@darksideofthepeopl
|
"Mümkün olduğunca çabuk olmasını istiyorum. Tüm yükü taşımak zor. Tabii benim gibi biri için lafı olmaz, gücüm ve ordum gayet yerinde ama kendime ayıracak zamanım kalmıyor. Biraz dinlenmekten zarar gelmez, değil mi?" Dedi yapmacık bir kahkaha atarak. Kral işleri yönetmek için can atarken kraliçenin oğlunu tahta almaya çalışması tuhafıma gitmişti doğrusu. Kral deneyimliydi ve kraliyet ailesinin soyundan gelen oydu. Kraliçe ise kralı geri plana atıp tahtın asıl sahibi oymuş gibi davranıyordu ve kimsenin buna sesi çıkmıyor muydu gerçekten? Burası çok değişik bir yerdi. Yine de bu entrikaları bile Dünya'daki politikaya tercih ederdim. "Anne henüz yeni geldim, Asfer'e onunla vakit geçireceğime dair söz vermiştim." Demek sıradaki kraliçenin adı buydu: Asfer. "Anlayışla karşılayacaktır, bir tanem. İstersen onunla ben görüşebilirim." "Öyle diyorsan... Benim görüşmem daha doğru olur." Onların 'ailevi' muhabbetini dinlemeye hiç niyetim yoktu. Ayrıca Nergis ile yarım kalmış bir sohbetim vardı. Yani çabucak tüymek istiyordum. "İzninizle, majesteleri." Beni başıyla onayladı. Zaten ikisi de bir an önce ayrılmamı istiyordu. En azından ben öyle düşünmüştüm. Odaya geldiğimde Nergis’in yokluğunu fark ettim. İşi çıkmış olmalıydı. Biraz bekledim ama gelmeyince sabırsızlanmaya başladım. İçeride boş boş beklemek yerine sarayı keşfe çıkmaya karar verdim. Odanın kapısını açtım ve dışarı süzüldüm. Eğer şansım yaver giderse Asa ve Kiron’la da karşılaşabilirdim. Tedavim bittiğinden beri onları görmemiştim. İlk geldiğimde kaldığım odayı aramaya koyuldum ama her yerin sarı ve beyaz olması hiç işimi kolaylaştırmıyordu. Aynı tabloyu üçüncü kez gördüğümde hiçbir yere gidemediğimi fark ettim. Sinir bozucu olan şeyse koridorda dolaşıp duran görevlilerden hiçbirinin yardım teklif etmemesiydi. Farklı bir dönüşten gitmeye karar verdim. Taht odasına doğru döndüm ve oradan başka bir yola saptım. Yine upuzun bir koridor vardı. Az önce girdiğim koridora benziyordu. Tam kaybolduğumu düşünürken şeffaf kapılı odayı fark ettim. Sanki hiç yoktan var olmuştu. Kapıya birkaç kere vurdum. Beni görünce şaşırsalar da Asa hemen geldi ve kapıyı açtı. “Lilya!” Dedi sarılırken. “Merhaba, Asa.” “Bizi unuttuğunu düşünmeye başlamıştık.” Dedi Kiron arkadan. Mahcup bir şekilde gülümsedim. “Biraz… Meşguldüm de…” “Gelsene, sana sormak istediğim çok şey var.” “Cevapları bildiğimden emin değilim ama tabii.” İçeri girdik ve kapıyı kapattı. Kolundaki saat benzeri şeyle çalıştırıyordu kapıyı. Buradaki çoğu teknolojik eşya gibi o saat de içine lav doldurulmuş obsidyene benziyordu. Asa heyecanlı bir şekilde sorularını sormaya başladı. “Buranın işleyişi konusunda pek bir şey bilmiyorum ama anladığıma göre Güneş’teyiz, değil mi?” “Evet, evet Güneş’in merkezi Helios’tayız. Ama sizin bunu zaten bildiğinizi düşünüyordum.” “Hayır, Lilya. Burası hakkında en ufak bilgiye sahip değiliz.” Kiron’un sözleri beni afallatmıştı. Burası hakkında bir şeyler bildiklerini düşünmüştüm. “Peki, o halde buraya nasıl geldiniz?” “Şey.. Birazcık karışık.” “Nasıl yani, Asa?” “Ben biyoloji üzerine, Kiron da fizik ve makine mühendisliği üzerine çalışan profesörleriz.” Birkaç saniye duraksadıktan sonra devam etti. “Ya da profesörlerdik. Ünlü çalışmalarımız vardı ve uluslararası bir statüye de