@davyjones
|
28 Kasım 2000
New York, o yıl sakin bir dönem geçiriyordu. Kasım ayının sonlarına gelinmiş, eyalet seçimleri yeni sonlanmıştı. Ancak bunlar, Andrew'in ilgisini çekmiyordu çünkü bu şehirdeki son günüydü. Etrafını izlemeye koyuldu; siyah kapüşonlu bir adam yanında beklerken, küçük bir çocuk etrafta koşturuyordu. Gözleri çocuğa takıldı. Bir damla yaş süzüldü yanaklarından ve fısıldadı: "Yapalım şu işi artık..."
***
"Yolunu değiştirmediğin sürece, ne kadar yavaş gittiğinin bir önemi yoktur. Tolstoy'un bu sözlerini sana bebekken de söylerdim. Yapacağım şey için umarım beni affedersin evlat. Unutma, başkalarını mutlu ettiğinde mutlu oluyorsan, insanlık için hâlâ umut var demektir..."
Bu sözler, Alex'in babası Andrew'in yazdığı son mektupta yer alıyordu. Babası, Alex on yaşındayken onu parka götürmüş, sıkıca sarılmış ve ardından gizemli bir şekilde ortadan kaybolmuştu. İnsanlar, Andrew'in karısının kaybına dayanamayarak intihar ettiğini düşünüyordu. Ancak Alex, her zaman ailesine inanmış ve onlardan vazgeçmemişti. Bu trajik olay, onun gelecekte seçeceği mesleği ve hayatındaki en büyük amacını derinden etkilemişti.
-22 Yıl Sonra-
"New York'ta bir gün daha, Şansımızı denemek için güzel bir zaman değil mi?" Bu sözler sabah yatağından kalkarken alarmıyla konuşan Alex'e aitti. Bugün kendini iyi hissediyordu belki de bugün bir gelişme kaydedebilirdi. Yatağından kalkıp evin bodrum katına indi. Örtü ile üstünü örttüğü kağıtları açınca her şeyin yerli yerine olduğunu anladı. Ailesinin isminin yazılı olduğu bir kaç kağıt, kendisine benzeyen bir adamla siyah kapüşonlu bir adamın kara kalem çizimi ve bir mektup haricinde bir şey yoktu.
"Bir bakalım, elimizde somut olarak sadece bir mektup var ve ne kadar mükemmel yeteneklerim olsa da hiçbir işe yaramıyor. Hiç te güzel bir gün değilmiş, Lanet olsun, New York!" Alex, daha 15 yaşındayken kanıt yetersizliğinden kapanan davaları çözmesiyle ün salmıştı. Genç yaşta dedektiflik hayatına atılan bu adamın çözemediği tek dava, kendi ailesiydi. Annesini hiç tanıyamamıştı, ama babasının sürekli onun resmine baktığını hatırlıyordu. Telefonun çalmasıyla düşüncelerinden sıyrıldı; bu konuyu başka bir zaman düşünecekti.
"Bak sen şu işe, demek sabah kalkmayı başarabildin." diye söylendi telefondaki ses, konuştuğu kişi Jessy'ydi. Erken yaşta dedektif olmanın yanında bir de stajyeri olmuştu.
"Sana da günaydın, Jessy. Gelirken kahveleri unutma, her zamanki gibi iki şekerli olsun." Jessy, Alex’i tuhaf bulmasına rağmen onunla zaman geçirmekten hoşlanıyordu. Aslında, bu durum Alex için de geçerliydi, ancak ikisi de bunu itiraf edemiyordu.
"Şekerli kahve-" Jessy'nin cümlesi yarım kaldı çünkü Alex telefonu kapatmıştı bile. Bodrumda örtüyü tekrar kapattıktan sonra karakola gitmek için hazırlık yaptı. Güne başlaması gerekiyordu; bu, kafasını ailesinden bir süreliğine uzaklaştırabilirdi.
Merkeze vardığında kartını lobide okutup masasına doğru ilerlemeye başladı. Masasının yanına geldiğinde bir tuhaflık fark etti: Daha dün bitirdiği dava dosyaları hâlâ masasında duruyordu. "Hey George, bu davaları bitirdim. Neden hâlâ buradalar?"
