
Oy ve yorumlarınızı bekliyorum... ♥️
•
•
•
Binbaşı Bumin Kağan Uzunkol. Yeni görevine geleli çok olmamıştı. Gelir gelmez bir çok dengeyi değiştirmişti. Yolun sonunda başarılı olamasa bile Türk askerlerinin arasından bir haini daha temizlediği için bile kendi ile gurur duyabilirdi. Ancak kendisi için başarmaktan başka bir ihtimali seçenekler arasına almıyordu. Askerleri şu an bir gemide operasyona gidiyordu. Kendisi ise Ötüken olarak adlandırdığı operasyon odasından operasyonu yönetiyordu. Yanındaki bilişim kurdu askerlerle hem gemideki askerlerini hem de sahada olan birliği kontrol ediyordu.
İşin içinde İlyas'ın olduğunu öğrenen meslektaşı işlerine yarayacağını düşündüğü için desteği Kürşadlar'dan istemişti. Ortak yürüttükleri bir operasyon oluyordu. Binbaşı takibini sürdürürken kişisel telefonu çalmıştı. Arayan Aykız'ı, Aybüke'siydi.
"Dayıcım."
Aybüke'nin sesindeki neşenin biraz eksildiğinin farkındaydı. Dün akşamdan beri neşesine ve hayat enerjisine alışkın olduğu yeğenindeki değişikliğin sebebini Kars'a gidecek olmasına yormuştu. Ne zaman memlekete gitse babası ile ilgili anılarının canlandığını biliyordu.
"Güzelim. Vardınız mı?"
Aybüke'nin Kars'ta ki düğüne gitmek için dayısının sözüne itiraz etmemiş, kuzenlerini çağırmıştı kendisini alması için.
"Evet. Bir saat kadar oldu. Anca nenemden ve annemden fırsat bulup arayabildim seni. Annem seni istiyor bu arada."
Binbaşı yeğeni güvende olduğu için keyiflenmişti.
"Varsa yoksa Aybüke. Hiç sorma arama sakın ablanı. Tamam mı?"
Abla azarı ile devam ediyordu konuşma. Birkaç dakika azar yedikten sonra ablası ile normal bir şekilde konuşmaya devam etmişlerdi. Binbaşı olması dahi ablasından azar yemesinin önüne geçemiyordu.
Binbaşı çok özlediği ablası ile konuşmaya devam edecekti. Ancak askerinin yanına gelmesi ile kapatmak zorunda kaldı telefonunu.
"Komutanım. Korkut komutanım farklı bir ağdan bağlandı bize. Önemli malumatları varmış."
Bumin Kağan, hızla kaptı telefonu.
"Korkut."
"Komutanım. Geçen gün size bahsettiğim o kız yine kampta. Kendimi henüz göstermedim. Gelecek olan sevkiyattan dolayı burası biraz karışık. Ama en yakın zamanda size getireceğim. Asena ile iletişime geçtim. Burada olduğumu biliyor. Bilgi aldıkça bizimkilere aktaracağım. Şimdi kapatmam gerek. Çok zor durumdayım."
"Anlaşıldı Korkut. Dikkat et."
"Emredersiniz komutanım."
Telefon kapandığında Bumin Kağan, Korkut'un bahsettiği kızı söylediğinden beri araştırıyordu. Ancak her kimle çalışıyorsa kendini çok iyi gizlemeyi başarıyordu. Korkut'un bahsettiği kafe ile ilgili ise dişe gelir herhangi bilgi bulamamışlardı.
Bumin Kağan, ağrıyan sırtını rahatlatmak için belini sağa sola çevirirken telefonu bir kere daha çaldı. Gecenin bu vaktinde arayan kişi ile telaşlanmıştı.
"Narin?"
Ağlamaklı ses duyuldu peşinden.
"Bumin, Yağız Efe iyi değil. Uyanmıyor. Ne yapacağımı bilemedim. Mustafa Ali de göreve çıktı. Zaten biliyorsun, onun komutanısın. Ben ne saçmalıyorum bilm..."
Bumin Kağan teleşla ayaklandı. Ve aklına ilk gelenleri söyledi.
"Narin, sakin kal öncelikle. Bak şimdi hemen ambulansı arıyorum. Ben yanına gelemem timi komuta ediyorum. Ama yanına Sinan'ı yollayacağım. Tamam mı? Hatta ambulansı arıyorum. Sen çok güçlü bir annesin Narin. Sakinleş."
"Teşekkür ederim Bumin Kağan. Teşekkür ederim."
Bumin Kağan telefonu kapatıp en kısa sürede bir ambulans yönlendirmişti evlerine. Ve kışlada kalan Sinan'ı yanına çağırttı askerlerin biri ile. 10 dakika içerisinde Sinan karşısında duruyordu.
"Emredin komutanım. Komutanlarıma mı bir şey oldu?"
Uyumak üzere olan Sinan, gelen haberle beraber teleşla operasyon odasına koşmuştu.
"Arkadaşların iyiler. Senden küçük bir ricam var Sinan."
"Ne demek komutanım. Emredin."
Bumin Kağan arabasının anahtarını verdi askerine.
