Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5. Bölüm Kayboluş

@darklightssx

(Yorum yazmay ve oylama yapmayı unutmayın... iyi okumalar♡♡♡)


"Ölürsen acımam, uyanana kadar döverim seni!"


Kalbim ve zihnim çalışmayı bırakmış bir robot gibi ilerliyordu. Sadece merak ediyordum. Buradan çıkmak kurtulmak istiyorduk. Bunda hemfikirdik, peki bunu nasıl yapacaktık? Yolu bile bilmiyorduk. Luis'e güvenerek bir yol seçiyor kuyruklarını takip eden köpekler gibi kendi etrafımızda dönüp duruyorduk. Karanlıktı, kirliydi, fazla sessizdi. Rahatsız edici bir sessizlik hâkimdi. Hiçbir şey de hatırlayamıyorduk.


Bu cehennemden çıksak nereye gidecektik?


Yolumuzu nasıl bulacaktık?


Bizden sonra neden kimse gelemeyecekti?


O notu kim göndermişti?


Annem kimdi? Ne yapıyordu? Beni merak ediyor muydu?


Babam kimdi? Beni arıyor muydu?


Kardeşim veya abim-ablam var mıydı?


Ben nereliydim?


Arkadaşlarım veya sevgilim var mıydı?


Neden hayatımla ilgili her şeyin sonunda sadece soru işareti vardı?


Bunların cevaplarını neden bilmiyorduk? Hafızamızı kim silmişti? Ailemiz ve gerçek hayatımız hariç her şeyi hatırlarken hatırlamam gerekenleri neden bilmiyordum?


Buraya gelmeden önce de bu kadar meraklı mıydım?


Soru düşünmekten bile yorulmuştum. Hayat o kadar acımasızdı ki hiçbirimizin yüzünü güldürmüyordu. Karaya vurmuş balık gibiydik. Ölüyorduk ve kimse bizi görüpte yardım etmiyordu. Bizi gelen nottan anladığım kadarıyla görüyorlardı ama yine yardım etmiyorlardı. Hayatımız, canımız, gözyaşlarımız o kadar mı değersizdi?


Son kullanma tarihleri geçmiş gıdalarmış gibi atılmıştık. Burası bir çöplüktü. Biz de bu koca çöplüğe atılmış çöplerdik. Tamam buraya gelmiş ve hiçbir şey hatırlayamıyor olabilirdik. Ama ailemiz de mi her şeyi unutmuştu? Beni hatırlamıyorlar mıydı?


Yoklukta yaşıyorduk. Kara deliğe düşmüş ve imkansız bir vaziyette kurtulmayı hatta bir imkan olsa da kurtarılmayı bekliyorduk.


Bize notu gönderen kişi burada olduğumuzu biliyordu. Bize yardım etmek yerine ölüme terk edip kaçmıştı. O da korkuyordu ya bize görünmekten ya da labirentin içinde ölmekten...


Karnım gurulduyordu ve sessiz bir ortamda bu çok rahatsız ediciydi. Ses çok baskın çıkmasın diye karnıma vuruyordum. Durmuyordu devam ediyordu. Hiç aç değildim ama karnım gurulduyordu. Acıkmış mıydım yoksa?


Labirentte dolaşırken Carl'ın fikri üzerine siyah mürekkeple işaret bırakıyorduk. Eğer daire çiziyorsak bunu anlardık, bize kısmen yardımcı oluyordu. Karnımı tuta tuta zorlukla yürüyordum.


"Yemek molası verebilir miyiz? Ben acıktım da" dediğimde pek ciklemediler. Bir anda karnım büyük bir hışımla guruldadı. İçinde nasıl bir kurt yatıyorsa gürlemişti. Sessiz ortamda da herkes duymuş gibi tebessüm edip güldüler.


"Gerçekten çok acıkmışım galiba..." Luis önde yürürken bana bakmadan durdu. Sonrada ağır çekimle bize dönüp bana baktı.


Yola daha yeni çıkmıştık, hatta yarım saat ya olmuştur ya olmamıştır. Ama yinede başını sallayarak oturmamızı işaret etti. "Yiyecek molası" rahatlamış gibi bir oh çektim.


Tam oturacakken aklıma bir şey geldi ve koşarak Isaac'in yanına gittim.."Şimdiden söylüyorum Issac meyve istiyorum? Çuvallarca elma, armut topladım ve meyve istiyorum! Altını çizerek söylüyorum mey-ve!"


Gözlerini kısarak ofladı. Sonrada yere oturup çantasını açtı. Biraz karıştırdı ve bula bula havuç çıkardı. Elimi alnıma vurdum. "Yemek seçme sincap! Ama havuçta kısmen bir meyve sayılır"


Kaşlarımı çatıp ofladım. "Havuç meyve değil. Meyve olması için suyu olması gerek. Bana su tadı gelmiyor!" Havucu omuz silkerek bir tavşan gibi yemeye başladı. Sinirle güldüm.


"O zaman neden havuç suyu diye bir şey var? Havucun suyu yoksa o nasıl çıkmış? Hem öyle bir su konusuna girdin ki bundan sonra bana göre domates ve limon artık meyve." Bu şekilde bakınca aslında mantıklıydı ama konuyla alakalı değildi.


"Konuyu saptırma, bak lütfen meyveleri sen taşımak istedin. Ben işkence çekerek meyve topladım ve faydasını görmek istiyorum."


Diğerleri ben ve Isaac'e gülüyordu. En azından gülmemiz bile güzel bir şeydi. Issac havucunu yandan tekrar kırtlatarak ısırıp yemeye devam etti.


Dudaklarımı büzdüm. "Meyve istiyorum. İnan bana o kadar açım ki başının etini bile yiyebilirim. Ayriyeten o havucu sana sok-" Lucas sesli güldü. "Hop yavaş Malia! O dediğin şey acıtır baya" Sinirle atılan kahkahalar bile beni rahatlatmıştı. Başımı salladım.


"Peki o zaman değiştiriyorum. O havucu sana ekmeden..." Luis'in gülüşünü duyduğumda ona döndüm. Bana farklı bir şekilde öyle bir baktı ki içim içime girdi. O gözleri ilk kez bu kadar huzur verici bakıyordu. Dudaklarımı kıvırdım ve saçlarımı arkaya doğru attım.


Isaac'e bütün beden dilimi kullanarak anlatamaya başladım. "Normal bir meyve. Mandalina olur, muz olur, çilek olur, armut bile olur yaa! Minnacık bir böğürtlen bile olur. Lütfen!" Tek kaşını kaldırdı ve havucunun son lokmasını da kırtlatarak yedi. Gerçekten tahammül edilemeyecek kadar rahattı. Dünya umrunda değildi sanki.


Havucunu çiğnerken çantasını yine karıştırmaya başladı. Heyecanla ona baktığımda, sırıtarak bana döndü. "Hımm, marul olur mu?"


Büyük bir heves kırıklığıyla gözlerimi yenilmiş gibi kapattım ve yüzümü somurttum. "Pisliğin tekisin" dedim ve marulu kabul ettim. Sonra gülmeye başladı. Eğer sinirli olmasaydım bu sempatik gülüşüne karşılık verebilirdim ama insanı sinir eden bir karakteri vardı.


Marul minicikti buna galiba göbek diyorlardı. Yani farklı adları vardı. Bir parçasını koparıp ağzıma attım. Çiğnerken bana gülenlere ters bir bakış attım ve çenemi büzdüm. Sinir bozucu bir erkek ahırındaydım. Sonra aç olduğum için pek umursamadım, en azından marulun tadı güzeldi.


Bir siluet birden önümde belirip durdu. Kimseyi görmek istemiyordum. Şuan aç bir sincaptım, başka hiçbir şeye odaklanmak bile istemiyordum. Sessizce ve sinirle marulumu fare gibi yerken daha doğrusu kemirirken sol kolum dürtüldü. Önce kolumu dürten Teo'ya sonra parmağıyla işaret ettiği ve zorla bakmamı istediği, tahmin ettiğim kişi olan Luis'e göz devirerek baktım.


Çamurlu kahverengi botlarından başlayarak yüzüne doğru bakacakken kucağında tuttuğu meyveleri farkedince durdum. Sonra tek kaşımı merakla kaldırarak yüzüne tsunami irislerine baktım.


Kurumuş pembe dudaklarını ıslatıp eğlenen bir imâyla dudağının kenarını kıvırdı. Bu şekilde bile çok hoş bir gülümsemesi vardı. Ama önyargılı tavrıma göre dışa farklı içi farklıydı. Koyu harelerim tekrardan kucağında duran ellerinin arasındaki meyveleri buldu. En azından Issac'den daha insaflıydı. Elma ve mor erik vardı. Mor erik aşığı biriydim ama gururum vardı. Sol dizine doğru yavaşça çömeldi. Meyveleri bana uzattı lakin tam o esnada hızlıca elimle reddettim.


"Aç kalma, al ye!" Bunu bile emir vererek söylüyordu. Bakışları gibi dilide tatlı olsaydı en azından biraz daha çok sevebilirdim. Şuan şimdilik sevdiğim kişilerde ilk beşe bile zor girerdi.


"İstemiyorum hem," marulumu gösterdim. Ama komik olsun diye başka bir adını kullandım. "Benim göbeğim var" dediğimde tekrardan dudağının sağ köşesi kıvrıldı.


Geçenki pozisyonla aynı hizadaydık. Aramızda bir metreden az mesafe vardı. Mavi gözlerinin esiriydim, bana bakarken boğuyordu ama haberi bile yoktu.


Tanımda oturan, tatlı bir saflıkla dolu olan Teo'nun sözüne gülmeden edemedim. "Kuş gibisin Malia, ne göbeği? Boş ver göbeği, açlıktan mı ölmek istiyorsun?" Galiba burada marula marul diyorlardı sadece. Teo bunu ciddi söylediği için onu rencide etmek istemesemde güldüm. Biraz yanlış anlamıştı.


