@davyjones
|
Mağaranın içi derinleştikçe kristaller ve antik şekiller gözler önüne seriliyordu. Kai, karşısına çıkan her engeli, büyüklüğüne aldırmadan bir hamlede aşarak paramparça ediyordu. Kristallerin arasından kendilerine bir yol açılırken, karanlıkta yankılanan boğuk sarkıt sesleri kulaklarına çalınmaya başladı. Bir süre sonra tamamen kırmızı, loş ışıklarla çevrili devasa bir odaya ulaştılar; tüyler ürpertici bir sessizliğin içinde yankılanan sesler, bilinmeyen bir tehlikenin habercisi gibiydi. Kai, yolun ortasında sessizliği bozdu. “Böylesine bir yere daha önce gelmedim. Buraya gelmemizin bir sebebi olmalı. gömdüğün arkadaşın bir şeyler biliyor olabilir, taş kafa.” Alex, Kai’den daha temkinli adımlarla ilerlerken alaycı bir sesle cevap verdi. “Umarım öyledir, yoksa bunun faturasını sana ödeteceğim." Kai, bu söze kahkahayla karşılık verdi ve yankılanan kahkahası, mağaradaki tuhaf lagün seslerini daha da yoğunlaştırdı. “Bana zarar verebileceğini sanmıyorum.” dedi Kai kendinden emin bir tonla. “Başka bir zaman belki... Hey, arkana bak!” Alex'in sesi ansızın ciddileşti. Kai hızla arkasına döndüğünde, devasa bir Minotaur’un karanlıkta ona dik dik baktığını gördü. Minotaur, neredeyse tavanla birleşen korkunç boyutlardaydı. Yarı insan, yarı boğa vücudu, kabuslardan fırlamış gibi kaslı ve iriydi. Gözleri, karanlıkta kırmızı bir alev gibi parlıyordu; nefesi, mağaranın soğuk havasında duman bulutları oluşturuyordu. Boynuzları, yüzlerce yıllık mağara taşlarından bile daha sağlam görünüyordu ve tüylerle kaplı devasa elleri, tek bir darbede kemikleri un ufak edebilecek güçteydi. Her adımında mağaranın zeminini sarsıyor, varlığıyla havayı boğucu bir tehdit gibi dolduruyordu. Minotaur, Kai'ye fırsat tanımadan öfkeli bir hırıltıyla üstüne doğru hücum etti. Ancak Kai, sanki hiçbir tehdit yokmuş gibi hareketsiz kaldı. Minotaur’un dev baltası, tüm gücüyle Kai'yi hedef aldığında, Kai aniden yana sıçrayarak baltanın yere saplanmasına neden oldu. Metalin taş zemini yarmasıyla birlikte yankılanan ses mağarayı doldurdu. Minotaur’un toparlanmasına fırsat vermeyen Kai, hiç tereddüt etmeden yaratığın başına elini koydu. Bir anda odanın içini yakan bir ışık patlaması sardı, gözleri kör edecek kadar yoğun bir enerji yayıldı. Alex, patlamanın ardından tekrar görebildiğinde karşısında iki Minotaur vardı; ancak bunlardan biri daha büyük ve tamamen kırmızıydı. Adeta saf öfkenin vücut bulmuş haliydi. Orijinal Minotaur, bir anda Alex’e yönelerek hedefini değiştirdi ve dev baltasının sapıyla Alex’e vurdu. Güçlü darbenin etkisiyle Alex, odanın köşesine doğru savruldu. Sertçe yere düştüğünde birkaç saniye neye uğradığını anlamadı, etrafında yankılanan savaş naraları duyuluyordu. Kendini toparladığında iki Minotaur’un birbirlerine amansızca saldırdığını gördü; her darbe mağaranın içini titretirken yaratıklar ölümüne bir mücadele veriyordu. Alex, bu devasa yaratıkların savaşı arasında kaybolmuşken odanın karmaşasını kavramaya çalıştı. Bir an için odanın diğer ucunda bir şeyin kıpırdadığını fark etti. O anda içgüdüleriyle yana doğru zıpladı ve hemen ardından