"Mustafa Ali'nin ablasını tanıyor musun? Numarası var mı sende?"
"Var komutanım."
"Yağız Efe fenalaşmış. Şimdi onlar hastaneye gidiyorlar. Narin'i ara yanlarında dur. Narin panik oluyor bu durumlarda. Refakatçi ol onlara olur mu? Beni de bilgilendir mutlaka."
Sinan selam durup çıktı operasyon odasından. Koğuşa dönüp uygun kıyafetler giydi ve Narin ablasını aradı. Kendisinin kaldığı hastaneye gittiklerini öğrenince otoparka indi.
Kilidi deneyerek arabayı bulduğunda vakit kaybetmeden hastaneye doğru sürdü. Komutanlarının yanında olamasa bile en azından onlardan birinin emanetine yardımcı olmak bile iyi hissettirmişti Sinan'ı.
Bir de tekrardan hastaneye gidiyor olmak onu mutlu etmişti. Doktor Kübra'yı görme ihtimaliydi onu mutlu eden. O taburcu olurken nöbeti olmamasına rağmen yanına gelmişti.
Annesi dahi çok beğenmişti doktor hanımı. Ki Sinan Karakaş'ın annesi herkesi öyle kolay beğenmezdi. Kendi evlatlarını dahi beğenmezdi.
Hastanenin otoparkına vardığında Narin ablasını aramış ve acilde olduklarını öğrenmişti. Yanlarına vardığında Sultan teyzesi ve Narin ablası ağlıyordu. Doktorlar müdahale için götürmüştü Yağız Efe'yi. Narin'in dizlerinin dibine çöktü.
"Nesi var abla?"
Narin elinde iyice yıpranmış olan peçete ile sildi gözyaşlarını.
"Ciğerleri su topluyor. Prematüre doğduğu için yetersiz kalıyor ciğerleri. Zaten iyi değildi birkaç gündür. Atak geçirdi nefes alamadı. Sonra bayıldı olduğu yere."
Narin içini çeke çeke ağlarken Sinan'ın içi acımıştı.
"Bir şey dedi mi doktorlar?"
Kafa salladı hayır diyemediği için. Komutanının annesi ise omzuna dokundu şefkatle.
"Ah oğlum. Bizim yüzümüzden kalktın geldin yaralı yaralı. Hakkını helal et çocuğum."
Sinan omzundaki eli öpüp başına koydu.
"O nasıl söz Sultan Teyze? Yağız Efe bizim de yeğenimiz. Sen niye dün sabah beni görmeye gelip bana sarmalar getirdiysen ben de bu akşam o yüzden buradayım."
Sultan Hanım başörtüsünün ucu ile sildi gözyaşını. Mustafa Ali'sini görmüş gibi olmuştu karşısında. Sinan ayaklanıp doktorlarla konuşabilmek için muhattap olabileceği birini aradı.
Ancak hala müdahalede bulunduklarını öğrenmişti. Bekleme salonuna geri döndüğünde kendisinden cevap bekleyen insanlara eli boş dönmüştü. Bir 15 dakikanın sonunda yanlarına bir doktor yaklaştı.
"Yağız Efe Kınalı'nın ailesi siz misiniz?"
Narin korku ile ayaklanıp yaklaştı doktora.
"Benim. Oğlum nasıl? İyi mi doktor bey?"
"Oğlunuz şu an iyi. Uyandı çok şükür. Sadece nefesini kontrol edemediği için ufak bir baygınlık geçirmiş olabilir. Tomografi çektik. Sonuçlarını alınca daha net konuşuruz. Kendi doktorunuzun verdiği ilaçlara devam edin. Biz ayriyeten farklı bir ilaç vermeyelim şimdi. Tomografi sonucu ile beraber doktoruna giderseniz daha sağlıklı bir sonuç elde edebiliriz. Bir kişi olmak şartı ile hastamızı görebilirsiniz."
Narin defalarca teşekkür etti doktora. Canından çok sevdiği evladını iyi ettikleri için minnet duymuştu. Koşarak gitti oğlunun yanına. Sultan Hanım büyük bir rahatlama ile çökmüştü eski yerine.
Sinan Sultan teyzesine çay, su gibi ikramlar teklif edince Sultan Hanım mahcup bir şekilde su istedi. İçmesi gereken ilaçları vardı. Sinan, Yağız Efe'nin iyi olması haberine keyiflenerek indi kantine.
Dolaptan bir su aldı. Bir de gözüne takılan süpriz yumrtalardan aldı birkaç tane. Komutanı her telefon konuşmasında süpriz yumrta siparişi aldığı için biliyordu Sinan Yağız Efe'nin ne ile mutlu olacağını.
"27 lira efendim."
Sinan cüzdanını çıkarırken duyduğu ses ile arkasına baktı.
"Seni mahvedeceğim. Sürüm sürüm sürüneceksin!"
"Beyfendi sakin olur musunuz? Hastanede olduğunuzu unutmayın."
Sinan'ın öfkeden kulakları kızarmıştı. Birisi küçük civcivinin üstüne yürüyordu. Evet küçük civciviydi Kübra Doktor onun. Kendisi henüz bilmiyordu tabi.