Mesai arkadaşı uzaktan seslendi: "Senin yüzünden işsiz kalacağız çocuk! Eğer dosyalarını teslim edersek bir uyarı daha alırız! Git başka bölgelerden dava bul, bugün serbestsin."
Alex, bu tepkiyi bekliyordu. Son bir ayda neredeyse çözemediği dava kalmamıştı. Otoparka inip devriye aracına binerken Jessy'yi aramak üzereydi ki dikiz aynasından ona doğru gelen genç kızı fark etti. Jessy, sabah enerjisiyle elindeki kahve kutularıyla koşturarak yaklaştı.
"Hey, kafein olmazsa dedektifçilik oynayamazsın!" Jessy’nin sesi artık Alex için tanıdık bir melodiydi. Alex, içinden ne zaman bu stajyere bu kadar güven duyduğunu sorguladı.
"Ah, teşekkürler. Gerçi sesin zaten kafein etkisi yaratıyor biliyor musun?" Jessy fit haliyle hızlıca arabaya yerleşip kahve kutularını dizdi ve gülümseyerek cevap verdi.
"Rica ederim. Kabalığın yine üstünde ama bunu dert edecek biri değilim."
"Ah, ne şanslıyım ama böyle bir stajyere sahip olduğum için." Alex, son kontrollerini yaptıktan sonra aracı harekete geçirdi. Yeni bir gün başlıyordu. Belki de aynı gün tekrar ediyordu. Hep bu iki kavram arasında sıkışmıştı. "Evet , bugün nelerimiz var Bayan Watson?"
Jessy hızlıca araçtaki terminali açıp davalara göz atmaya başladı. "Cinayet, cinayet ve yine cinayet. Arada bir hırsızlık vakası da var. Ne diyorsun Sherlock, ilgini çeken bir şey var mı?" Alex, bu vakalara sabah göz atmıştı zaten. Verdiği kanıtlar sayesinde çözülmeye çok yakındılar.
"Hırsızlık vakası sabah erken saatlerde raporladım. Hırsızın dükkanda çalışan biri olduğunu biliyor musun? Bu bilgiyi Noel Baba’ya verirsek biraz daha ün yapacak. Şimdi şu cinayetlere bakalım." Noel Baba', Alex'in bölge amirine taktığı lakaptı. Kuralları defalarca ihlal ettiği için amiriyle arası pek iyi olmasa da, onun göbeğini sempatik bulduğundan bu lakabı kullanmaktan kendini alıkoyamazdı.
Alex, bir yandan yola bakarken bir yandan terminaldeki davaları incelemeye devam ediyordu. Jessy ise kahvesini yudumlarken davalardaki detayları farkında olmadan aklına kazıyordu. Onun en önemli özelliklerinden biri buydu; hafızası Alex’in daha önce hiç kimsede görmediği kadar güçlüydü.
"Şuna bir bak, dün akşam 15. Cadde'de meydana gelen patlama sonucu ortaya saçılan ceset parçaları hâlâ toplanıyor." dedi Jessy heycenla.
Alex, daha fazla ayrıntı için ekrana göz gezdiriyordu. Jessy ise düşüncelerini yüksek sesle dile getirmeye başladı. "Olay yerinde tek ceset var. Bu kadar çok parça varsa, içten bir patlama sonucu oluşmuş olmalı." Alex, bu yorumun doğruluğunu onaylayınca devam etti. "İlginç olan şu ki, cesedin içinde bu kadar büyük bir patlamaya neden olacak bir patlayıcı izine rastlanmamış. Bu da olayı tam senlik yapıyor."
Alex, Jessy’ye sırıtarak kahvesinden bir yudum aldı. "Kesinlikle katılıyorum... Hey, bir saniye! Sana iki şekerli demiştim!"