bulunduğu yeri paramparça eden devasa dişlerin sesi yankılandı. Alex, filmlerde gördüğü sahneleri aratmayacak bir manzara karşısındaydı: Gözleri alev alev parlayan, dev boyutlarda bir Basilisk! Devasa yılan, saldırısının hedefi kaçırmış olsa da tekrar saldırmaya hazır görünüyordu. Alex, nefesini tutmuş şekilde, yeni bir ölümcül tehditin farkına varmıştı. Basilisk, ilk saldırısının başarısız olmasının ardından hızla toparlandı ve tekrar Alex’e yöneldi. Alex, nefes nefese, mağaranın içindeki her türlü engelin arkasına geçerek devasa yılandan kaçmaya çalışıyordu. “Şu an biraz yardım alsam hiç fena olmazdı!” diye bağırdı, gözleriyle Kai’yi ararken. Fakat tek duyduğu, Minotaur’un daha da yükselen öfkeli kükremesiydi. Kai, kendi mücadelesine gömülmüştü. Alex’in çaresizlik hissi derinleşirken, bir anlık tereddütle Basilisk'in saldırısından kaçtı. Kalbi hızla atıyordu. Etrafına bakınırken gözleri odadaki en büyük kayaya takıldı ve ani bir kararla kayanın etrafından dolandı. İçgüdüsel olarak Basilisk’in kuyruğuna atladı, tıpkı hayatta kalma içgüdüsüne sarılır gibi sıkıca kavradı. Bunun nedenini bilmiyordu, ama içinden bir ses ona bunu yapmasını söylüyordu. Basilisk, devasa başını döndürüp Alex’e doğru çevirdiğinde, yaratığın gözlerindeki ölümcül parıltıyı gördü. O an korkuyla gözlerini sımsıkı kapadı. Derin bir nefes aldı ve bedeninde biriken enerjinin, hiç tereddüt etmeden Basilisk'e doğru akmasına izin verdi. Sanki içindeki her şey yaratığa yöneliyordu. Ellerinden çıkan bir güç, Basilisk'in vücuduna yayıldı, mağarayı derin bir sessizlik kapladı. Zaman bir anlığına durmuş gibiydi. Basilisk’in hareketleri durdu, devasa vücudu titredi ve sonra, sessizce yere yığıldı. Mağarada yankılanan her kükreme, her hırıltı sona ermişti. Alex, hala nefesini tutarak gözlerini yavaşça açtı. Basilisk'in devasa bedeni hareketsizdi; mağarayı kaplayan sessizlik, adeta zaferin soğuk bir yankısı gibiydi.
***
Alex gözlerini açtığında, ona doğru hızla yaklaşan kırmızı Minotaur’u fark etti. Ancak gözlerini tekrar kırpıp ayağa kalktığında, önünde sadece Kai duruyordu. "Sen... az önce bir Minotaur mu oldun?" dedi Alex şaşkınlıkla. "Hem de en iyisinden," diye karşılık verdi Kai, gülümseyerek. "Ama bence senin yaptığın şey daha havalıydı." Kai, parmaklarıyla Alex’in yanında duran yavru Basilisk’i işaret etti. Az önce ona saldıran o devasa yılan, şimdi zararsız, sevimli bir yavruya dönüşmüştü. Alex gözlerine inanamıyordu. Kai, hayranlıkla Alex’e baktı. "Gerçekten etkileyici bir Endersin..." Alex, gelecek hakkında konuşacakken gözleri Kai’nin arkasına kaydı. Orijinal Minotaur’un yerde kopmuş kafasını görünce içini garip bir his kapladı. Kendini mitolojik destanlarda gibi hissetmişti. "Demek zamanda ilk defa burada karşılaşıyoruz..." dedi Alex, derin bir nefes alarak. "Bu harika ama beni dinle—" Tam sözlerini bitirirken, yanlarından gelen garip bir sesle konuşmaları yarıda kesildi. Bir anda yavru Basilisk ve Minotaur’un bedeni havada eriyip, odanın ortasında toplanan bir enerji küresine dönüştü. Enerji yavaş yavaş yoğunlaşarak yuvarlak bir alan oluşturdu. Kai ve Alex merakla