"Başlatma lan hastanene! Çocuğumun canını yakmayacaktın doktor!"
Eli havaya kalktığı sırada Sinan'ın da gözü dönmüştü. Hızla atılıp adamım havadaki elini yer ile buluşturmuştu. Sinan yeri boylayan adamın üstüne oturdu ve yakalarını kavradı.
"Acaba sen Doktor Hanım'ın canını yakacak olsaydın ben sana ne yapardım! Düşünmek istemezsin ayı oğlu ayı. Sürüm sürüm sürünmek ne demek o zaman görürdün?"
Etrafa henüz güvenlik görevlileri gelmeden ayaklandı Sinan. Bu olayın üslerinin kulağına gitmesi hoş olmazdı çünkü.
"Sinan Bey ne yapıyorsunuz?"
Kolundan tutup kendine çeken Kübra Doktor'a gülümsedi keyifle. Ve büyük kollarındaki küçük ve sevimli ellere baktı.
"Görürsün seni de şikayet edeceğim."
Adam yanağını tuta tuta ayaklandığında Sinan ayağını sertçe yere vurup adamı def etti. Beklediği insanı görmüşken araya parazit kabul edemezdi.
"Size diyorum! Ne yaptığınızı sanıyorsunuz?"
Sinan'ın beklediği tepki bu değildi elbette. Ama bozuntuya vermedi.
"Siz benim hayatımı kurtarınca ben de altına kalmayayım dedim."
Öfke ile soludu doktor hanım. Zaten sallantıda olan intörnlüğü bu kavga yüzünden iyice pamuk ipliğine bağlı olacaktı. Sinirden saygısını bir kenara bırakıp senli benli olmuştu doktor hanım.
"Ben hayatını kurtarmadım. İşimi yaptım. Benim işim zaten hayat kurtarmak."
Sinan elini cebine atıp cüzdanını çıkardı. Kara Kuvvetleri'nin kendisi için çıkardığı kimliğini gösterdi. Çok bayılsa da karşısındaki 1.50'lik çıtıra, lafının altında kalamazdı.
"Ben de işimi yaptım o zaman. Benim işim de toplumun güvenliğini sağlamak. Siz de bu toplumun bir parçası olduğunuza göre ödeştik doktor hanım."
Kübra Doktor birkaç adım geri çekildi. Sinan tek kaşını kaldırarak bile meydan okumuştu. Aldığı zeki cevap karşısında gardını indirmişti çabucak.
"Ama yine de keşke yapmasaydın. Şikayet ederse hiç iyi olmayacak."
Dudaklarını birbirine bastırdı Sinan. Aynı durum kendisi için de geçerliydi.
"İnanır mısınız, benim için de hiç iyi olmaz. Binbaşının kulağına gitse sivilde adam dövdüğüm, sonum olur."
İyice telaşlandı Kübra Doktor. Sadece küçük bir çocuğa damar yolu açmaya çalışması nerelere kadar gelmişti.
"Gerçekten mi? Sizin özel yetkileriniz falan yok mu? Ne bileyim?"
Sinan kafasını geriye atarak kahkaha attı.
"Doktor hanım. Şehir içi benim yetki alanımın dışı. Bahsettiğiniz yetkiler dağda geçerli. Ama sınırları içinde sizin olduğunuz her yer benim özel ilgi ve yetki alanım."
Göz kırptı çapkınca.
Kübra Doktor ise ne demek istediğini anlamaza vurup elini beline yerleştirmişti.
"O ne demek şimdi?"
"Hayatımı kurtardınız ya, onun için. Teşekkür gibi."
Karşısında çapkın çapkın gülen, bebek suratlı koca adam karşısında erimeye durmuştu Kübra Doktor. Zaten hastane odasında gördüğünde o kadar çok beğenmişti ki onu. Kendini alamamıştı. Hipokrat falan hak getire diye düşünmüştü.
"Kardeşim sürpriz yumurtalar kaldı."
Kantindeki adama döndü bakışları. "Geliyorum abi."
Sonra biricik doktoruna döndü. "Gideyim ben o zaman."
"Gidin o zaman."
Sinan kasaya tekrar geldiğinde peşinden bağırmıştı Kübra Doktor.
"Dikişlerini aldırmaya geldiğinde bana da sürpriz yumurta almazsan seni yetki alanlarının içine dikerim"
Sinan ödeme yaparken civcivine bakmamıştı ama ikisinin de kocaman kahkahası kantinde yankılanmıştı.
Sinan alacaklarını alıp acile tekrar dönmüştü. Yüzünde büyük bir gülümseme ile adımlıyordu koridoru. Sultan teyzesini görünce koşar adımlarla gitti.
"Oğlum, kadını unuttuk lan."
Kendine kıza kıza yanına gelmişti. Suyu uzattı Sultan teyzesine. Yine bir sürü minnet ve teşekkür ifadesinin ardından Narin ablası çıkmıştı dışarıya.
"Bir şey mi oldu abla?"
Narin göz devirdi. "Paşa torunu sürpriz yumurta istiyor. Gözünü açar açmaz o gelmiş aklına. Ben bir gidip alayım."
