Yeni Üyelik
1.
Bölüm

BÖLÜM 1

@darulfiru

 

Öncelikle herkese merhaba! Şimdiden Divane'nin yolunda ona eşlik edeceğiniz için teşekkür ederiz. Divane benim karanlığımın doğduğu gün doğdu ve kendi karanlığı ile benim yolumu aydınlattı. Dilerim ki aynı karanlık sizin de yolunuzu aydınlatır...

 

Divane'nin dünyasına hoşgeldiniz.

Burada ben yokum, siz de yoksunuz, sadece Divane'nin karanlığı var.

 

.

.

.

 

"HİKAYEDEKİ KARAKTERLER GERÇEKLİKLE ÖRTÜŞMEKTEDİR."

 

-O halde başlayalım!-

 

 

 

 

 

🎱

 

Geçmişten bir an;

.

.

.

 

Karanlık. Başından, ve devamından bihaber olunan bir karanlık. Aldığı nefes zulüm olmaya başlarken kulağına ciğerinden gelen hırıltılarla beraber asi ve azgın bir köpeğin de hırıltıları doluyordu. Olduğu yerde son kalan gücüyle çırpınırken, bedenini sarmalayan zincirlerin gürültüsü köpeğin sesini daha da korkunç bir hale getiriyordu. Kaç gündür aç ve susuz olduğunu unutmuştu. Bu durum zincirlerden kurtulmasını artık imkansız hale getirmişti. Sökülen tırnakları, kırılan parmakları artık ölüme daha yakın olduğunu hatırlatıyordu her dakika. Bulunduğu mekana tekrardan o mekanik ses doldu.

 

"Senden istediğimiz şey basit. O kıymetli devletinin sakladığı kara kutunun yerini söyle. Biz de seni en azından aç bir köpeğe yem etmekten kurtaralım."

 

Adım sesleri git gide yaklaşıyordu. Köpeğin aç olduğunu belli eden hırıltıları da. Köpeğin yere değen patilerinin tıkırtısına kadar duyabiliyordu. Kaç gündür gözlerinin bağlı olmasından dolayı işitme duyusu daha fazla hassaslaşmıştı. Ancak o da aldığı darbelerle etkisini yavaş yavaş kaybediyordu.

 

"Devletimin sırrını sizin gibi aç köpeklere yem edeceğime bu aciz bedeni yem ederim. Anlamadınız mı hala?"

 

Acizdi. Her insan gibi. Acziyetleri olmasaydı şu an elleri kolları bağlı bir şekilde düşmana esir olmazdı. Halbu ki tüm bunlardan kurtulabilecek kadar iyiydi.

Birkaç saniye süren sessizlikten sonra üzerine buz gibi koca bir kova su çarpılmıştı. Onu düşüncelerinden sıyırmıştı buzlarla dolu bir kova su. Kahkaha atmaya başladı. "Bu su çok iyi geldi."

 

"Bu nasıl?"

 

Yüzüne inen sert bir yumrukla çenesinin yer değiştirdiğini düşünmeye başlamıştı çoktan. Ölürken en azından düz bir suratla ölmeyi isterdi. Ağzına biriken kanlar çoktan yere süzülürken gülümsedi. Dayaktan ya da işkenceden ölmezse eğer, kan kaybı ya da iç kanamadan dolayı mutlaka ölecekti.

 

"Söyle artık şu kara kutunun yerini. Artık sonun geliyor."

 

"Kesik çayır biçilir mi? Sular soğuk içilir mi?"

 

İfadesiz bir şekilde cılızca dudaklarından döküldü bu kelimeler. Konuşmaya mecali yoktu belki ama. Neşet Usta'ya saygısından her daim ona güç yetirebilirdi.

 

''Demek dökülmeye başladın. Tekrar söyle."

Sesi artık o kadar kısık çıkıyordu ki karşısındaki adamın duymayacağınu tahmin etmişti. Ciğerlerine son nefeslerinden birini daha çekti. Kaburgaları, burun kemiği, solunuma ait hangi organı varsa acı çektirmeye yemin etmişti ona. Nefes almak bile canını yakıyordu. Ama düşmanı kudurtmak daha keyifliydi.

 

"Kesik çayır diyorum biçilir mi? Sular diyorum soğuk içilir mi?"

 

Bu seferki darbe sırtının tam ortasına gelen bir demir parçasıydı. İç organları ağzından dışarı çıkacak sandı ilk önce . Ama yılmadı. Devam etti. Yüzünü dahi görmediği adamın surat ifadesini tahmin etmek bile keyfini yerine getiriyordu.

 

"Bana yârdan geç diyorlar,

Seven yârdan geçilir mi?

Aman desinler, desinler,

Şeker yesinler.

Şu kız bir oğlana,

Vurgun desinler.

Aman ben yandım, yandım, yandım, yandım, yandım,

Ellerin memleketinde eğlendim kaldım.

Aman desinler, desinler,

Şeker yesinler."

 

Son gücünü böyle kullanmıştı. Bilinci kaymıştı aklının kenarlarından. Ta ki soğuk su tekrar bedenine çarpana kadar. Gözlerindeki bandajdan dolayı artık ayık mı yoksa baygın mı anlamıyordu. Bedeni acı çekmekten hissizleşmişken bir o kadar da her teması kat be kat acıtacak kadar da hassaslaşmıştı.

 

"Bana bir isim ver bari o güzel hayatını bağışlayayım. Tabi ki bizim için çalışmak şartı ile."

 

"Öldüreceksen öldür lan. Ne naz yaptın."

 

Yamulan çenesi birkaç parmağın arasında sıkıştığında çenesinin ağrısı daha çok belli etmişti kendini.

