@darksideofthepeopl
|
Gözümü açtığımda karşımdaki şey simsiyah bir sonsuzluk ve göz alıcı renklerdeki gezegenlerdi. Sonunda benim de diğer herkes gibi huzura erdiğimi düşünürken sol yanıma giren keskin bir acıyla yüzümü buruşturdum. Ne yazık ki yaşıyordum. Etrafıma baktığımda bulunduğum yerin bir saraydan farksız olduğunu gördüm. Bembeyaz mobilyaları, sarı kırıklı mermerleriyle en az 15 metre uzanan bir duvarı vardı ve odanın tavanı gezegen desenleriyle donatılmıştı. Az önce gördüğüm şey de oydu. Sol yanım tekrar keskin bir acıyla sızladığında hafifçe inledim ve o anda odada benden başka birilerinin daha bulunduğunu fark ettim. Saniyeler içerisinde meraklı gözler etrafımı sardı. Hepsi birbirinden güzel olan bu yüzler beni müzedeki bir tabloyu inceler gibi incelemeye koyuldular. Ne olduğunu anlamaya çalıştığım sırada içeri bal rengi saçları ve parlak sarı renkli gözleri olan biri girdi. Saçları güzelce örülmüş ve arkadan topuz şeklinde birleştirilmişti. Üzerinde gözlerinin renginde ve ayaklarına kadar uzanan uzun kollu bir elbise vardı. Onun girmesiyle iki kişi hariç beni izleyenler telaşla eğilerek selam verip odadan ayrıldı. Ayrılmayan kişilerse korkuyla odanın bir köşesine sinmiş, ağızlarını bıçak açmıyordu. Sol yanımdaki acı o kadar büyüktü ki hiçbir şey düşünemiyor, tek bir kelime konuşamıyordum. "Merhaba Lavinya; nasılsın, yaran iyi mi?" Onun sözleriyle sol yanımdaki o keskin yaranın fiziksel kısmını da fark ettim. Böbreğimin hemen üstünde gazlı bezle sanılmış bir yara vardı. Ruhumun yarasına bir de fiziksel bir yara eklenince daha çok canım yanmaya başladı. Doğrulmayı denesem de acı izin vermedi. "Sakin ol Lavinya, yaran iyileşene kadar hareketlerine dikkat etmelisin; seni iyi yaralamışlar." "Neredeyim?" Bu tek kelime için bile insanüstü bir çaba harcamam gerekmişti. "Aklında birçok soru olduğunun farkındayım ama bunları cevaplamak için en azından ayağa kalkana kadar beklemeliyiz." Tepki veremedim. Bana acıyan bakışlarla beraber odadan ayrıldı ve beni acılarımla orada bıraktı. O gittikten birkaç dakika sonra duvar tarafına sinmiş olan kadınla erkek yaklaştı ve yaramla ilgilenmeye başladı. Yaklaşık 35-40 yaşındalardı ve alyanslarına bakılırsa evlilerdi. Açık yeşil rengi gözleri olan sarışın kadın bezi açtığında acıyla yüzümü buruşturdum. "Çok özür dilerim!" "Cildin fazla hassas, bu yüzden yarana çok iyi bakılması gerek ve kanının çok nadir olması işimizi kolaylaştırmıyor." Diye ekledi erkek olan. Saçları yer yer beyazlamıştı ve gözleri açık bir mavi tonuydu. Benimle diyaloğa girme çabalarını takdir etsem de bir şey söylemedim. "En azından ismini söyleyemez misin?" Son bir kez yalvardı kadın. Ya da ben son olduğunu düşünmüştüm. "Lilya." Bu yabancılara hiç güvenmesem de kötü bir niyetleri olmadığını umut ettim. Hareket edemeyecek kadar acıyan bir yaram vardı ve ruhsal olarak zaten bitmiştim. "Sonunda. Ben de Asa ve bu da kocam Kiron." "Memnun oldum, Lilya." Kiron'un cümlesini başımı sallayarak cevapladım. Kiron'la Asa gerginliklerini üzerinden atıp kendi aralarında sohbete başladıktan sonra ben de düşüncelerime çekildim. Burası neresiydi, buraya nasıl gelmiştim, insan olmadığını bildiğim bu yaratıklar da neydi, o kadın kimdi? Bu sorularla beraber Marin'in son sözleri geldi aklıma. 