"Hiç zahmet etme abla. Ben aldım."
Narin hayranlıkla bakıp yanaklarını sıktı Sinan'ın. "Allah ne muradın varsa en güzel şekli ile versin Sinan. Gerçekten bak."
Zaten hali hazırda var olan gülüşü daha çok büyüdü.
"İnşaallah abla."
Narin annesine döndü. "Anne ben bir lavobaya gitsem sen girer misin içeriye?"
"Abla Sultan Teyze yoruldu. Müsaden olursa ben gireyim."
Narin reverans yaparak gösterdi acilin kapısını. Sinan ise elindeki poşeti sallaya sallaya girdi içeriye. Sonuçta Yağız Efe sayesinde küçük civcivini görmüştü.
"Şinan Abi!"
Yağız Efe'yi burnundaki hava veren kablolar ile ve de de boyu kadar serumla görünce içi sızlamıştı Sinan'ın. Ancak ona çaktırmayıp elindeki poşeti salladı.
"Duydum ki birilerinin canı süpriz yumurta istemiş."
Yağız Efe'nin enerjisi yerinde değildi. Yorgundu. Sedyeye oturup poşeti önüne bıraktı.
"Oo en şevditimi neyden biydin?"
Saçlarını karıştırırken gülümsedi Sinan. "Askerler bilir. Hadi aç bakalım ne oyuncaklar çıkmış?"
Yağız Efe oyuncaklarını açarken Sinan da yanına oturup büyük bir ciddiyetle paket açılımını izliyordu. Yağız Efe ilk yumurtanın çikolatasını poşete atıp oyuncağına odaklandığında Sinan dehşete kapılmıştı.
"Lan! Nimet atılır mı hiç?"
Uzanıp kırık çikolatayı üç kere öpüp başına koyduktan sonra ağzına atınca Yağız Efe büyük bir kahkaha atmıştı.
Elindeki sarı yumurta ambalajını açmadan öpüp başına koyduğunda gülme sırası Sinan'daydı.
Sonra Sinan'a uzatıp ona da öptürdü. Defalarca sürdü bu oyun. Sinan pes edeceği sırada yanlarına yaklaşan küçük civcivini görünce daha çok mutlu olmuştu.
"Gerçekten 7 dakikadır yumurta mı öpüyorsunuz?"
"Oo Şinan Abi. Tıza bat. Çot düzel."
Yağız Efe genellikle her kadına hayranlıkla baktığı gibi Doktor Kübra'ya da hayranlıkla bakarken Sinan eğilip kulağına 'oğlum o senin yengen yengen' demişti. Demez olsaymıştı.
"Şen benim yendem mişin?"
"Aa Yağız Efe bak. Yumurtadan oyuncak çıktı."
Elindeki oyuncağı çaresizce sallarken olan olmuştu artık. Küçük civcivi yüzünde genişleyen gülümseme ile eğildi Yağız Efe'ye.
"Sinan abine söyle, süpriz yumurta borcu iki oldu. Neden diye sorarsa hiç öylesine."
Kübra Doktor kendisine bakmadan geçip giderken bir serum da Sinan rica etmişti. Mümkünse dil altı, tansiyon, şeker ilacı ne varsa ortaya istedi.
🎱🎱🎱
Güneş henüz doğmamıştı. Şafaktan önceki son serin dakikalarda istemsizce içine bir ürperti yayılmıştı. Hiç bir zaman ısınmayan vücudu, soğuk havalarda biraz daha çekilmez oluyordu. İki gündür nöbetteydi. Boynuna astığı kanlı paralarla alınmış ucuz eski bir model keleşi askısından tutup sırtına çekmişti. Oturuşu daha rahat bir hal alırken altındaki kayadan düşen toprakları izliyordu.
Aklından geçen türlü türlü düşüncelerin hepsinde başrol Begüm'dü. Ona hayatını ne ara bu denli adadığını hatırlamıyordu. Anılarındaki kendisini bekleyen, sahici sözler veren, sadece kendisine güvenen Begüm artık başka biriydi.
Korkut güçsüz olduğunu biliyordu. Bu yüzden senelerce toplayamamıştı Begüm'ün kırık kalbini. Ama her bir kırık parçasına gözü gibi bakmıştı.
Begüm Korkut için büyük bir zaaftı. Ancak şu sıralarda onun hayatının neresinde kaldığını bilmiyordu. O olduğu yerde sayarken, gücü yerinde biri gelip Begüm'ün kalbinin tüm kırıklarını toplayıp yapıştırıp onun yeni yol arkadaşı olmuştu. Korkut ise Begüm'ün yeni yol arkadaşının gölgesinde kalmıştı.
Çağatay'ın çok iyi biri olduğunu biliyordu. O gün söylediği her bir söz de çok haklı olduğunu daha o an anlamıştı. Ve o gün eve geri dönüp samimi bir şekilde özür dileyen Çağatay'a tüm karanlığını göstermek için onu annesinin yanına götürmüştü. Çıkamadığı karanlığın ne kadar derin olduğunu, o karanlıkta nasıl korktuğunu göstermişti.