 

"Sana daha çok para veririz. Pusat Timi'nin geriye kalanlarını öldürmeyiz. Yeter ki bize çalış. Çünkü senin gibi birini yanımızda görmek isteriz. Ölümün ziyan olur. İşin basit. Kara kutunun yerini söyle. Ya da kimse onun ismini ver. Sonra da yeni hayatına merhaba de. Güzel bir ev, iyi bir araba, emrine adamlar. Para daha çok para."

 

Sıkıntıyla ofladı. Kafasını geri çekti. Ağzına biriken kanı tükürdü nereye denk geleceğini önemsemeden.

 

"Ne kadar gözden çıkarabilirsin? Para?"

 

"Aylık beş milyon yeter mi?"

 

Güldü Divane. Demek beş milyon, diye düşündü.

 

"Euro olarak ama bunu değerlendir."

 

"Beş milyon euro demek. Ne yapalım biliyor musun? Sen o parayı bana vereceğine git kendine şöyle fiyakalı bir tasma yaptır. Sahiplerine daha sevimli gelirsin. Belki ödül maması bile verirler sana. Bir tane de az sonra üzerime salacağın köpeciğe yaptır. Emeği çok olacak. Ne de olsa Divane'nin vücudunu parçalamak onun için de zor olacak.''

 

Boğazındaki zincir kuvvvetle geri çekildiğinde nefesi kesilmeye başladı. Zincirin halkalarının gırtlağından girdiğine emindi. Demir halkalar yaraları ile iç içe geçerken acı dolu bir inilti bırakmıştı. Ve daha fazlasına dayanamayıp acısından feryat etmişti.

 

"Geldiğinden beri türlü işkenceler yaptım sana. Bedeninde hasar almadık yer kalmadı. Korkudan aklını kaybedecektin dün akşam. Şimdi ise para teklif ettim. Neden lan neden bırakmıyorsun şu devletini?"

 

Nefes almaya çalıştıkça ölmeye daha çok yakın gibiydi. Dili dışarı çıkmak üzereydi. Zincir boğazını daha çok sıkarken dili de dışarıya çıkmıştı artık. Ağzının kenarından kanlar süzülürken konuşmak için işaret y Zincir genişledikçe sudan çıkmışcasına derin bir nefes aldı. Süratle geri verdi.

 

"Lan şeytanın yeryüzündeki şubesi. Bana bak. Bana neden Divane diyorlar biliyor musun? Ben bu işi para almadan yapıyorum. Çocukluğumdan beri yapıyorum. Ana rahmine düştüğümden beri yapıyorum. Uyurken bile yapıyorum. Neden biliyor musun? Sırf birgün kanım nazlı hilale hediye olduğunda beni bekleyen şehitler ordusunun karşısına başım dik çıkabilmek için. Kimsin, kim için çalışıyorsun bilmiyorum ama sen öldüğünde seninkiler üzerine toprak bile atmazlar. Ama lafta canını bağışladığın Pusat Timi bin olup seninkilerden alır intikamımı. Duydun mu puşt? Vatansız puşt!"

 

Bir darbe daha bekledi. Canının yanmasını bekledi.

 

Duyduğu tek bir komut vardı. "Salın köpeği."

 

Zincir sesleri birbirine karışırken şehadet getirmeye başladı. Ömrünün son anıydı. Gürültüler birbirine karışırken bir kapının büyük bir gıcırtıyla açıldığını duydu. Ancak üzerine gelen ne bir köpek vardı ne de şehit oluyor gibi hissediyordu. Günlerdir bedenini saran zincir ayaklarının dibine düşerken gözleri de artık görmeye başlamıştı. Ta ki ışığa alışana kadar. Gözlerine bıçak saplanıyordu. Eriyecek gibiydi gözleri.

 

Güç bela araladı gözlerini. Bir aydır teste tabi tutulduğunu o an anlamıştı. Ve testi geçtiğini de. Karşısında kendisine gülümseyenleri görünce dudağının kenarı kıvrıldı.

 

"Bir an paranın miktarını sorduğunda son dakika sınavı geçemeyeceksin sandım ama beni yanıltmadın evlat. Aferin. Görevine hazırsın."

 

Artık kendini bırakabilirdi Divane. Son gücü ile birkaç kelime etti. "Şeref duyarım." Gerisi tekrar karanlık...

 

🟢🟢

 

Temmuz/2023

 

"Kürşad'ın gür sesiyle indik Tanrı Dağı'ndan!"

"Kürşad'ın gür sesiyle indik Tanrı Dağı'ndan!"

"Parçaladık surları, Çin Seddi'ni aştık biz!"

"Parçaladık surları, Çin Seddi'ni aştık biz!"

 

Tatbikatlar sona ermiş, tatbikat sonu koşu yapılıyordu. Güneş en tepede her bir askerin gözüne çapraz ateş açarken sıranın en önündeki unsur komutanının gözü bitiş çizgisindeydi. Ardındaki askerleri ise gözlerini önündeki silah arkadaşının üzerinde sabit tutuyordu. Kışlanın eğitim alanına uzanan uzun ve ağaçlı yolundaki ağaçlar bile temmuz sıcağına isyan edercesine yapraklarını harekete ettirmiyordu.

 

 

 

"Kürşad'ın gür sesiyle indik Tanrı Dağı'ndan"

Kürşad'ın gür sesiyle indik Tanrı Dağı'ndan"

"Parçaladık surları, Çin Seddi'ni aştık biz"

"Parçaladık surları, Çin Seddi'ni aştık biz"

 

Son defa tim marşlarını bağıra bağıra söylerken tim komutanı eğitim alanında onları bekliyordu. Tabiri caizse Ekrem Yüzbaşı içlerinden geçmişti. Operasyondan yeni gelmiş tim, istirahate bile çekilmeden ertesi sabah eğitime gelmişti bir daha.

 

"Kürşadlar. Rahat."

 

"Sağol."

