@darksideofthepeopl
|
Alarmın çalmasıyla sıçrayarak uyandım. Bir kâbus daha... dedim ve susturdum alarmı. Aynı kâbusu kaç defa görürsem göreyim bir türlü alışamıyordum bu kadar gerçek hissettirmesine. Kapı çaldı ve beni büyüten kadın içeri girdi. "Günaydın Lilya, nasılsın?" "İyiyim büyükanne, sen?" demeyi zor da olsa başardım.
Ne olursa olsun sürekli gördüğüm bu kâbustan ne ona ne de babama bahsedecektim. Başıma gelen en ufak olayda o kadar endişeleniyorlardı ki hemen kırılacak bir porselen bebekmişim gibi hissediyordum. Pinokyo gibi ama canlı ve milyon kat kırılgan olanından. "İyiyim tatlım, teşekkürler. Kahvaltı hazır." "Teşekkürler, hemen geliyorum."
Onun gitmesiyle rahatladım ve tuttuğumu bile fark etmediğim nefesimi bıraktım. Ardından yataktan kalktım ve banyoya gittim. Yüzümü yıkadıktan sonra da okul formamı giyinip alt kata indim. Masada her zamanki gibi önünde bilgisayarı ve hemen yanındaki çayıyla yeni projesine bakarak oturan babama gülümseyip arkasından sıkıca sarıldım ve yanağına bir öpücük kondurdum. Bu sırada büyükannem de gülümseyerek tezgahta kahvaltıyı hazırlıyordu. "Vay, yeni gökdelen mi bu? Çok güzel duruyor Pera'm!" Güldü ve eliyle boynundaki kolumu sıvazladı. Ardından onu bıraktım ve çaprazındaki sandalyeye oturdum. "Günaydın Lilya, güzel uyudun mu?" Soruyu görmezden geldim, onlara yalan söylemek benim için yaptıkları her şeye karşı affedilemeyecek bir günahmış gibi geliyordu ama susarsam tam olarak yalan söylemiş sayılmazdım. "Kahvaltıda ne var?" dedim gülümsereyek. Babamla büyükannem birbirine baktı ve büyükannem elindeki yumurta tabağını kızarmış ekmekle birlikte önüme bıraktı. Cevaplamaktan kaçındığım sorunun bir değişiğini bu sefer de büyükannem tekrarladı. "Lilya, güzelim; gece rüyanda ne gördün?" Sustum. Babam düşüncelerimi anlamış olacak ki konuşmaya başladı. Felsefî konuşmaları normalde hoşuma giderdi ama şimdi değil. Yine de dinledim. "Lilya, yalanların en büyüğü düşündüğünün aksine gerçekleri saklamaktır. Daha önce de söyledim. Susmak yalanların en büyüklerindendir."
Babamın cümlesiyle birlikte pes ettim. Çekinsem de derin bir nefes alarak konuşmaya başladım. "Aslında, birkaç gündür kâbuslar görüyorum." Sözlerimle birlikte ikisi de nefeslerini tuttu. Kâbus aslında basit bir şeydi, herkesin başına gelebilecek masum rüyaların çok da masum olmayan versiyonlarıydı. Ama bu öyle değildi, öyle hissettirmiyordu. "Nasıl kâbuslar, Lilya?" Büyükannemin sesinden tereddüt ettiği anlaşılıyordu. Gözyaşlarım ben istemeden yanaklarımdan süzülmeye başladı. "Sizi kaybettiğim kâbuslar." Diyerek yanıtladım sorusunu. Bir anlığına ne yapacaklarını bilmez bir şekilde birbirlerine baktılar. Ardından büyükannem kalktı ve bana sarıldı. "Biz buradayız tatlım, üzülmeni gerektirecek bir şey yok." O an onu hiç bırakmak istemedim; sanki bıraksam tüy misali esen rüzgârla uçup gidecekti ellerimin arasından. Derin bir nefes alıp akan gözyaşlarımla güldüm ve kollarından sıyrıldım. "Tamam, tamam. Abarttım. Basit bir kâbus sadece. Önemli bir şey değil." Dediğime ikna olmasa da isteğimi yerine getirdi ve beni bıraktı. Karşıma geçip oturdu. Tabağımdakileri yemeye başlarken ortamdaki havanın ağırlığı etrafımı sarsa da fark etmemiş gibi davranmaya karar verdim. Babamın seslenmesiyle ona döndüm. Yerimden sıçramamak için ekstra çaba sarf etmem gerekmişti. "Efendim?" Boğazını sanki söyleyecekleri onun için çok ağırmışcasına temizledi. "Kabusların...Ne zamandan beri görüyorsun?" Ağzıma bir lokma daha atarken düşünmeye başladım. "Yaklaşık bir haftadır." "Hep aynı kabus muydu?" "Evet., hep aynısı. Neden ki?" Elime baktı. Sonra çayından bir yudum daha alıp projesine bakmaya döndü. "Biraz anlatmak ister misin, Lilya? Rahatlamana yardımcı olur." Elini uzatıp elimi tuttu ve bıçağı ne kadar sıkı tuttuğumu fark etmemi sağladı. Ne kadar istemesem de elimdeki bıçağı bırakıp anlatmaya çalıştım ama bir kelime bana yetti de arttı. "Dışarıdaydım."
Bütün o vahşet gözlerimin önüne gelince tekrar hıçkırarak ağlamaya başladım. Büyükannem gözyaşlarımın durmayacağını anladıktan sonra büyük büyük annemden kalan, küçükken beni sakinleştirmek için kullandığı ninniyi söylemeye başladı: "Uyu güzel yavrum, kapat gözlerini Yanındayım kuzum, duy benim sesimi Ay ışıtsın yüzünü, gök dinlesin sözünü Dinlerken ninnimi, ruhun bulsun yolunu..." Ben biraz daha sakinleştikten sonra beni bıraktı ve baş parmaklarıyla gözyaşlarımı sildi. Tekrar gülümsemeye başladım. O da gülümsedi ve gözlerime baktı. Son kez bakıyormuşçasına uzunca baktı, baktı... Sonra merdivenlere doğru gitmem gerektiğini belirterek sağ kolunu uzattı. Ardından sağ işaret parmağıyla sol bileğinin üzerine saatin geçtiğini göstererek iki kere dokundu. Koşarak odama çıktım ve kalan işlerimi de halledip tekrar aşağı indim. "Hazır mısın birtanem?" Babamın sorusuna kafamı salladıktan sonra büyükanneme veda edip evden çıktık.
Arabaya bindiğimizde gergin olduğunu fark ettim. Bunun gördüğüm kâbusla ilgisi olup olmadığını merak etsem de bir şey demedim. Sonra bir anda arabayı kenara çekti ve bana sıkıca sarıldı. "Ne olursa olsun seni çok seviyorum perim." dedi. "Ben de seni çok seviyorum Pera'm." Dedim o geri çekilirken. İçimi ısıtan şefkatli kahkahalarından birini attı ve yine şefkatli bir ses tonuyla ekledi: "Bazı şeylerin değişmemesi çok güzel." Ben büyüsem de hâlâ Pera'nın küçük kızıydım, büyüsem de onun küçük perisiydim, büyüsem de Meva'nın neşe kaynağıydım; küçük Lilya yaşlansa da hâlâ küçük Lilya olacaktı. Okulun önüne geldiğimizde yanağına bir öpücük kondurdum ve arabadan indim. Okul her zamankinin aksine bugün çok daha sakindi. Biri arkamdan geldi ve elini gözüme kapattı. "Sana da günaydın, Marin." Arkamdan kıkırdayışını duymamla dönüp ona sarılmam bir oldu. "Ne oldu Fıtfıt, özledin mi beni?" Kıkırdadım ve geri çekilerek gözlerine baktım. Küçüklüğümden beri içinde dinlendiğim deniz beni selamladı. "Aynı sıra?" "Aynı sınıf, aynı sıra." Değişmemesi güzel olan bir şey daha, diye düşündüm ve sınıfa doğru ilerledim. ~~~~ Son dersi de işledikten ve ben 20 dakikasını uyuyarak geçirdikten sonra Marin'in beni dürtmesiyle uyandım. "Hadi uyuyan güzel, prensin seni öpmeye geldi." Uyanmaya çalışırken bir yandan da onu azarladım. Gülümseyerek bana bakmayı sürdürünce toparlanmaya koyuldum. "Melodiyle kafeye gideceğiz, gelmek ister misin Fıtfıt?" "Sağ ol Bay Kaos ama kız arkadaşınla gideceğin randevuyu bozup zaten iyi olmayan aramıza bir buz dağı daha eklemek istemiyorum." "Hadi ama Lilya, o benim kız arkadaşım değil. Kıkırdadım ve ekledim: "Henüz. Hatta bunu bir de ona sor istersen, evlendiğinizi falan düşünüyor." Bu sefer o da gülümsedi. "Onunla evlenseydim herhalde aklımı kaçırırdım." "Ya da ruhunla bedenini birbirinden ayırırdın." "Ee cevabın aynı mı?" "Tekrardan özür dilerim Bay 'Melodiyle Çıkmıyorum' ama yapacak işlerim var." Ben çantamı toplarken o da sıranın altından kulaklığımı aldı ve başımın üzerine yerleştirdi. "Teklif var ısrar yok, Bayan Fıtfıt." "Sana iyi eğlenceler." "Teşekkürler, uyuyan güzel." Onu sınıfta bırakarak dışarı doğru yürümeye başladım. Bir yandan da playlistimi açıp karışık çalma moduna aldım. Mezun olmak üzereydim ama hala alışamamıştım bu bakışlara. Kaç yıl olmuştu acaba? 10 mu, yoksa 11 miydi? Saymayı bırakalı çok olmuştu ama olayın varlığını hatırlamak yüzümü ekşitmeme yetmişti. Şarkıyı mırıldanarak yürümeye devam ettim. "There's gotta be a reason that I'm here, on Earth Gotta be a reason for the dust an the dirt..." Sabahları geç kalmamak adına babamla gidiyordum ama okul çıkışı eve yürüyordum. Bizim evimizin o taraflarından servis geçmiyordu. Zaten 'lanetli' bir yerde kim bulunmak isterdi ki? Ormana giden yola döndüğümde her günkü gibi annemi ziyarete gittim. Mezarındaki Nergisleri ve Gülleri suladıktan sonra bir avuç toprak aldım ve bir kavanoza koydum. İçimden bir ses buraya tekrar gelmemin uzun süreceğini fısıldamıştı çünkü. Eve geldiğimde büyükannem henüz alışverişten dönmemişti. Biraz daha şarkı söyleyerek oyalandım ve akşam için hazırlık yapmaya başladım. Mutfağa geçtikten sonra boydan boya olan pencereden biraz ormanı seyrettim. Evimiz şehirden çok uzakta, bir ormanın içine yapılmıştı. Eskiydi ama hâlâ ihtişamlı ve güzeldi. Bazen büyük büyükannemin şehirden neden bu kadar uzak bir yeri seçtiğini sorgulasam da hâlimden memnundum, küçükken Marin'le içinde oynamaya bayıldığım ve babamla büyükannemin uyarılarına rağmen bazı geceler evden kaçıp gittiğim orman benim aslında ikinci evimdi. Kapının çalmasıyla birlikte epey zaman geçtiğini fark ettim ama işlerim bitmişti. Kapıyı açtım ve Marin'le karşılaştım. "Sen ne arıyorsun burada?" "Aa! Çok ayıp Bayan Hesap Sorar, ne zaman kaçırdım doğum gününü?" "Sen bugün kutlayacağımı nereden biliyorsun?" "Kuşlar söylemiştir belki." Diyerek elindeki poşetlerle seslendi babam. Kıkırdadım ve onları içeri aldım. Babam ve büyükannem yarın babamın gideceği iş gezisi yüzünden bu sene bir gün erken kutlamamızı istemişti, ben de kabul etmiştim. Her seneki gibi bu yıl da kendi aramızda pasta kestik, film izledik, masa oyunları oynadık ve sohbet ettik. Farklı olan şeyse büyükannem ve babamın her senekinden daha dikkatli davranmasıydı. Sanki gözlerini kırpsalar yok olacakmışım gibi bakıyorlardı bana. Bunu reşit oluiyor olmamla bağdaştırdım ve üzerinde çok durmadım. Büyükannem yıllardır dört gözle almayı beklediğim aile yadigârları sandığını getirdiğinde içimi sevinçle karışık bir korku kapladı. Aile yadigârı almanın sorumluluğunun bilincindeydim lakin içimden bir ses tüm gücüyle bu sandıktan kaçmamı söylüyordu. Sanki bu sandık içinde hayatımı değiştirecek şeyler barındırıyordu. Belki de çocukluk yapıp sandığı gözümde büyütmüştüm. İçinde birkaç kolye, bir de annemden kalma bir günlük vardır, diye düşündüm. Her ne kadar doğum günümü kutlamış olsam da yarın geceye kadar açamazdım sandığı; 18 yaşında değildim henüz. Meva ve batıl inançları... Marin burun kıvırdı ve büyükanneme sitem etti. "Meva Teyze, hediyeyi ilk benim vereceğim konusunda anlaşmıştık; şimdi kutuya o kadar odaklandı ki benim hediyemi görmek bile istemeyecek." Kıkırdadım ve göz devirdim. Babam yanıma geldi ve bana sarıldı. "İyi ki varsın cennet perim, iyi ki doğdun yuvama.". "İyi ki varsin Peram." Sanki son kez çekiyordum içime çektiğim kokusunu, sanki son kez sarılıyordum ne zaman ihtiyacım olsa şefkatle bana açılan kollarına.
O çekildikten sonra büyükannem girdi araya ve o da sarıldı. Saçlarıma bir öpücük kondurdu. "Neşe kaynağım; biricik Lilya'm iyi ki doğdun, iyi ki senin gibi bir Miras bıraktı annen bana."