Ve o gün Çağatay'dan bir söz istemişti. Kendi başaramadığı şeyi ne pahasına olursa olsun yapması için söz almıştı. Begüm'e olan aşkını biliyordu. Görüyordu. Ve bu aşk için neler yapabileceğini de görmüştü. Kendisi de artık Begüm'ü bu dipsiz karanlığa çekmeyeceğine dair Çağatay'a söz vermişti. Begüm'ün iyiliği için ondan uzak kalmaya karar vermişti Korkut.
"Nöbet değişimidir yoldaş."
Korkut duyduğu sesle boynundaki puşiyi burnuna kadar çekip arkasını döndü. Yerine bir başkası geçerken kayalıkların ortasına kurulmuş kampa doğru ilerledi. Dün gece kampa Mehmet Bedir gelmişti. Limana gelecek olan sevkiyat için buradaydı. İlyas'ın lojistik işleri ile ilgilendiği için burada olmasını bekliyordu Korkut.
Ancak onun için daha önemli olan detay hastaneden beri peşine takıldığı turuncu kafalı teröristin de kampta olmasıydı. Gökte ararken yerde bulmuştu onu. Örgüt sevkiyat için limana gideceği sırada o da turuncu kafanın peşine düşecek onu elleri ile binbaşına götürecekti.
Korkut telsizini açmak için gün doğumunu bekliyordu. Arkadaşlarının gelmesini çok az bir vakit kalmışken başarılı geçmesi için dua ediyordu.
"Nefret ediyorum sizden. Sürekli kanamak zorunda mısınız?"
Korkut turuncu kafanın sesini duymasıyla aralık olan camdan ona baktı. Örgüt için önemli biri olması hasebiyle çadırda değil, kampın ortasındaki evde yaşıyordu.
Turuncu kafanın bu kadar şikayet ettiği şeyin dudakları olduğunu anlayınca biraz daha dikkatli baktı. Elindeki kremi dudaklarına sürerken Korkut operasyonlarda sürekli yara olup kanayan dudaklarından dolayı ağzından eksik olmayan kan tadını anımsadı. Bir insan neden dudaklarından nefret eder diye düşünmüştü.
Daha sonra turuncu kafanın aynadaki yansımasına baktı bir süre. Turuncu saçlarını iki yandan örülüydü, uzun boyu ve kaslı vücudu vardı. Kaşları ise hala çatıktı. Buradaki çoğu gerilladan daha çok gerilla gibi duruyordu.
"Biraz daha bakmaya devam edersen boynundaki keleş ile alırım canını."
Korkut fark edildiğini anlayınca başını eğip hızla uzaklaştı camın önünden. Ortalık bu kadar karışıkken konuşarak kimliğini belli etmesi sadece aptallık olurdu. Korkut biraz daha gezindi kampın içinde. Öncü Birlik'e haber verirken rahat konuşacağı bir yer arıyordu kendine. Binbaşı ile konuştuğu yere adam konuşlandırılınca yeni bir yer bulması gerekiyordu artık.
"Hele yoldaş, bak buraya."
Korkut kendisine seslenildiğini fark edince kafasını çevirdi sese.
"Buyur ağam."
"Mehmet Bey'le bana bir çay getir hele."
Başını sallayıp içinden söve söve girdi evin içine. Girişteki holün solunda kalan mutfağa girdiğinde ocakta kaynayan çayı gördü. Çayın etrafa yayılan kokusu Korkut'u o kadar cezbetmişti ki kaç gündür çay içmediği aklına gelmişti. Kampların en kötü tarafı çay içemiyor olmasıydı. Teröristlerin parası ile alınmış hiç bir şeyi yiyip içmiyordu. Göreve çıktığında genelde yanına hayatta kalacağı kadar yiyecek içecek alıyordu.
Ocaktaki çayı rafta gördüğü bardaklara doldururken turuncu kafalı terörist de gelmişti. Elinde boş bir bardak ve poşet çay vardı. Yeşil termosundan bardağa sıcak su boşalttığında poşet çaydan meyve kokuları gelmişti. Puşinin altından güldü Korkut. Meyve kokusuna karışan lavanta kokusu onu güldürmüştü. Bir terörist için fazla özel zevkleri vardı. Dudaklarına krem sürüp meyveli çay içmek gibi, lavantalı parfüm kullanmak gibi özel zevkleri vardı.
İç bakalım son çaylarını dedi, nezarethanede sorgulanırken içemeyeceksin diye düşündü. Turuncu kafalı terörist elindeki çaydanlıktan Korkut'un önündeki bardakları da doldurduğunda sadece başını salladı Korkut.
Elindeki bardaklar ile mutfaktan çıkıp bahçede oturan şerefsizlerin masasına yaklaştı. O yaklaşırken sustuklarında Korkut bir kere daha Türk askeri olduğu için gurur duydu kendiyle. Beraber çalıştıkları adamlara dahi güvenleri yoktu. Herkes aldığı paraya bakıyordu.
Çayları bırakıp yarım kalan işine devam etti. Çadırların arkasında kalan araziye doğru ilerlerken genç bir çocuk durdurdu onu.
"Nereye gidiyorsun yoldaş?"
