü özelliğim burnumun dikine gitmek ve bana nasıl karşılık veriyorlarsa öyle karşılık vermekti. En iyi özelliğim de bunlardı. Kılıç savaşına eğer silah götürürlerse bende aynı karşılık verirdim ve silahla giderdim. Beni vurdukları gibi onları vurmaya bayılıyordum.


"Merak etme seni onun gibi yormayacağım" dediğinde tebessüm ettim.


Teo'yla çok iyi anlaşıyordum. Atış alanına giderken kol kola birkaç dedikodu yaptık sonra sanki hiçbir şey konuşmamışız gibi 'neyse' diyip geçtik. Teo iyi dedikodu yapıyordu. Beden hareketlerini çok iyi kullanıyordu ve sanki bir şey anlatırken sadece anlatmıyor o ânı yaşıyordu. Kızdığı zaman gerçekten kızıyordu yanımda eski bir anıya sinirlendi. O anlattığı eski anıya sonra da kahkahalarla güldü. Ben anlattığı şeylere değil onun gülüşüne ve tatlılığına gülüyordum.


Yol boyunca gülmekten sürekli yamuk yürüyordum o yüzden sallana sallana gidiyorduk. Atış alanına gelmemiz beş dakika sürmüştü ama biz bu kadar kısa zamanda hayatın özetini çıkartıp psikolojimizi alt üst etmiştik. Gülmekten karnımla çenem ağırmıştı. Atış alanına geldiğimizde biraz etrafı incelemeye başladım. Altı tane çit vardı ve saman dolu çuvallar yerleştirilmişti. O çuvallar bizim hedefimizdi. Bu kadardı. Bomboş bir araziydi ve yerler yeşildi.


Yere pat diye oturup hemen uzandım. Ellerimi karnımın üstünde tuttum vd gökyüzünü seyrettim. Hava parçalı bulutluydu ama fazla soğuk değildi. Tahminen sonbahar ayında olmalıydık.


Teo da yanıma uzandı ve gökyüzüne baktı. Ben kollarımı karnımda tutmuş dizlerimi kırmıştım. O ise kollarını sarı saçlı kafasının altına koymuş, sağ ayağını ise sol dizinin üzerine atmıştı.


"Gökyüzünde ne görüyorsun Malia?" dediği şeyin mantığını anlamadım ama biz ikimiz mantıkla hareket etmediğimiz için ilk gördüğüm şeyi söyledim.


"Bulut"


"Başka?" O arada üstümüzden bir kuş geçti.


Elimle kuşu işaret ettim. "Kuş"


"Başka?" Gökyüzünde başka ne olabilirdi ki?


"Mavi" güldü.


Dudağımı içeri doğru büzdüm ve "Başka hiçbir şey yok" dedim.


Bana bakmadan sağ elini kafasının altından kaldırdı ve gökyüzüne doğrulttu.


"Gökyüzünde sonsuzluk vardır Malia. Akşam, ay ve yıldızlar... Sabah ise güneş ve bembeyaz bulutlar. Sen sadece şuan gözlerinle gördüğün şeyi söylüyorsun. Halbuki biz şuan bir sonsuzluğa bakıyoruz. Gördüğün şeylerin hep görünen yüzüne bakma. Biraz farklı bir bakış açısı dene. Mesela ben şuan dediğin gibi bulut ve kuş gördüm ama yıldızlar ve ay hâlâ gökyüzünde. Onlar sadece bir süreliğine kayboluyorlar. Tamamen yok olmuyorlar. Benim bir sözüm vardır. Her gördüğün şeyin bir arka yüzü vardır ve genellikle o arka yüzleri hep doğruyu anlatır, ki gerçekten de öyle."


Bugün kaç kere şaşıracaktım. Teo çok güzel konuşmuştu. Ben ona mantıkla hareket etmez demiştim ama mantığıyla değil bakış açısıyla beni hayran bırakmıştı. Son söylediği sözü aklımın en kuytu köşelerine bıraktım. 'Her gördüğün şeyin bir arka yüzü vardır ve genellikle o arka yüzleri hep doğruyu anlatır.'