'Sen bir mirassın. En özellerinden birisin, Ay'ın emanetlerindensin..' İyi de neyin nesiydi bu miras, Ay'ın emaneti derken neyi kastetmişti? Soruların en önemlisi ve acı verici olanıysa kimin hayatımın merkezindeki insanların canına kıydığıydı. Kim olduklarını bilmiyordum ama canım pahasına intikamımı alacağıma dair söz verdim kendime; daha çok sevdiklerime... Bu düşünceler aklımda sonsuz bir tekrara girerken yaranın acısını unuttum ve yavaşça uykuya daldım. Saray çalışanı gelip bize patlıcan yemeği getirdiğinde aradan birkaç saat geçtiğini düşünüyordum. Asa ve Kiron bana zaman tanımaya karar vermiş, iletişime geçmeye çalışmıyorlardı. Sessizce yemeğimi yedikten sonra tabağı yattığım yerin yanındaki masaya bıraktım ve daha fazla düşüncelerde kaybolmamak adına tekrar uykuya daldım. Birbirini kovalayan üç günün sonunda ayağa kalkabilecek duruma gelmiştim. Nasıl oluyordu bilmiyordum ama yaram çok hızlı iyileşiyordu. "Günaydın Lilya, nasılsın?" Asa bana bunu sorarken kötü bir niyeti yoktu ama gözlerim doldu. Hayatımın en berbat gününe gözümü açtığımda Meva'mın bana sorduğu soruydu bu. Basit bir cümle, her zaman kullanılan kelimelerdi ama benim için anlamı tamamen farklıydı. Karşılama değil de veda sözleriydi bunlar artık. Sonsuzluğa veda... "Özür dilerim; amacım seni üzmek değildi!" "Önemli değil." Sesimin titremesini tıpkı gözyaşlarımın akmaya başlaması gibi engelleyemedim. O günden beri ağlayamamıştım hiç ama bu basit cümle sanki yarama tuz basmıştı. Anılar beynimde film şeridi gibi oynarken Asa ne yapacağını bilemez bir şekilde yanıma geldi ve bana sarıldı. Amacının aksine daha çok ağlamaya başladım. Saçlarımı okşayarak kulağıma bir şeyler fısıldadı ama duyamadım. Sanki duyu organlarım işlevsiz hâle gelmiş; sadece gözlerim çalışıyordu. Aradan birkaç dakika geçtiğinde biri içimdeki kapatma tuşuna basmıştı. Mantığım tekrar kontrolü ele aldı. Ağlamak asla fayda etmeyecekti. Geri gelmelerini sağlamayacaktı bu gözyaşları. Eğer amacım intikamsa güçlü olmalıydım; bu yolda gözyaşlarına yer yoktu. İçimdeki acıyı öfkeyle kapladım ve derinlere gömdüm. Birkaç gündür deli gibi düşünsem de cevabını bulamadığım sorulara cevap aramaya karar verdim ve Asa'yı bırakıp ayaklandım. Avcumun bitimine gözyaşlarımı silerken şaşkın bir biçimde bana bakıyordu. "Teşekkürler." Sesim son birkaç günün aksine cılız değil, kararlı çıkıyordu. Gülümsedi ve başını salladı. "Rica ederim, Lilya." Ne yaşadığımı deli gibi merak ettiklerini bilsem de beni rahatsız etmemiş, istediğim gibi yalnız bırakmışlardı. Ben de onların hikayesini merak etmeye başladım. Burası hakkında benden kat kat fazla bilgiye sahip olduklarını düşündüm ve sordum: "Kiron, burası tam olarak neresi?" Tam o sırada kapı açıldı ve ilk günkü kadın içeri girdi. "Merhaba Lavinya, beni takip et." Nedenini bilmiyordum ama kraliçe olduğunu tahmin ettiğim bu kadından hiç hoşlanmıyordum. Onlardan onay almak ister gibi Kiron ve Asa'ya baktım. Asa'nın gözleri gitmememi tembihler gibi kocaman açılmıştı. Kraliçenin peşine takılmazsam bir sorun çıkacağından adım gibi emindim. Bu yüzden onunla birlikte odadan ayrıldım. İlk günün aksine başında Güneş sistemi ile şekillendirilmiş kocaman bir taç vardı. Sarayla ve taçla uyumlu bir şekilde beyaz, kolları uzun zarif bir elbise giymişti ve itiraf etmem gerekirse bir Tanrıça gibi duruyordu. Nereye gittiğimizi bilmiyordum ama umarım sorularımın cevaplarını bulurdum. Bir süre sonra konuşmaya başladı. "Ah, ne kadar unutkanım; Helios'a hoş geldin, burası Güneş'in başkenti ve sistemin kalbi." Şimdi neden her yerin sarı olduğu anlaşılıyordu. Buranın öyle gelişigüzel bir yer olmadığını fark etmiştim. "Bütün bunlar sana yabancı gelebilir, Lavinya ama senin ait olduğun yer burası." "Lilya." "Efendim?" "Adım, Lilya." "Ah, hayır tatlım; adının Lavinya olduğuna eminim." Sorgulayıcı bakışlarımı gördüğünde kahkaha attı. Sesi güzeldi ama nedense bana kulak tırmalayıcı geliyordu. "Önemli değil, alışacaksın Lavinya. Ay'ın mirası..." Bu saçmalıklardan kurtulmak için şimdiden can atıyordum. Cidden, ne zaman geri dönebilecektim; ne zaman Meva'm beni uyandıracaktı? Bir odanın önüne geldiğimizde durdu. Kapıyı açtı ve içeri girdik. "Burası kalacağın yer. Bir miras için hep vaktimiz ve yerimiz vardır. Şimdi seni biraz dinlenmen için rahat bırakayım; akşam yemeğinde görüşmek üzere, Lavinya." Beni odada yalnız bıraktı ve gitti. Ne yapacağımı bilmez bir şekilde odayı incelemeye koyuldum. Birkaç gündür kaldığım diğer odaya göre burası küçüktü lakin benim odamın üç katıydı. Evimi hatırlamamla birlikte boğazımda tekrar bir düğüm oluştu. Odada altın rengi bir giysi dolabı, filmlerden fırlamış gibi duran ve ayakları beyaz olan sarı bir makyaj masasıyla çift kişilik sarı nevresimli kocaman bir yatak vardı. Lüks içerisinde dizayn edilmiş bu oda hiç de hoşuma gitmemişti. Kocaman penceresine yaklaştım ve dışarıyı seyretmeye koyuldum. Şehir parlak ve göz alıcıydı. Filmlerdeki Asgard'a çok benziyor diye geçirdim içimden. O sırada kapı çalındı. Aslında yalnız kalmak istiyordum ama nezaketen girmesini sesledim. İçeri benim yaşlarımda, altın sarısı gözleri ve kumral saçları olan bir yardımcı girdi. Göz altları morarmış, uykusuzdu. "Kusura bakmayın efendim, kraliçe sizi akşam yemeğine hazırlamamı istedi." Üzerimdeki hastane elbisesine benzeyen elbiseye bakıp neden bunu istediğini anladım. Sahi, uyandığımdan beri bu giysi üzerimdeydi. Beni buraya getiren kişi kıyafetlerimi değiştirmiş olmalıydı. Bir anda vücudumdan iğrenmeye başladım. Bu herhangi biri olabilirdi. Herkes olabilirdi. O sırada kız aklımdan geçeni anlamış olacak ki teklifte bulundu. "Banyonuzu hazırlayayım efendim." "Gerek yok, teşekkürler. Ben hallederim." "Efendim ama ben bunun için görevlendirildim." "Yorgun gözüküyorsun, yapacak çok işin olmalı. Neden ben duş alırken odada dinlenmiyorsun?" Sözlerimle göz bebekleri büyüdü. Dinlenmeye alışkın olmadığı ve bu sarayda hor görüldüğü çok açıktı. "Ama kraliçem-" "Sakin ol, eğer sorarsa beni güzelce yıkadığını söyleyeceğim; seni cezalandırmayacak." Cümlenin absürtlüğüne gülerek kolundan tuttum ve gereksiz büyük olan yatağa oturttum. "Yatağa uzan ve lütfen dinlen." Ardından duşa doğru ilerledim ve kapıyı kapattım. Tuhaftır ki ihtiyacım olan bütün malzemeler oradaydı. Kıyafetlerim bile içerideki rafta giyinmem için bekliyorlardı. Kırıklı, içinden lav akıyormuş gibi duran turuncu ve siyah renkli musluğu biraz kurcaladıktan sonra sıcak suyu açıp duşa girdim. Orada ne kadar kaldığımı hatırlamıyordum. İçime kaç damla gözyaşı akıttığımı da. Çıktığımda yardımcı yatakta uzanıyordu. Benim çıkmamla beraber ayağa fırladı. "Sakin ol lütfen, seni azarlamayacağıma yemin ediyorum." Makyaj masasının sandalyesine oturup ona doğru döndüm. "Peki şimdi ne yapıyoruz?" Bir şeyi hatırlamış gibi çabucak dolaba gitti ve askılığı karıştırmaya başladı. Bütün elbiseler sarı ve beyaz renkteydi. Tüm bu gereksiz şatafat ve parlaklık artık sinirimi bozmaya başlamıştı. Bir süre sonra aradığını buldu ve balon kollu açık sarı mini bir elbise çıkardı. "Onu mu giymem gerekiyor gerçekten?" "Evet, efendim." "Başka seçeneğim yok yani. Öyle olsun madem." İç çektim. Sarı rengi kadar nefret ettiğim başka bir şey de mini elbiselerdi. Yardımcı saçlarımı yine turuncu kırıklı siyah bir aletle kuruttuktan sonra elbiseyi giyindim. Simsiyah saçlarımla oluşturduğu tezat komikti. Çok takılmadım ve tekrar masaya oturdum. "Efendim, saçlarınızı nasıl yapmamı istersiniz?" "Adın nedir?" "Nergis, efendim." "Memnun oldum, ben de Lilya." "Onur duydum, efendim." "Lütfen bana ismimle seslen, Nergis." Hayatıma yeni insanlar almaya pek niyetim yoktu ama bundan zarar gelmezdi. "Peki, Lavinya. Saçını nasıl yapmamı istersin?" Adım Lilya! diye çığlık atmak istesem de bu dürtüyü susturdum. Neden herkes ismimi benden daha iyi biliyormuş gibi bana o hitapla sesleniyordu ki? "Fikrim yok, Nergis. Tamamen ellerindeyim." Yaşasın der gibi ellerini çırptı ve saçımla uğraşmaya başladı. İşi bittiğinde saçlarımın iki yanında örgüler ve altında maşa vardı. Gerçekten güzel bir iş çıkarmıştı. "Nasıl oldu?" "Harika Nergis, bayıldım!" "Teşekkür ederim Lavinya, sana hizmet etmekten onur duydum." Önümde eğildi. "Ben teşekkür ederim Nergis, bana eşlik etmenden onur duydum." Ben de onun önünde eğildim. Kıkırdadı.