Yoldaşına sıçayım dedi Korkut. Artık nefret eder olmuştu bu kelimeden.
"Bevledeceğim yoldaş."
Çocuk kafasını sallayıp etraftan çekildiğinde Korkut arazi içinde yürümeye başladı. Güneş artık doğmaya başlamıştı. Yeteri kadar uzaklaştığını anladığında ağaçlardan birine tırmandı. Ve ilk iş olarak nefesini kesen kötü kokulu puşiyi indirdi. Derin bir nefes aldı oksijenin ana merkezinden. Ağaç tepesi iyi bir seçimdi Korkut için. Yokluğu fark edilmeyeceği gibi, varlığı da belli olmayacaktı. Telsizini açıp örgütün sevkiyat için gideceği saati beklemeye başladı. Bu süre içinde de botunun içine sakladığı tabancasını çıkarıp şarjörü doldurmaya başladı. Boynundaki keleşi ağacın dallarından birine asıp kendi silahına kavuştuğu için mutlu olmuştu.
Örgüt yola çıktığında ilk iş Öncü Birlik'in tim komutanı Asena'ya haber verecekti.
Ağacın dallarına uzanmış sırtını da ağacın gövdesine yaslamıştı. Geldiğinden bu yana ilk defa götü yer yüzü görmüştü. Ta ki örgütteki hareketliliği fark edene kadar. Arazi araçlarının gürültülü sesi yankılanmaya başladığında yakasındaki telsizden brif verdi.
"Kürşat-2 konuşuyor. Öncü -1 beni duyuyor musun?"
"Öncü-1 dinlemede Kürşat-2"
"Vakit geldi Öncü-1. Yola çıkıyorlar."
"Anlaşıldı Kürşad-2"
Korkut kampın yavaşça boşaldığını anlayınca Mustafa Ali'nin bir an önce cevap vermesini bekliyordu. Ağaçtan inip kampa doğru ilerledi tekrar. Kendini gizleyerek ilerlerken kalan tek kişinin turuncu kafalı terörist olduğunu görmüştü. Onu götürmemeleri daha da işkillendirmişti Korkut'u. Belindeki silahın emniyetini açıp örgütün aksi yönde ilerlemeye başlayınca Korkut takip rotasını değiştirmeye karar vermişti.
"Ne durumdasın Korkut?"
Kulaklığında silah arkadaşının sesini duyunca etrafına bakındı. Ve bildiği her şeyi aktardı.
"Mehmet Bedir buradaydı. Sevkiyat için çıktılar. Asena yüzbaşına onlar çıkınca haber verdim. Birliğini limana çekiyor. Dönüşte size yetişmeye çalışırım. Birini takip etmem gerek. İşimize yarayacak biri."
"Anlaşıldı Korkut. Seni almadan dönmeyiz merak etme."
Biliyordu Korkut. Tim canı pahasına da olsa onu orada yalnız bırakmazdı. Daha fazla konuşması riskliydi onun için. Sessiz adımlarla takibe başladı. Ormanın içinde ilerleyen kadının nereye ne amaçla gittiğini bilmiyordu.
Elinde silahı ile ormanın içlerine doğru ilerledi. Kadın en sonunda bir ağacın dibine çöküp telefonunu çıkardı. Biraz bakındıktan sonra havaya kaldırdı.
"Çeksen şaşardım zaten."
Cebinden küçük bir sinyal alıcı çıkardığında Korkut telsizini ve uydu telefonunu kapattı. Aralarında 200 metre kadar mesafe vardı. İzlediği kız telefonunu kulağına götürdüğü vakit Korkut iyice kulak kabarttı konuşulanları duymak için.
"Sevkiyat limana geldi. Bütün detaylar mail olarak gelmiştir. Buradaki işim bitti."
Korkut turuncu kafa telefonda konuşurken canlı bir hayalet gibi ona fark ettirmeden yaslandığı ağacın arkasına kadar gelmişti. Omuzlarındaki palaskayı açıp kadının boynuna sertçe doladığında ağzından kopan çığlık tüm ormanda yankılanmıştı.
Yanında duran silaha tekme atıp boğduğu kadının kulağına yaklaştı.
"Biber gazını unutmuş olmana çok üzüldüm."
Korkut büyük bir keyifle kadını birkaç saniye içerisinde etkisiz hale getirmişti.
Korkut için coşkulu geçen dakikalarda Mustafa Ali görevi başarı ile bitirip hayatını sorgulayacağı noktaya gelmişti.
Ona göre hayat, anlardan ibaretti. Güzel hissettiren, belki kötü hissettiren bazen de hiç bir hissi yaşayamadığın o boşluklara yamanmaya çalışan anlardan ibaretti.
30'lu yaşlarını yeni görmüştü Mustafa Ali. Birkaç sene olmuştu. Büyüdüğünü düşündü. Annesine, ablasına ve yeğenine yardımcı olup onlarla sürdürdüğü küçük hayatının sonuna gelecek kadar büyüdüğünü düşündü. Hayat her daim bir geri sayımdı yaşayanlar için.