 

Herkes hazır ol pozisyonundan rahata geçmişti. Bir ip gibi nizami bir şekilde eğitim alanında sıraya girmişlerdi. Temmuz güneşi Ankara semalarında gözlerine ateş açmayı keyifle sürdürürken onlar tim komutanının bu küçük antrenmanı bir an önce bitirmesi için dua ediyorlardı. Mustafa Ali boynundaki kamuflaj buff'ı saçlarına geçirdi. Kafası terden sırılsıklam olmuştu çoktan.

 

Mustafa Ali aynı rütbede olduğu tim komutanına büyük bir hayranlıkla baktı. Mavi büyük gözlerinde yorgunluktan eser yoktu. Ancak her zaman orada olan öfkesi mavi gözlerine kırmızılık katıyordu. Elleri arkada bir sağa bir sola volta atıyordu. Volta atmasından bir şeylerin ters gittiği belliydi.

 

"Ne olacak sizin bu başarısızlıklarınız? Her çıktığımız operasyonu neredeyse elinize yüzünüze bulaştırıyorsunuz. Sizin yüzünüzden kışlada yürüyemiyorum. Sizi en iyileri olarak seçtiler bu time. Ulan hepiniz rütbeli, harbiyeli adamlarsınız. Aranızda çavuş bile yok. Sen Fırat, neden satrançta gösterdiğin zekânı operasyonlarda göremiyorum? Ya da sen Korkut, ulan canını dişine takıp istihbarat alıyorsun hepsi fos çıkıyor! Hele Sinan, bir sene oldu sen teğmen olalı, çıkamadın Harbiyeli kafasından. Mezun oldun oğlum sen! Ona göre davran yoksa ben seni davrandığın şekle uygun bir yere yollarım. Böyle giderse Kürşadlar Timi diye bir şey kalmayacak! Anca çavuş eğitirsiniz! Vatan kurtarmak sizin neyinize?''

 

Ekrem Yüzbaşı tüm öfkesini kusarken timden tek bir ses dahi çıkmamıştı. Uzun süredir operasyonlarda başarı elde edemiyorlardı. Bulundukları kışlada adları çıkmıştı artık. Tüm bu olumsuzluklara rağmen onlara iyi gelen tek şey uzun bir süredir kayıp vermemiş olmalarıydı.

 

Ne yaparlarsa yapsınlar, asla olumlu bir sonuçla dönemiyorlardı. Ya istihbarat veren muhbirler öldürülüyordu ya da atacakları pusunun haberi onlardan önce düşmana gidiyordu. Uzun zamandır yurtdışı görevine dahi çıkamıyorlardı. Bu koşullar altında üslerinden gelen baskılar arttıkça tim komutanının mobingleri de artıyordu . Ekrem Yüzbaşı time kınayan bakışlar atıp eğitim alanın solunda kalan idari binaya doğru ilerlerken Mustafa Ali kendini kaldırımın kenarına attı. Yanına ise devresi Taha çöktü. Mustafa Ali 30'lu yaşlarında hala azar yiyor olmayı kaldıramıyordu. Ama mesleğinin doğası buydu. Hiyerarşik bir düzenin işleyişine adapte olalı seneler olmuştu. Gözleri yerdeki sarı çizgilerin üzerinde gezinirken Taha'nın konuşmaya başlaması ile ona döndü.

 

"Ekrem Yüzbaşı bugün fazla sinirliydi. Valla Korkut komutanımı bile geçmişti."

 

Sinan gayrı ihtiyari aklındakileri ağzından kaçırırken timin, belki de Türk Silahlı Kuvvetleri'nin görünüş olarak en korkunç komutanı olan Korkut kendisinden bahseden çömez teğmene öfke ile baktı. Ancak sesi ise öfkesinin aksine fazla sakindi. Genellikle sesi ile değil bakışları ile vermesi gereken mesajı veriyordu Yüzbaşı Korkut. Uzun boyu, esmer suratı, kemerli burnu ve de keskin bakışları tüm güzelliklerine rağmen onu haddinden fazla korkunç yapıyordu.

 

"Kaç Sinan. Ben gelip suratını dağıtmadan kaç oğlum. Hadi."

 

Sinan çoktan Korkut'un gazabından kaçmak için Fırat Komutanı'ndan himaye dilenirken Begüm ise Mustafa Ali'nin karşısına yola atmıştı kendini. Sıkı sıkıya bağladığı kıvırcık saçları eğitimde dağılmıştı. Bu da Begüm'ün işin gelmişti. Uzun kıvırcık kahverengi saçlarını daha gevşek bir şekilde ensesinde topladı. Baş ağrılarının nedeni kesinlikle sıkı sıkıya topladığı saçlarıydı. Dizlerini kendine çekip alnını dizlerine dayadı. Begüm arkadaşlarının aksine başka bir görevdeydi. Ve bu zorlu görevden döner dönmez eğitime dalınca bedeni yorgunluğunu belli ediyordu iyiden iyiye.

 

"İzin kullansaydın ya dişi bozkurdum. Sürünüyorsun burada. Her iki anlamıyla da."

 

Begüm çatık kaşlarla başını Taha'ya doğru kaldırdı. Kendisine şefkatle bakan mavi gözlere kaş çatarak bakmak istemezdi elbette. Ancak çatık kaşlarının sebebi kafasına kafasına vuran baş ağrısıydı. Çatık kaşlarına rağmen silah arkadaşına karşı sesi daha yumuşak bir tondaydı. Zaten Taha'ya bakan insanların ruh hali ne olursa olsun yerini neşeye bırakıyordu.

 

"Sanki Ekrem Yüzbaşını bilmiyorsun Taha. Adam Çato'ya bile zor izin verdi. Hem ben izin istedim zaten ama olumsuz. Adam resmen nefret ediyor benden."