Kollarımı daha sıkı doladım ona. Sanki son kez sığınıyordum Meva'nın ruhuna; sanki son kez okşuyordu saçımı. Son anda babamın büyükanneme onaylamaz bakışını gördüm, büyükannem istemese de geri çekildi. Anlamlandıramasam da bir şey demedim. Ardından babam dinlenmek için üst kata çıktı. Büyükannem de odadan çıkınca heyecanla Marin'e döndüm. "Hadi Marin, daha fazla dram yapma da ver hediyeni. Görmek istiyorum." Sandığı kenara ittim. Bu hareketimle gözleri sanki mümkünmüş gibi daha da aydınlandı ve hediyesini uzattı. Paketi açtığımda üzerine Ay'ın evreleri işlenmiş hançeri görünce şaşırdım. Biz daha çok küçükken ormana gitmeyi sevdiğim için bana yine doğum günümde işlediği hançerden çok farklıydı. O zamankinde balıklar ve dalgalar varken şimdikinde gökyüzü resmedilmişti hançerin üzerine. Ufak bir çığlık attım ve ona sarıldım. "Öncekinin eskimiş olabileceğini düşündüm, beğendin mi?" "Bayıldım Marin!" Kıkırdadı. "Aslında normal kızlar gibi parfüm almadığım için bana kızmandan korkuyordum." "Bak işte, şimdi sinirleneceğim. Sen bana yıllar sonra kendin işlediğin hançerlerden getireceksin ve ben de burun kıvıracağım, öyle mi? Beni hiç tanımamışsın Marin, hem de hiç."
Geri çekildim, o da gözlerini devirdi. Ardından ikimiz de kahkaha attık. "Biliyor musun, hiç büyümemiş olman çok hoşuma gidiyor." "Diyene bak sen! Baksana bana hâlâ hançer getiriyorsun!" Cümlemle birlikte gülme krizine girdik. Nihayet sustuğumuzda ise uyumak için odama çıktık. Marin bu gece bizde kalacaktı, onun için üst kattaki odamda yatağımın hemen yanına bir yatak açtık ve uykunun bizi etkisine almasını bekledik. Ne var ki her sene olduğu gibi uyuyamadık. Bir süre sonra pes ettik ve aklıma gelen fikirle yatağımdan doğrulup ona döndüm. "Ormana gidelim mi?" "Delirdin mi Lilya, bu saatte mi?" "Hadi ama Marin, kuralı unuttun mu; bugün benim doğum günüm! Ben ne istersem onu yapmamız gerekiyor." "Sen hiç uslanmaz mısın?" "Lütfen, lütfen, lütfen, lütfen, lütfen, lütfen!" Derin bir iç çekti. "Sanırım uslanmayacaksın. Hadi gidelim." Geceliğimi değiştirmeye tenezzül bile etmeden Ay işlemeli bıçağımı aldım. O da üzerindekilerle gelmeye karar vermişti. Çok geçmeden benim balık işlemeli hançerimin aynısından onda da olduğunu fark ettim. Kıkırdadı. "Ne yani, sadece sana mı hançer yapıyorum ben?" Göz devirdim. Alt kata doğru sessizce inmeye başladık. Sonunda evden çıktığımızda içimde kötü bir his vardı ama üzerini örttüm ve ormana doğru koşmaya başladık. Ağaçların arasından koşarken kahkahalarla boğuluyorduk. Gerekirse her şeyi arkamda bırakabilirdim ama Marin ile koştuğumuz bu geceleri asla unutamazdım. Her zamanki yerimize geldiğimizde kızıl Ay biraz daha yükselmişti gökyüzünde. Ağaç evime çıktıktan sonra Marin de yanıma yerleşti. Neye baktığımı gördüğünde nutku tutuldu. "Bunun için mi o kadar ısrar ettin?" Kafamı sallamakla yetindim. Manzara o kadar güzeldi ki tek kelime etsem sanki bozulacaktı anın büyüsü. Marin de benimle birlikte sessizliğini korudu. Beni o kadar iyi tanıyordu ki düşündüğüm şeyi anlamış, susuyordu. Bir süre sonra manzarayı değil, beni izlediğini fark ettim. Başımı ona çevirdiğimde gülümsedi. "Tutulma yarın sanıyordum." "Sadece içime doğdu." Benim de gülümsememle kıkırdadı. Ağzını bir şey söylemek için araladığında aklına korkunç bir şey gelmiş gibi göz bebekleri büyüdü, söyleyeceği sözleri değiştirdi ve kolumdan tuttu. "Lilya." Korkunun bir rengi olsaydı; Marin o anda o renge bürünürdü. Karar vermeye çalışır gibi bir süre bekledi. "Benim eve gitmem gerekiyor, burada beni bekler misin? Kıpırdamak dahi yok ama." Şoke olmuş bir biçimde kafamı salladım ve o gittikten sonra Ay'ı biraz daha izlemeye çalıştım. Aradan epey zaman geçip de Marin gelmediğinde telaşlandım ve ağaç evimden inip eve doğru koşmaya başladım. |
0% |