Şimdi ise o geri sayım somut bir şekilde ellerinin arasındaydı. Paramparça olacaktı. Vücudu üzerindeki koruyucu kıyafete rağmen toz olacaktı.
Annesi boş bir tabuta sarılarak ağlayacaktı. Onlar için cesedi dahi kalmayacaktı.
Sinirle sabır çekerek elindeki küçük penseyi yere fırlattı. 7. dakikanın içine girmişlerdi. Dakikalardır bomba üzerinde denemedikleri yöntem kalmamıştı. Uydu bağlantısını kesmeyi becerseler bile geri sayımı durduramamışlardı. Kursta öğrendiği bütün bilgilerin pratiğini geçmişti neredeyse. Ama artık pes ettiği noktadaydı.
"Komutanım. Asena Komutanım sizden çok bahsederdi. Çok cesur olduğunuzu, çok zeki olduğunuzu anlatırdı hep."
Buruk bir şekilde gülümsedi Mustafa Ali. Asena çok eski bir dostuydu. Taha, Asena ve Mustafa Ali harp okulunun altını üstüne getirirlerdi.
"Ama her kahramana yazılmış bir son var asker. Şimdi ilk defa tanıştığım bir kahramanla şehitliğe doğru yürüyorum."
"Komutanım. İmkansız biliyorum ama, buradan sağ çıkarsak sizi Adana'ya beklerim komutanım."
Kafa salladı sadece Mustafa Ali. Daha önce de ölümle burun buruna gelmişti. Onun için korkutucu olan bu değildi. Onun için korkutucu olan en iyi bildiği şeyle ölecek olmaktı. Daha önce imha edemediği hiç bir bomba olmamıştı.
Elindeki bomba sadece ortalığı ateşe vermeyecekti, etikisini bilemediği bir radyasyon salacaktı etrafa. Belki cennet vatana bile sirayet edecekti. Onu en çok üzen de bu olmuştu.
"Tanış! Seni kurtaracağız bekle!"
Kulaklığına binbaşının sesi dolduğunda Mustafa Ali olumsuz havasından sıyrıldı bir anlığına.
"Komutanım. İmkansız komutanım. Denemediğim yöntem kalmadı. Lütfen daha fazla askeri riske atmayalım."
Bumin Kağan cevap vermeden konteynerin dışında yüksek bir motor sesi duyulmuştu. Asker ile birbirine baktığında tekrar döndü binbaşına.
"Komutanım. Dışarıda biri var. Geri çekin askeri."
"Evet Tanış. Dönüş biletiniz var."
İçeriye simsiyah bir silüet girdiğinde Mustafa Ali hayranlıkla bakmıştı gelene. Daha önce bahsi sıkça geçmiş olan Divane'ydi karşısındaki. Artık tonunu ezberlediği mekanik sesi duymuştu bir kere daha.
"Duydum ki bana ihtiyacınız varmış. Divane gururla sunar."
Divane vakit kaybetmeden sırt çantasını önüne alıp malzemelerini çıkarırken Mustafa Ali de yanına yanaştı. Yanına yaklaşınca kaskının üzerindeki yazıyı bir kere daha görmüştü. Yüzünü görmeye çabalasa bile kaskının içinden hiç bir şey belli olmuyordu. Karanlığın vücut bulmuş hali gibiydi.
"Bakalım kaç dakikamız kalmış. 4. Harika."
"Bildiğim her şeyi unutturdu şu bomba. Denemediğim yöntem kalmadı."
Divane bombayı yerleştirildiği hazneden çıkardı. Elinde Mustafa Ali'nin daha önce hiç görmediği bir alet vardı.
"Bu chemque. Kimyasallar ve radyo aktif bombalar için geliştirildi. Böyle bombalarda kablolarla işimiz yoktur. Kimyasal silahlar ve bombalarda önemli olan patlatıcı gücü absorbe etmektir. Bu arada uydu frekansını kesmeniz zor bir işlem ama gereksiz. Tut yüzbaşı şunu."
Divane, Mustafa Ali'nin eline bombayı bıraktığında bahsettiği aleti kabloların en altındaki küçük cam balonun içine yerleştirmişti. Bir başka aleti takıp chemque'yü döndürmeye başladı. Bir yandan da yüzbaşına kullandığı aletler hakkında bilgi vermeye devam ediyordu.
"Radyasyonu içine çekip bombayı etkisiz hale getirecek. Ve içindeki kimyasal karışım ve ses dalgaları sayesinde radyasyonu egale edecek. İyi izleyin "
Bir yandan işlemine devam ederken bir yandan da küçük bir uyarıda bulunmuştu.
"Az sonra çıkan sese bayılacaksınız."
Etrafa tiz ve kulak tırmalayıcı bir ses yayılmaya başladığında sesten etkilenmeyen tek kişi Divane olmuştu.
"Nasıl tahammül edebiliyorsun Divane?"
"Kaskım sağolsun."
Divane sese bayılacaksınız derken bu kadar ciddi olduklarını tahmin etmemişti Mustafa Ali. Çıkan ses adeta kulaklarından geçip beynine kurşun sıkıyordu. Ellerini kulaklarına kapatsa bile bir işe yaramamıştı. Ses dalgalarının insan gücünün üstüne çıkabileceğini deneyimliyordu acı bir şekilde.