Hem pek de kuş gibi olduğumu sanmıyordum. Biraz göbeğim vardı, gerçek anlamda olarak hakkatten obur bir sincaptım. Issac bana durduk yere Theodore derse şaşırmaz hak verirdim. Ben bu filmi bile saniyesine saniyesine hatırlarken neden ailemle ilgili tek bir şeyi bile hatırlayamıyordum hâlâ düşünmeden edemiyorum.


"Marul yani Teo, bazıları göbek derler buna" Tekrardan sırıtan Luis'e döndüm. Meyveleri kucağıma bıraktı.


"Hadi doyur o mideni, yol uzun" gözlerimi tamam anlamında kırptım ve bir mor erik alıp ısırdım. Gülümseyerek ve eriği göstererek başımı bir o yana bir diğer yana doğru salladım. "Galiba önceki hayatımda da mor erik seviyordum." Beni izlerken gülüşü daha belirgin olurken yeni uyanmış gibi gözünü kaçırdı ve direkt ayağa kalktı.


"Buna nasıl emin olabilirsin?"


"Çok lezzetli, bu mükemmellik sevilmez mi?!" dediğimde karşımda oturup benim gibi erik yiyen Isaac'in sesini işitti kulaklarım.


"Heralde lezzetli ve mükemmel olacak ben yetiştirdim."


"Hemen öv kendini tamam mı hiç geri kalma." Başını bir kere yere doğru tamam anlamında salladığında içimden güldüm.


"Mor size yakışır sanırım bayan Miller." dediğinde eriğimden bir ısırık daha alarak başımı kaldırıp Luis'e geri döndüm.


Mor rengini seviyordum ama bunun konumuzla hiçbir alakası yoktu. Konu açmaya çalıştığı her halinden belliydi. Veya belki de beni tanımaya çalışıyordu.


"Bunun konuyla ne alakası var şimdi?"


Omzunu silkti. Kısık gözlerinin parlaklığı yansıdı. "Bilmem, mor olan bir çok şeye ilginizi farkettim. Köyde de öyleydiniz. En sevdiğiniz renktir şüphesiz."


"Biz neden bir anda resmî konuşmalara döndük. Neyse bu konuda haklı olabilirsiniz. En sevdiğim renkler tartışmasız kırmızı, siyah ve mor. Yani o yüzden doğru tahmin tsunami gözlü ve baş belası liderim."


Bizi dinleyip konuya alaycı bir şekilde gülerek giren Frost, "Üstüne yakışır mı bilmem ama yüzüne çok yakışırdı." dediğinde Luis bakışlarını benim üstümden çekti. Kıvrılan dudakları eski ürkütücü halini aldı. Frost'un bana neden böyle davrandığını bir türlü anlayamıyordum. Şiddete meyilli olduğu belliydi ama benim kız olmam umrunda değildi sanki. Tamam cinsiyet ayrımcılığı sevmezdim. Lakin onun yaptığı terbiyesizlikten başka bir şey değildi.


Luis, Frost'a dönmedi ama ondan hiç beklemediğim bir cümleyle onu susturdu. "Peki ya senin yüzüne yakışır mı? Gel istersen bir deneyeyim." dediğinde boğazım aniden kurudu. Beni bu şekilde etkileyici korumaya devam etmemeliydi. Yoksa işler çığırından çıkar edepsizleşirdim.


Teo'nun koluna hafifçe vurarak, "Su verir misin? Hava bir anda sıcakladı." dediğimde kaşlarını çattı ve sol elini kaldırarak avucunun arkasını alnıma dokundurdu.


"Hava buz gibi Malia, hasta mısın sen? Çok sıcaksın, ateşin falan mı var senin?! Sakın hastalanma! Luis! Malia galiba has'z" Sol elimle atik bir şekilde ağzını kapattım. Kahverengi saflıkla dolu gözlerine bakarak, "Ne alakası var!?" deyip işler boka sarmadan önleyebildiğim için oh çektim.


Elimi yavaşça kapattım dudaklarından çekerek önüme geri döndüm. Tekrardan kucağımda duran güzel meyvelere bakıp elime aldım. Başka bir mor eriği de suyunu içercesine ısırdım. Gerçekten bende utanma falan yoktu ya. Hakikaten gurursuzdum. Kime gurur yapıyordum ki? En fazla on saniye sürüyordu.


🕸🕸🕸🕸🕸


Art arda 15-16 tane mor erik yedikten sonra karnımı ovaladım. Doydum galiba...


Benide ye istersen Malia!


İç sesime kulak asmadan arkama yaslandım. Çekirdekleri atacak bir çöpümüz olmadığı için yerde bıraktım. Yemekten çenem ağırmıştı. Canım hiç elma çekmediği için yememiş çantama atmıştım. Luis ve diğerleri birkaç kez elma yemişti. Zaten bir tane orta boy benim yarım kadar çuval vardı. Onu da bitirmişlerdi. 16 kişiydik ben yememiştim 15 kişi bitirmişti bütün elmaları. Artık erikle yaşamaya devam edecektim. Böğürtlen ve armut da vardı zaten.


Bir süre daha oturduktan sonra Luis duvardan destek alarak yine ayağa kalktı. İki yandanda boynunu çıtlatıp yerdeki çantasının kolunu avucuna alıp omzuna attı. Yola devam etme zamanı gelmişti. Bende önce çantamı taktım ve omzularıma geçirdim. Sonrada sağ tarafımda duvara desteklediğim yayımı ve tirkeşimi aldım.


Luis'in yanında yürüyordum. O kadar hızlı adımlar atıyordu ki resmen yetişmek için peşinden koşuyordum.


"Luis!"


"Hı?" Ne tepki ama!


Aşırı nezaketli ve kibardır kendisi (!)


Bir konu başlatmak ve konuşmak istiyordum ama o gıcık bu işi zorlaştırıyordu. Aklıma rastgele bir soru gelince direkt sordum. Benimde onu tanımam gerekiyordu. "Bir dilek hakkın olsa ne dilerdin?" Sorgularcasına ve konuşmak istemiyormuş gibi göz devirerek bana yandan baktı.


Cevap vermediğinde hızlı adımlarla bir anda önüne geçip geriye doğru yürümeye başladım. Benimle konuşmak zorundaydı. "Hepinizin labirentden sağ çıkabilmesini" yine sadece bizi düşünüyordu. Kendisini değersiz hissediyor gibi davranması rahatsız ediciydi. "Sen peki?" diye onu kendisine hatırlattım. Yine omzunu silkti. Dudaklarını birleştirerek diğerlerine baktı.


"Siz yaşayında, benim ölüp ölmemem önemli değil" böyle davranması hoşuma gitmiyordu. Sanki ölürse buradan çıkacaktık. Her şey daha kötü olurdu.


"Hayır önemli! Sen olmazsan o dakika da asıl biz ölürüz!" dediğimde herhangi bir mimik oynatmadı.


"Benden sonra Isaac var" Sinirle ve sadece onun duyabileceği bir tonda hiç düşünmeden, "Benim liderim sensin diğerleri umrumda bile değil" dediğimde yanlış anlaşılmak istemediğim için doğru anlamış olmasını diledim. Isaac tabiki de umrumdaydı, kesin yanlış anlamıştı.


"Ne demek umrumda değil... Ölsünler mi yani onu mu istiyorsun?" Yanlış anlamıştı bile. Yanlış anladığı için yüzümü buruşturdum.


"Ahh o şekilde değil tabiki ölmelerini istemiyorum. Off yanlış anladın şimdi sen... Senin yerine lider olamazlar anlamında söyledim. Isaac alışık değil. Kendi halinde takılmayı seviyor gibi geldi bana." gözlerini umursamazca benden kaçırdı. Kendi hayatına bir kara delik açıp içine düşmüştü.


"Onları ve beni önemsiyorsan bu düşünceni değiştir"


"Düşüncelerimle bunun hiçbir alakası yok"


"Yani bizi önemsemiyorsun..."


"Saçmalamayı kes Malia!" deyip sağ koluyla beni önünden itti ve farklı bir yola giriş yaptı. O giderken kollarımı karnımda birbirine sarıp parmaklarımla kollarıma vurmaya başladım. Sonra derin bir nefes alıp sert çıkan bir sesle bana bakmadığını bildiğim halde arkasından bağırdım.


"Ölme sakın!" Bir anda durdu. Hem o hem diğerleri. Alex yanımda durup ne olduğunu sordu. Issac de Luis'in yanına doğru ilerledi.


Onun yüzünü tamamıyla göremiyordum. Sadece sırtını dönmüş, kendisinden nefret eden, sürekli kendi içinde pişmanlık yaşayan bir siluete bakıyordum. Yüzünü biraz bana doğru çevirdi. "Henüz ölmeyeceğim"


"Ölürsen acımam, uyanana kadar döverim seni!"


Dudakları yandan kıvrıldı. Sanki hoşuna gitmiş gibiydi.


Yanına tırsak bir ifadeyi bürünerek ve çekinerek gittiğimde bakışlarını yine kaçırdı. "İstediğin her şeyi yap! Sonuçta hissetmem. O kadar işkence çekmişken senin yumrukların canımı yakamaz. İstersen her yerimi kan çanağına döndürene kadar yumruk at ama his-"


"Ölme! Bizi dipsiz bir çukurda tek bırakma! Bir yolunu bul ama ölme. Ben ölene dek bu olmaz." diye bağırdığımda sesim bu sefer daha çok yankılandı.


"Senin ölümünün konuyla alakası ne?" dediğinde dudaklarım cevap vermek için aralandı ama diyeceğim şeyi ilk kez düşündüm. 'Seninde ölümünü göremem. Buna katlanamam' Bunu ona diyemezdim. İç sesim neden böyle düşünmüştü.


Luis bizi buradan çıkartabilirdi ona eskisinden daha çok güveniyordum. Ben ölene dek ölmesini istemiyordum, çünkü... çünkü...


Bir sebep bulamıyordum, neden bulamıyordum? Hâlâ benden bir cevap bekliyormuş gibi başını bir milim salladı.


Arkamda yine kulaklarıma çarpan fısıltılar duydum. Luis diğerlerine dönüp onlara sorun yok anlamında başını salladı. Sonra yine bana döndü.


"Eee cevap vermeyecek misin? Sen öldükten sonra mı öleyim? Gerçekten istediğin imkansızlık bu mu?"


"Boşver, unut gitsin. Senden tek istediğim ölmemen."


"Bu bir emir mi bayan Miller?"


"Bu sadece bir istek bay..."


Önce verdiğim cevaba şaşırmış olacak ki kıvrılan dudakları eski düz halini aldı. Sonrada sol yanağını kendisine çekerek ısırıp güldü. Soyadını söylemediğim için olduğunu tahmin edebiliyordum. Beni bu konuda sinir etmeye çalışıyordu ve malesef başarıyordu da.


"İstersen bir emir de olabilir. Benim emrimi yerine getirecek ve dinleyeceksin! Yoksa pişman ederim. Ben ölene dek ölme, bunu görmek istemiyorum" pot kırmıştım sanırım. Yoksa ölene kadar ağlarım hatta intihar ederim.


"Neyi görmek istemiyorsun?"


"Yok bir şey konuyu değiştirme."


Yinede durmayıp başka bir soru daha sordu. "Ölürsem ne olur?" dediğinde aklıma geçenki konuşmamız gelince direkt cevap verdim.


"Ölmüş olursun!"


Kafasını omzuna yatırdı, ellerini arkada topladı ve bir adım atarak önüme geçti. O kadar sevimli bir şekilde bakıyordu ki bir an etkilendim. Ama sadece bir an...


"Git gide bana benziyorsun ve bu güzel bir şey değil. Rol modelini değiştirmelisin." Başımı hayır anlamında salladım.


Sonra tekrardan yürümeye başladım. Bu sefer o benim önümde durup geriye doğru adımlar atarak yürüyordu. Ben ise onun önündeydim ve onun üstüne doğru adımlar atarak aramızdaki kısa mesafede ayağına yanlışlıkla basmamak için büyük bir çaba sarf ediyordum.


"Sana benzemem için beni daha iyi eğitmen gerek!" Elini çenesine götürdü. Düşünür gibi ve ciddiyetsiz bir şekilde,


"Bu da bir emir mi?" diye sordu. Ben de ciddiyetsiz ve tehlikeli bir şekilde başımı salladım.


"Son derece!" Tek kaşını yukarı kaldırdı ve beni baştan aşağıya süzdü.


Mola verdiğimiz de hem biraz atış yapacağız hem de dövüş yapacağız o zaman" Onun yaptığı gibi elimi çeneme düşünür gibi götürdüm.


"Seni mi döveceğim?" diye sorduğumda başıyla onayladı. "Eğer korkuyorsan ve istemiyorsan başka-" sözünü hızla kestim.


"Seve seve yaparım"


Dilini yanağına vurdu. Hatta içinde daire çizdirdi. Gözleri gözlerimdeyken sanki kalbim atamıyordu. Bunun niye olduğunu bilmiyordum ama canım acıyordu.


"Beni korkutmaya başladınız bayan Miller"


"Hımm bu son derece hoş olmalı" dediğimde bakışları ilk kez gerçekten yumuşadı. Bütün yaşanmışlıkları unutmuş gibi huzur verem bir göl edasıyla bana son bir şey söyledi.


"Evet çok hoş"


Neydi bu his? Kalbim yerinden çıkacaktı. Heyecanlanıyor muydum? Korkuyor muydum? Mutlu ya da üzgün müydüm? Öyle bir şey değildi sanki. Soğuk havada bile beni terletiyordu. Aklımda başka bir his daha vardı. Ama korkuyordum. Ölme ihtimalimiz yüksekti. Bağlanmak istemiyordum. Sevmek istemiyordum. Canımı yakacak her hangi bir duyguya kurban olmak istemiyordum.


Lanet olsun şuan bir labirentteydik! Buraya geldiğimden beri 3 kişi gözümün önünde ölmüştü. Psikolojim alt üst olmuştu ve bu duygu beni daha çok üzecekti.


Tabiki kimsenin ölmesini istemiyordum, Frost'un bile. Ama kaderimizde ne yazdığını bilmiyorduk her an biri ölebilirdi. Yine acı çekebilirdik. Böyle bir durumda gerçek sevgiye yer veremezdim. Hem ben en son Luis'e çok gıcık ve öfkeliydim. O beni sinir ediyordu.


Her şey anlık oluyordu. Beynimi ele geçirmeye çalışıyordu. Mesela Teo ve Leo'yu çok seviyordum ama onlarda kalbim bu denli canımı yakmıyordu. Onları da kaybetmekten çok korkuyordum. Bana ilk geldiğim günden beri çok iyi davranmışlardı. Bir sürü kişiyle yeni yeni anlaşmaya başlıyordum. Mesela Isaac beni sinir ediyordu ama onu da çok seviyordum. Stewart ile bu aralar pek konuşmuyordum ama ona da bir şey olmasını istemiyordum. Kendimi kötüye hazırlamak ya da bunu kabullenmek de istemiyordum.


Ben seviyordum, hatta bazen hadsizce seviyordum. Sevdiğime kendimden daha çok değer veriyordum.


Başkalarına verdiğim değerin yarısını kendime versem belki de bütün sıkıntılarım çözülmüş olurdu.


🕸🕸🕸🕸🕸


"Off! Ne çıkmaz bir yolmuş arkadaş" Isaac böbürlenirken biz yine bambaşka bir yola doğru döndük. Burası daha karanlık bir yerdi. Hiç güneş görmüyordu. Sanki koskoca güneş bir buraya yetmiyordu.


Her yer birbirinin tıpatıp aynısıydı. Luis bir tane kömürü en arkamızda bizi takip ederek yürüyen Frost'a vermişti. Bir süredir sesi çıkmıyordu. Ben emindim ki fırsat bulduğu bir an beni öldürecekti.


"Şu bok gibi kokuyu sizde alıyor musunuz yoksa birtek bende mi sorun var?" diye kısa süren bir sessizliği bozdu Ron.


Kaşlarım çatıldı, çok keskin bir koku vardı. "Malesef evet" Joe kafasını sallayarak kabul ettiğinde başka bir yola girdik ve kokuyu daha net bir şekilde aldım. Gerçekten o kadar keskin bir kokuydu ki burun direğim sızlamıştı.


"Off yine mi yaa?! İyi ki hâlâ burnum tıkalı" gözlerimi devirdiğimde bir tür dejavu olduğunu anladım. Ama bu sanki kandan daha beter bir şeydi. Saf zehir gibi daha doğrusu çürüyen bir ceset gibi... berbat kokuyordu ve burnum baya yanmaya başlıyordu.


Carl burnunu kapatarak Luis'e seslendi. "Nedir bu konunun kaynağı, bir fikrin var mı?"


"Bir fikrim var ama bunu bilmek isteyeceğini sanmıyorum"


Kokuyu takip etmiyorduk. Kesinlikle ceset vardı. "Bir şey ölmüş. Burada Luis, gel bakalım"


"Malia inan bana yeterince zehirli ceset gördüm. Eğer salyalı bir zombi görmek için can atıyorsan gidebilirsin"


"Kimin olabilir merak etmiyor musun?"


"Hayır!" diye tek düz bir cevapla reddetti.


Eğer eskiden labirente giren arkadaşlarından biriyse nasıl hissederdi. Zombi gibi göründüklerini söylemişti, bunu görmek diğerlerininde Luis'in de canını yakardı.


Yürümeye devam ederken bir mağaraya denk geldik. Labirentte mağara ne alakaydı bu ayrı bir konu. Luis'in peşinden giderken büyük, filmlerdeki gibi içi karanlık mağaranın girişinde durdu ve başını sokarak içeri kontrol etti. Eliyle bize bakmadan durmamızı işaret etti. O da burasının neresi olduğunu bilmiyordu. Oldukça tuhaf ve gizemliydi. Labirentin icine mağara şeklinde mağara yapmış olamazlardı. "Bekleyin!" Ne yani, yine mi!?


"Nereye?!"


"Hemen geleceğim Malia! O konuyu yine açma"


"Eğer yine iki dakikadan uzun sürerse açar mıyım açmaz mıyım az sonra öğrenirsin!"


Bir şey demeden sağındaki Ron'un elinden meşaleyi alıp biraz içeriye ışık tuttu. Sonrada bir adım atarak içeri girdi. Kollarımı birbirine dolayarak ayağımı düzensiz bir şekilde ritim tutturdum.


3-4 dakika kadar bekledikten sonra sonra tam içeri girecekken kulaklarıma bir hapşırma sesi geldi. Ses yakınlaşmaya başladı. Galiba tozdan hapşıruyordu. Luis nefessiz kalmış gibi kendisini mağaradan dışarıya bir anda atıp biraz dizlerine doğru eğildi ve art arda hapşırarak elini dizine yasladı.


Sağ elini mağaranın giriş duvarının yanına koymuş destek alıyordu. Bu kadar çok hapşķrması ne kadar normaldi? Bir nefes alıp anında hapşıruyordu!


Elimi omzuna atıp onun yüzüne baktım. Diğerleri tedirginleşmiş gibi ses çıkarmadı. "Luis iyi misin?" diye sorduğumda başını sallayarak reddetti. Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. İstek dışı bir şeyler oluyordu. Bana baktı, sonra tekrar önüne dönüp hapşırdu. Eliyle yanından uzaklaşmamı işaret etti. Kalbimde ansızın bir korku oluştu. Virüse mi yakalanmıştı yoksa? "Luis!" Hapşırmaya devam ediyordu. Durmuyordu, hatta artık yüzü kızarmaya başlamıştı.


Isaac'e doğru döndüm. Ne yapacağını bilmiyormuş gibi donup kalmıştı.


Carl, "Isaac ne yapacağız?" diye sorduğunda cevap vermedi. Duymuyormuş gibiydi.


Tom kolunu dürtüp, "Bir şey söyle" diye bağırdı.


Harry, Luis'in yanına gidip elini onun omzuna koydu. "Luis iyi misin?"


Peter gür sesle Isaac'in dikkatini çekmek için onun başını tutup gözlerini ona çevirdi. "Isaac işe yarayacak bir bitkin falan yok mu? Isaac! Hey konuşsana"


Herkes kafası karışmış ve korkuyla soru sorarken Isaac donmuştu. Lider olmaya hazır değildi. İstemiyordu, bu düşünce bile onu korkutuyordu. Labirente ikinci gelen oydu ve eğer Luis'e bir şey olursa -olursa onu döverim- lider o olacaktı.


"Isaac!" Delly onun kolundan tutup dürttü ama yine bir şey diyemedi. Kelimenin tam anlamıyla donmuştu. Delly bir anda sağ eliyle Isaac'in yanağına hokkalı bir tokat geçirdi. O tokatın etkisiyle kendisine gelen Isaac beynini boşaltmaya çalışırmış gibi kafasını salladı. "Isaac! Çıldırtma beni, kendine gel!"


Luis hâlâ hapşıruyordu mağaranın duvarına sırtını yaslamış ve yere çömelmişti. Hızla yanına gittim. Bende onun yanına çömelip elimi yanağına koydum. Nefes alamıyordu, yavaştan boğuluyordu sanki. Bir süre sonra hapşırması kesildiğinde rahatlamıştım ama bu seferde art arda boğazı yırtılırcasına öksürmeye başladı. Burnundan kan akmaya başladığında ise çok net gözüm karardı. "Hayır... Hayır hayır lütfen!"


Tedirginlikle, "Aşı nerede?" diye bağıran Issac'le bakışlarım kesişti. Aşıyı yapmayı en son isteyen kişi Luis'ti. Kendisini hiç mi hiç düşünmeyen biri tek yaşama yolunu hayatta kendisine harcamazdı.


Tam tahmin ettiğim gibi elini zorla kaldırıp reddetti ve konuşmaya çalışarak kekeledi. "Bu virüs değil" dedi ve sonda yine hapşurdu.


Ağız alışkanlığı, "Çok yaşa" dediğimde başını aşağıya doğru tuttu. Hem öksürüyor hem hapşıruyordu. Nefes alması bile zorken ikisinin aynı anda olması ona zarar verir miydi? Tekrardan hapşırınca yine "Çok yaşa" dedim. Sonrada biraz moral düzeltmeye adrenalinle dünya turu atan kalbimi bir nevi de olsa yavaşlatabilmek için, "Belki hapşıra hapşıra ölümsüz olursun. Çok yaşarsın!" dediğimde derin bir nefes aldı.


Yere çömeldiği için karşısına geçtim. Bembeyaz yüzü kıpkırmızı kalmıştı. Gözleri yerinden çıkacak gibiydi. Ona bir şey olmasını istemiyordum. Ellerimi açtım ve Luis'in başını avuçlarımda tuttum. Başı avuçlarımın arasındayken kapanan gözlerinin tekrardan açılması için sağ elimle sol yanağına orta bir hızda vurup tokat attım. "Lütfen ölme lütfen ölme! Lanet olsun Luis, neye alerjin var!?" Baygın bakan gözlerini açık tutmaya çalışıyordum. Öksürdü ve birden sol kolunu kaşıdı. Lucas çantasından çıkardığı bir çanak suyu bana verdi. Çanağı tutar tutmaz Luis'in dudaklarına uzattım. Sağ elini duvardan çekip çanağın altına koydu ve içmeye başladı. İçerken ağzını çekip tekrardan hapşırıp öksürdü. Gerçekten kalbimde meydan savaşı çıkacaktı.


Luis'in bana ve Stewart'lara anlattığı ve Issac ile ilk tanıştıkları an aklıma geldi. O anıda aynı anda hem öksürüyor hem hapşıruyordu. Aynısı oluyordu, Isaac'e dönüp neye alerjisi olduğunu soracakken direkt cevap verdi. "Eğrelti otuna!" Bir mağarada en çok bulunan ota nasıl alerjisi olabilirdi?


Çantasını karıştırdı, bazı organik ilaç yapımı bitkileri falan çıkartıp yere attı. Eli ayağı birbirine dolanırken Delly ona destek oluyordu. Düşündüğümden daha yakınlardı. Isaac bitkileri çıkarıyor Delly'e yapması gerekenleri söylüyordu. Elleri titremeye nefes alışverişi değişmeye başladı. Onunki korkudan Luis'inki ise alerjiden kaynaklıydı.


Çantasını karıştırıp içinden bir şeyler daha çıkarttı. Çanak su, limon, dere otu vb. türden... "İlk geldiğimde de olmuştu. Bir yerlerden öksürük ve hapşırık sesi geliyordu, onu göle giden mağara da ölmek üzereyken bulmuştum." Elinde hiç görmediğim dikenli ve sarı yapraklı bir ot vardı. Bazılarına tutması için yere koyduğu çanak suyu ve limonu vermişti. Çantayı tekrar karıştırdı. Önemli bir şey arıyordu sanki. Suyu tutan Peter, "Acele et! Isaac hızlı ol!" diye bağırıp onu daha çok geriyordu.


"Kapatın çenenizi, germeyin beni!... Lanet olsun!" Her çantayı karıştırıyordu. Bakışlarımı Luis'in baygın bakışlarına çevirdim. "Hey, Luis bak bana. Aç gözlerini, yalvarırım" Isaac sırayla küfür ediyor bir şeyler söylüyordu ama ben Luis'e odaklandığım için konsantre olamıyordum.


Ellerimin arasında ölümünü izleyemezdim. Bu konu hakkında konuşalı daha 4-5 saat kadar olmuştu ve şuan o pozisyonda gibiydi. Hapşururken yine bizi düşündüğü için yere zorla da olsa eğiliyordu. Kıpkırmızydı, nefes alamıyordu. Lucas'ın verdiği ve az önce içirdiğim suyu tekrar dudaklarına yaklaştırdım. Çanaktan su içerken başını çekip aksi yöne doğru öksürdü. Öksürüklerinin arasından dudağına yapışan bir kan görünce beynimde sinyaller çalmaya başladı. Beynim yanıyordu, düşünemiyordum.


Ölüyordu... Luis ölüyordu.


"Sakın ölme!" Tekrardan sağ elimle yanağına vurdum. "Yemin ederim tekme tokat dalarım, döverim seni!" öksürdü ve bana bakıp zorla da olsa tebessüm edip konuşmaya çalıştı. "Ne kadar da meraklısın beni dövmeye..." bunu dedikten sonra başını sağa döndürüp başka bir yöne yine hapşurdu.


Boynundaki damarlar patalamak üzere gibiydi. Kıpkırmızıydı, mavi gözleri biraz daha hapşırırsa yuvasından çıkacak diye köpek gibi korkuyordum. Kafasını mağaraya yaslamış nefes almaya çalışıyordu. Sırtını yaslayıp yere doğru daha çok çömelirken onu durdurdum.


Çok utanıyordum ama nefes almasına yardımcı olmak için biraz kirli olan mavi gömleğinin ilk üç düğmesini açtım. Hâlâ boğuluyor gibiydi. Açtığım gibi o da yakasını çekiştirdi. Gerçekten bunu yaptığım için çok utanacaktım ama biraz hava alması için önce yüzünü sonra da yaka kısmına üfledim. Terlemişti ve aklımın ucuna sürekli ölebileceği geçiyordu. Terden alnına yapışan kahverengi saçlarını yukarıya kaldırdım. Onun yakasına doğru üflerken başını bana çevirdi. Kızarmış gözleri bana bakarken kuruyan dudaklarını biraz öksürsede yinede araladı. "Ağlamayın bayan Miller. Sizi böyle gördükçe kalbim kırılıyor" dediğinde yanaklarımdan süzülen yaşları yeni farkediyordum. Burnumu içime çektim ve ellerimin tersiyle yanaklarımı ıslatan yaşları sildim.


"Tamam ağlamıyorum. Ama lütfen... yalvarıyorum dayan. Ve sakın korkma, seni dövmeyeceğim!" Tam ciddi bir şekilde konuşacakken saçma şeyler söylediğim için ansızın güldü. "Çok korkuyordum zaten" hapşırdı tekrar. "Çok yaşa!" dediğimde en nefret ettiğim ifadeyle gözlerime baktı... umutsuzluk ve kabullenmek.


'Çok yaşayacağımı sanmıyorum' Eğer bana Jack'in verdiği cevabı verirse onu sinirden ben öldürebilirdim.


Galiba çok büyük sözler vermemem gerekiyordu...


"Hep beraber" klasik ve beni en mutlu eden cevaptı. Çünkü kendisini de katmıştı. Sonra yine hapşırdı. Hapşırmaktan burnundan akan kanlara bakarken ben bile son derece kızarmıştım. İçimden yine çok yaşa dedim. Çok yaşa Luis, çok yaşa. Ama lütfen çok yaşa! Çok yaşamalısın aptal tsunami gözlü lanet adam! Çok yaşa!


"Lanet olsun! Kimsede yok mu lan!? Bir elma sadece, hatta damlası bile olur. Mide asidinizin içinden mi çıkarayım?!" Bağıran sesini ilk kez bu kadar net duydum. Isaac ciddi ciddi bağırıyordu şuan. Altını çiziyorum ciddi.


Elmaya ne gerek vardı ki? Neyse ben bilemem sonuçta bu onun ilgi alanı. Isaac her yerde, herkeste elma ararken o an kafama dank etti. Oflayarak sağ elimle alnıma vurdum.


Gerizekalısın Malia! Tam bir gerizekalı...


Çantamda ki Luis'in verdiği elmayı çıkardım. "Isaac, ben de var" diye seslendiğimde jet hızıyla bana baktı ve elmayı almak için yanıma koştu.


Elmayı alınca, "Gerizekalısın Malia, tam bir gerizekalı!" Kaşlarımı çattım. Ben az önce sesli mi söylemiştim? Yoksa bu çocuk benim zihnimden geçenin aynısını mı söylemişti? O zaman teknik olarak gerizekalıydım. Neyse konumuz şuan bu değildi.


"Elmayı ne yapacaksın?" Stewart bir çanağın içine su doldururken Issac elmayı ısırdı sonra eliyle elmaya vurup ikiye ayırdı. Ağzım açık bir şekilde onu izliyordum. Tekrar hapşırık ve öksürük sesi geldi. Aynı anda hem, hapşırıp hem öksürüyordu. Boğazında umarım bir sorun olmazdı.


"Normalde ilaç elma sirkesi ama daha önce sirke yapmadım. Nasıl olduğunu da bilmiyorum. Ayrıca elmanın içindeki asit faydalı, alerjilere iyi gelir ve öksürüğü tetikler. Luis'i 11 yıl önce bulduğumda nereden bildiğimi bilmediğim bir karışım yapıp ona içirdim. Tadı bok gibi ama işe yarıyor. Elma suyu, limon suyu, nane ve su iyi gelecektir. Dere otu karışımı da dahil. C vitamini hapşırığa, öksürüğe ve alerjiye iyi gelir. Kahretsin bunları nereden biliyorum? Önceki hayatımda doktor falan mıydım?!" Bunları nereden bildiğini veya önceki hayatında ne olduğunu bilmiyordum ama bu işi yapmayı bildiğini biliyordum banada sorgu değil eylem lazımdı o yüzden sorgulamayacaktım.


"10 yaşında doktor olan kimse yoktur büyük ihtimal." dedi Nino. Sonuçta Isaac buraya geldiğinde on yaşındaydı. O zamanlar bile bunları öğrenmişti.


Isaac ilacı hazırlarken başımı diğerlerine çevirdim. O an içimde yakıcı bir sıvı aktı. Kalbim o sıvıyla sızladı. Ayağa kalktım ve korkuyla atan kalp atışımı sakinleştirmek için etrafıma bakındım. Sağa-sola öne-arkaya her yere bakındım. Sonra da adımlarımı buraya geldiğimiz yola ve labirent duvarlarına yönelttim. Geldiğimiz yola iyice bakındım ama hayır kimse yoktu! Elim kalbime sonra stresle saçıma gitti. Diğerlerine baktım belki gözden kaçırmışımdır diye. Ama kaçırmamıştım, kalbim kesin bugün duracaktı. Korkuyordum. Hiç olmadığı kadar stres yapıp korkuyordum.


Sevdiklerime çok değer verdiğim için mi onları kaybediyordum? İnsan en çok sevdiklerine zarar gelirse acı çekerdi. Ben annemi veya babamı hatırlayamıyordum. Benim burada ki ailem 16 tane erkekten oluşuyordu. Onları kardeş gibi görüyordum. Aralarında canımı bile verebileceklerim vardı. Frost ile ne kadar anlaşamazsakda ne ben ona gerçek anlamda zarar vermek isterim ne de o bana... yani sanırım benden gerçek anlamda zarar verecek kadar nefret etmiyordur.


Burada sadece biz vardık. Ailemiz yoktu. Birbirimize tutunmalı ve güç almalıydık. Kardeş olmalıydık. Ve lanet olsun ki benim kardeşlerimde şuan iki eksik vardı.


Bir değil iki kişiydi.


İkizler... Teo ve Leo neredeydi?


🕸🕸🕸🕸🕸


"Daha iyisin değil mi?" Isaac ilacı Luis'e içirmişti. Şuan daha iyi gibiydi. Hapşırıkları azalmıştı. Harry bir bezi onun burnuna tutmuş kanları alıyordu. Mağaralarda eğrelti otu fazla bulunduğu için yüksek oranla etkilenmişti.


"Hâlâ yaşıyorum bak, kurtulamadınız benden" deyip alaya aldı. Ben burada her iki olay yüzünden bu yaşımda kalp krizi geçirecektim ama o alay ediyordu.


Isaac, Luis'in omzuna ilacı tamamen içirdikten birkaç saniye sonra durduk yere sertçe vurdu. Luis ne olduğunu anlamamış gibi ona bakarken yine vurdu. "Ne yapıyorsun?" diye sorduğunda ondan hiç beklemediğim bir şey yaparak Luis'in yakalarını tuttu.


"Bana bunu bir daha yaşatırsan seni gerçekten gebertirim! Adrenalin dolu bu sikik hayatımızda bu tekrar yaşanırsa kaldıramam Luis! Ben lider falan olmak istemiyorum tamam mı? Ben yapamam, hazır değilim. Kendime sahip çıkamazken onlara nasıl çıkayım? Bir daha kendi başına iş yapıpta bütün görevi bana bırakma seni adi şerefsiz it oğlu it!" Luis kaşlarını çattı.


"Alırım şimdi ayaklarımın altına ha! Kelimelerine dikkat et."


Isaac yakasını biraz daha çekiştirdi. O da yaşadığı panikle kıpkırmızı kesilmişti. "Bu yükü kaldıracak kadar kuvvetli değilim. Bana güvenirsen üzülürsün o yüzden sakın ölme Luis! Sakın... Bu yasak sana!" Ellerini Luis'in omzundan çekip vurmayı, çekiştirmeyi ve bağırmayı kesti. Burnunu içine çekti ve bir anda Luis'in omuzlarından tutup kendisine çekti, ona sımsıkı sarılmaya başladı. Küçük bir tebessüm ederek ikiside birbirine sarıldı. Gerçekten şimdi yine ağlayacaktım....


"Sen iyi bir lider olurdun aslında" Isaac sarılırken direkt ayrıldı. Tekrardan Luis'in omzuna sertçe bir yumruk atarak vurdu.


"Bok olurdum, telaş yaparak ölürdüm ben!" Onları izlerken aklıma yeni jeton düştü. Az daha söylemeyi unutacaktım.


"Luis, şey..." deyip nasıl söylesem diye biraz düşündüm.


"Sorun ne?"


Derin bir iç çektim. "İkizler yok... Teo ve Leo yok" Herkes sessizleşti. Etraflarına bakındılar. Isaac'in yardımıyla ayağa kalkıp onlara seslendi. Elini ensesine götürüp ağzında bazı küfürler yuvarladı. Birlikte hareket etmeliydik. Tek başımıza bir iş yaparsak, özellikle böyle bir yerde başımıza çok kötü şeyler gelebilirdi. Telaş yapan sesler ve mağaraya korkuyla bakanlar oldu.


"Kahretsin! Ya mağaraya girdilerse?" Stewart'ın düşüncesi o kadar panik yaptırıyordu ki ellerim birbirine giriyordu. Birlikte girmişlerdi. Birbirlerini koruyup kollayacak kadar güçlülerdi. Teo ve Leo mağaraya girmiş olabilirlerdi. Ama bunun ne kadar tehlikeli olduğunu bildikleri hâlde bunu yapmaları akıl alıcı değildi.


"Yürüyün!" Luis her şeyi unutmuş gibi mağaraya gireceğinde Isaac sertçe kolundan tuttu. Eliyle alnına vurdu. Öfkeyle soluklanarak mağarayı işaret etti.


"Mal mısın sen? Alerjini bu kadar hızlı mı unuttun cidden!?" diye bağırdığında Luis alerjisi olduğunu gerçekten de dakikasında unutmuştu. Kafasını salladı. Isaac, "Sen bekle burada, biz de eğrelti otlarını toplayalım" dedi.


Luis sanki bu durum hoşuna gitmiş gibi gülümsedi. Kollarını arkada bağlayıp Issac'in ona verdiği yoğun emri uyguluyordu. "Emredersin" dedi imâlı bir sesle. Isaac'den iyi bir lider olacağını bildiği için içi rahattı. Bu demek oluyordu ki eğer ona bir şey olursa bize Issac liderlik edecekti. İstemiyordum. Evet Isaac iyi ve eğlenceli biriydi ama Luis'in yerine lider olmasını istemiyordum. Umarım olmak zorunda kalmazdı.


"Teo!" Nino ve Joe mağaranın içine girmiş isimlerini sırayla bağırmaya başlamıştı. "Leo! Neredesiniz oğlum?" Carl ve Lucas iki tane meşale yaktı ve mağarayı biraz olsun aydınlattılar. Issac de bir tane meşale yaktı ve içerideki eğrelti otlarını tek tek toplamaya başladı.


Ben Luis'in yanındaydım ayakta dikilmiş bir sağa bir sola yürüyordu. İkizlere o da çok fazla değer veriyordu. Eğer onlara bir şey olursa Luis asıl o zaman yıkılırdı. O zaman patlardı ve dağılırdı. Eğer o dağılırsa parçalanırsa tekrardan toplamamız imkansız bir hâle gelirdi.


"Sakin olur musun? Onları bulacağız" diye moral vermeye çalışıyordum ama sadece yüzüme bakmakla yetindi.


Boynundaki damarlar yine korkutucu bir şekilde belirginleşmişti. Gözleri öfke saçıyordu. "Kaybolmuş olabilirler! Bu da benim yüzümden olur" kendisini suçlamasını anlıyordum. Eğrelti otuna alerjisi olduğunu bildiği halde mağaraya düşünmeden girmişti. Ama unutmuş olması gayet normaldi.


"Kendini suçlama, bu kadar kolay yıkılmanı istemiyorum" bakışlarını sertleştiriyordu. Bu hallerinden hiç hoşlanmıyordum. "Alerjim olduğunu unuttum Malia! Teo ve Leo tek başlarına şuan. Başlarına bir şey gelirse ve ben bunu engelleyemezsem sen o zaman göreceksin yıkılmak nasıl olurmuş" böyle davranarak ve düşünerek sadece kedisine eziyet ediyordu.


"Her mağarada olan bir şey değil ki?"


"Eğrelti otu mağaralarda yetişir"


Somurtarak mağaranın içine baktım. Birbirlerine bağlı olduklarını biliyordum ama hayat bu şekilde devam edemezdi. Teo ve Leo'yu bulacaktık. Hadi ama onları bulmamız gerekiyordu! Teo benim öz kardeşim gibiydi onu çok seviyordum. Başına bir şey gelmişse ben de yıkılırdım. Onlar ikizlerdi, biri zarar görse diğeri ruhsal darbelere maruz kalıyordu.


"Onları bulacağız gerçekten. İkisine de bir şey olmayacak"


"Beni yine umutlandırıyorsun. Buna bir son verdiğimizi sanıyordum"


Evet biliyordum. Ama böyle ilerleyemezdi. Bu şekilde her şey anca karmaşık hale gelir ve dipsiz bir kuyu oluştururdu. Biz o kuyuya düşmeye şahsen meyilliydik. Omuz silktim ve yüzüne bakmadan,


"Bazen ihtiyacımız olan tek şey minicik bir umut parıltısıdır." dediğimde ilk kez ciddi anlamda kabullenmiş gibi başını salladı.


Bana utanarak bakıyordu, omuzları yine düşmüştü. Diğerlerinin yanında değil ama benim yanımda acısını gözleriyle ve hareketleriyle bir nevi gösteriyordu.


"Gelin! İşimiz bitti" Lucas'ın sesiyle mağaraya girdik. Alex bizim elimize de bir tane meşale verdi. Luis öne geçti ve olası her tehlikeye açık olmak için hazırlandı.


"Yolu biliyorlar mı sence? Kaybolmamışlardır değil mi?" O meşaleyi tutup etrafı koloçen ederken ben aptalca sorular soruyordum. Ama elimde değildi rahatlamam gerekiyordu.


"Yolu ben bile bilmiyorum, bu mağarayı ilk kez görüyorum." İçim acayip rahatlamıştı (!)


🕸🕸🕸🕸🕸


Mağaradan sesler geliyordu, ürkütücü sesler. Karanlığı sevmiyordum ama uzun zamandır karanlıkla kalkıp karanlıkla yatıyordum. Doğru yolda bile olmayabilirdik. Teknik olarak sadece onlar değil bizde kaybolmuştuk. Ne yapıp edip, kendimizi kaybetmiştik. "Teo!" diye bağırmaya hâlâ devam ediyorlardı. Ama ne bir cevap vardı, ne de bir hareket. Şuan benim ikisinin de kolunu tutmam gerekiyordu. Amaçları kalbimizi durdurmaksa kesinlikle başarmışlardı. Diğerlerinin adımları o kadar zayıftı ki sanki titriyorlardı.


Korkuyordum, korkuyorlardı. Bu korku o kadar bulaşıcı oluyordu ki insan istemsizce panik oluyordu. Hayattan nefret etmeye, küsmeye hatta öfkelenmeye başlamıştım. Koskoca dünyada sadece biz mi bu cehenneme düşmüştük? Bu bir tesadüf müydü yoksa şanssızlık mı? Yüksek oranla şanssızlıktı.


Şansı elde etmek için galiba bize bir adet talih kuşu lazımdı. Ve lanet olsun ki o talih kuşu bir bizim yanımıza uğramıyordu. Bari doğru yolda olduğumuzu gösteren bir işaret veya hareket olsaydı. Buradaki tek hareketlenme endişe ile atan kalbimiz, ne olursa olsun tutunmaya çalışan yorgun ve bitkin ayaklarımızın yer ile temasında çıkardıkları sesti.


Meşale ateşleri sadece belli kısımları aydınlatıyordu. Her an yine eğrelti otu çıkabilirdi ve Luis'in alerji krizi tutabilirdi. Bu aralar fazlasıyla adrenalin yaşıyorduk. Bu kadar adrenalini sporcular bile yaşamıyordu kesin. Mağaranın içinden hâlâ sesler geliyordu bu sesleri her hangi bir şeye benzetemiyordum. Her an her şey olabilirdi. Buna şuanlık alışmıştım.


"Bu aptal memeli yaratıklar bizi yemez değil mi?"


Mağaranın tavanı ıslaktı, zemine tavandan sular bazı yerlerden de galiba salya akıyordu. Eğer yarasalar salya akıtıyorsa tabi. Alex o kadar ciddi söylemişti ki bir an durumumuzu unutup gülecektim. "Eğer yerlerse sadece afiyet olsun diyebiliriz"


Bunu söyleyen kişi beni oldukça şaşırtmıştı. Frost arada böyle konuşabiliyordu demek ki. Ben de benimle uğraşmaktan zaman bulamıyor sanıyordum.


"Yarasa dövmeyi bilen var mı?"


"Şimdi böyle bir durumda ne alaka Tom!"


"Savunma mekanizması oğlum. Onlar bizi yerken film izler gibi izleyecek miyiz?"


"Yarasalar niye bizi yesin ya?"


"Acıkmışlardır belki?"


"Acıkmışlarsa bizi mi yerler niye?"


"Yaa Peter, yarasa dövmeyi biliyorsan söyle, bilmiyorsan uzatma!"


"Şuan konuştuğunuz konu bu mu cidden? Şaka yapıyorsunuz değil mi?" diyerek Tom ve Peter'ın bu saçma muhabbetini yarıya kesti Joe. Onlarla pek bir sohbetim olmamıştı aslında.


Birisi koluma dokununca ve sol kolunu omzuma atınca bir an tırstım. O tarafa döndüğüm de Stewart'ı görmeyi beklemiyordum. Teo'ya o kadar alışmıştım ki yine o sandım. Keşke o olsaydı. Yanımda hatta şuan kolumda olsaydı.


"Hayırdır, sen uğrar mıydın benim yanıma?" diye sorduğumda gülümsedi.


"Senin yanına uğramam için yanına gelmeme gerek yok ki... Uzun zamandır uzaktan bakmaya alıştım konuşmaya değil"


"He yani yanıma gelmeyeceksin artık?"


"Hep yanındayım Malia, her evrende de yanında olacağım"


Tebessüm ederek bu sözüne biraz utandım. Normalde böyle konuşmazdı ya da ben unutmuştum. Çapraz bir yola rastladık. İki tane yol vardı ve meşale oranın girişini bile aydınlatmıyordu. Luis meşaleyi o yollardan birine yaklaştırdı ve biraz daha içeriye girerek kafasını bir şey ararmış gibi doğrulttu. Elini ağzına götürüp yüksek sesle bir ıslık çaldı. Mağaranın içinde o ıslık sesi yankılandı.


Bunu yapmasının sebebini anlamamıştım. Birkaç saniye sonra başka bir ıslık sesi duyduk. Bunu Luis veya diğerleri yapmamıştı. Teo ve Leo'ydu. İyilerdi. Heyecanla Stewart'dan ayrıldım ve Luis'in yanına gidip ona döndüm. "Yaşıyorlar!" dedim yerimde mutluluktan sıçrayarak. "İyiler!


Meşale yüzünü aydınlatırken, mavi gözleri bu sefer ateş ediciydi. Ateşin görüntüsü en parlak bir şekilde görünüyordu. Mutluydu. "Evet" derken onunda sesi heyecanlı çıkmıştı. Isaac de eliyle yüksek sesle bir ıslık çaldı. Saniyeler sonra yine bir tane ıslık sesi duyuldu. Uzun zaman sonra ilk kez bu kadar mutlu oluyordum.


Bu ıslık onlar için bir haberleşme yoluydu anladığım kadarıyla. Eğer ben kaybolsaydım beni bulamazlardı sanırım, çünkü ıslık çalmayı bilmiyordum. "Hadi bu taraftan"


Islığın geldiği yeri takip ettik. Ses yankı yaptığı için arada bunu tekrarladık. Luis son bir kez ıslık çaldı. O an yakınlardan koşma sesi duydum. Buraya doğru gelen ayak sesleri... Ama tek bir kişinin ayak sesi. Mağaranın sol tarafındaki yola girdik. Bu kişinin kim olduğunu henüz bilmiyorduk. Ta ki, "Luis!" diye bağıran Leo'nun sesini duyuncaya kadar.


Rahatlamış bir nefes verdik ve saklandığımız yerden çıkıp Leo'nun yanına doğru ilerledik. Bizi gördüğüne sevinmişti. Elindeki sönmüş meşale sopasını yere attı ve Luis'e sıkıca sarıldı. "İyi olduğunu görmek güzel" Sonra ben de ona sarıldım. Onun da iyi olduğunu görmek ve bilmek beni rahatlatmıştı.


"Teo nerede?" diye sorduğumda yüzündeki gülümseme yavaşça soldu. Etrafına baktı. Bizim arkamıza baktı. Titreyen bir sesle, "Sizinle değil mi?" diye sordu.


İşte şimdi bir bitiş anıydı. Puzzle parçaları gibi dağılmıştık şuan. Toparlamak o kadar zordu ki gördüğümüz ilk an pes ediyorduk. Yorulmuştuk, dayanamıyorduk. Her şey güzel olacak her şey yoluna girecek dedikçe daha da karmaşık ve boktan bir hâle giriyordu. Enkazın altında nefes bile alamıyor artık tükeniyorduk!