sahiptik. Bir gün değişik bir teklif aldık. Bir meslektaşımız ilginç bir proje üzerine çalışma teklif etti. Ama çalışma alanı uzakta ve gizliydi. Projenin ne olduğunu da tam olarak bilmiyorduk. Karşılığındaysa yüksek bir meblağ teklif ediyorlardı. Meslektaşımız projeyi reddetmişti çünkü ailesi vardı.” Hatırlamak istemediği bir şeyi hatırlar gibi yüzünü buruşturdu. Kiron yanına gelip ‘Ben yanındayım’ der gibi elini omzuna koyunca buruk bir şekilde gülümsedi ve devam etti. “Maalesef benim bir hastalığımdan dolayı çocuğumuz olmadı, Lilya. O yüzden ikimizin gitmesini uygun görüp bize sunmuştu teklifi. Ben o sırada bunalımdaydım. Birkaç yıldır ovaryum üzerine çalışmalar yapıyordum ama tıkanmıştım. Kiron ne kadar uğraşsa da beni hastalığım yüzünden başladığım çalışmalardan vazgeçiremedi. En sonunda teklifi kabul etmek için ikna oldum. Anlayacağın para önemli değildi bizim için. Ayrıca başımıza kötü bir şey gelse de kaybedecek bir şeyimiz yoktu. Ölseydik de sorun olmazdı. Zaten yaşamla ölüm arasında pek bir fark yoktu o sıralar.” Biraz düşündükten sonra konuştu. “Bizimle telefon üzerinden iletişime geçmeye başladılar ama değişik bir şekilde oluyordu. Telefon kendiliğinden çalışıyor ve arama yapıyordu. Ekran bir anda kararıyor, ardından kendimizi telefonun içine girmiş gibi hologram odası cinsi bir yerde buluyorduk. Filmlerde olur ya, rakamlar tepelerde uçuşur; sanki elini uzatsan kafana düşecekmiş gibi. Öyle bir yerdi. Ama sadece bir ses yükseliyordu oradan. Bir erkek sesi gibiydi ama filtrelediklerine eminim. Talimat vereni hiçbir şekilde görmüyorduk. Söylenene göre başlarda evimizde çalışacak, belirli bir süre sonrasında başka bir yere gidecektik.” Yine kısa bir duraksamadan sonra devam etti. “Bize değişik deneyler yaptırdılar. Genellikle insan kanını yüksek sıcaklık ve basınca maruz bırakmak veya değişik yiyeceklerle insanların yiyebileceği yemekler oluşturmak gibiydi. Bazen de bazı yemekleri insanlara uygun olup olmadığını araştırmak için gönderiyorlardı. Hologram-odada bize verdikleri şeyler nasıl oluyorduysa eve döndüğümüzde elimizde beliriveriyordu. Gıdaları ve diğer makineleri böyle alıyorduk. Sıcaklık ve basınç deneylerinde oluşabilecek olası mutasyonları inceledik. Dünya’da bulunmayan, teorik olarak olsa olsa Güneş’te bulunabilecek bir ortam yaratmamızı istiyorlardı her seferinde. Nasıl yapıyorlardı bilmiyorum ama bize bu sıcaklığa dayanabilecek metal cinsi parçalar gönderiyorlardı. Bunların içinde talimatlar da yazıyordu ve Kiron onları birleştirdikten sonra sıra bana geliyordu. Bu deneyler sayesinde eski halime döndüm. Hatta daha iyi hissediyordum. Birkaç hafta önce bir deneyi daha tamamladığımızda çalışma ortamımızın değişeceğini söylediler. Artık meslektaşımızın en başta bahsettiği o gizli yerde çalışmalara devam etmemizi istiyorlardı. Ama bir şey değişmişti, artık bizim kaybedebileceğimiz bir şeyler vardı. Hayata yeniden tutunmuş gibiydik. Teklifi reddedip projeden ayrılmak istedik. Bize ayrılmamamız için türlü şeyler teklif ettiler. Birçoğunu reddetsek de bir tanesi her şeyi değiştirdi: Beni tedavi edebileceklerini söylüyorlardı. Kiron her ne kadar reddetmek istese de benim hiç niyetim yoktu. Birkaç tartışma sonrasında beni vazgeçiremeyeceğini anladı. En sonunda kabul ettik. Son gerçekleşen Kızıl Ay zamanı önceden söyledikleri bir yere gittik. Tehlikeli olduğunu bilsem de Kiron’u da benimle birlikte sürüklemiş oldum. Belli bir vakit bekledikten sonra bayılmışız ve şimdi buradayız.” ‘Vay be!’ dedim kendi kendime. ‘Güneş’in merkezinde üç insan… Kaybedecekleri hiçbir şey kalmadığından buraya sürüklenmiş üç insan…’ Birden kafama dank etti. Kızıl Ay gecesi benim de buraya geldiğim geceydi. Peki ama neden o gündü? O günü hatırlamak gördüğüm kan göletlerini tekrar gözümün önüne getirdi ve ürperdim. Ne kadar kurtulmak istesem de anıların pençesi düşüncelerimi ele geçirmiş, parmağında oynatıyordu. “Lilya.” Kiron’un bana seslenmesiyle düşüncelerimden arındım. “İzin verir misin?” Dedi elinde şırıngayla. “Ne?” “Biraz kan alacağım izninle.” “Neden?” “Bazı şüphelerimiz var, Lilya. Eğer haklıysak seninle paylaşacağız.” Dedi Asa. “Tamam.” Dedim ne yapacaklarını merak ederek. Kiron iğnenin ucunu koluma batırırken sordum; “Peki şuan ne üzerinde çalışıyorsunuz?” “Gıda üretimi. Buradaki değişik malzemelerle bizim yiyebileceğimiz şeyler üretiyoruz. Ah, bir de bazen getirdikleri sebze-meyvelerle ‘normal’ yemek pişiriyoruz. Birkaç başka ufak şeyler de var. Burada hızlı tedavi yöntemlerini ve ileri seviye teknolojik aletleri de inceliyoruz.” Diyerek cevapladı sorumu kanımı alırken. İşi bitip çekildiğinde kanımın birkaç damlasını tavana asılı ve siyahla turuncu renklere sahip, iki kolu olan ve ortasından ekran çıkan bir cihazın haznesine damlattı. Başka bir tüpten aldığı bir damlayı da cihazın diğer haznesine koydu ve birkaç ayar yaptıktan sonra çalıştırdı. Asa da benimle birlikte oturmuş, hayran hayran onu izliyordu. Makine çalışmaya devam ederken bana soru sormaya devam ettiler. “Burası nasıl yönetiliyor, Lilya?” Dedi Asa. “Tam çözebilmiş değilim ama bir krallık gibi. Kraliçe Arina yönetimle ilgileniyor ve kralın hasta olduğu yalanını yayıyor. Sebebini bilmiyorum. Bir de Miraslar var. Anlamış değilim vasıflarını ama sanırım veliaht tarzı bir şeyler.” Dedim makinenin hologram ekranındaki artan sayıları izlerken. “Demek kraliyet sistemi…” dedi düşünür gibi Asa. Sonra birden bana döndü. “Sen de bir Mirassın, değil mi Lilya? İlk geldiğim gün Kraliçe senden Ay’ın Mirası olarak bahsetti.” “Herkes öyle söylüyor ama ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Saraya ait değilim ve inanın görevlilerden bile daha normalim. Beni de burada pek isteyen yok. Bu saraya hiç uyum sağlayamıyorum.” “Seni farklı kılan da bu, Lilya. Seni sevmemelerinin sebebi de bu. Buraya ait değilsin. Sen buranın Mirası bile değilsin. Her yer sarı saçlarla ve açık renkli gözlerle doluyken sen siyahsın. Uyum sağlayamamandan daha doğal bir durum olamaz.” Kiron haklıydı. Neden buraya ait hissetmeliydim ki? Öte yandan buraya ait olamayacaksam nereye aittim? Benim asıl yuvam neresiydi? Yuva neydi ki zaten? Benim evim o Kanlı Ay gecesinde yıkılmıştı ve başka bir yere ait hissedebileceğimi de sanmıyordum. Yine de delicesine istiyordum bir yuvayı. Tutunacak bir ‘aile’ arıyordum sanki. Düşüncelerim yine uzayıp giderken birden yükselen bip sesleriyle sıçradım. Makine sonucun çıktığını haber veriyordu. İkisi de koşar adımlarla makineye gittiler. Birkaç saniye sonra yüzlerinden korku, şaşırma gibi birçok belirsiz duygu geçti. Asa bana döndü ve tek bir kelime söyledi. “Haklıydık.” |
0% |