Karşısındaki asker ile birlikte dizlerinin üzerine çökmüşlerdi. Başı dönüyor, midesi bulanıyordu. Kararan gözlerini açık tutmaya çalışsa bile çok başarılı olamıyordu.
Hücrelerine kadar işleyen ses dalgaları aniden kesildiğinde geri sayım da son bulmuştu. Divane elindeki mekanizmayı kutusuna dikkatlice yerleştirip kutuyu da çantasına atmıştı.
"Geçmiş olsun yüzbaşı. Binbaşı Uzunkol'a selamımı ilet."
Divane konteynerdan çıkarken Mustafa Ali hala ayık kalmak için direniyordu. Karşısındaki asker çoktan bayılmıştı.
Üzerindeki ekipmanın başlığını çıkarıp derin bir nefes çekti içine. Oksijen başını daha çok döndürünce artık yapılabilecek en iyi şeyi yapıp bilincini kontrol etmeyi bıraktı.
"Mustaali."
"Komutanım!"
Hatırdığı son görüntü Taha'ydı. Ve gözlerini açtığında da gördüğü ilk şey Taha olmuştu. Başındaki ağrı ile yüzünü eşitse bile arkadaşının gülüşü ile gülümsemişti.
"Geldim işte dostum, yüzün gülsün be!"
Mustafa Ali, Taha'nın söylediği şarkı ile daha çok gülümsemişti.
"Kardeşim. Seni nasıl bombalarla bırakıp giderim lan ben? Aradım Divane'yi. Gel dedim arkadaşımı kurtar."
"Bakmayın komutanım siz buna. Ağlıyordu en son."
Taha, Fırat'a uzanıp şaplak geçirdi bir tane.
Hala hayattaydı. Hala nefes alıyordu. Arkadaşları sağdı. Şükretti çok defa.
"Oğlum, adam sesten bayıldı zaten birde başında dırdır yapmayın. Hadi abicim."
Çato'nun oldukça yerinde olan uyarısı ile memnun olmuştu Mustafa Ali. Nerede olduğuna bakınmak için göz gezdirdi etrafa. Hala silahların olduğu konteynerin içindeydiler. Kendisine desteğe gelen bombacı uyanmış serumunu bekliyordu.
"Komutanım. Uyandınız çok şükür."
"Buradan sağ çıkarak imkansızı başardık. Desene Adana yolu göründü."
"Başım üstüne komutanım."
Mustafa Ali yattığı matın üstünde doğruldu. Ve kendinden sonraki en kıdemli olan askeri, Çağatay'ı çağırdı.
"Son durum ne Çato?"
"Komutanım. Biz botun biri ile Öncü Birlik'i ve Mehmet Bedir'i gemiye yolladık. Asena komutanım bizimle hala. Aslında biz botları sadece birkaç mil geriye çekmiştik. Gerçekten sizi burada bırakamazdık. En azından anons geçip bir çare aramak istedik. Siz buradayken binbaşına haber verdik o yüzden. O da Divane'yi yönlendirdi. Sonra size müdahalede bulunduk. Bu sırada Korkut Yüzbaşı da telsiz açıp limana gelmek üzere olduğunu söyleyince hem siz uyanana kadar, hem de yüzbaşı gelene kadar bekledik."
"İyi iş çıkardınız Çato."
Çağatay gülümseyerek kalktı Mustafa Ali'nin yanından. Herkes dışarıdayken Mustafa Ali başucunda duran telsizi ve kulaklığını taktı.
"Kürşat-1 konuşuyor. Ötüken?"
"Ötüken dinlemede. Geçmiş olsun yüzbaşı."
"Sağolun komutanım. Buradaki silahlar hakkında ne yapmamızı istersiniz?"
Mustafa Ali uyanır uyanmaz görevine geri dönmüştü.
"Sevkiyat Öncü Birlik'in operasyonu olduğu için onlar gerekeni yaptılar Mustafa Ali. Donanmadan bir gemi çıktı yola."
"Anlaşıldı Ötüken."
"Senden nefret etsem bile, sana bir şey olsaydı üzülürdüm Mustafa Ali."
Mustafa Ali duyduğu sesle kafasını sağa çevirdi. Sena konteynerin en köşesine çökmüş dizlerini ise karnına çekmişti.
"Sena."
"Biliyorum. Biliyorum Mustafa Ali. Bir şey demene gerek yok. Sadece üzerinden iki sene geçmesine rağmen bu kadar korkacağımı tahmin etmemiştim. Yeter ki hayatta kal Mustafa Ali. Kime gideceğin artık önemli değil. Yaşa. Benim için bu yeterliymiş."
Sena ayaklanıp çıkışa ilerlerken son bir defa baktı Mustafa Ali'nin yüzüne. Mustafa Ali ise o bakışların gücü karşısında kalbinin sıkıştığını hissetmişti.
Aybüke'yi sevdiği için hiç bir zaman pişman olmayacaktı belki ama bir kalbin bu denli kırılmasına sebep olmanın pişmanlığını hep yaşayacaktı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |