Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4. Bölüm Zehirli Sarmaşık

@darklightssx

(Lütfen oylama yapıp yorum yazmayı unutmayın)


İyi okumalar♡♡♡


...


'Bir sürü darbe görmüş ve yıkık dökük bir ev gibiydik. Ayakta durmaya çalışıyorduk ama dökülüyorduk.'


Bu bir kayboluş hikayesiydi. Bu çıkmaz sokakta aniden duvarların açılması ve yeni bir yol açılmasının imkansızlığını kanıtlayan bir gerçekti.


Bu bir ölüm, bu bir yok oluş hikayesiydi. Yolun sonunda ölüm, ondan sonra da dünyadan silinmek vardı. Acımasızlık, umutsuzluk ve hayal kurmanın sınırını belirleyen bir hikayeydi.


Nefes almanın bile zor olduğu, alınırsa zehirleneceği bir tuzaktı. Tek bir umudun bile olmadığı bu cehennemde, umudu olanlar da ölüyordu.


Hepsi buna inanıyordu işte! Hepsi ölümü kabullenmişti ve bu bulaşıcıydı. Stewart, Alex ve Lucas da benimle aynı gün gelmişlerdi ama umutları şimdiden bitmişti.


Umutlu ve hayalperest biriydim ve biliyordum buradan kurtulacaktık.


Ölmek istemiyordum. Ölümü kim niye isterdi ki? Ölmek veya intihar etmek istemek aptalların işiydi. Kim ölmek isteyecek kadar bu hayattan nefret edebilirdi ki?


İntihar etti diyelim, karşı tarafta ne olacak peki? Yüce tanrı kendi canlarına kıydıkları için onları cezalandıracaktı. Bazıları inanmıyordu ama ben inanıyordum. Buradan kurtulacaktık, evet bir sürü kişi ölecekti ama yine de bir çıkış bulacağımıza inanıyordum.


Buradan kurtulma umudum vardı ve hepsine bir hastalık gibi bunu bulaştıracaktım. Bir orman yangını çıkınca o bölgede ki her ağaca ateş sıçrardı. Olmazsa kendimi bu ateşe atardım ama hepsini buna inandırırdım. Herkes yaşayacaktı, kimsenin ölmesini görmek istemiyordum. Buradan çıkana kadar umudum bitmeyecekti.


Ant içerim!   


Labirentin kokusu berbattı. Dakikalardır içerideydik ve sağ-sol her yola giriyorduk. Doğru muydu o da meçhul...


İçeriden korkunç sesler geliyordu. Yerler biraz nemli ve çamurluydu. Teo ve Leo'nun koluna girmiştim, titreyerek yürüyordum. Hepsinin verdiği nefesler çok net duyuluyordu. Geldiğimizden beri kimse konuşmamıştı ve bu beni daha çok geriyordu. Duvarlar o kadar yüksekti ki bakarken başım dönmüştü. Rutubetli bir koku vardı ve midem bulanıyordu.


Luis en önde yürüyüp yön gösteriyordu ve galiba ben hariç herkes ona sonsuz güveniyordu. Yolu nereden biliyordu? Hem güveniyor hem güvenmiyordum. Yolu bildiğini bile sanmıyordum. İç güdüsüne göre çalışıyordu.


Beş tane karışık ve karanlık yol çıktı karşımıza... Beş tane yol vardı biz hangisine gidecektik? Hangisinde çıkış vardı? Şuan kumar oynuyorduk ve bu kumar oyununda canımı vermek istemiyordum.


"Joe, meşaleyi versene" Eliyle meşaleyi ona uzatmasını istedi. Joe çantasının en ön fermuarından bir meşale çıkarttı ve Luis'e uzattı. Luis cebindeki kibriti çıkartıp meşaleyi yaktı. Sonra da bir yol seçip yürüyecekken bize döndü. "Siz burada bekleyin!" Herkes kafasını salladı, ben hariç...


"Bizi burada yalnız mı bırakacaksın!?" diye kaşlarımı çatıp orta bir sesle bağırdığımda Leo kolumu cimdikledi.


"Hemen geleceğim"


Umursamadan onun yanına giderken kolumdaki ikizler izin vermedi. Teo kulağıma eğildi.


"Karışma Malia! Bir bildiği vardır" tepki vermeden başımı salladım. Sonra kollarımı ikizlerin kollarından çektim ve omuz silktim. Kimse benim ne yapacağıma karışamazdı.


"Bende geliyorum"


"Burada benim sözüm geçer Malia. Burada bekle!"


"Labirentteyiz gerizekalı! Kaybolabilirsin"


"Doğru konuş benimle"


"O zaman bir sebep ver. Bende geliyorum" dediğimde bakışları Isaac'i buldu. "Eğer peşimden gelirse, senden bilirim. Göz kulak ol bu tarla faresine"


Isaac ellerini açarak ofladı. Gözlerini devirerek sağ eliyle beni şikayet eder gibi Luis'e, "Bu konuyla benim hiçbir alakam yokken neden bana emanet ediyorsun ki? Stewart veya Lucas ağaç mı burada? Malia'yla aynı kulübede kalıyorlar. Bir işide bana verme, yemin ediyorum iş kelimesini duyunca tüm gün uyuyasım geliyor. Yapmak istediklerimi de yapmak istemiyorum. Anlamıyorum, oradan bakınca çocuk bakıcısı gibi mi duruyorum? Bu sincap benim kaçak çırağım ve yine kaçacak. Eğer kaybolursa suçlusu ben olmam. Çünkü bu kendi aptallığı olur. Kendisine olan güveninden ölecek bu sincap!"


Bir insan istemediği bir işe bulaşınca ancak bu şekilde dile getirirdi.


Isaac'e ağzım bir karış açık bakıyordum. Benim yanımda benim yüzüme bakarak ve beni eliyle Luis'e şikayet ederek benim dedikodumu yapıyordu. Ben en azından Luis'in yanımda olduğunu bilmeden yapıyordum. Çocuk yüzüme söylemişti.


"Hey, bilmem farkında mısın ama ben buradayım! İstersen gidebilirim."


"Bitti mi!?" Kısa bir sessizlik oldu ve kimse konuşmadı."Şimdi gidiyorum, bekleyin az biraz şurada." Luis meşaleyle önünü aydınlatırken bir yoldan gitti ve yürürken meşalenin ışığı uzaklaştığı için bir süre sonra gözden kayboldu.


Yukarıya, gökyüzüne doğru baktım. Bulutlar görünmüyordu. Sanki labirentin dışında olan yerler rüyaydı. Burası ise bir kabus...


Soğuk rüzgârlar esiyordu. Tüylerimi diken diken eden fare ve böcek sesleri vardı. Böcekler bile çığlık çığlığa bağırıyordu sanki.


İçime bir sıkıntı giriyordu. Yanımda beliren Stewart omzumu ovaladı. "Merak etme, hemen geri döner."


"Tahminen ne kadar sürer?"


"Bi' beş dakikaya burada olur" dediğinde beş dakikanın labirente göre uzun bir süre olduğunu düşündüm. Luis'in kaybolmasını istemiyordum, umarım aptalca bir şey yapıpta kaybolmazdı.


🕸🕸🕸🕸🕸


Birkaç dakika burada Luis'i bekledik. Ama gelmiyordu! İçimde bir yer sıkıntıyla doluyordu. Stresten karnıma sancı giriyordu. Yerimde duramıyor, etrafımda bir sağa bir sola dolanıyordum. Yerde oturan ve hiç umursamadan kafalarını duvara yaslayıp beni izleyenler vardı. 'Tamam Malia, sakin ol! Kimsenin kafasını koparmak istemiyorsun!" Şimdi hiç uğraşamayacağım iç sesime karşılık vermedim. Nasıl bir iç sese sahipsem benden daha tuhaftı. Ne yapıyorsam bana o söylüyordu.


Ayakta bir ileri bir geri dolanırken beni izleyenlerden yine aynı kişinin sesini duydum.


"Sakin olur musun lütfen?!" Harry bana üçüncü defa aynı şeyi söylüyordu ve ben daha çok stres yapıyordum.


"Ne zamandır yok, hiç mi merak etmiyorsunuz?" hepsi labirentin duvalarına yaslanmışlardı ve bana bakıyorlardı.


"357, 358, 359, 360! Tam altı dakikadır yok. 361, 362..." sadece bir-iki diyaloğumuzun olduğu tıpkı Alex gibi utangaç olan Max, bir de süreyi mi sayıyordu? Peki neden bu altı dakika bana bir saat gibi gelmişti?


"Bir de sayıyor musun Max?!" diye sinirle sorguladığımda saymaya devam ederek başını salladı. "368, 369, 370..." buradaki herkes kafayı yemişti. Buradan tek akıllı ben çıkacaktım. Diğerleri olmayan mantıklarıyla ölecekti. Sayı sayacaklarına onu yani çok güvendikleri liderlerini aramaya gitseler daha iyi olur gibi geliyordu bana.


Luis'e olan tavrım her geçen gün hatta her saat başı değişiyordu. Onu tam tanıyamıyordum bile. Hareketleri birbirinden alakasızdı. Tuhaf biriydi, bir de bana göre yalnızlıktan korkan biri bu kadar kolay yalnızlığa dönüşemezdi. Geçmişinin altında neler var bilmiyordum ama Luis mutlu değildi.


Gittiği yola doğru bakıp dışarıya gergin bir nefes verdim. Acaba daha ne kadar bekleyecektik?


🕸🕸🕸🕸🕸


"668, 669, 700 off sayı saymayı tekrardan öğrendiğime inanamıyorum."


Max bıkmadan sayı saymaya devam ediyordu. Ayaklı ve konuşan bir saatti sanki. Ben yorulmuştum, ayakta dolanmaktan ve gerginlik çıkarmaktan. Kafam Teo'nun omzundaydı. Ayakta kalmaktan yorulduğum için oturmuş onun omzuna yaslanıp dinleniyordum. Luis'in geleceği yoktu. Başına bir şey gelme ihtimalini sadece ben düşündüğüm için pek bir sorun yoktu veya bir umursama ya da bir endişe.


"Acaba peşinden mi gitsek?" Kıvırcık siyah saçlı ve buğday tenli olan Nino'nun sorusuna hızla kafamı Teo'nun omzundan kaldırarak salladım. Ama Leo reddetti.


"Bu süre zarfında nereye gitmiştir kim bilir? Peşinden gitsek kesin kayboluruz. Luis eğer buraya dönüpte bizi göremezse deliye döner ve labirent yerine o bizi öldürür. Bunu göze alanlar," Luis'in gittiği labirent yolunu gösterdi. "işte yol orada gidin hadi!"


Sıkıntı içerisinde ona baktım ve gözlerimi devirip başımı Teo'nun rahat omzuna yine yasladım ama aklımda birbirinden berbat senaryolar canlanıyordu. Burada ne olup bittiğini bilmiyorduk ve o aptal gecikmişti. Şimdi endişelenmemiz suçsa cezamı kendimi öldürerek ödeyebilirdim.


"Az sonra gelir zaten" deyip tekrardan arkasına yaslanan Ron beni çıldırtmayı başardı. Başımı Teo'nun omzundan kaldırdım ve ayaklarımı yasladığım duvardan destek alarak ayağa kalktım. "Sorun ne Malia?" Teo'ya bunu sorarken ciddi mi diye baktım ve evet ciddiydi.


"Sorun ne mi? Umrunuzda değil mi hiç? Max deminden beri sayıyor şuana kadar 15 dakika geçti. Ya kaybolmuşsa! Ya virüse yakalanmışsa! Ya başına bir şey geldiyse! Bizim gelmemizi bekliyorsa! Ya..." endişelenme cümlelerime devam ederken Carl sözümü kesti.


"Malia, kapa çeneni! Kötüyü çağırma hemen. Zaten yeterince gerginiz daha fazla endişelendirme bizi!" Omuz silktim. Bu nasıl bir telaşlanmaydı? Kollarımı birbirine dolayarak göğsümün altında kendime sardım. Bazılarının kaşları bana çatık bakıyordu. Benim onlara öyle bakmam gerekmez mi?


"Hep ben kapatayım çenemi zaten! Siz anca böyle durun! Ben gidiyorum, gelmek isteyen gelsin!" Arkamı döndüğümde yola doğru birkaç adım yürüdüm. İlk kez beni engellememişlerdi. Kolumu tutmuyorlardı.


"Ne halin varsa gör o zaman!" Frost'un sesi moralimi bozsada umursamadım.


Göz ucuyla Teo ve Stewart'a baktım. En yakın olduklarım onlardı. Aslında bu aralar Stewart ile fazla konuşamıyordum. Ayağa bile kalkmamışlardı. Onlara baktım, "Bu kadar çok mu korkuyorsunuz bu lanet olası harabeden?" dediğimde Jack alayla güldü.


"Tutmuyoruz seni işte git hadi!" Çenem seyirdi. Neden herkes bu kadar bencildi?


"Korkağın tekisiniz! Sözde yalnızlıktan korkan Luis ama siz o kadar bencil olmuşsunuz ki sizin yüzünüzden yalnızlığa sığınıyor. Çünkü sığınacak kimsesi kalmamış. Ben olsam bende derdimi size anlatmazdım. Biraz umurunuzda olsa gider kendiniz sorardınız. Siz kendi ölümünüzden korkuyorsunuz Luis ise sizin ölümünüzden. Ama kimse onun için korkmuyor. Neden, 'çünkü Luis halleder, çünkü o bir lider' lideriniz batsın sizin. Nefret ediyorum hem sizden hem ondan." deyip öfkemi kustuğumda Leo bile bu tavrıma sinirlenmişti ama sesini çıkartmıyordu.


"Biz sana çok bayılıyoruz sanki! Sen gelmeden önce burası çok sessizdi. Sakindi ve rahattı. Herkes kendi işindeydi. Sen geldin sanki düzenler bozuldu. İlk geldiğinde hanım hanımcık, kibar, narin ve yumuşak bir şey sandık seni. Kaba, sert, dobra bir şey çıktın." Jack'in sözleri bıçak gibi kalbime işlensede umursamamaya  çalıştım. Benim hakkımda her şeyi düşünebilirlerdi. Çünkü ben onlar hakkında düşünüyordum.


"Luis bize yalnızlıktan korktuğunu söylememişti Malia." Nino'ya döndüğümde kaşlarımı çattım. "Ne kadar da yakınsınız birbirinize(!)" dediğimde sinirden birileri ayaklanırken Teo ofladı. Sabırlı olmaya çalışıyordu o da. Elini omzuma koyarak beni sakinleştirmeye çalıştı.


"Malia lütfen! Bak Luis gelecek, otur işte! Biz de merak ediyoruz zaten, biraz daha uzun bir süre gelmezse peşinden gideceğiz. Başına bir şey gelse işaret verirdi. Luis sadece liderimiz değil tamam mı? Onu yalnız bırakmayız. Bizden burada kalmamızı istedi bizde öyle yapıyoruz." Gözlerimi kapatarak sakinleşmeye çalıştım. Ben gerçek hayattada bu kadar sinirli birimiydim? Öfke kontrolüm yoktu sanki. Dahası bu olay için neden bu kadar öfkeli olduğumu bile bilmiyordum.


Sinirlendiğim ve kapalı duramayıp her şeyi söyleyen boş çenem yüzünden hiç düşünmeden, "Belli zaten. Peşinden gitmeniz için akşam olması lazım değil mi Teo!? Sadece lideriniz değil diyorsunuz gerisi umrunuzda olmuyor. O halleder sonuçta. Ahh lanet olsun sizin kardeşliğiniz gerçekten çok bağlısınız birbirinize! Sabırlı olmaya çalışıyorsun, yumuşak olmaya çalışıyorsun seni anlıyorum ama bana abuk subuk şeyler söyleyerek numara yapmayın." diye bağırarak sinir çıkarttım. Ben Teo'ya patlamak istemiyordum. Ben neden bu kadar sinirli hissediyordum? Leo sözlerimden sonra biraz doğruldu.


"Malia! Sorun çıkartmayı kes artık. Teo'ya da o şekilde bağırma. Luis gelecek zaten, biraz abartmıyor musun?" Sinirle güldüm ve elimi alnıma vurdum.


"Tabi ya yine ben sorun çıkartıyorum değil mi? Abartmakmış, hah ben abartıyorum tabi! Şimdi size sorayım bakalım. Neden bu kadar rahatsınız?" Aralarında sadece Isaac bir şey demiyordu bana. O kadar rahattı ki diğerlerine göre beni daha çok sinirlendiriyordu.


Aralarında rahatsız edici bir şekilde fısıltılı konuştular ve gerçekten bu hareketlerinden nefret ediyordum. Frost derin derin nefesler vererek ayağa kalktı. Zaten deminden beri korkutucu bakışları üstümdeydi. Önüme geçip işaret parmağını önümde tuttu. O arada çaprazımda ki Stewart'a baktım, hiç umurunda bile değilmişim gibi yer ile oynuyordu.


"O yere seni gömeceğim!" diye bağırdığımda bana bakıp gözlerini kaçırdı. Her erkek aynıydı. Duvara daha iyi yaslandı ve bir dizini kendisine çekerek doğruldu. Sonra da omuz silkerek, "Bu iyi bir fikir aslında. Yakında ben de öleceğim için cesedimi böceklerin yemesini istemiyorum o yüzden ölürsem beni gömün!" dedi ve yer ile oynamaya devam etti.


Ben yine bu Frostla baş başa kalmıştım.    


Frost sesli ve öfkeli nefesler aldı. "Bak kızım, seni öldürürüm!" diye başladı söze. Ayy şuan çok tırstım(!) "Şuan Luis burada değil o yüzden hiç utanmadan veya pişman olmadan seni öldürürüm. Kaşınma! Kır dizini otur şuraya! Yoksa kendi ellerimle kırar oturturum seni!" Beni resmen tehdit ediyordu.


Yüzümde tek bir mimik bile oynamadı. Frost yumruklarını sıktı. Gözlerinde ki öfke o kadar belirgindi ki beni öldüreceğine ikna olmuştum.


"Frost, lütfen otur sende. Olay çıkartmayın bee! Bakın..." Delly'i dinlemeden sözünü kestim ve Frost'a, "Labirent yerine senin beni öldürmen daha iyi olur sanki"


"Bana bak sürtük, zaten yaptıkların hâlâ aklımda. İntikamını almamı istemiyorsan beni zorlama. Kız olman, kafanı kırmayacağım demek değil. Bu merakın neden bilmiyorum ama o çeneni kapalı tut!" diyerek beni yine tehdit etti. Ama bu bambaşkaydı. Beni cinsiyetim yüzünden aşağılamıştı. Ohh be işte şimdi patlayabilirdim. Dahası bana sürtük demişti. Bunu kara listeme almıştım.


"Sadece merakımı değil bir çok şeyi bilmiyorsun, başta adamlık var tabi! Hiçbir şey bilmesen bile hatta cahil olsan bile, benle ya da herhangi bir kadınla konuşurken haddini bilsen senin için çok iyi olur. Yoksa attığım o tekme inan bana öncekinden daha hızlı çarpar!"


Frost bu sözüm üzerine elini yumruk yaptı ve tam üzerime doğru bir adım atmıştı ki bir ses yankılandı.


"Frost!" Bu sesin sahibini özleyeceğim kimin aklına gelirdi ki?


Herkes bir anda ayağa kalktı. Frost'un yumruğu gevşedi. Tekrardan büyük bir nefretle bana baktı. Bir adım geriye doğru atarak benden uzaklaştı.


Luis önümde duran Frost'un yanına geldi ve benim çaprazımda durdu. Kahverengi dalgalı saçları dağılmıştı. Öfkeliydi ve burnundan soluklanıyordu. Frost'un önüne geçti. O arada kalbim hiç olmadığı kadar hızlı attı ve canımı yaktı.


"Benim sana kaç kere demem lazım, Malia'dan uzak dur diye! O elini münasip bir yerine sokmamı istemiyorsan da geri bas! Ne oluyor burada? Bu hâliniz ne sizin? Sesiniz ne kadar yankı yapıyor farkında mısınız siz?" İçimdeki bütün sıkıntı sanki bir anda kaybolmuştu. Rahat ve özgüvenli bir nefes aldım. Sanki bana yine güven vermişti. Kendimi güvende hissediyordum onun yanındayken. Yani bazen...


Luis'in gözleri beni bulduğunda tsunami gözleriyle yine ortalığı yıkıp deviriyordu. Bu bakış ürperticiydi ama ne yapabilirim ki karizmatik bir bakıştı. "Yürüyün gidiyoruz!" dediğinde kimse ikiletmedi ve başlarını salladı. Hepsinden nefret ediyordum ama lanet olsun hepsini de seviyordum.


Frost sevdiklerim arasında değildi.


Yere eğilip yayımı, tirkeşimi ve çantamı omzuma attım. Diğerleride öyle yaptı. Maceraya kaldığımız yerden devam ediyorduk.


Luis'in girdiği yola girdik ve biz ikimiz önde diğerleri arkada yürüyorlardı.


Çok telaş yapmıştım ama sanki üstümdeki bir ton yük kalktı diye rahatlamıştım. 


Yürürken üstümdeki ceket ne kadar rahat olursa olsun hava geçiriyordu ve üşüyordum. Kötü ve beni üzen şey ise sadece ben kat kat giyinmiştim. Hepsi ince tişörtler giyinmisti ve benden rahat gözüküyorlardı.


"Olay çıkartmaya bayılıyorsun değil mi?" Yüzüne bakmadan, "Olay çıkarmadım" dedim. Başını salladı ve eliyle ters yönde Frost'u işaret etti. 


"Frost seni dövecekti az daha! Yani öyle gözüküyordu." alışkanlık haline getirdiğim için yine omuz silktim.


"Ben de onu döverdim" güldü. Bu hâldeyken bile güldü. Keşke bir kerede içtenlikle kahkaha attığını görebilseydim.


"Neden tartıştınız?" Ne cevap verecektim şimdi? Onun için endişelendiğimi hayatta söyleyemezdim ama diyecek başka bir bahanem yoktu. "Senin yüzünden. Labirentin büyük olduğunu söylemene rağmen geciktin. Hepsi de çok rahattı, sinirim bozuldu." Bana döndü. Yürüyordu ama önüne değil bana bakıyordu. Saçlarımı kulaklarımın arkasına attım.


"Ben biraz geç kaldığım için birbirinizi mi öldürecektiniz?" Başımı salladım. Biraz daha hızlı yürüdüm ve kollarımı arkada toplayarak önüne geçip göz teması kurdum.


"Kaybolduğunu sandığım için azıcık telaş yaptım sadece." tek kaşını kaldırdı ve kafasını anlamayarak salladı. Sözde söylemeyecektim.


"Kaybolsam umurunda mı olurdu niye?!" dediğinde kalbim sızladı ama arada kaldığım için pek cevap vermek istemedim.


"Yani, sonuçta bize bir lider lazım... Kaybolmak istemiyorum açıkçası" Dudaklarını birleştirdi ve çenesini büzdü. Eliyle yönü işaret etti sol taraftaki daha karanlık yola girdik. Bu sefer hep birlikteydik ve nedense güvende hissediyordum.


Tam bir şey daha diyecekken aniden bambaşka korkunç bir şey oldu ve ayaklarım titredi. Luis eliyle durmamızı işaret etti. Birkaç saniye daha yer sallandı deprem oluyordu. Duvarlar üstümüze yıkılsaydı ölürdük. Bir nevi sesler çıktı. Yakınlarda bir ses daha vardı. Sanki, su sesi gibiydi. Kulaklarımla daha net duymaya çalıştım ama Luis kolumu tutarak duvara yaslandı. "Sıkı tutunun!" diye bağırdığında herkes duvarda bir yere tutundu. Benim kolumu sımsıkı tutup kendisine çekti.


Sesin geldiği yöne baktım. Bu tarafa doğru gelen büyük suları görünce işte her şeyin bittiğini anladım. "Herkes nefesini tutsun!" diye bağırdığında ağzımı havayla doldurup nefesimi tuttum, gözlerimi ve burnumu kapattım.


En son gördüğüm şey ise üstümüze doğrudan gelen su birikintisiydi. Su öyle bir çarptı ki, Luis eğer beni sımsıkı tutarak kendisine çekip sarmasaydı ve Issac beni arkasına almasaydı kesin ölmüştüm. Issac'den beklemediğim haraketlerdi. Beni seviyor muydu sevmiyor muydu henüz anlayabilmiş değildim.


Leo Teo'yu, Teo Isaac'i, Isaac beni, bende Luis'i tutmuştum. Aslında iki elini de duvara dayayıp beni arasına aldığı için o beni tutmuş sayılıyordu. Birbirimize zincirlenmiştik sanki.


Az önce onlara dediğim her şey için şuan ölmek istiyordum. Onlar benim için her şeydi. Ben de sinirimi onlardan çıkartmıştım. Bana sinirli olsalar bile beni koruyorlardı. Eğer her yerimiz hâlâ suyun altında olmasaydı ağlayabilirdim.   


Luis sadece duvara tutunuyordu, Isaac bunu farkedip Luis beni tutarken benimkini bırakıp onun kolunu tutmuştu. Ben aralarında en çok Isaac'i anlayamıyordum. Bir gün iyi bir gün umursamaz oluyordu. Az önce Luis'i umursamazken şuan onu düşünüyordu sadece. Su hâlâ üstümüzdeyken gözlerimi biraz açtım ve gözlerim bana bakan Luis'i gördü. O da bana bakıyordu. Şuan küçük bir tsunami oluyordu ve onun gözleri bununla çok uyuyordu. Gözlerinde öfke ve endişe vardı. Gözlerim ağırmaya başladığında tekrar kapattım.


Nefesim tükenmeye başladı. Artık beynim zonguluyordu, oksijenim bitmişti. Akciğerlerim sıkışmaya başlamıştı. Ellerimle Luis'i tutup nefesimin tükendiğini belli etmek için koluna iki kez vurdum. Su hâlâ bize çarparken bir süre sonra azaldı ve omzuma kadar indiğinde çok derin bir nefes aldım. Diğerleride hem öksürüyordu hem de derin nefesler alıyorlardı. Bütün nefesim bitmişti ve şuan doldurmak zorunda kalıyordum. Öksürürken Luis'in hâlâ beni tuttuğunu gördüm.


Yüzüme yaklaşarak, "Derin nefes almamaya çalış." dediğinde ağzımı kapattım. Nefesimi yavaşlattığımda diğerlerine de söyleyip geri çekildi. Deminden beri çok yakın mesafedeydi.


"Derin nefesler almayın! Her şeyi hiçbir şey bilmiyor muşsunuz gibi tekrar etmem mi lazım?" Luis beni uyarana kadar birkaç kez derin nefesler alıyordum. Virüse yakalanmış olabilir miydim? Sonuçta yakalanmak kolaydı. Ellerime baktım bir sorun yoktu. Elimi kalbime götürdüm ve nefeslerimi daha çok yavaşlatmaya çalıştım.


Herhangi bir şey hissetmiyordum.


Luis herkese bakındı. Saymaya başladı. Hesapladığım kadarıyla 18 erkek vardı. Luis sesli sayarken en son "17" dedi. Etrafına bakındı. Bir kişi eksikti. Acaba bu akıllı liderimiz kendisini saymış mıydı?


"Kendini hesapladın mı?" diye sorduğumda başını salladı ve ne olur ne olmaz tekrar saydı. "...15, 16, 17 birisi eksik."


İkizler yanımdaydı. Isaac, Stewart, Alex, Lucas, Harry, Carl, Nino, Delly ve ne kadar hoşlanmasam da Frost buradaydı. Diğerlerinin isimlerini pek hatırlayamıyordum. Çok kalabalıklardı ve bildiklerimle sürekli konuştuğum için adlarını biliyordum.


"Max yok Luis!" Hepsi etrafına bakındılar. Max, Luis yokken sayı sayarak süre tutan kişiydi ve evet yoktu! Luis ellerini ensesine götürdü. Çevresine yine bakındığında adımlarını hızlıca suyun gittiği yoldan atmaya başladı. Biz de peşinden gidiyorduk. Boğulmuş ve labirentin her hangi bir yerinde kaybolmuş olabilir miydi? Şuan neredeydi? Onu bulabilecek miydik? Canlı olarak mı bulacaktık? Yoksa ölü olarak mı!?


Luis ağır adımlarla yürürken biz stres yapmıştık.


"Az önce ne oldu, bir nevi tsunami mi?" Lucas'ın gerginlikle sorduğu soruyu sadece, "Deprem!" diye yanıtladı.


"Mektupta yazdıkları gibi bir deprem oldu ve yıkıldı her yer. Labirentin bütün yollarını dolaşmadım ama yıkıcı bir deprem olduğu için bir yerdeki sular taştı ve büyük bir sel oldu. Burası dar alanlar olduğu için sel suyu boyumuzu aştı. Tsunami değildi yani" Sustuk. Mektuptaki bilgiler doğru muydu yani?


"Max'i nerede bulacağız?" Başını bilmiyorum anlamında salladı. "Su ne tarafa doğru gittiyse oraya gideceğiz. Eğer akıntıya falan kapılmışsa onu buluruz. Ama umarım Max kaybolduğunu anladığı için stres yapıp olduğu yerden ayrılmamıştır."


Şuan bir körebe oyunundaydık. Sanki gözümüz kapalıydı ve yolumuzu ve çıkışı bulmaya çalışıyorduk. Sezgilerimiz bunun için kuvvetli değildi ama belki bir talih kuşu konardı kafamıza yolu bulurduk ve oyunu kazanırdık. Bu körebe oyununda nereye gideceğimizi bilmediğimiz için her yola giriyorduk. Doğru yol olduğunu bilmeden daire bile çiziyorduk. Ama her oyunun sona erdiği gibi bu oyunda bir gün sona erecekti. Umarım bu oyunun sonu hiçbirimiz için ölümle bitmezdi.


Burada bir turist gibiydik. Kalıcı değildik ve kaybolsak da bu lanet yolu bulacaktık. Bilmediğimiz bu cehennemden kaçmak için her yolu deniyorduk ve yürüyorduk ama bilmemiz ve unutmamamız gereken bir şey daha vardı. Biz bu ölüm kokan cehennemin tam merkezinde bulunuyorduk.


Hava çok soğuktu ve hepimiz titriyorduk. Islak olduğumuz için soğuk algınlığı geçirip hasta olmamız bile an meselesiydi. Kollarımı göğsümde bağlamıştım ve dişlerimi birbirine titreterek yürüyordum. Suyun gittiği yerler çok karışıktı ve biz daha ıslak yolları tercih ediyorduk Max nereye kadar sürüklenmiş olabilirdi ki?


Ay görünmez hâle gelmişti. Luis, Delly ve Stewart'ın elinde meşaleler vardı. Onlar önümüzde yürürken biz arkada onların hızlı yürüyen adımlarına yetişmeye çalışıyorduk.


"Onu sapa sağlam bulabilecek miyiz sence?" Alex kulağıma fısıldamıştı ama yorulduğu ve havanın soğukluğu yüzünden sesini kontrol edemediği için biraz daha yüksek çıkmıştı.


"Bulacağız tabiki" dediğimde modu biraz olsun yükseldi. Yüzünde korku vardı. Çok masum ve saf bir şekilde bana bakıp umutsuzca iç çekiyordu.


🕸🕸🕸🕸🕸


Kaybolduğunuzu nasıl anlardınız? Yabancı ve bilmediğiniz yerler olduğunu anladığınızda, anlardınız bence. Sonuçta ilk kez geliyorsunuz ve hiçbir yeri bilmiyorsunuz. Peki ya her yer aynıysa. Her yer birbirine benziyorsa ve siz bu yerlerin birbirine çok benzediği için kaybolduğunuzu anlayamazsanız... o zaman ne yapacaksınız? Birilerinin sizi kurtarmasını mı bekleyeceksiniz yoksa kurtulmanın bir yolunu arayıp kendiniz mi bu düştüğünüz yerden kurtulmaya çalışacaksınız?


Ben Max'in yerinde olsaydım kurtulmanın bir yolunu bulurdum. Kendi başıma halledebilirdim. Ama kimse bunu kabullenmiyordu. Olduğu yerde kalmasını istiyorlardı. Kaybolan birisi aynı yerde mi beklerdi? Sadece ben mi aptaldım yoksa onlar mı gerizekalıydı?


Yürürken binbir düşünceye dalmıştım ve bu yüzden Luis'in anlattığı hiçbir şeyi duyamamıştım. Luis konuşuyordu ben ise hiçbir tepki vermeden kafamı sallıyordum. Önümüze çıkan yollardan birine girdik ve sağ yoldan yürümeye devam ettik.


"Bu kokuyu alıyor musunuz?" diye kısa süren bir sessizliği bozdu Harry. Biraz odaklanınca çok net bir şekilde aldım. Aldığım gibi midem bulandı ve ağzımı tuttum. "Evet, sanki..." Luis diğerlerine döndü. Umutsuzca ve gözünden anlaşılır bir korkuyla "Kan kokuyor!" dedi. "Saf ve zehir gibi kan kokuyor" dedi. 


Sonra arkamda duyduğum bir ses daha çıktı bu sesin ne olduğu hakkında hiçbir fikrim bile yoktu. Arkama korkuyla baktığımda Isaac'in içine çektiği burnundan geldiğini anlayınca kaşlarımı çattım ve derin bir oh çektim.


"Benim burnum tıkalı, kokuyu alamıyorum!" Sinirle güldüm. Bu çocuk ne zaman ciddi olacaktı?


"Biraz ciddi olur musun?!" tek tek ona ikaz ettim ama omuz silkti.


"Ben gayet ciddiyim. Burnum tıkalı, yalan değil. Kokuyu alamıyorum bu yüzden!" dediğinde sinirle durduğum yerde kıkırdarken, Luis kokunun geldiği yönü işaret ederek "Bu taraftan!" diyerek bağırdı. Kan kokuyordu ve ben Issac yüzünden saçma saçma şeylere gülüyordum.


Kan kokusunun geldiği yere doğru koşarken koku daha çok büyüyünce burnumu kapadım. Zehir gibi kokuyordu. İğrenç bir kokuydu. Sanki binlerce ölü ve çürümüş ceset vardı.


Üç metre kadar koştuğumuzda bir yola daha girdik ve yola bakar bakmaz anında çığlık attım. Korkuyla nefesimi tuttum ve elimle ağzımı kapadım. Gözlerimi de bir daha açmamak üzere kapattım. Bu görüntü beynimi karıncalandırmıştı. Başım hiç olmadığı kadar döndü. Kendimi bir kutunun içinde kapalı kalmış gibi hissediyordum. Nefes almak bile şuan çok zor geliyordu.


Diğerleride benim baktığım bu dehşete bakıyorlardı. "Max!"


Jack, bağıra çağıra kanlar içinde kalan Max'in yanına gitti ve ona dolu dolu gözlerle bakarak ağlamaya başladı. Luis dahil hepimizin yüzü kıpkırmızı kalmıştı. Bu görüntü Rydan'dan sonra gördüğüm en korkunç şeydi. Hatta Rydan'dan bile daha berbattı. Korkuyla dolan gözlerimi tekrar açtım ve ağlamaya başladım.  


Max dikenli ve zehirli sarmaşıklara korkunç bir şekilde yüz üstü saplanmıştı, yüzü dikenlere batmıştı. Hatta büyük ve sivri bir diken alnından girmiş kafasının arkasından çıkmıştı. Yüzü görünmüyordu. Gözleri açık bir şekilde ölmüştü ve gözlerinden de kan akıyordu. O kadar korkunç gözüküyordu ki keşke kör olsaydım da görmeseydim diye içimden geçirdim. Kafasının arkasından çıkan dikenin ucundan hâlâ damla damla kanlar akıyordu. Ağzından, kafasından ve diğer bütün vücudundan kanlar her yere dağılıyordu. Vücuduna da saplanan ve sırtından çıkan birden fazla diken o kadar dehşet verici görünüyordu ki tekrardan çığlık attım ve yere, dizlerimin üstüne çöktüm. 


Kolları rüzgarın etkisiyle sallanıyordu. Akıntı onu buraya kadar getirmişti ve sarmaşığa saplamıştı. Saçları hâlâ ıslaktı. Saçından akan sular yerdeki kanların üstüne düşüyordu. Burası resmen bir kan gölü olmuştu.  


Ellerimle ağzımı kapattım ve ağlamaya başladım. Benim, Delly'in ve Jack'in sesi bütün labirenti yankılandırıyordu. Jack bağırmaya ve Max'in adını söyleye söyleye kendini yırpalamaya devam ediyordu. Delly labirentin duvarına yaslanmış ve kendisini yere atmıştı. Dizlerini kendisine çekmiş ve kafasını dizlerine yaslayıp sesli bir vaziyette hıçkırarak ağlıyordu.


Nino ise hâlâ şoktaydı. Ayakta kalmış bembeyaz bir ifadeyle bu görüntüye bakıyordu. Gözyaşı dökmüyordu. Bağıramıyor veya bir tepki gösteremiyordu. Donmuştu, bu dehşet verici manzara onu feci bir şekilde etkilemiş ve tepki bile veremeyecek kadar dondurmuştu. Bildiğim kadarıyla dördü de aynı kulübede kalıyordu. Aynı yıl gelmişlerdi buraya. Birbirlerine çok bağlanmışlardı ve öz kardeşlerini kaybetmişler gibi acı çekiyorlardı.


Leo ise hem kendisinin hem de Teo'nun gözlerini kapatmıştı. Hatta Teo'nun gözünü o kadar hızlı kapatmıştı ki daha Max'i bile görememişti. Teo çok sık kabus gördüğü için bunu görmesine izin vermiyordu. "Ne oldu?" Leo'nun elini çekmeye çalıştı ama Leo buna izin vermedi. Kardeşine bu korkuyu yaşatmak istemiyordu.


O an Teo'nun yerinde olmak ve bu görüntüyü görmemek istedim. Keşke birisi de benim gözümü kapatsaydı da bunu görmeseydim.


Isaac arkasına dönmüştü. Alex gözlerini kocaman açmış bakmaya devam ediyordu. Lucas labirentin duvarından destek alarak ayakta durmaya çalışıyordu. Stewart ise dolanıyordu. Eliyle kafasına vuruyordu.


Luis ellerini vazgeçmiş gibi serbest bırakmıştı. Sırtı kambur duruyordu. Omzu düşmüştü. Gözlerinde fırtınalar vardı. Dikenin ucuna bakıyordu. Dikenden akan ve yere damla damla düşen kırmızı kanlara bakıyordu. Gözleri Max'in yüzünde olan siyah damarlara döndü. Dikendeki virüs her bir damarına işlemişti.


Jack, Max'in akan kanına ellediği ve bağırdığı an Luis, "Elleme! Enfeksiyon kaparsın!" demesine rağmen umursamamıştı. Ellerine baktı, tekrardan Max'in kanlı yüzüne ve tekrardan ellerine. Deliye dönmüştü. Sanki bizi duymuyordu. "Bunu haketmemiştin kardeşim, özür dilerim"


Teo, Leo'nun gözünü kapatan elini sertçe çekti ve ağzından daha önce ondan hiç duymadığım bir küfür çıktı. Ağzı ve gözleri beş karış açılmıştı. Leo'nun elini tuttu ve tekrardan gözüne koyup kapattı. "Ben bunu görmedim, ben bunu görmedim..." elleri titriyordu. Tıpkı benimkiler gibi.


Luis, Jack'in yanına gitti ve kolundan tutup kaldırdı. Jack bir ruh gibiydi. Az önce Max değilde sanki o ölmüştü. Ellerinde Max'in kanla bulanmış yüzünden kanlar vardı ve büyük ihtimalle sarmaşıkta ki zehir ona da bulaşacaktı. Luis onu tutarken kolunu çekti ve kendisini serbest bıraktı. Ben bu görüntüyü bir daha asla unutamayacaktım.


Sadece ben değil diğerleride unutamayacaktı. Ben herkesi umutlandırdığım için pişman olmuştum bile. Çünkü o kişiler arasında Max de vardı. Öleceğinden habersiz umutlu bir şekilde bu yola çıkmıştı ve labirentin içinde bizim yanımızdayken ölen ilk kişi oydu. Daha fazlası olacak mıydı? Bu nefes oyununda havuza ilk düşen ve nefesini kaybeden Max'ti. Peki başka kim ölecekti? Bu oyunda kim nefesini kaybedip hayata veda edecekti? Bu ölümler bizim yanımızda gerçekleşiyordu ve bizi daha çok karanlığa, yokluğa ve umutsuzluğa gömüyordu.


Bir sürü darbe görmüş ve yıkık dökük bir ev gibiydik. Ayakta durmaya çalışıyorduk ama dökülüyorduk.


🕸🕸🕸🕸🕸


Hepimiz kaybolmuştuk hem bedensel olarak hem de ruhsal olarak. Samanlıkta bulunan ufacık iğne gibiydik, bulunmamız zor hatta imkansızdı. Saatler olmuştu hava iyice kararmıştı. Luis karanlık yolda gitmemizi istemediği için sabaha kadar mola verecektik. Ertesi sabah ise yolumuza devam edecektik. Delly, Nino ve Jack ağlamaktan helak olmuşlardı. Labirentin duvarlarına yaslanmış ve yan yana oturmuş yere bakıyorlardı. Ama çok can yakıcı bir şekilde bakıyorlardı. Yıkılmışlardı.


"Yarın sabah yola devam edeceğiz!" Luis çantalarına koydukları odunları çıkartıp yere dizdi ve koni şeklinde birbirlerine sabitledi. Öfkesini ve üzüntüsünü belli etmemeye hatta silmeye çalışıyordu. O yıkılırsa diğerleride yıkılırdı.


Cebinden kibritini alıp ince odunları ve yaprakları yaktı. Kısa bir süre sonra kalın odunlarda tutuşmuştu. Ateşin önündeki duvarda dizlerimi kendime çekip Teo'nun rahat  omzuna yaslanarak yanan ateşi izliyordum. Bu görüntü beni rahatlatıyordu. Ateşin rengi ve küsürat kadar hızı beni etkiliyordu. Gözlerim uzunca bir süre ateş de takılı kaldı. Yavaş yavaş uykum geliyordu ve gözlerimde kapanıyordu. "Örtüyü versene, üşüyüp hasta olmasın"


Leo çantasını açtığını duydum içinden bir örtü aldı ve Teo'ya uzattı. "Ben üşümüyorum" dediğimde sesim titriyordu. Üşümüyordum, donuyordum. Teo üstümü örttü ve sol koluyla benim omzumu kendisine doğru çekip sardı. Benim kafam onun omzunda, onun kafası ise benim başımın üstündeydi. Çok rahattım. Teo'yu gerçekten çok seviyordum. Ona bir şey olma ihtimali bile bir anlığına kalbimi sızlattı ama uykum fazlasıyla geldiği için yenik düşüp gözlerimi tamamen kapattım.


🕸🕸🕸🕸🕸


Bir öksürük sesi... Bir kez daha... Bir kez daha.


Gözlerimi yavaşça açtım. Sabah olmuştu ama duvarlar o kadar yüksekti ki ışık bile zor giriyordu. Teo'yu yastık olarak kullanmıştım sanki. Ona bakınca çok tatlı uyuyordu ama duruş şekli rahatsız ediciydi. Boynu tutulmazdı umarım.


Benim için buna bile dayanmıştı. Tekrar bir öksürük sesi geldi. Yavaşça kalkıp oturma pozisyonuna geçtim ve kısık bir sesle esnedim. Çevreme baktığımda hepsi daha uyuyordu gözlerim doğrudan Luis'i buldu. Kalbim duracak gibi korkuyla yerimde sıçradım.


Bana bakıyordu. Esnediğim için onu uyandırmış mıydım? "Günaydın, ne zaman uyandın?" dediğimde kafasını salladı. Sonra boynunu iki taraftan da çıtlattı. "Hiç uyumadım" zorlukla gülümsemeye çalıştım. Onu da anlıyordum. Değer verdiği bir diğer arkadaşını kaybetmişken nasıl mutlu olabilirdi ki?


Yine de biraz doğruldum ve dizlerimi kendime çekerek, "Neden peki?" diye sordum.


"Olası bir durumda sizi uyandırmam gerek. Hiçbir şey olmamış gibi uyuyamam"


"Bekçilik yapıyorsun yani?"


"Daha çok liderlik. Bu benim vaziyetim"


Ayağa kalktı ve benim yanıma geleceğini düşünerek duruşumu düzelttim. Ama Jack'in yanına gitmişti. Az önceki öksürük sesi de ondan gelmişti. Jack tekrardan öksürdü ve gözlerini zorlukla açtı.


"İyi misin kardeşim?" Kafasıyla reddetti. "Ölümüm yakındır" dedi ve tekrardan öksürdü. Max'in zehirli kanına dokunduğu için o da zehirlenmişti. Sıradaki kişi Jack'ti. Bu kadar hızlı ölmesini istemiyordum. Bu zehir çok güçlüydü ve hemen etkisini gösteriyordu. Hayal kırıklığıyla dolmuştum. Neden böyle oluyordu? Bu yola kimseyi kaybetmeme iç güdüsüyle gelmiştim ama daha bir gün olmuştu Max ölmüştü. İkinci gün yani bugün ise zehirlendiği için Jack ölecekti.


Luis geriye doğru birkaç adım attı ve bir çantadan su çıkartıp Jack'e uzattı. Jack su çanağını aldı ve ağzına deydirmeden içmeye çalıştı. Luis'e uzattı ve bu sefer de yüksek bir sesle öksürdü. Boğazına bir şey takılmış gibi yere tükürdü. Tükürdüğü şey siyah kandı.


Jack labirent virüsüne değil zehirli sarmaşık hastalığına yakalanmıştı. Biz labirentten korkuyorduk ama sadece virüs değil, labirentin içinde de ölüm tuzakları vardı.


"İyi misin Jack?" Nino endişeyle onun yanına giderken Luis kolundan tuttu. "Zehire yakalanmış, yaklaşma!" dediğinde Nino dahil hepsinin yüzündeki ifade umursamazlıktı. Sanki 'zaten öleceğiz bırak şimdi ölelim' derlermiş gibi yüz ifadeleri vardı ve bu çok can yakıcıydı.


Luis çantasını aldı ve bir bölümünden kahverengi kutuyu çıkardı. Aşı kutusuydu bu. Aşıyı içinden alıp Jack'in yanına gitti. Aşıyı vurmak için doğrulduğunda Jack bir kez daha öksürdü ve bu seferde kırmızı kan tükürdü. Baygın bir ifadeyle Luis'e, "İstemiyorum, yeterince yaşadım. Kardeşimi de kaybettim, artık yaşamak falan istemiyorum!" dediğinde Luis elindeki aşıyı sıktı. Boynundaki damarlar belirginleşti ve öfkeyle soluklandı. Ayağa kalkarak ellerini beline koyup ofladı ve bağırmaya başladı.


"Sikecem artık haa! Kaç kişi can verdi yanımızda!? Kaç kere gözyaşına boğulduk!? Bu lanet olası aşıyı kime yapmak istediysem hepsi reddetti. Sonunda ne oldu, onları benim öldürmemi istediler. Ben kardeşlerimi öldürdüm kardeşlerimi! Siz neyden bahsediyorsunuz?! Siz ölünce her şey normale mi dönecek sanki? Hiç mi düşünmüyorsunuz ardınızda bırakacağınız onca kişiyi? Ya şimdi bu lanet aşıyı koluna vururum ya da bir daha asla burnumu bile sokmam! Zaten aptal bir lider yapmışsınız kendinize, sizin uğrunuza kardeşlerinin canına kıyan ve vicdan azabı çekerek yaşamını sürdüren her şeyi yapan ama ardında bırakamayacağı kadar değerli olduğu dostlarını bırakamayan bir lider bulmuşsunuz! Eğer ben hâlâ yaşıyorsam bil ki sizin için bilinki hepiniz için! Siz ne yapıyorsunuz peki? Cevap verin, birbiriniz için hangi tür fedakarlığı yaptınız lan!? Ben sizin için yaşıyorsam sizinde birbiriniz için yaşamanız gerek. Hemen pes edip ölmek istemekten başka ne bok yiyorsunuz siz?!"


Şuan yılların sinirini ve acısını çıkartan bir enkaza bakıyorduk. Luis o kadar sert ve öfkeli konuşuyordu ki olduğum yerde ürperdim. Her şeyi onlar için yapıyordu. 'Eğer ben hâlâ yaşıyorsam bil ki sizin için bilinki hepiniz için!'


Arkadaşlarını, kardeşlerini öldürmüştü. Kimse kabullenmese de bunun doğru olmadığını ve Luis'in hiçbir suçu olmadığını söyleselerde Luis bunu kendisine yediremiyordu. Onun aklında sadece onları öldürdüğü kalacaktı. Yaşayan ve acı çeken bedenlerine bir kurşun sıkarak onları öldüren biri olarak kalacaktı zihninde. Bir katil olarak anlatacaktı kendisini. Bunu zaten en başından beri istemediği belliydi ama sanki ilk kez dile getiriyordu.


Arkadaşlarının yanında güçlü durmak istiyordu, yenilgiyi hazmedemiyordu. Diğerlerinin gücü yoktu o gücü sağlıyordu. Planları yoktu, planı o yaratıyordu. Yiyecek besin yoktu, bir yolunu bulup yiyecek getiriyordu. Burada ölüm vardı ama o ölümün önüne geçmeye çalışıyordu.


Eğer onlar organ ise, Luis iskeletti.


Eğer onlar bitki ise, Luis güneşti.


Eğer onlar fotoğraf ise, Luis renkti.


Eğer onlar kan ise, Luis damardı...


"Benim yapacağım en büyük fedakarlık inan bana bu olacaktır Luis. Sizin için sadece bunu yapabilirim. Ölmem umrumda bile olmaz. O lanet aşıyı yapma bana. Senden beni öldürmeni istemiyorum Luis. Ama lütfen aşıyı yapma. Başka birisinin daha çok ihtiyacı olur ona yaparsın. Her türlü öleceğiz zaten bunu biraz daha ileri alsan ne olur almasan ne olur..." dedikten hemen sonra yine öksürdü ve yere tükürdü.


"Yolunuza bensiz devam edin, az sonra öleceğim zaten hissediyorum"  burnundan kan geliyordu. Bakışları baygındı. Hissetmiş olacak ki elini burnuna götürdü ve eline baktı. Kan olduğunu görünce acı içinde güldü. Bu öyle bir gülüştü ki bütün umutların yerle bir olduğu inancın olmadığı kadar az olduğu ve yaşama olasılığının en aza indiğini bas bas bağıran bir gülüştü.


Sol gözünden bir damla yaş aktı. Yaşayan bir ölü gibiydi. Zehirin bütün bedenine yavaş yavaş bulaştığı belliydi. Hatta çok hızlı bulaşıyor ve yayılıyordu.


"Sen de yapma Jack, bizi bırakma kardeşim!" Delly göz yaşlarını sildi ve veda etmek istemediği için gözlerini kapattı. Nino tepki vermiyordu. O da bu ölümü bekliyordu.


Jack zehirin etkisiyle akan burnunu eliyle sildi ama hiçbir işe yaramıyordu. Kan akmaya devam ediyordu. Burnuna defalarca dokunduğu için bir anda hapşurdu. Ağzından ve burnundan hapşuruk etkisiyle daha fazla kan gelmeye başladı. Gözlerim dolmuştu. Bu görüntü kalbimi çok sızlatıyordu.


Ağız alışkanlığı olduğu için hiç düşünmeden "Çok yaşa!" dedim. Bir kez daha acı içinde güldü. Kan çanağına dönüşen gözlerinden bir damla yaş daha geldi.


"Çok yaşayacağımı sanmıyorum Malia! " dediğinde psikolojim hiç olmadığı kadar alt üst olmuştu. Dolan gözlerimden yaşlar, yanaklarıma sonra yere doğru süzülmeye başladı.


Ben 'çok yaşa' demiştim ama şuan ölü bir beden gibiydi. Bu tam idam edilecek kişinin idam masasında hapşırması, onu öldürecek kişinin de çok yaşa demesi gibiydi. Jack artık nefes bile alamıyordu. Defalarca öksürüyordu ve nefes almaya çalışırken boğuluyordu. Bu cehennemde oksijen bile yok denecek kadar azdı. 


"Eğer aşıyı yaparsam yaşayacaksın Jack! Çok yaşıyacaksın..." Luis aşıyı yapmak istiyordu ama Jack eliyle yine reddetti. Başını duvara yaslayarak öksürdü.  "Zamanı geldi artık Luis, diğerleri sana emanet. Kendinize iyi bakın ve çıkın buradan..." dedi ve son bir kez öksürüp gözlerini kapatarak nefesini verdi.


Kafası omzuna düştü ve öylece kaldı. Ağzından kanlar salya gibi yere akıyordu. Damarlarında siyah izler vardı. Delly ve Nino'nun ağlamaktan göz yaşları kurumuştu. Artık ağlayamıyorlardı bile. Ölü gibi Jack'e bakıyorlardı. Uzun zamandır beraber kalkıp beraber yatmışlardı. Bu onlar içinde çok zordu.


"Hadi, zehir her birimize yayılmadan devam ediyoruz!" Zorlukla konuşmuştu bu sefer.


İki günde iki kişi kaybetmiştik. Belki de bu şekilde devam edecekti.


🕸🕸🕸🕸🕸


Saatlerce yürüdük, birbirine çok benzeyen ama farklı tehlikeler içeren yollara girdik. Sağa döndük sola döndük ama bu labirent ne kadar büyükse bir çıkışa dair zerre bir şey bulamadık. Belki de farkında bile olmadan daire çiziyorduk.


Kimsenin sesi soluğu çıkmıyordu. Stewart ve Lucas arkadan geliyorlardı. Alex ise tek başına başını yere eğerek yürüyordu. Teo ve Leo yine yanımdaydı. Luis en önde Delly ve Nino ise ağır ağır yürüyerek geliyorlardı. Harry ve Ron onların kollarından tutarak destek veriyorlardı.


Gök gürleme sesiyle durduk, ardından şimşek çaktı ve yüzümüze damla damla yağmur taneleri düşmeye başladı. Açık bir labirentti burası yağmur tam da üstümüze akıyordu. Çadır veya bir barınağımız yoktu. Yağmur meşale ateşlerini de söndürmüştü.


Isaac, Luis'in kolunu tutarak, "Devam edelim durmayalım şimdi" dediğinde Luis kolunu çekerek gökyüzünü gösterdi.


"Yağmur şiddetli yağıyor, hastalanmamanız gerek. En azından yavaşlayana kadar oturalım biraz."


Belki de saatler geçmişti. Yağmur dinene kadar durmuştuk. Ben derin nefes almak istiyordum ama virüse yakalanma riskim vardı. Tekrardan yerde oturdum ve ellerimle dizlerimi kendime çekip kafamı yasladım. Yavaş ama sık nefesler alarak soluklanmaya olanları bir nevi saklamaya çalıştım.


"Bugünlük bu kadar yeter. Yarın kaldığımız yerden devam ederiz" başımı dizlerimden kaldırdım ve kambur duran sırtımı labirentin duvarına yasladım. Yanımda duran çantamdan bir çanak su çıkarıp içmeye başladım.


Çanağı ağzımdan çekerek, "Sabaha karşı ya hasta olursak?" dedim yağmur saçlarımı ıslatmaya devam ederken.


"Bizde öleceğiz değil mi?" Alex uzun bir süre sonra ilk kez konuştu ama morali bozuk ve yıpranmış bir şekilde konuştu.


Luis bir iç çekerek karşımıza oturdu. Sağ ayağını uzatıp sol ayağını kendisine çekti. Sol elini de üstüne koyarak kafasını duvara yasladı. Alex'e bakmadan, yağmurun damlalarının yere düşüşünü izlerken cevapladı. "Yüksek oranla evet. Eğer bir çıkış yolu bulamazsak tabi!" Bu nasıl bir moral vermekti? Öleceğimizi kabullenmişti ve bunu çok rahat dile getirmişti. Bir lider olarak bizi sakinleştirmesi gerekiyordu ama bunu yapmıyordu. Gerçekten bazen saçını başını yer değiştirmek istiyordum.


"Burada sonsuza kadar kalmayacağız Luis. Elbet bir gün çıkacağız. Hiçbir şey daima sonsuza kadar sürmez!" dediğimde doğrudan bana dönen tsunami gözlerinde öyle büyük bir sinir gördüm ki bana kızacağını hemen anlamıştım.


"Sonsuzluğu nasıl tanımlarsın Malia? Sonsuzluk nedir sence? Hiçbir şeyin sonsuza kadar sürmeyeceğini söylüyorsun, ölüm ne olacak peki? Ölen kişiyi geri getirebilir misin? Burada öleceğiz bunu kabullenmek başlarda zor gelir ama bu bir gerçek!" Canımı acıtıyordu. Söylediği şeyler gerçekten de canımı acıtıyordu.


"Luis bak, sonsuzluk uzun bir kavram gibi gelebilir ama ben inanıyorum ve biliyorumki buradan çı-" sözümü ayağa kalkarak ve bağırarak kesti. Yanıma gelip sol dizine çöktü, bağırarak yüzüme bağıra bağıra konuşmaya başladı.


"Burnunun dikine gitmeyi ve bir yalana inanmayı bırak artık! Sonsuzlukmuş, sen ciddi misin? Sonsuzluk var evet o da buradan canlı olarak çıkamayacağımız. Ne bu sonsuzluk düşüncen? Daha ne kadar uzun bir süre sürecek bu lanet olası sonsuzluk!" Sakinleşmek için nefes verdi ve elini yumruk yaparak sıktı.


"Umut etmen güzel bir şey ama bir yalan uydurup bizi de bu şekilde kandırmana izin veremem. Bu cehenneme girdiğimizden beri iki kişi öldü. Jack ve Max, onlarda bu yalana inandı! Onlarda umut etti. Peki sonra ne oldu ha! Siktiğimin umudunu ettiklerinde ne oldu!? Bu sonsuza kadar sürmeyecek haklısın. Çünkü birkaç aya hatta güne kalmaz hepimiz öleceğiz!"


Sanki şuan binlerce yerden bıçaklanıyor gibiydim. Umut etmek bu kadar kötü bir şey miydi? Yüzüme karşı bütün içini dökmüştü. Yumruğunu o kadar çok sıkmıştı ki eli kırılacaktı.


"Bunu değiştiremezsin, bizim alın yazımız bu!"