 

Taha silah arkadaşına buruk bir gülümseme gönderdi. Ekrem Yüzbaşı bir askere göre bile fazla acımasızdı. Bir rehine operasyonunda ağır yaralanan silah arkadaşlarıydı Çağatay. Onun bile bir an önce time gelmesi için zorluyordu. Taha bunun disiplinli olmasından kaynaklı olduğunu biliyordu.

 

"Saçmalama Begüm. Niye nefret etsin? Seni sevmeyen ölsün dişi bozkurdum. Hadi git dinlen biraz."

 

Taha karşısında, yolda oturan Begüm'ün postallarına ayağı ile uyarı atışı yaparken Begüm omuz silkti bıkkınca. Alnını tekrar dizlerine dayadı.

 

"Sizce de çok garip bir sessizlik yok mu birkaç gündür?''

 

Taha bu sefer de bakışlarını kendisine dönük olan Mustafa Ali'ye döndürdü.

 

"Ne olsun istiyorsun Mustaali komutanım? İki gün götünün üstüne oturmaya gelmiyorsun sen de. Daha dün akşam döndük operasyondan.''

 

"Harbiden komutanım. Siz iyice Korkut 'a benzemeye başladınız.''

 

Omuz silkti Mustafa Ali. Ve en ikna edici tavrını takındı. Canını sıkan bir şeyler vardı. İçini kemiren bir şeyler. Ne zaman böyle hissetse altından mutlaka en azından kendisinin keyfini kaçıracak bir şeyler çıkıyordu.

 

"Operasyondan bahsetmiyorum. Hani fırtına öncesi sessizlik gibi. "

 

Begüm kendini kontrol etmeseydi rütbelisine göz devirecekti. Çoğu zaman Mustafa Ali'nin kontrol dürtülerinden dolayı fazla karamsar olduğunu düşünüyordu. Ama her defasında da bunun sonuçlarını görebiliyordu. Elini Taha'ya uzatıp kalkmak için destek aldı. Ayaklandığında kalçasındaki tozları savurup selam durdu formaliteden.

 

"Valla biraz daha sizin felaket senaryolarınızı dinleyemeyeceğim komutanım. Çünkü gerçek olacağını biliyorum. O yüzden o fırtına çıkmadan ben biraz uyuyayım "

 

Begüm postallarını sürükleyerek az önce arkadaşlarının gittiği yere yönelirken Mustafa Ali telefonundan gelen bildirim sesi ile elini cebine attı. Halı saha grubundan gelen mesajı gördüğünde önemsemeden yana kaydırıp sosyal medya hesabına girdi. Girer girmez önüne düşen fotoğraf ile derin bir nefes verdi. Parmakları arasında duran küçük bir fotoğraf ile tüm dengesi bir kere daha şaşmıştı. Yüzüne yavaştan bir gülümseme dağılırken, yeşil gözlerinin değdiği her bir piksel de aklını, kalbini dağıtmıştı.

 

Fotoğraf paylaşmıştı. Kafasında hasır bir şapka elinde küçük bir ayçiçeği, ve şöyle bir açıklama...

 

'Duydunuz mu yaz gelmiş?'

 

Duymaz mıyız diye iç geçirdi Mustafa Ali içinden. Fotoğrafı beğenmemek için direndi bir süre. İki senedir takipleşmek dışında herhangi bir etkileşimde bulunamamamıştı zaten. Gözlerine ulaşan gülümseme bu detay ile bir bulut gibi dağılırken telefonunun ekranına yansıyan Taha ve pis gülüşünü fark edince ekranı kilitleyip hızla cebine attı.

 

"Komutanım böyle uzaktan bakıp sadece iç geçirmeler sana yakışıyor mu? Senin yerine başkası olsa yüz kere mesaj atmıştı iki senede. Belki de atıyorlardır. Belki değil kesin yazanı çoktur."

 

Ne zaman onun konusu geçse içi öfke ile doluyordu. Ancak bu öfke sırrını bilen arkadaşına değil, cesareti olmayan kendisine duyduğu öfkeydi. Ve yine o öfke ile kalkıp bacaklarına yapışan pantolonunu düzeltti.

 

"Uzatma Taha. Bildiğin şeyleri kaç defa konuşalım?"

 

Kendisine el uzatan Taha'ya söylenirken bir yandan da onun kalkmasına yardım ediyordu. Aralarında rütbe farklılığı olsa bile Mustafa Ali ve Taha uzun yıllardır arkadaştılar ve bu rütbe onlar arasında asla engel teşkil etmiyordu. Taha her ne kadar komutanı da olsa arkadaşına bildiğini savunmaktan geri kalmıyordu. Ona göre her ne olursa olsun sevdasının peşinden en sonuna kadar gitmeliydi. Ama gerektiğinde kendi canını hiçe sayıp tim arkadaşlarını kurtaran, bombalarla oyuncak gibi oynayan arkadaşının cesaretini aşkta göstermiyor olması her defasında Taha'ya garip geliyordu.

 

İkisi tartışa tartışa eğitim alanını terk ederken Mustafa Ali'nin aklı çoktan o fotoğrafa takılı kalmıştı.

 

"Devrem sen bu kız yüzünden ilişkini bitirdin. Zamanında bunu bile göze almışken şimdi neden kendin için bir şeyler yapmadığını anlayamıyorum."

 

Mustafa Ali artık daha fazla dayanamayıp arkadaşının omzuna bir yumruk geçirdi. Öfkesi bu defa oldukça haklı olan arkadaşınaydı.

 

"Allah aşkına Taha. Sen boş zamanlarında bunu mu düşünüyorsun? Evet kardeşim. Aybüke yüzünden ilişkimi bitirdim. Aklımda başka bir kadın varken yanımdaki kadına bunu yapmak istemedim. Tekrar karşıma çıkınca kendime engel olamadım. Ne yapayım, bilmem kaç kilometre uzaktaki kıza, sosyal medyadan ya ben sana 10 senedir falan aşığım mı diyeyim?"

 

Mustafa Ali sinirle meramını anlatmaya devam ederken Taha susması için mimikleri ile yalvarıyordu. Bir süre sonra Mustafa Ali yavaşça etrafına bakındı. Sena hala devam eden hayal kırıklığı ile ona bakıyordu. Birkaç şey söylemek için ağzını açtı Mustafa Ali. Ancak Sena çoktan o ortamdan asil bir ayrılış yapmıştı. Aynı terk edildiği gün yaptığı gibi sadece susarak gitmişti.

 

"Sus diyorum iki saattir sana Mustaali. Sena Üsteğmen'in senden ikinci defa bunu duymasına gerek yoktu."

 

Patlamak üzereydi Mustafa Ali. İçinde büyümeye başlayan düşünceleri öfke ve pişmanlıkları ile süslenmişken içinden çıkamayacağı bir duruma girmişti çoktan. Hep böyle olurdu Mustafa Ali'ye. Önce olumsuz bir duyguya tutulur. Sonra o düşünceyi büyüterek içinden çıkılmaz bir hale getirirdi.

 

Taha kantine gitme bahanesi ile arkadaşını biraz yalnız bırakmak istemişti. Çünkü yine kendisine eziyet çektirdiğini fark etmişti. Mustafa Ali devresinin aksi yönde karargaha doğru ilerlerken aklı tekrar bulanmaya başlamıştı. Aklında tek bir isim ve tek bir anı dolanıp duruyordu.

 

Harp okulundan mezun olurken çarpışmıştı onunla. O kadar güzel birini daha önce görmemişti. Çekik gözleri, kocaman gülümsemesi o kadar etkilemişti ki onu uzunca bir süre aklından çıkmamıştı. Tören sırasında bir kere daha karşılaşmışlardı. Kim için geldiğini bilmiyordu. Ama elindeki buketten iki ayrı çiçek çıkarıp kendisine vermişti. Biri çarpışmanın özür çiçeğiydi. Diğeri mezun olduğu için tebrik çiçeğiydi.

 

'Erkekler sadece öldüklerinde çiçek almamalı.'

 

Böyle demişti giderken. Senelerce en sevdiği kitabın arasında saklamıştı çiçekleri. O çiçekler ona ilk defa kıymetli olduğunu hissettirmişti. Kalabalığın içinde nasıl da birbirlerini bulduklarını düşünüyordu. Ve o iki dal çiçeğin onları buluşturduğuna inanıyordu. Aklını çalan o kızı bir daha görmemişti. Hayatının çok kısa bir anında, çiçekler olmasa gerçek olup olmadığına bile emin olmayacağı o anı uzunca süre düşünmüştü. Daha sonra bir hataya düşmüştü.

 

Hislerinin dindiğini düşünüp yeni bir ilişkiye adım atmıştı. Sevdiğini düşünmüştü Sena'yı. Beraber gelecek kurabileceğine inanmıştı. Ta ki onu sosyal medyada tekrar görene kadar.

 

Mustafa Ali alçak bir adam olduğuna inanıyordu. Takılı kaldığı o kısacık an onu inanması güç hatalara sürüklemişti. Ama kalbine söz geçiremiyordu. Aklına sızan düşünceleri gerisin geri yollayamıyordu. Derin bir nefes bıraktı.

 

Bir askere göre fazlasıyla yanlış bir karar almıştı. Hayatındaki hata paylarını asgari düzeyde tutması gerekirken, bir kalbi kırarak en büyük hatayı işlemişti.

 

Yüzbaşı düşünceleri ile beraber karargaha girdiğinde Fırat her boşlukta olduğu gibi koca bir gülümseme ile sevgilisi ile konuşuyordu. Her konuşmanın ana konusu yakında yapacakları nişanın detayları oluyordu genelde. Ne zaman Meryem ile konuşsa gözlerinde aynı parıltı mevcuttu.

 

"Bana sürprizini hala söylemedin Meryem. Valla bak çok merak ediyorum. Söyle hadi güzelim."

 

Karşıdan duyduğu cevap her neyse Fırat'ı memnun etmemişti. Bir yandan da yanından geçen Mustafa Ali'ye selam veriyordu.

 

"Mustafa Ali, o Taha puştu nerede? Gruba akşam yokum yazmış. Ne demek yokum!"

 

Korkut sinirle soludu. Daha Sinan'a olan öfkesi geçmemişken, çay bile henüz demlenmemişti. Üstüne üstelik bir de Taha'nın attığı mesaj iyice canını sıkmıştı.

 

Akşama halı saha maçı ayarlamışlardı. Kışlanın sahasında timler kendi aralarında maç yapıyorlardı. Ve Kürşatlar için bu halı saha maçı gurur meselesiydi. Özellikle en dişli rakipleri Bozkurt'lardı.

 

"Harbiden abicim. Bu akşam O Sami pi.. beyefendisini sahaya gömmem lazım. Geçen hafta yaptığı hileyi unutmadım."

 

Fırat ağzını bozmaktan son anda vazgeçmişti. Meryem'den kesin emir vardı. Küfür etmesi yasaktı. Bir yandan sevgilisi ile konuşurken bir yandan da muhabbete dahil olmaya çalışıyordu.

 

Mustafa Ali önüne renkli bir paket uzandığında düşünmeden daldırdı elini. Sinan zulasından çıkardığı bisküviyi uzatıyordu komutanına. Dayanamıyordu açlığa. Sinan'ın kısa olduğu halde kıvırcık açık koyu olan kafasına babacan bir tavırla vurarak teşekkür etmişti bisküviler için.

 

"Sende şunları yiyip durma. Koskoca adam olmuşsun hala abur cubur peşindesin."

 

Korkut'un çıkışı ile Sinan ağzı dolu bir şekilde cevapladı. Hala öfkesi dinmeyen komutanına karşı oldukça rahattı.

 

"Ne yapayım açım komutanım. Şekerim çabuk düşüyor."

 

"Valla Sinan yumruğumu yersen şekerinden çabuk düşersin. Sen de yeme. Ne var ne yok belli değil içinde."

 

Mustafa Ali Korkut'un ateş püsküren bakışlarının kendine döndüğünü gördüğünde ortamın gerginliğini azaltmak adına elindeki diğer çikolatalı bisküviyi arkadaşının ağzına sıkıştırdı.

 

"Çay vermediniz mi oğlum bu adam? Çaysızlık sinir yapıyor bunda. Bu adam Karadeniz'li fazla bile çaysız kaldı.''

 

Korkut ağzına sıkıştırılan ikinci bisküvi için de ağzını açarken Fırat bir elinde telefon bir elinde bardak ile çoktan komutanının çay ihtiyacını karşılıyordu.

 

"Oo, yüzbaşım. Bir taraftan unsur komutanı elleri ile besliyor, bir taraftan timin beyni size çay ikram ediyor. Bana kızma diye mi yapıyorlar?"

 

Taha aklına gelen işleri ile kantine uğramadan Mustafa Ali'nin peşinden hiç bir şey olmamış gibi pişkin pişkin elleri cebinde karargaha girmiş, peşinden de Çatal'ı çağırmıştı. Onu geri döndüren şey de Çatal'ın mama saatinin gelmiş olmasıydı. Ona Çatal ismini ırkından dolayı Mustafa Ali vermişti. Tarsus Çatalburun ırkı, turuncu tüyleri olan tim köpeğiydi. Diğer tim köpeklerine göre biraz sevimli kalıyordu. İşleyicisi ise Taha olduğu için emirlerini ondan alıyordu bu yüzden deTaha'yı gördüğünde ise heyecanlanmadan duramıyordu. Ve bu halleri onu daha sevimli yapıyordu.

 

Korkut Taha'ya doğru sert adımlarla hamle yapacağı sırada Taha'dan önce Çatal öne atıldı. Korkut ise üzerine koşan Çatal'a gülmeden edememişti.

 

"Çatal, topuk!"

 

Aldığı komutla beraber adımlarını aniden yavaşlatıp hızını Taha'ya göre ayarlamıştı. Taha'nın bacaklarının arasındaki yerini alırken Taha ise eğilip ödül olarak başını sıvazladı Çatal'ın. Belindeki ipi tasmasına takıp onu her zamanki yerine bağlandığında mama kabını tazeleyip açıklamasını yapmaya hazırlanıyordu.

 

"Valla Korkut'um, geçen hafta az kalsın adelem..."

 

Taha'nın oldukça makbul olan açıklaması karargahın kapısında telaşla beliren Begüm ile yarım kaldı. Elini beline yerleştirip nefesini bıraktı. Yüzünde dehşet dolu bir ifade vardı. Herkes işini gücünü bırakıp ona dönmüştü.

 

"Begüm."

Az sonra ağlayacak gibi bir ifadesi vardı Begüm'ün. Aklının karmaşası yüzüne yansımıştı.

 

"İnzibat geldi. Ekrem Yüzbaşı'nı göz altına aldılar. İdari binaya bir uğrasak iyi olacak.''

 

Begüm'ün telaşı ile kimse ne olduğunu bile soramadan harekete geçmişti.

Begüm peşine koca timi takmış önde giderken silah arkadaşları da peşinden gidiyordu. İdari binanın gri ve kasvet dolu ortamına girdiklerinde inzibat askerleri ters kelepçe ile Ekrem Yüzbaşını götürüyorlardı. İdari binanın giriş koridorunda herkesin dikkatini çekecek kadar hararetli bir şekilde cereyan ediyordu bu olay.

 

Mustafa Ali ne olduğunu sormak için öne atılsa bile karşı merdivenlerden öfke ile inen Vedat Albay'ı gördüklerinde hepsi selam verip hazır ol pozisyonunu almıştı. Vedat Albay'ın peşinden biri daha iniyordu merdivenlerden. Begüm ve Korkut gördüğü yüzle ilk önce birbirlerine baktılar. İkisi de aynı anda fark edip birbirlerine dönmüşlerdi. Daha sonra bu bakışmaya Mustafa Ali de katılmıştı. Gördükleri yüzün mü yoksa, daha az önce kendilerine eğitim veren tim komutanının ters kelepçe ile gidiyor olması mı daha şaşırtıcı diye düşünüyorlardı.

 

O sırada Vedat Albay öfke ile kükredi.

 

"Bu hainin sorgusunu bizzat ben yapacağım. Götürün nezarethaneye!"

 

İnzibat ile beraber nezarethaneye doğru ilerlemeye başladıklarında Kürşatlar üzerlerinde bir başkasının bakışlarını hissetmişlerdi. Her biri canını emanet ettiği komutanının hain damgası yemiş olması ile sarsıntı geçiriyordu. Ve bir de yeterince heybetli bir adam kendilerine doğru yaklaşıp bu sarsıntıyı daha güçlü bir hale getiriyordu. Gözleri ateş püsküren, adımları zelzelelere sebep olan biriydi. Ellerini arkadan bağlayıp tam karşılarında durdu. Parmak boyunu biraz geçen saçları, emir verebilen bakışları, oldukça geniş olan omuzları ve bir kayayı andıran bedeni ile Kürşatların her birini süzdü teker teker.

 

Omuzlarında kendini yeterince belli eden binbaşı rütbe apoletleri ise doğru yerde olduklarını yeterince belli ediyordu. Mustafa Ali minnetle dolmuştu. Karşısında hem kendi hayatını hem de yeğeninin hayatını kurtaran adam duruyordu. Sadece bir komutan değil abisi olarak gördüğü adam vardı karşısında.

 

"Merhaba asker!"

 

"Sağ ol!"

 

Hepsine bir kere daha bakış gezdirdi.

 

"Nasılsın asker?"

 

"Sağ ol!"

 

Binbaşı Begüm'ü işaret ettiğinde Begüm bir adım öne geçti. Elini alnına götürüp tekmil verdi.

 

"Üstteğmen Begüm Çatık. Eskişehir. Emret komutanım."

 

"Bu Korkut delisini hala vurmamışsın asker! "

 

"Maalesef komutanım." O korkunç yüzünde bir tebessüm belirdi. Bu seferde Korkut'u işaret etti Binbaşı. Yüzünde gülümseme olsa bile ses tonu hala kışlada yankılanacak kadar sertti.

 

"Yüzbaşı Korkut Temelli. Sinop. Emret komutanım!"

 

'' Birbirinize çok iyi sahip çıkmışsınız. Sizi bulmak istediğim gibi buldum. Aferin asker!"

 

Korkut ve Begüm aynı anda cevapladılar. "Sağ ol!"

 

Daha sonra bakışları Mustafa Ali'yi buldu. Mustafa Ali de bir adım öne geçti.

 

"Yüzbaşı Mustafa Ali Tanış. Ankara. Emret komutanım!"

"Yeğenin nasıl asker?"

 

"Daha iyi komutanım."

 

Binbaşı keyifle gülümsedi. Her özel günde kendisini arayıp hatırlatan Yağız Efe'nin iyi olduğunu duydukça mutlu oluyordu. Binbaşı gülüşünü yüzünden silip askerlere döndü.

 

"Kürşadlar. Binbaşı Bumin Kağan Uzunkol! Bundan sonra eğitimlere, görevlendirmelere, beraber devam edeceğiz. Yarın sabah 8'de herkes toplantı odasında az önceki gözaltı ile ilgili gerekli bilgilendirmeyi alacak.''

 

Begüm konuşmak için müsaade istedi.

 

"Komutanım artık bizimle misiniz? Tekrardan."

 

Begüm komutanı tarafından küçük bir gülümseme ile onaylanırken ardından tim 'Rahat' komutu almıştı. Kürşadlar timi rahat duruşa geçip dağılacakları sırada askeriyede çok alışkın olmadıkları topuklu sesi yankılandı kulaklarında.

 

"Kağan! İki saat oldu. Seni beklediğimi unutmuş olmalısın!"

 

Herkes bakışlarını oflayarak gelen kadına çevirmişti. Mustafa Ali ise iki kere bakmıştı. Bu oydu diye düşündü. Yüreği bir anda yangın yerine dönmüştü. Az önce fotoğrafına bakıp aşkını harlayan kadın tam karşısında daha büyük yangınlara sebep olmuştu sonunda.

 

Yüzündeki gözlüğü saçlarına takarken çatık kaşlarının yerini Mustafa Ali'nin aşık olmaya oradan başladığı gülüşü belirmişti suratında. Mustafa Ali'nin görmeyi en son beklediği kişi Aybüke'ydi. Hatta onu canlı görmesinin imkanı yok diye düşünüyordu hep. Bakışları kısa bir anlığına denk gelir gibi olmuştu. O bile Mustafa Ali için bin düşmana bedeldi. Ne büyük savaştı şu aşk dedikleri şey.

 

Taha ise çaktırmadan Mustaali'sine baktı. Yüzündeki ifade çok komikti. Ama gülmenin hiç sırası değildi. Binbaşı'nın bakışları anında yumuşamıştı.

 

"Nasıl girdin buraya Aybüke?"

 

Az önce duvarları yıkan sesi acımasızlığını korurken gelen kadın Binbaşının koluna girdi. Ve neşe ile şakıdı.

 

"Yeni gelen binbaşı kontenjanımı kullandım."

 

Sinan'ın ağzından küçük bir gülme belirtisi kaçtığında Bumin Kağan anında bakışlarını içindeki canavara emanet edip karşısındaki askerlere baktı.

 

"Sen! Teğmen. Sen yarın sabah 4'te toplantı salonunda olacaksın!"

 

"Emredersiniz komutanım!"

 

Aybüke karşısındaki askerlere baktığında tanıdık yüzler gördüğü için sevinçle Bumin Kağan 'ın kolunu bırakıp Begüm'e doğru koştu.

 

"Begüm!"

 

Begüm karşısında üstü olduğu için duruşunu bozmamıştı. Aybüke ise bunu fark edip geri çekildi. "Ay Korkunç Korkut da hala buradaymış. Nasıl özlemişim sizi! Kaç sene oldu?" Heyecanla konuşuyordu. Begüm ve Korkut yüzüne saygı dolu bir gülümseme yerleştirdiler.

 

"Asker. Dağılabilirsin!"

 

Daha sonra Aybüke'sine döndü Binbaşı. Askerler selam vererek yanlarından ayrılmaya başlamıştı.

"Aybüke. Benim son bir evrak işim kaldı. Sen istersen arabada bekle. Geliyorum. Çok az kaldı."

 

Mustafa Ali'nin ayakları olduğu yere çakılı kalmıştı. Gördüğü şeyleri bir mantık terazisine koymaya çalışıyordu. Ya senelerdir sevdiği kadın Binbaşı'nın sevgilisiyse diye düşünüyordu.

 

"Tamam sen hallet işlerini. Ben de Begüm ve Korkut'a doya doya sarılayım. Malum sen varsın diye..."