Elini yere koyup destek alarak ayağa kalktı. "Neyse kalk bakalım, yarına kadar öğrenmen lazım." Bana elini uzattığında oflayarak tuttum.


"Zaten her yerim ağrıyor beni fazla yorma olur mu?" dediğimde beni kaldırdı.


"Merak etme yormam" dedi ve yere bıraktığım yay ile tirkeşi elime uzattı. Tirkeşi omzuma atarak derin bir iç çektim.


🕸🕸🕸🕸🕸


"Teo! Hani yormayacaktın, canım çıktı." Saatlerdir çalışıyorduk ve ben doğru düzgün atış bile yapamamıştım. Ama çok yorulmuştum ellerim artık bu lanet olası yayı çekecek kadar güçlü değildi.


"Kırk sekiz kere atış yaptın ama on üç tanesini isabet ettin Malia. Onlarda tam köşelerinden. Tehlike anında adamı devirmek için neresine nişan alacaksın, koluna mı?" dediğinde yorulmama rağmen güldüm. Şuan aklımda başka bir köşe vardı. Kendime gelmeliydim, bu fazla canice olurdu.


"Bir erkeğin canını en çok nereden acıtıp, onu yerle bir ederim? Hem kırk sekiz mi? İşsiz gibi bir de saydın mı?" dediğimde kahverenginin en güzel tonu olan gözleri parlayarak gülümsedi.


"Öncelikle bir erkeğin canını öyle yakacağına direkt kafasına sık. Bunu düşünürken bile canım acıdı hatta. Hem bence bunu yapma, fazla zalimce. Bu arada şuan işsiz olduğum için mecburen hepsini saydım" dediğinde sustum ve güldüm, ama zihnim susmuyordu. Beyin hücrelerim galiba çok absürt şeylere çalışıyordu.


"Hadi, devam et!" Oflayarak okumu, yaya geçirdim ve yanağıma doğru çektim. Teo, arkama geçti ve elimi nazikçe tutup hedefe doğru hizaladı. Göz ucuyla okun gidiş açısına baktım. Teo oku biraz yukarı kaldırdı ve daha dik durmasını sağladı. Hedefe tamamen odaklandım ve oku bıraktım. Ok çuvalın tam ortasına girince sevinç çığlıkları attım ve Teo'ya dönüp sarıldım. Sevinince birilerine sarılmak çok iyi hissettiriyordu.


"Tebrikler kırk sekiz de bir atış yapabildin." gözlerimi kısarak güldüğümde tirkeşden bir ok daha aldım ve yaya koydum. Teo yine dengeyi sağlamak için elimi tuttuğunda, "Teo! Gerisini ben hallederim. Diğerlerine yardım etmeye devam et!" diyen Luis'in sesini duyunca gerildim.


O gelince elimdeki oku panikle bıraktım, çuvalın yakınından bile geçmemişti. Teo kafasını salladı ve sol eliyle omzuma iki kez vurdu. Bu 'kolay gelsin' anlamına geliyordu. Luis ne zaman ve niye gelmişti?


"Görünüşe göre hiçbir şey öğrenememişsin" öğrenmiştim ama uygulayamıyordum.


Yayı aşağıda tutarken arkama geçti. Sağ omzumda ki saçlarımı sola attı. Parmakları çok kısa bir süre boynuma değince tüylerim diken diken oldu. Zaten geriliyordum şimdi on misline çıkmıştı. Yayı tutarken tirkeşten yeni bir ok çıkartıp bana verdi. Oku yaya geçirdim ve sağ elim ile yayı germeye başladım. Elimi hafifçe tutup nişan almam için bana göre ayarladı. Onun tutuşu Teo'nun ki gibi hissettirmemişti. Kalbimin dengesi bozulmuştu. Hızlı hızlı atıyor elim titriyordu. Bana dokunuşu bir işkenceydi sanki.


"Gözlerin okun ucunda ve hedefte olsun. Açıyı sen ayarla." dediğinde yayı daha gerdirdim. Okun ucuna ve hedefe baktım. Eli hâlâ elimin üstündeydi, sıcak teni bana temas ettiği her an donduruyordu. Yavaşça elini çektiğinde bütün konsantrem bozulmuş gibiydi.


"Hazırsan bırak" titrek bir nefes aldım ve bir anda oku bıraktım. Ok çuvalın yanından geçmişti. Luis'e dönüp, "üzgünüm" dediğimde tebessüm etti.


"Önemli değil hadi tekrardan." tekrar bir ok verdi ve yaya geçirdim. Rüzgar saçlarımı uçuruyordu ama hedef haricinde başka bir şeye odaklanamazdım.


Luis saçlarımı tutarken eli yine enseme değince tüylerim ürperdi. Kendime gelerek iyice odaklanmaya başladım. Bütün dengeyi bana bırakmıştı. "Dengemi sağlamayacak mısın?" diye sordum saçımı tutarken başını hayır anlamında salladığını gördüm. İçime bir kurt düşmüştü. Ya atamazsam! Ona rezil olurdum. Rezil olmak istemiyordum.


Hedefe odaklanarak rahatlamaya çalıştım. Oku tutarak yayı iyice gerdim. Okun ucu ve hedefi hizaya sokup ayarladığımda kendimden emin olarak oku bıraktım.


Ok hızlı bir şekilde gidip, çuvala saplanmıştı. Mutluluktan kollarımı kaldırıp sevindiğimde Luis'e döndüm. Atış yaptıktan sonra saçımı bırakmıştı. Hedefe bakarak gülümsüyordu.


"Artık kendi dengemi kendim mi sağlayacağım? Bana yardım etmeyecek misin?" dediğimde kollarını arkada topladı.


"Evet, dengeni sen kurup sen sağlayacaksın. Tehlike anında kim bilir ne olur? Kendini savunmalısın, her zaman yanında olamam. Belki labirentte öle-" Ne demeye çalıştığını anlamıştım yayı aşağıya indirip ona baktım ve sürekli bana yaptığı gibi sözünü kestim.


"Sakın böyle konuşma. Beni... yani bizi yalnız bırakamazsın. Aşıyı da getir yanında ama ben varken sakın ölüyüm deme!" diye bağırdığımda gözleri kısa bir süreliğine parladı. Acıyla gülümsedi. "Kaderimizi bilmiyoruz" yine sözünü kestim.


"O zaman kaderimizi biz yazacağız! Bu sadece bir labirent. Buradan çıkabiliriz. Her yolun bir çıkışı olur demiştim sana"


"Biz çıkış yolunu bulamayız Malia. Labirent düşündüğünden daha büyük. Kaderimizi biliyoruz, sende bilsen iyi olur."


Bu sefer gülümsemedi veya gözleri parlamadı. Çünkü biliyordum içinde umut diye bir şey kalmamıştı. Umudunu söndürmüştü. Yayı kaldırdım ve tirkeşten bir ok daha çıkarıp yaya geçirdim.


"Zeus'u biliyorsundur umarım. Pandora'ya aşık olan Zeus. Bununla ilgili bir sürü söylenti var. Kimilerine göre aşıktı kimilerine görede öldürmek istiyordu. Bana göre aşıktı ve sırf Pandora ona yüz vermedi ve başkasıyla evlendi diye Zeus onun düğününde bir kutu gönderdi. Ona açmamasını tembihlediği bir hediye... Düşün ona bir hediye göndermiş ve açmamasını söylemiş. Pandora, Zeus’un kendisine evlilik hediyesi olarak verdiği ve açmamasını tembihlediği kutuyu bir gün merakına yenik düşüp açmış."


Oku bıraktım. Hedefin tam ortasına nişan almıştım. Buna bende şaşırmıştım. Luis okun saplandığı çuvala baktı sonrada bana döndü. Gözlerini benden ayırmıyordu. "Bunu neden anlatıyorsun?" Onun sorusunu dinlemeden devam ettim. Bir ok daha aldım ve yaya koyup gerdim. Hedefe odaklanırken anlatmaya devam ettim.


"Kutunun içinde birden fazla kötülük varmış. Kutuyu açtığında içinden pişmanlık, öfke, kibir, keder, ısdırap, yalan, riya ve hastalıklar dünyaya yayılmış. Bir kutu nelere sebep olmuş baksana. Ama Pandora bütün kötülükler dünyaya yayılırken bir anda kutuyu kapatmış. İçeride tek bir şey kalmış ve hiç dışarıya çıkmamış o ne sence?"


Kafasını umursamaz gibi yaparak bilmiyorum anlamında salladı. Oku bıraktım ve yine hedefi tam ortasından vurdum. Luis bir bana bir çuvala bakıyordu. Yayı yine aşağıda tutup bir ucunu yere değdirdim. Luis'e dönerek,


İç çekerek umursamaz tsunami gözlerine baktım. "Pandora bütün kötülükler dünyaya yayılırken son anda kutuyu kapatmış ve içeride bir tek umut kalmış Luis" dedim.


İçimde öfke vardı ama sebebini bilmiyordum. Tirkeşden yine bir ok aldım ve yayı kaldırıp tekrar gerdim.


"Nedir geriye kalan umut biliyor musun? Tanrılar tanrısı Zeus'un insanlardan öç almak için kutuya koyduğu kötülüğe göre, aynı kutuda yer alan umut, iyi midir yoksa kötü mü? Bazıları Zeus der bazıları Hades. Hades olsa zaten açılmaması gerekir. Sonuçta kötülük tanrısının verdiği bir hediye ne kadar iyi olabilir ki?"


"Bana niye bunu anlatıyorsun Malia?"


"Sen o kutuyu açar mıydın Luis? Pandora sence niye açtı? Sadece merak ettiği için mi?" Cevap vermedi, sadece susup bana baktı. Oku sertçe bıraktım. Yine çuvalın ortasından vurmuştum. Üç ok da yan yana duruyordu. Son attığım atışa bakmadı. Gözleri benim üzerimdeydi. Yayı diğer sol omzuma taktım ve önünde dikildim.


"Çünkü bilemezdi Zeus’un getirdiği kabın kötülük kabı olduğunu. Geride kalan kötülüğün mutluluk veren tek ve en büyük şey olduğunu zannetmişti. Zeus öteki kötülüklerden de fazlasıyla eziyet çeken insanın yaşamı kestirip atmamasını, hep yeni eziyetler çekmeye devam etmesini istemişti. Peki neden? Pandora onunla birlikte olmak istemedi diye. Bunun için insanlara umudu verdi. Aslında kötülüklerin en kötüsüdür umut biliyor musun? Çünkü insanın çektiği eziyetin süresini kısa olsa bile uzatır." Tsunami gözlerinde bir tepki yoktu. Uzun bir süre boyunca sadece gözlerimin içine baktı.


Kuruyan dudaklarımı dilimle ıslatarak, "Umudunu söndürme! Ne kadar kötü olursa olsun umudunu söndürme. Bırak o umut sürekli kutunda kalsın. O kutuyu açma umudunu dışarıya atma. Biliyorum zor ama imkansız değil. Luis lütfen imkansız olduğunu bilsen bile umudunu yitirme! Eğer o kutuyu açarsan umut bir daha içeri girmez." dediğimde gözlerinin içi en parlak halini aldı. Gözlerinin içi gülüyordu. Umudu zaten çoktan çıkmıştı. Geri geleceğini düşünmüyordum ama kafasını salladı,


"Madem bu kadar istiyorsunuz sizin için umudumu kaybetmeyeceğim ve size söz veriyorum bayan Miller, o kutu hep kapalı kalacak!"


O an ne düşünüyordum bilmiyordum ama kollarımı açarak beline sarıldım. Kollarım sırtında kafam ise göğsündeydi. Kalbi çok hızlı atıyordu ve iç sesim 'Umarım kalbin hep atar' dedi. Bunu neden söylemişti bilmiyordum ama 'umarım' diye iç sesimi yanıtladım.


"Ne, umarım?"


"Ben onu sesli mi söyledim?" Dedim ve ondan ayrıldım. 


"Evet,"


"Umarım kurtuluruz dedim" sonra yayı omzumdan alıp sol elimde tuttum.


Tirkeşten bir ok daha çıkardım ve bütün her şeyi unutup ve umursamayıp atış yaptım. Çuvala attığım oklar çuvalı yırtmış ve yarmıştı. Son olarak attığım ok hedefi yarıp geçti. Samanlar yere dağılırken Luis'in bakışları parlaktı. Eliyle beni alkışlamaya başladı.


Bir sürü atış yapmıştım ve oklar her bir yere dağılmıştı. Dakikalarca attığım okları aradık. Tirkeşe yerleştirdim. Ok atmayı resmen sinirden öğrenmiştim. Luisle birlikte attığımız okları topladık ve köye geri döndük.


Köye geldiğimizde bütün hazırlıklar bitmişti. Son kez güzel bir sofra hazırlıyorlardı. Buranın aşcıları Harry, Nino ve Max bütün hazırlıkları yapmışlardı. Tavuk pişirmişlerdi. Çok açtım ve masaya oturur oturmaz kokularıyla doydum gibi hissettim. Yarına hazırlıklı ve güçlü olmalıydık. Nelerle karşılaşacağımızı bilmiyorduk sonuçta.


🕸🕸🕸🕸🕸


Günün erken saatlerinde labirentin önündeydik. Sabahları zorda olsa halledebilirdik, peki akşamları... Akşam saatlerinde ne yapacaktık? Bizi nasıl tehlikeler bekliyor bilmeden kendimizi ölüme atıyorduk.


Sanki derin bir havuza atlıyorduk ve nefes tutacaktık. En çok nefesi kim tutarsa o kazanacaktı. Bizde en çok nefesi tutmayı bırak, en azı kim tutacaktı? Bu ölüm tuzağında kaç kişi yanımızda can verecekti? Kaç kişi için göz yaşı dökecektik?


Sol omzumda erzak çantası sağ omzumda yay ve tirkeş, belimde ise hançer vardı. Luis'in isteğiyle Leo bana rahat olmam için siyah pantolon ve mor tişört yapmıştı. Soğuk olacağı için Teo da bana kendisine küçük gelen siyah ceketini vermişti. Mor rengini nasıl yaptıklarını sorduğumda, Isaac'in benim için topladığı mor sümbüllerden yaptığı ilk ve son renk olduğunu duydum. Hazırlıklıydım ve bu savaşta mağlubiyet taraftarı değil galibiyet taraftarı olmayı umuyordum.


Luis bizim önümüzdeydi. Ben ve ikizler yan yanaydık. Stewartlar ise birlikteydi. Herkes suskundu. Bu bir kumar oyunuydu. Ama biz eşyalarımızı ya da paramızı değil, canımızı ortaya koyuyorduk. Eğer kaybedersek canımızdan olacaktık. Umudumu hiç yitirmemiştim ve ne olursa olsun yitirmeyecektim.


Luis yavaş ama güçlü adımlarla labirente yaklaştı. Biliyordum o da korkuyordu ama kendi canı için değil, bizim canımız için korkuyordu. Yalnız kalmaktan korkuyordu. Ölmemizden dahası bunu onun yapmasından korkuyordu.


Luis labirentin içine giren ilk adımı attı. Sonra ağır ağır bize döndü. Derin bir nefes aldı. Acıyla gülümsedi. Gözlerim gözleriyle buluştu. Duyabileceğimiz bir sesle, 


"Bu sıcaklığı hissediyor musunuz? Cehennem ateşi işte şimdi yanmaya başladı." dedi.


...


Sorular ;


1) Şu anlık favori karakteriniz kim oldu?


2) Sizce labirentte onları neler bekliyor olacak?


3) Bu ölüm tuzağında onları neler bekliyor olabilir?


4) Malia ve Luis hakkında ne düşünüyorsunuz?


Loading...
0%