Alex ve Jessy olay yerine vardığında hala çalışan adli tıp ekibinin çalışmakta olduğunu ve sokağı tamamen kapatan polis birimlerinin dikkatli bir şekilde hareket ettiğini fark etmişlerdi. Alex , Jessy ile sokağa girdiklerinde olay yerinden sorumlu memuru bulmaları zor olmamıştı. Polis Şefi Mark her zaman liderlik yapmaktan ve emir vermekten haz alan birisiydi. Alex ise şuan ona bakarken bu adamın biraz daha kilo alırsa Noel Baba'yı da geçeceğini düşünüyordu.
"Bakın bakın, burada kim varmış! Ünlü genç dedektifimiz ve stajyeri yine sahada. Yine gazetelere çıkmayı mı planlıyorsun, evlat?" dedi Polis Şefi Mark, hafif alaycı bir tonda. Alex, Mark’ın dışarıdan ne kadar sinir bozucu olduğunu bilse de babasına karşı gösterdiği iyi tavırlardan dolayı ona saygı duymaktan geri durmuyordu.
"Aslında, olabilir," Alex hafif alaycı bir gülümsemeyle devam etti. "Senin yağlarının olay yerinde ne kadar muhteşem göründüğünden bahsedebilirdim."
Mark, kısa bir kahkaha attı ve cevap verdi: "Hiç değişmiyorsun, evlat. Bana öyle bakma, istediğini yapabilirsin ama olay yakında federallere devredilecek. Anlayacağın, bu iş biraz karışık.
Olayın polisten çıkacak olması Alex'i daha da heyecanlandırmıştı; bu, onun için işleri daha zorlu hale getirebilirdi. Belki de tam aradığı meydan okuma buydu. "Ayrıntılara göz attım, bilmemiz gereken başka bir şey var mı?" diye sordu, merakını gizlemeye çalışarak.
Mark, etrafındaki birkaç polise daha emir verdikten sonra yanıtladı. "Hayır, herhangi bir patlayıcı bulunamadı. Ancak söylenenlere göre dün akşam burada kurban dışında tuhaf iki kişinin eşkâli tarif edildi. Ama her tarif birbirinden farklı. Hatta tariflerden birinde sana benzer bir yapı bile var. Belki bu yağ tulumu seni sorgulamalıdır!" Mark, bu sözleri gülerek bitirirken, Jessy yanlarına geri döndü. Alex, bu kızın yanlarından hangi ara ayrıldığını bile fark etmemişti.
"Ölen kişiye ait herhangi bir bilgi bulunmamış. DNA yapısının bile bozulduğu söyleniyor. Gerçekten kullandıkları kimyasal madde çok ilginç," dedi Alex. Tüm bilgileri kafasında oturtmaya çalışmasına rağmen, olaylara mantıklı bir açıklama getiremiyordu. Geriye tek bir şey kalmıştı: Çözülmeyen davalarda kullandığı gizemli yeteneğini devreye sokmak.
Alex etrafında dönüp izlere dokunurken, Mark tekrar emir vermek için bulunduğu ekibin başına gitmişti. Onun gittiğini anlayınca konuşmaya başladı: "Eğer FBI bu işe girişiyorsa, gizlemek istedikleri bir durum vardır. Onlar gelmeden bu olayı çözeceğim." Jessy, bu sözleri duyduğunda şaşırmamıştı. Alex, daha on yedi yaşındayken neredeyse hiçbir delil bulunmayan bir davayı sadece bir günde çözmüştü. Jessy, onun bu yeteneğine ne kadar hayran kalsa da, nasıl başardığını hep merak ederdi. "Bak bir kaçık olduğunu biliyorum ama bu imkansız." dedi Jessy. "Hiçbir ayrıntı yok. Katilin olup olmadığına dair sadece bir söylenti var. Vücudun hemostatik dengesini bozan herhangi bir kimyasal madde bile yok."
Alex gülümseyerek, "Merak etme. Sadece hislerime güven, Jessy."
Jessy, alaycı bir şekilde yanıtladı: "Ne yani, notlarıma 'Bay Dedektif, olayı havalı bir şekilde sadece hisleriyle çözdü mü yazacağım?"