🕸🕸🕸🕸🕸


Yazarın Anlatımıyla


Luis mağaraya direkt girmiş ve eğrelti otuna alerjisi olduğunu, eğrelti otunun da en çok mağarada bulunduğunu unutmuştu. Herkes panik yapıyordu. Bazıları Issac'den yardım istiyor bir yolunu bulsun diye cebelleniyordu. Bazıları ise Luis'in yanındaydı. Malia rahat nefes alması için gömleğinin üç düğmesini açmıştı. Luis hapşırmaya ve aralıksız öksürmeye devam ediyordu.


Onlar panik yapıp bununla ilgilenirken mağarada bir hareketlilik oldu. İki çift göz onları izliyordu. Bunu sadece mağarayı inceleyen Leo farketti. Korkuyla mağaranın içine yaklaştı. Leo'nun onları gördüğünü farkeden adamlar mağaranın içinde koşmaya ve kaçmaya çalıştı. Artık biliyorlardı zaten. Hepsi izleniyorlardı. O kadar kötü olaylar yaşamışlardı ve tek bir yardım eli uzatan bile olmamıştı.


Leo diğerlerine baktı. Issac herkeste bir elma ararken gözleri onu izleyen kardeşiyle kesişti. Teo ona 'bir sorun mu var?' dermiş gibi bakıyordu. Leo önce umursamadı ama belki de bu cehennemden kurtulmak için bu bir fırsattı.


İçi kıpır kıpırdı. Luis alerji krizi geçirirken Malia onunla ilgileniyor ve yalvarıyordu. Teo diğerlerinin yanına gitti ve Issac'e bir şeyler söyledi. Leo da kimse ona bakmazken mağaranın içine girdi. Bildiği her hangi bir alerjisi yoktu. O yüzden rahatça adamların peşinden gitti.


Teo, Issac ile konuşmasını bitirince etrafına bakındı ama Leo yoktu. Göz açıp kapayıncaya kadar nereye kaybolmuştu? Kardeşini yalnız bırakamazdı.


Mağara yoluna girdi ilk gördüğü şey sola doğru dönen ve gözden kaybolan ayaklardı. Teo diğerlerine baktı. Zaten zor durumdalardı, kardeşini alıp çıkacaktı sadece.


Mağaraya girdi. Leo'nun gittiği yola döndü ama kimse yoktu. Kardeşinin kaybolmasını istemiyordu. Leo gibi düşünmeye çalıştı. "Ben Leo olsam nereye giderdim ki?"


Halbuki Leo bu mağaraya kendi isteğiyle girmemişti. Onları izleyen adamların peşinden gitmek için girmişti. Teo kardeşinin adını seslenebilirdi ama Leo'nun ne işler karıştırdığını merak ediyordu. Sessizce, "Leo!" diye bağırdı. Ne işler karıştırdığını merak ediyordu ama kaybolmasını istemiyordu.


Cevap gelmeyince her hangi bir yola girdi. Çantasını açtı burası oldukça karanlık bir yer olduğu için meşalesini yaktı. İlerde ne bir meşale ateşi vardı ne de bir ses.


Mağaranın içinde yürüdüğünde saçma saçma yollara girdi. Ama Leo onun gittiği yoldan gitmemişti. Gittiği yolun çaprazından girmişti. Bu bir mağaraydı ama labiremtin mağarasıydı. Haliyle bu da labirent gibi karmaşıktı.


"Heyy, kim var orada!" Leo peşinden gittiği adamların ayak seslerini duymuyordu ama onların gittiği yoldan gittiğini biliyordu. Adamlar mağaranın içinde gizli bir bölümden başka bir yola sapmışlardı ama Leo'nun ne gizli bir yol olduğundan haberi vardı. Ne de doğru yola gittiğinden tam olarak emindi.


Bir an da çıkmaz bir yola girdi. Burada hiçbir şey yoktu. Burası çıkmazdı. Karşısında sadece mağara duvarı bulunuyordu.


Geri dönmek istedi geldiği yola döndü ama bütün yollar birbirine benziyordu. Her hangi bir yola girdi ve işte o an kaybolduğunu anladı. Hiçbir yol yoktu. Yere çömeldi ve kafasını, mağara duvarına yasladı. Tek istediği şey kardeşinin onu görüpte takip etmemiş olmasıydı.


Ama takip etmişti. Teo kardeşini bulmak için artık sadece sesleniyordu. "Leo!... Nerdesin?... Gelsene buraya!" Cevap yoktu. Bir hareketlenme yoktu. Teo sağdan bir yola girdi. Üç metre mesafelik bir yol dörde ayrılmıştı. Eğer Leo buraya gelmişse nereye gidebilirdi? Bu sefer altıncı hissini kullanarak bir yola girdi. Geldiğinden beri bir eliyle meşale tutuyordu bir eliyle de kaybolmasını engellemek için bulduğu bir taşla mağara duvarını çiziyordu.


Kaybolmak o an umrunda bile değildi. Tek istediği şey canından çok sevdiği kardeşini bulmaktı. Girdiği yoldan ayak sesleri geliyordu. Leo'yu bulduğunu sandığı için heyecanlanmıştı. "Leo!"


Koştu hatta o kadar hızlı koştu ki meşalesinin düşmesini bile umursamadı. Kardeşini zaten 11 yıl önce kaybetmiş sonra bulmuştu. Tekrar kaybetmek istemiyordu. Tekrar kaybederse bu sefer hiç bulamayacağından korkuyordu.


Ayak sesleri yavaşladı. O an koşunca farketti. Leo bu yola tek başına girmişti ama peşinden koştuğu ayak sesleri tek bir kişiye ait değildi. Peşlerinden koşmaya devam etti. Leo'nun başına bir şey gelme ihtimali bile onun beyninde bıçaklanmaya yol açarken bunun gerçekleşmesini istemiyordu.


Karanlık yollar vardı ama mağaranın tavanındaki, eli kadar büyük deliklerden biraz olsun ışık giriyordu. Koşarken seslerin kesildiğini farketti. Ne duvar çiziyordu o an, ne de geri dönebiliyordu. Şuan girdiği bir yoldan ona doğru iki tane silah doğrultulmuştu. Siyah maskeli ve gözlerinin altında kesik izleri olan iki adam ona silah doğrulturken öleceğini anlamıştı.


Girdiği yol, onları izleyen ve Leo'nun mağaraya girmesinin sebebi olan yoldu. Teo arkasındaki duvara yaslandı ve titreyerek ellerini havaya kaldırdı. Şuan kaybolmuştu ve bu öyle bir kaybolmaydı ki ölüm ile burun buruna bile olabilirdi.


🕸🕸🕸🕸🕸


"Bize niye anlatmadın Leo?" duvarlar herkesin üstüne üstüne geliyordu. Leo yaptığı bu şeyden hiç olmadığı kadar pişmandı. Her şeyi olduğu gibi sırayla anlatmıştı. Kardeşine bir şey olma ihtimali bile onu öldürürdü. "O an herkes panikti zaten... Off ne saçmalıyorum! Biliyorum mallık ettim." Yere çömelmiş kafasını ellerinin arasına almıştı.


"Böyle bekleyemeyiz, Teo ıslık çalmayı biliyor öyle değil mi?" Kafasını salladı. "Tamam o zaman hepiniz aynı anda ıslık çalın ses ne kadar yankılanırsa o kadar iyi duyar"


Malia fikrini söylerken hepsi bu fikri onaylamıştı. Kaybedecekleri bir şey yoktu zaten kaybetmişlerdi. Ama belki bu fikir işe yararsa Teo'ya ulaşabilirlerdi.


Luis, Leo'ya elini uzattı ve onu yerden kaldırdı. Hepsi hazırlanmışlardı. Malia işaret verince hepsi aynı anda duvarları bile inletecek kadar yüksek sesle ıslık çaldılar. Malia o sırada kulağını kapatmıştı ama diğerleri çoktan sağır olmuşlardı bile.


🕸🕸🕸🕸🕸


Teo bu ıslığı duymuştu hatta sadece o değil ona silah doğrultan adamlarda duymuştu. Bu bir haberleşme yoluydu ama Teo böyle bir durumda asla ıslık çalamazdı. Adamlar onu öldürecekti ama henüz bunu yapmıyorlardı.


"Neyi bekliyorsunuz? Ateş etsenize!" yerde otururken söze girmişti. Adamlar onu ciddiye almıyorlardı. Ama koyu ela gözlü adam,


"Emri bekliyoruz"


"Ne emri?"


"İnfaz emri"


O an nutku tutulmuştu. Bu kadar hızlı olmasını istemiyordu. Henüz buna hazır değildi. Buradaki bir sürü kişi ölmek istiyordu ama Teo bunu istemiyordu. Korkuyordu. En azından kardeşini son bir kez iyi olup olmadığını görmek istiyordu.


"İnfaz emri mi? Kim veriyor size bu emri?"


"Bu seni ilgilendirmez!"


"Ben ne yaptım ki, henüz ölmek istemiyorum! Şimdi değil bu kadar hızlı değil. Bari virüse yakalanıp ölseydim. Silahtan korkuyorum zaten. Fobim var. Sürekli kabuslarıma giriyor..."


"Silahla ilgili bir olay yaşadığın içindir" ela gözlü adam konuşurken diğeri boğazını temizledi ve onun koluna vurdu. Galiba ağzından bir şey kaçırmıştı.


Kahverengi gözlü adam silah doğrultmaya devam ederken, koyu ela gözlü adam bu sefer dikkatlice konuşmaya devam etti.


"Bizi görmemeliydin, mağaranın girişinde gördüğün yeterdi ama merakına yenildiğin için başına iş açtın" kaşlarını çattı.


Hiçbir şey anlamamıştı. O Leo'nun peşinden gitmişti. Bu adamları daha şimdi görüyordu. O an aklına dank etti. Onlar Teo'yu, Leo sanmışlardı. İkiz olmaları sonucu Teo ölecekti. Ama içi rahattı. Kardeşinin zarar görmesindense rahat bir şekilde ölmeye hazırdı. Diğerlerinin güvende olmalarını istiyordu. Evet ölmek istemiyordu, silahtan korkuyordu ama kardeşi için bunlara göz yumabilirdi.