Burada zaman kavramı nasıl geçiyordu bilmiyordum ama saatler geçmesine rağmen etraf hâlâ aydınlıktı. "Nergis, burası tam olarak neresi, nasıl bir yer?" "Helios, Güneş'in merkezidir. Burada Güneş'in kimyasal enerjisi Soleler tarafından ışık enerjisine dönüştürülerek diğer gezegenlere yayılır. Burası hiç karanlık olmaz ve sıcaklık hiç değişmez." "Peki kraliçeniz, o nasıl biri?" "Üzgünüm, Lavinya bu konuda konuşma yetkim yok. Ama sana kraliyet hakkında biraz bilgi vermem gerekebilir sanırım, herhangi bir hareketle rezil olmak istemezsin." "Çok iyi olur aslında." "Tamam, bir bakalım. Kralımız Febus, babası kral Arev tarafından veliaht ilan edildikten sonra kraliçe Arina ile evlenip tahta geçeli çok uzun süre olmadı; yaklaşık 50 ışıktır tahttalar. Sarayın yönetimi ve diplomasiyle genellikle kraliçe Arina ilgilenir; maalesef kralımızın sağlığı pek yerinde değil. Ah, bir de prensimiz var; Güneş'in mirası...." Tabii, Ay'ın Mirası varsa Güneş'in de Mirası olacaktı. "...Birkaç ışın önce nişanlandı. Kral ve kraliçenin tek çocuğu; sırası geldiğinde tahta o geçecek. Bu yüzden de Güneş Sistemi'ni yönetmeyi öğrenmek için gideceği sekiz gezegenden sonuncusu olan Merkür'e gitti. Yemeğe katılacaklarını düşünmüyorum." Kısa bir süre etrafa göz gezdirdi. Dinlendiğimizi düşünüyor gibi bir hali vardı. Sonra bir toka aldı ve gelişigüzel bir şekilde saçımın arkasında bir yere tutturdu. Ardından yüzüme baktı ve bana sarıldı. "Ah, çok güzel oldun!" sonra hızlı bir şekilde fısıldayarak söyledi; "Lavinya, çok iyi kalplisin ve zeki birine benziyorsun. Eminim şimdiye kadar kraliçenin sana gülümseyen yüzünün aksine senden hoşlanmadığının farkına varmışsındır. Heliosluların çoğu da kraliçe gibi senden ölümüne nefret ediyorlar. Göstermeye çalıştıklarının aksine hiçbir Dian burada hoş karşılanmaz. Dikkatli ol; her zaman arkandan çukur kazıyor olacaklar. Kazdıkları çukurlara düşme." Dian mı? Dian neydi ki? "Senin sayende!" diyerek abartılı bir biçimde bağırdım. Sonra fısıldayarak karşılık verdim; "Her şey için teşekkürler. Ve bana Lilya de, lütfen." "Tamam, Lilya." Gülümsedi. Duvardaki şimdiye kadar varlığını bile fark etmediğim ve bir çeşit saat olduğunu düşündüğüm lav oklarına baktı. "Artık gitmemiz gerekiyor sanırım, Lilya." Kafamı sallayarak karşılık verdim. Kapıyı açtık ve dışarı çıktık. Saray her saray gibi ihtişamlıydı. Yemek salonuna giderken sayamadığım kadar altın sarısı kapı gördüm. Eh, evime benzeyecek hali yoktu ya... Sahi, ne çok özlemiştim. Her yerde kocaman, güneş ışığını her yöne dağıtan avizeler vardı. Bazı duvarlardaysa altında Almanca olduğunu düşündüğüm bir dilde yazı yazan tablolar asılıydı. Çoğu Helioslu resimleriydi. Bazıları özgüvenli, bazılarıysa şefkatle bakıyordu. Ama hepsinde ortak bir şey vardı: sarı. Zarif tırabzanlı döner merdivenlerden indik. Nergis bana döndü. "Unutmadan, içeri girdiğinde reverans yapmayı unutma. Kraliçemizin saygısızlığa tahammülü yoktur." Sadece sessizce başımı salladım. Kapının önüne geldiğimizde Nergis durdu. "Benim buradan ayrılmam gerekiyor." "Sen de gelmiyor musun?" Buruk bir gülümsemeyle yüzüme baktı. Aptal saray ve aptal kuralları, diye geçirdim içimden. Ardından başımı onaylarcasına salladım ve o da hiçbir şey demeden gitti. Derin bir nefes aldım, omuzlarımı dikleştirip ahşap kapının altın kulplarını iterek içeri girdim. |
0% |