"Arthur Conan gibi süsleyebilirsin, tabii ki buna izin veriyorum. Takip et beni, Bayan Watson." Jessy, Alex'i olayları çözerken Sherlock Holmes'a benzetse de, Alex’in bu konuyla hiçbir alakası yoktu. Zamanla ilgili bir yeteneğe sahipti; olayları kafasında sanki tekrar yaşıyormuş gibi canlandırır ve olayı çözene kadar bu durumu sürdürürdü. Bu, onun için süper kahraman olmak gibiydi ama bunu yapabilmesi için bulunduğu yeri elleriyle hissetmesi gerekiyordu. Yaptıklarını ise deli damgası yememek için asla dile getirmemişti.
"Yazar olmak varken neden bu mesleği seçtim ki o zaman?" Jessy, kendi kendine söylenirken, Alex hızlıca önden yürümeye başlamıştı bile. İki sokak boyunca, duvarlara dokunarak sanki birisini takip ediyormuşçasına ilerledi. Nihayet bir ara sokağa girdiğinde, çıkmaz bir yolun sonuna gelerek durdu ve ilginç bir şey bulmuş gibi sokağın sonundaki binanın çatısına baktı.
"Bu çok tuhaf buradan çatıya nasıl zıplayabilir?" Etrafına baktı daha sonra tekrardan bakışlarını kimsenin olmadığı çatıya yöneltti. "Neden orada bekledi ki?"
Jessy, Alex'i ne zaman bu şekilde görse hayalet avcılarına benzetirdi. "Şu takip ettiğin hayalete sorsana hayaletler bu sene oy kullanacak mıymış?"
Alex hala boş gözlerle havaya doğru bakarken cevap verdi. "Merak etme yönetim onların yerine de kullanacaktır."
"Stajımı tamamlayana kadar akıl sağlığını koruyabilsen ne olurdu sanki?" Jessy sözünü bitirmişti ki Alex aniden durmaya karar verdi. Tuhaf bir şeyler vardı; bunu o da hissetmişti. Alex arkasını döndüğünde yüzündeki sakin ifade silinmişti.
Bir şeyler ters gidiyordu ve aniden bağırmaya başladı: "Jessy, hemen arkama geç! O hâlâ burada!" Alex, hızlıca kayışındaki silahı çekerek Jessy’nin önüne geçti.
"Alex sakin ol burada bir şey yo-." Jessy'nin sözleri çatıdan atlayan kişinin sözleriyle yarıda kesilmişti.
Hiçbir şey olmamış gibi, altı metre yükseklikteki binadan atlayan gizemli adam, tuhaf bir İngiliz aksanıyla konuşmaya başladı: "Aslında o haklı, sevgili Jessy. Sonuçta, Zamanın Varisi'nin sözlerini dinlemek lazım." Gölgelikte duran adam, Alex'e yaklaştıkça yüz hatları belirmeye başladı.
Jessy, karşısındaki adamın çatıdan hiçbir şey olmamış gibi zıplamasına şaşırarak, "Bu imkansız! Sen nasıl..." diye mırıldandı.
Alex hâlâ kararlıydı; koruması gereken biri olduğundan taviz vermeyecekti. "Bir adım daha atarsan, bu senin son hareketin olur!" Karanlıktaki yabancı duraksadı, yüzü artık güneşin açısına girmiş ve tam olarak görünmeye başlamıştı. Film modellerini aratmayan bu misafir, gri saçları ve güneş gözlüğüyle Alex’in tam karşısında duruyordu.
"Kötü bir giriş oldu, ha? Neyse, bunu telafi edebiliriz," dedi yabancı, siyah gömleğinin yaka cebinden çıkardığı çiçek parçalarını havaya fırlatırken. Alex, parçaların düşmesini beklemeden ateş açtı, ancak gözlerinin kapanmasıyla her şey karanlığa dönüştü...
Alex gözlerini açtığında, karşısında ona bakan parlak beyaz gözlerle karşılaştı; bu, yabancıyı ilk kez gözlüksüz gördüğü andı. Etraf karanlıktı; bağlı olduğu sandalyenin hatlarından başka hiçbir şeyi algılayamamıştı.
"Biliyor musun? Eğer biraz bile yeteneklerinin farkına varsaydın, şu an bu duruma düşmezdin."
"Ah, gözlerim! Lanet olsun, sen de kimsin?" Alex etrafına bakmaya çalıştı ama karanlıktan başka hiçbir şey algılayamıyordu.
"Bana şimdilik Marco diyebilirsin. Buraya seni neden getirdiğimi ve şu ölen adamın neden bir bomba gibi parçalara ayrıldığını merak ediyorsundur." Alex konuşmak istese de kendini tutmayı tercih etti.
"Seni uzun bir süredir takip ediyorum. Bu takipten birçok sonuca ulaştım. Bunlardan en önemlisi yeteneğini hiç geliştirmedin. Sadece geçmiş olayları kafanda canlandırıyorsun. Bu da seni zararsız ve açık bir hedef haline getiriyor. Neyse ki ben buradayım, değil mi?" Marco'nun cümlesini tuhaf bir gülümsemeyle bitirmesi, Alex'in bu adamın normal biri olmadığını düşünmeye başlamasına yol açtı ama asıl tuhaf olan, neler yapabildiğini bilmesiydi. Karşısındaki adam gerçekten kimdi? "Bu imkansız! Bunu sen nasıl... Nasıl bir hastasın sen?"
"Bu da bir teşekkür etme şekli sanırım," diye mırıldandı Marco, hafif bir gülümsemeyle. "Ah, neden bir öğrenci öğretmenini seçebiliyor da, bir öğretmen öğrencisini seçemiyor? Gerçekten adaletsiz. Nasıl bir hasta olduğuma gelince, beni de kendin gibi bir ucube tayfadan biri olarak görebilirsin." Alex'in şaşkın ifadesini görünce duraksamadan devam etti. "Evet, uzun zamandır kendini bir ucube gibi hissettiğini biliyorum, Alex." Marco'nun sesi artık daha yumuşaktı ama içinde taşıdığı alaycı tını, Alex’in sinirlerini zorluyordu. Alex öfkesini yutkundu, çünkü Marco'nun söyledikleri onu derin bir yerden vuruyordu.
"Ben sadece davaların peşinden giden basit bir dedektifim. Kim olduğumu zannediyorsan yanılıyorsun, Marco. Üzgünüm ama yanlış adamı buldun. Şimdi beni bırak." Alex, kendini toparlamaya çalışırken sözlerine inanmak ister gibi konuşmuştu, ama içten içe, bu kadar büyük bir tesadüfün olamayacağını biliyordu. Sesindeki kararlılık, aslında kafasında dönen soruları bastırmaya yetmiyordu.
"Davaları sadece kafanı dağıtmak için kullandığını da biliyorum. Her gün delirmemek için kendini zor tuttuğunu... İnsanlar dışarıdan seni güçlü ve kontrollü biri olarak görüyor, ama içindeki fırtınalardan habersizler, Alex."
Alex susmuştu. Bu dünyada bazı şeylerin ters gittiğini biliyordu ama tuhaflıkları sadece kendinde bulmuştu. Ancak bu ona yetmezdi; karşısındaki adam sinir damarına basıyordu ve birden öfkeden patlayarak bağırmaya başladı. "Madem ne olduğumu, kim olduğumu biliyorsun, o zaman söyle bakalım, lanet olası! Her gün ailenin resmine bakıp onların yüz karası olduğunu hissetmek ne demek biliyor musun? Çocukluğundan beri babasına iftira atanlara karşı çıkan bir çocuğun umursanmaması ne demek biliyor musun? Sen de benim gibi bir ucubesin; Bizim bu dünyada yerimiz yok!"
Alex öfkesini kusunca Kai sakince devam etti: "Eğer Andrew'la ilgili gerçekleri öğrenmek istiyorsan, farklılığını kabullenmelisin."
Alex, babasının ismini duyduğunda her şeyin durduğunu hissetmişti. Hayatı boyunca ona inanmıştı. Artık merakı iyice artmış, delice bir halden meraklı bir çocuk haline bürünmüştü. "Babamı nereden tanıyorsun?"
Marco geriye yaslanarak iç geçirdi. "Başka bir uzun hikaye... Bak evlat, bu işte öncelikle sana kuralları söylemek istiyorum. Eğer cevaplara ulaşmak istiyorsan, bunu kendin yapmalısın. Sen özel birisin; bu yüzden seni yaklaşık on yıldır birçok tehlikeden korudum."
"Peki neden ben? Sadece geçmişi gören bir adam ne yapabilir ki? Kim beni bu kadar önemseyebilir?"
Marco, bu sözlerle birlikte kahkaha atmıştı. "Sadece geçmiş mi? Bu, dağın görünen kısmı. Dediğim gibi bunu en iyi sen keşfedeceksin." Alex, anlatılanların imkansız olduğunu bilse de inkar etmek yerine bu adama odaklanmayı seçmişti. Sonunda yalnız değildi onun gibi özel yeteneklere sahip birini bulmuştu. Belki de haklıydı; belki dediklerini yapabilirdi. Bir umut bile olsa buna tutunmak istiyordu ama bunu nasıl başaracaktı?
"Kim olduğunu veya bunu neden yaptığını bilmiyorum ama ailem için gerçek dışı bir ihtimalin bile peşinden koşarım. Ne yapmam gerekiyor?" İçinde bir his, bu yolun kolay olmayacağını söylüyordu.
"Bugün seninle tanışmamın nedeni de bu. Seni ve senin gibi özel kişileri geliştirmek için kurulan bir akademiye davet etmek üzere buradayım. Şanslısın ki sana bir seçim şansı da veriyorum: ya katılırsın ya da potansiyel bir tehdit olduğun için infazını gerçekleştiririm. Seçim senin; bu arada en iyi hocaya sahip olacaksın." Marco, ellerini cebine koyup Alex'e, "O benim," dercesine bakıyordu.
"Jessy'ye ne olacak?"
"Ah, o mu? Çok fazla şey gördü, infazını ben hallederim, merak etme." Marco'nun yüzündeki sırıtma, Alex'in onu ciddiye almaması için yeterliydi. "Aah, şakadan da mı anlamıyorsun? Şimdiki nesil çok farklı. Merak etme, onun için de planlarım olacak." Alex konuşmak için araya girecekken, Marco'nun yeniden elini yaka cebine attığını fark etmemişti. Yine aynı şey oluyordu...
******
Alex, Marco ile yaptığı konuşmanın ardından kendini yatağında buldu. İlk işi Jessy'i aramak oldu ama ne kadar denediyse de ona ulaşamadı. Günler geçtikçe, yaşadıklarının bir hayal mi yoksa gerçek mi olduğuna dair belirsizlik içinde kayboldu. Tek istediği cevaplar olsa da, karşılaştığı tek şey daha fazla soru ve sessizlikti. Karakoldan istediği bilgileri alamayınca kendini eve kapattı; bu süreçte en büyük tesellisi içki oldu. Kafasında yankılanan anlamsız sorular susmaya başladığında bir fikir belirdi: Marco, onun bu kadar değerli olduğunu söylüyorsa, ölmesine izin vermezdi. Ama Alex bunu yapabilecek miydi? Yatak odasındaki komodinin çekmecesinden silahını alıp aynanın karşısına geçti. Ne yaptığını bilmiyordu; bu kadar kısa sürede kafasını kaybetmiş olduğu için kendine kızdı. Belki de haksızdı; olanların hepsi bir rüyaydı. Bunu anlamak için silahı kafasına doğrultması gerekiyordu. Kasvetli düşüncelerle silahı alnına götürmeye başladı, ama tam o anda, Göz kapaklarının ağırlaştığını fark etti ve bir anda kapanıverdi. Önündeki lavabonun onu içine çektiği hissine kapıldı, sanki karanlık derinlere doğru sürükleniyordu... 1. Bölüm Sonu |
0% |