 

Binbaşı Bumin Kağan karşısındaki kadının alnından öpüp az önce Vedat Albay'ın gittiği yöne doğru gitmeye başladığında Begüm ve Aybüke birbine kocaman sarıldı. 5 sene olmuştu onlar görüşmeyeli. Daha sonra Korkut sarıldı Aybüke'ye. Daha resmi ama sıcak bir sarılmaydı. İkisi de binbaşının ve Aybüke'nin Ankara'ya geleceklerini biliyorlardı. Ancak tekrar yıllar sonra komutasına gireceklerini bilmiyorlardı.

 

Daha sonra bir şey oldu. Mustafa Ali ve Aybüke göz göze geldi. Mustafa Ali ise dik durmaya çalışıyordu. Senelerdir ölüm ile burun buruna yaşıyordu. Ama bu denk geliş... Ölümden beter diye düşündü Mustafa Ali.

 

"Sizi nereden tanıyorum?"

Mustafa Ali gülümsemeye çalıştı. Sonra derin bir nefes aldı. Koskoca yüzbaşı konuşmayı unutmuştu bir bakışa.

 

"Sosyal medyadan olabilir."

 

Mustafa Ali hızla Taha'ya döndü. O gitmemiş miydi? Gözlerinden akşam evde ağzına tüküreceğim bakışları şeklinde ateş çıkıyordu.

"Aa. Evet. Evet. Şimdi hatırladım. Yüz yüze de tanışalım o zaman. Aybüke Manas ben."

 

Aybüke'ye döndü. Zorla da olsa gülümsedi bu sefer. Kendisine uzanan eli nazikçe sıktı.

 

"Yüzbaşı Mustafa Ali Tanış. "

Kocaman gülümsedi Aybüke. Bundan seneler önce olduğu gibi. Aybüke usulca çekti elini. Ve eski arkadaşlarına döndü. Begüm eski arkadaşını kantine doğru yönlendirirken Mustafa Ali de kendisine yön veren Taha'ya bıraktı.

 

"Az önce yaşananlar neydi lan! Elimi tuttu. Benimle tanıştı. Oğlum. Ya binbaşı ile beraberse. Ki çok yüksek bir ihtimal."

 

Karargaha tekrar döndüklerinde herkes Ekrem Yüzbaşı'nı konuşuyordu. Ve yeni gelen binbaşını.

 

"Ekrem yüzbaşı nasıl hain olabilir oğlum? "

 

"Komutanım. Ekrem yüzbaşı hainse, eğer bizi de sorgularlar mı? Onun komutasındayız sonuçta." Fırat Sinan'a baktı.

 

"Hayırdır Sinan. Korktuğun bir şey mi var?"

 

Fırat şüphe ile baktı Sinan'a. Sinan telaşla ellerini salladı.

 

"Haşa komutanım. Merak sadece."

 

Taha arkadaşlarının sohbetine dahil olurken Mustafa Ali çoktan olur olmadık senaryolarla yaşanılan şeyleri düşünüyordu. Ki henüz Ekrem yüzbaşının hain damgası yiyerek sorguya alınması kısmına gelememişti bile.

 

"Yalnız binbaşının sevgilisine ne demeli? Korkut komutanıma Korkunç de. Keşke Çağatay Komutanım da burada olsaydı. Kusura bakmayın ama sizin içiniz geçmiş komutanlarım."

 

Mustafa Ali sadece bu kısmı duymuştu. Sinan aldığı cezayı unutmuş çoktan dedikoduya başlamıştı. Her zaman söylerdi. Askeriye dedikodusu bir başka diye. Binbaşı. Sevgilisi. Aybüke. Bu üç kelime dolanıyordu Mustafa Ali'nin aklında. Arkadaşları çoktan konudan konuya atlayarak yaşanılanları değerlendirme altına alırken Mustafa Ali'yi düşüncelerinden ayıran şey içlerinde bir hainin yaşadığı fikriydi. Yüzüne çarpan gerçeklik tüylerini diken diken etmeye yetmişti.

 

Onu düşüncelerinden ayırıp gerçekliğe döndüren şey Fırat'tan yükselen oldukça sert ve net bir küfür nidası oldu.

 

"Aklıma gelen şey gerçek olursa ortalığı yıkarım!"

 

Herkes şaşkın bir ifadeyle Fırat'a baktı.

 

"Fuat'ın şehadetinde Ekrem'in parmağı var mıdır lan? Ben ellerinde ikizimin kanı olan adama senelerce arkadaşlık yapmış olamam değil mi lan?"

 

Herkes Fırat ile beraber aynı aydınlanmayı yaşamıştı. Fuat, Tekin, Ayşe... Gözlerinin önünde can veren arkadaşlarıydı. Mustafa Ali'nin gözlerinin önüne Tekin'in kızı gelmişti. Küçük yaşta şehit evladı olmak gibi ağır bir yük yüklenmişti omuzlarına. Aynı kendisinin ve yeğeninin omuzlarına yüklenen yük gibi.

Mustafa Ali kendini karargahın arka cepheye bakan penceresine attı.

 

"Bu nasıl acı lan? Bu nasıl ağır bir yük?"

 

Yıllarca hainleri bu topraklardan silmek için canlar verip ölümle beraber yaşamışlarken, bir haini içlerinde yaşatmış olmak fikri hepsine ağır gelmişti.

 

"Piyade er Nizam Kul. Sakarya. Fırat Üstteğmenim, Vedat Albay'ım sizi sorgu odasında bekliyor."

 

Tüm bakışlar Fırat'a yönelirken, Fırat dengesini yitirecek gibi olmuştu. Esmer suratından dahi belli olmuştu kızarmış suratı. Yumrukları son gücünde birbirine geçmişken gözlerine geçmişten gelen

bir öfke binmişti. Ve bu öfke tüm dünyasını karanlığa boğacak kadar güçlüydü.

 

Fırat yüreğini dağlayacağını bile bile gelen erin peşine takılıp sorgu odasına doğru yol almıştı.

 

.

.

.

.

Loading...
0%