Hiçbir şey demedi. 'Ben Leo değilim,onun ikiziyim' veya 'Siz yanlış anladınız, karıştırdınız' demedi.


Artık ne olacaksa olacaktı.


"Benden ne istiyorsunuz peki? Neden emrin gelmesini bekliyorsunuz?" hâlâ merak ettiği şeyler vardı. Adam tek bir şey söyledi. "Uyanmanı!" Teo anlamamıştı. Zaten uyanıktı.


"Bizler kötü değiliz her şey sizin için. Sizi buradan çıkartıyoruz" O an sinirle, "öldürerek mi!" diye bağırdı. Namlunun ucu kafasının yanındaydı. Ama onu şimdi öldürmeyeceklerdi. "Hepiniz uyanana kadar buradayız, ve evet... öldürerek!"


Tekrardan yankılanan bir ıslık sesi duyuldu. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Adamlar zaten onu şimdi öldürmeyeceklerdi. Dikkatleri dağılmış konuşurlarken, Teo fırsattan istifade elini ağzına götürdü ve yapabileceği en yüksek sesle ıslık çaldı. Henüz ölmemişti ve arkadaşlarına bunu bildirmesi gerekiyordu. Adamlar öfkeyle yerlerinden kalktılar ve silahı yine doğrulttular, iki silahın namlusu da Teo'nun kafasının önündeydi.


"Seni hemen şimdi öldürebiliriz hatta bize teşekkür edersin bile" silahın şarjörüyle biraz oynadı ve Teo'nun alnına bastırdı. Teo korkuyordu ama korkmasının nedeni ölmesi değildi... silahtı. Silahlardan korkuyordu.


Tüm cesaretini korudu. İçinden onlara küfür etmek geçiyordu ama hemen ölmek istemiyordu. Kahverengi gözlü adam tekrardan silahı önünde tuttuğunda sabrı taştı.


"O silah sana girsin, ucuz artistlikler yapma!" Koyu ela gözlü adam ciddi durmaya çalışıyordu ama bir anda güldü.


"Ölümünü yaklaştırma!"


"İnfaz emri daha çıkmadı" dedi ve elini ağzına götürerek yine yüksek sesle bir ıslık daha çaldı.


Kahverengi gözlü adam önce ellerini çıtlattı sonra boynunu iki yandan da çıtlattı.


"Her an çıkabilir" diye mırıldandı, silahı elinde döndürürken.


🕸🕸🕸🕸🕸


"Duydunuz değil mi?" Teo'nun sesi ufacıktan yankılanmıştı ve bu onlar için küçük bir umut ateşiydi. En azından onun için umutlanabilirlerdi.


"Sesin geldiği yöne doğru gidiyoruz hadi!"


Luis önde liderlik yapıyordu yanında yine Malia duruyordu. Malia elleriyle oynuyor ve stresten tırnaklarını yiyordu. Diğerleride arkadan geliyordu. Leo tekrardan kardeşinden gelen bir ıslık sesi duymak istiyordu. Onu hemen bulmak ve özür dilemek istiyordu. Leo'nun ayakta sağlam ve güçlü durması için Teo lazımdı. Onu tekrardan kaybedemezdi. "Sakin ol" diyen Alex'e döndü. O zaten sakindi ama içinde anlam veremediği kötü hisler vardı. İkizlerin bağı çok güçlüydü. Birine zarar gelse diğeri ölürdü. "Bugün ilk kez damarıma kadar korkuyu hissediyorum" dedi Alex'in duyabileceği bir şekilde mırıldanarak. Alex elini Leo'nun omzuna attı. Ona destek vermek istiyordu. Ama bu destek ne kadar rahatlatır bilmiyordu.


Karanlık yollara girdiler ama meşalelerle az da olsa aydınlattılar. Ses tamamen kesilmişti. Islık sesi veya bir hareketlenme yoktu. Bu onları yokluğa düşürürken güçlü durmaya çalışıyorlardı. Malia ilk kez susmuştu. Konuşacak gücü bile kalmamıştı. Teo'yu bulmak ve yine omzunda uyumak istiyordu. Onu sağ bulmak hatta içini dökebilecek kadar ağlamak istiyordu. O kadar ağlamak istiyordu ki gözyaşları kurumalıydı.


"Sesler kesildi Luis, her şey tekrardan boka sarıyor" onlarda bunu biliyordu. Luis, Peter'a döndü. Tepki veremedi. "Bu işin içinden de çıkacağız kardeşim" gözünü kapattı ve derin bir nefes çekti içine. "Devam ediyoruz" Sesin nereden geldiği hakkında hiçbir fikirleri yoktu ama Teo'yu bulmadan geri dönmeyeceklerdi bunu biliyorlardı.


🕸🕸🕸🕸🕸


Kahverengi gözlü adam oradan biraz uzaklaştı ve bir işinin olduğunu söyledi. Ela gözlü olan kabul etti sonra bakışları yine Teo'yu buldu. Cebinden bir bıçak çıkardı. Teo önce bıçağa baktı sonra adama. İnfaz emri çıkmış mıydı yoksa? İyice geriliyordu adam bir anda hiçbir şey demeden önce giden adama ve etrafına baktı. Sonra kolunu sıvadı ve bıçakla hiç düşünmeden kolunu kesti.


Teo gözleri açık bir şekilde onu izlerken bıçağı Teo'ya uzattı. Önce korkuyla bıçağı almadı ama nedense bu adama güveniyordu.


"Git şimdi! Bıçak senden çıktı, beni bıçakladın ve kaçtın tamam mı?! Git hadi, seni öldürmeyeceğim." Teo hâlâ şaşkınlıkla izlerken bıçağı eline aldı. Tekrardan adama baktı. Buna emin miydi? Onu öldürmeyecek miydi?


"Kalksana, yakalanacaksın şimdi. Sonra seni ben bile kurtaramam" dediğinde Teo ayağa kalktı ve herhangi bir yola girdi. Arkasına bakmadan kaçmaya çalıştı. O adamların sesi hâlâ geliyordu. Kahverengi gözlünün bağıran sesini işitti. "Nereye gitti?" diye bağırıyordu. Ela gözlü adam da hiç bozuntuya vermeden rolünü oynuyordu.


"Bir anda bıçak çıkardı, ne olduğunu anlamadan kesti kolumu! Lanet olsun silah bile doğrultamadım" diye acı içinde bağırdı.


Teo koşarken arkasından gelen ayak seslerini duyunca hızlandı. Önüne çıkan ilk yola girmeye başladı. Hangisi doğru bilmeksizin koşmaya başladı. Islık sesleri duyuyordu. Elini ağzına götürüp yine yüksek sesle ıslık çaldı. Cevap gecikmedi ama arkasında ki adamın koşan ayak seslerini duyuyordu. O seste yankı yapıyordu. Teo önüne çıkan her yola girdiği için bir çıkmaza rastlamak istemiyordu. Bu onun gerçek anlamda infazı demek olurdu.


Arkasına bakmadı önüne bile doğru düzgün bakmıyordu. Tekrardan ıslık çaldı. Koştuğu için nefes nefese kalmıştı. Adam arkasından tek ses silah ateşledi. Silah o kadar yankı yapmıştı ki değerleri bile kesin olarak duymuştu. Silahın onu vurmadığını anlatmak için yine ıslık çaldı. Ateş sesleri devamlı geliyordu. Her yerden duyulan ıslıklar, ateş sesleri, ayak sesleri, nefes sesleri ve yorgun kalp atışı sesleri o kadar baş ağırtıyordu ki canı çıkmıştı.


"Luis!... Leo!" diye bağırmaya başladı. Artık koşamıyordu yorulmuştu. Nefes bile alamıyordu. Kalbi sıkışıyordu. Kalp atışını beyninde hissediyordu artık. "Leo!" Tekrardan bir silah sesi. Adam ona hedef alıyordu ama Teo her girdiği yola girdiği için kurşunlardan bir şekilde kaçıyordu.


Sonra deminden beri düşünürken bile korktuğu o şey başına geldi. Teo'nun girdiği yol çıkmazdı. Önüne doğrudan bir duvar çıkınca kaynar sular üstüne döküldü. Arkasına dönüp diğer yoldan gidecekken alnının önündeki namlu ile göz göze geldi. Nefes alıp veriyordu. İşte şimdi her şey onun için bitmişti. Teo şuan gerçek anlamda ölümle burun burunaydı. Tek bir mermi onun bütün hayatını elinden alacaktı. Kardeşinin canının güvende olması için girdiği bu yolda kendi canından olacaktı.


Gözlerini kapattı, artık hazırdı. Silahın ucu alnına temas etti. Teo olduğu yerde titreyerek ölecekti. Silah en büyük korkusuydu ve şimdi en büyük korkusu tarafından öldürülücekti.


"Hayatın için son saniyeler... 3" pişman değildi. Eğer o Leo'nun peşinden gitmeseydi ve onu Leo sanmasalardı belki de şuan ölümle burun buruna olacak kişi Leo olurdu.


"2" pişman değildi. Canından çok sevdiği dostlar edinmişti.


"1" gözünü kapalı tutuyordu, titriyordu. Bir anda rahatladı sanki. Bütün bedeni çınladı. Tek bir silahla milyonlarca can gitmişti sanki.


Kulakları, kalbi, beyni hatta gözleri bile. Silah alnının üstündeydi ve ateş edilmişti. Kafasında ki kanlar onda şok etkisi yaratmıştı. O an sanki bütün sesler kesilmişti. Yankılar ve bağırışlar birbine karışmıştı.


Öyle bir andı ki bütün nefesler kesilmişti.


Öyle bir andı ki bütün umutlar o an bitmişti.


...


Loading...
0%