"Madem tek kurtuluş yolunuz ölüm o zaman neden kafanıza sıkmıyorsunuz!"


Diğerleri de Luis de aynı anda gülmeye başladılar. Komik bir şey dememiştim. Gayet ciddiydim.


Luis kuruyan dudaklarını ıslatarak, "Sence biz bunu akıl edemedik mi? Er ya da geç ölecekken neden bunu hızlandıralım ki? İntihar etmek de zavallıların işidir. İnkar edemem zamanında bunu denedim ama ben zavallı değilim. Bunun da üstesinden geldim. Hem biz birlikte mutluyuz. Öleceğimizi bildiğimiz hâlde neden direnelim ki?" dediğinde yutkundum. Benim koyu harelerimle buluşan gözleri kurşun gibi deliyordu içimi.


Bir iç çektim. Gerçekten bu düşünce tarzı beni deli edecek seviyedeydi. "Sen bir lidersin Luis! Senin umutlandırman lazım diğerlerini. Buradan çıkabileceğimize senin inandırman lazım. Ama sen o kadar bencil ve karamsarsın ki anlayamıyorsun!" düz bir çizgi halini alan kaşları çatıldı. Laciverte dönen gözleri az sonra iyi şeyler olmayacağını gösteriyordu. Galiba bencil demem onu kızdırmıştı.


Bir anda sinirle güldü. Yere ardından bana tekrardan bakarak kafasını iki yana doğru sallayıp güldü. Bir an gerçekten beni öldüreceğini düşündüm aramızda bir metreden az bir mesafe vardı. Gözlerindeki öfkeyi çok net görüyordum. Bu kadar yakından görmek tüylerimi ürpertiyordu. Çaresizliği, bunalımı, nefreti ve bitkinliğini gördüm. Bu mavi gözler çok acı çekmişti. Çekmeye de devam ediyordu.


Çatılan kaşlarından sonra sağ işaret parmağını kaldırdı ve suratıma doğru tehdit edercesine tuttu. "Karamsara bir şey diyemem ama eğer bana bir kez daha bencil dersen bir daha sevdiğin yüzümü sana asla göstermem."


Öyle bir şey demem ona gerçekten hakaret olmuş gibiydi. Ama bu konuda da istemesemde haklıydı. Kendisi hariç herkesi düşünen kişiye bencil demiştim.


Sonra tekrardan kafasını bir şeyi kabul etmiş gibi salladı. İşaret parmağını indirip gözleriyle yine beni hedef aldı. "Tamam peki, sen nasıl diyorsan öyle olsun. Ama unuttuğun bir şey daha var. Ben senin aksine gerçekçiyim! Senin gibi hayal dünyasında yaşamıyorum. 12 yıldır burada ne olup bittiğini çözmeye çalışıyorum... çözdümde! Bizim boş boş oturduğumuzu falan mı sanıyorsun sen?! Biz, 'bekleyelim, belki birisi gelip bizi kurtarır' kafasında mıyız sence? Hayır ve asla olmayız. Bir liderim, doğrudur ama istediğine sor bu zamana kadar kimseyi umutlandırmadım. Hiç kimseye buradan sağ çıkabileceğimizi söylemedim." dedi bağırırcasına. Bakışlarım karşımda ki Isaac'i buldu. Kafasını sallayarak Luis'in sözünü onayladı.


Kahverengi irislerim kırmızı damarlarla boyanırken sözüne devam etti. "Neden biliyor musun? Çünkü umut kötüdür. Umut zayıflıktır. Kimseyi umutlandırdıktan sonra ölümünü izleyemem. Yoksa kendimi suçlu hissederim. Kimseye söz vermedim, sana da vermiyorum. Sen de bunu anla artık, lütfen!" Sağ gözümden akan bir damla yaşa baktı. Sözleri ağırdı ve kalbime daha doğrusu zihnime işliyordu.


Kuruyan dudakları aralanıp son bir cümle daha işittirdi kulaklarıma. "Söylesene Malia, umut edecek ve bir yalana inanacak kadar zavallı mısın sen?"


Artık başarmıştı. Tsunami gözlü aptal bir lidere karşı bir şey diyemeyecek kadar yenilmiştim. Umudumun saklandığı kapağını ardına kadar açtım. Uçup gitti.


Söyledikleri şeylerin hepsi beni kalbimden ve beynimden vurmuştu. Neden canım bu kadar çok acıyordu? Neden karşılık veremiyordum? Bana sesini ilk kez bu kadar yükselmişti ama ben karşılık veremiyordum, düşünemiyor mantıklı bir karar alamıyordum. Umutsuzluk kulağs bile hoş gelmiyordu ams bundan iyi bir şeymiş gibi bahsediyordu. Söyledikleri şeyler ben de baya bir küfür etkisi bırakmıştı. Gerçekleri bir tokat gibi vurmuştu yüzüme. Benim kabul etmek istemediğim şeyi kabul ettirmişti bana.


Bu zamana kadar inandığım şeye şuan inanmıyordum., inanamıyordum. Şuan düşününce umudun gerçektende insanların zayıflığı olduğunu hissediyordum. Luis öyle öfkeyle söylemişti ki bunları yüzüme ikna olmuştum. Çünkü haklıydı. Umut zavallıların işiydi. Umut acınacak halde olanların işiydi. Umut etmek kendimizi kandırmaktı. Hiçbir sınava çalışmayan ve sınava giren kişi umut ederse bu saçmalık olurdu.


Boğulan bir kişi kurtarılmayı umut edene kadar suda beklerse aptallıktı.


Yangında yanan bir kişi her şeyin düzeleceğini umut edip hiçbir şey yapmazsa acınasıydı.


Ölüm tuzağında olan kişi yaşıyacağını düşünüyorsa benim gibi zavallıydı.


Pandora kutuyu başka bir nedenle kapalı tutmuştu. Kutunun içinde birden fazla kötülüklerin hepsi çıkmıştı. Umut haricinde, halbuki bu da diğerleri gibi kötü bir şeydi.


O kutuyu kapalı tutarak diğerlerini de içine çekmiştim ve sonuç buydu. Ölmüşlerdi. O kutuyu kendi içimde aralamıştım ama az önce Luis'in tokat etkisi bırakan laflarıyla ardına kadar açmıştım ve umudu salmıştım. Yapmam gereken bu değildi. O umudum ölene kadar kutunun içinde kalmalıydı. Ben bu düşüncelerle girmiştim buraya. Sadece 2 gün olmuştu ve şimdi bitmişti.


Rengim solmuştu, beynim boşalmıştı sanki. Şuan umrumda değildi. Ölecektik bu inkar edilemezdi ben inkar etmiştim. Bu iş böyle ilerliyordu. Tek kurtuluş yolu ölümdü. Luis'in dediği gibi öleceğimi bile bile direnmem faydasızdı.


Sağ gözümden bir damla yaş daha yanaklarımdan süzülüreken doğruldu ve ayağa kalktı. Sinirli değildi sanki şuan. Sakinleşmeye çalışıyordu, sinirini ve öfkesini benden çıkartmıştı. Bu konu da pişman gibiydi. Ama nihayet haftalardır uğraştığı şeyi başarabilmişti. Zihnimden geçen her bir düşünceyi anlamış gibi bana elini uzattı. Yüzüne baktım, mavi gözleri eski rengini almıştı. Hafif bir tebessüm etti.


"Her şey daha yeni başlıyor bayan Miller! Bu işe umut ederek mi devam edeceksiniz yoksa umudu kendiniz mi yaratacaksınız?"


Dudaklarım kıvrıldı. Gözlerim daha çok kısıldı ve yaşlarım yanaklarımda kurudu. Daha önce bu konuda düşündüğüm her şeyi bir yana attım


Atar atmaz da zihnimde kara bir delik açıldı.


Bana doğru uzattığı eline bakarak sağ elimi kaldırarak yumuşak ve soğuk elini tuttum. "Sayenizde her şey tamamen değişti bay soyadı gizli olan tsunami gözlü beyefendi... kendi umudumu kendim yaratacağım!"   


Elinden destek alarak ayağa kalktım. Yağan yağmur damlalarına baktım ve yüzümü ıslatmalarına izin verdim. Kollarımı iki yana açarak gözlerimi kapattım. Burada hepimiz ölecektik. Ama zamanı gelince. Bir yalan uydurup kimseyi o yalana sürüklemeyecektim. Daha önce söylediğim antımı geri alıyorum.


Buradan çıkana kadar kendi umudumu kendim yaratacağım...


Ant içerim! 


...


Loading...
0%