bu oluşuma yaklaştıklarında, enerjinin merkezinde küçük yavru bir köpeğin onlara baktığını fark ettiler. Alex, yavru köpeğin yanına çömeldi ve onu nazikçe kucağına aldı. Gözleri şaşkınlıkla doluydu. Bu Husky'nin kendisiydi. "Bu imkansız... Sen ölmüştün" diye fısıldadı. Yavru köpeğin sıcaklığını hissettikçe duyguları daha da karıştı. Kai, önündeki bu canlının enerjisinin demin toprakta gömülen canlıyla aynı olduğunu fark etmişti. "Belki de yaşlı arkadaşın ölmüştür." Alex, başını kaldırarak Kai’ye baktı. "Ne demek istiyorsun?" "Zaman bir döngüdür," diye açıkladı Kai, yüzünde bilgece bir ifade belirmişti. "Sandra zamanın pek karışık olduğunu söyler ama anladığım kadarıyla gömdüğün arkadaşın bir Ender ve ölmeden önce seni buraya getirdi. Bu da demek ki onun başlangıç yeri aynı zamanda son yeri oldu." Bu doğru olabilirdi. Yoksa Husky'nin rastgele bir zamana gitme olasılığı yok denecek kadar azdı. "Şimdi ne olacak peki?" "Bir Ender'in doğuşunu sağladın ondan bir istek dile artık seni tanıyor. Zamanı geldiğinde sana yardım edecektir." Alex, Kai’nin bu sözlerinin anlamını düşünürken, kendi zamanında olan Kai’nin ona zamanın bir döngü olduğu yönündeki sözlerini hatırladı. "Bu gerçekten çok karmaşık ama ne isteyeceğimi sanırım biliyorum... Eğer beni anlıyorsan 2017 Yılında yapacağım bir iş için yardımını istiyorum. Lütfen o gün geldiğinde bana yardım et Husky." Kai, hafifçe gülümsedi. "İsmini Husky mi koydun? Gayet güzel bir isim ama tuhaf... Hey öyle bakma. Böyle kalmasını sağlarım sana söz veriyorum." Alex, köpeğin başını okşayarak ayağa kalktı. "Ah, demek ismi buradan geliyormuş." Kai, elini dostane bir şekilde Alex’in omzuna vurdu. "İsmin ne taş kafa?" diye sordu, gözlerinde hala o eğlenceli parıltı vardı. "Bunu şimdilik bilmene gerek yok." dedi Alex, kendinden emin bir sesle. "Sanırım beni favori öğrencin olarak tanıyacaksın." Kai, alaycı bir şekilde kaşlarını kaldırdı. "Fazla iddialısın, ama seni sevdim." Alex, bir an düşündü. "Bir şeyi atladık galiba," dedi, kaşlarını çatıp etrafa bakarak. "İşim bitti ama nasıl geri döneceğ—" Sözlerini tamamlayamadan, yavru Husky birden harekete geçip Alex’in yüzünü yalamaya başladı. O anda etraflarındaki her şeyin bir anda yok olduğunu fark etti. Zaman bir kez daha kaymaya başlamıştı. Alex, döngüsel hissin yeniden geldiğini anladı. Yine aynı şeyler oluyordu.
*** Alex, yavru Husky ile vedalaşmadan zamanda yolculuk yaptı. Bu sefer onunla seyahat edemediği için içten içe bir boşluk hissediyordu; belki de Husky henüz çok genç olduğu içindi. Geldiği yer, okul müdürünün muhteşem dojosuydu. Normalde zaman yolculuğu, bulunduğu konumu değiştirmezdi, ama Husky sayesinde tekrardan olanaklı hale gelmişti. Alex içeri girdiğinde, içeriden gelen konuşma seslerini duymaya başladı. Yavaşça ilerledikçe sesler daha da netleşiyordu. "Biri sana benden bahsetmiş gibi konuşuyorsun..." Bu sesi tanıyordu; bu kendisinden başkası olamazdı. "Evet, bahsetti Alex. O kişi sendin..." Kai'nin son sözleriyle odada bir ışık patlaması oluştu ve Kai'nin önünde duran adam bir anda yok oldu. Alex, dojonun terasına çıkarak Kai’nin yanına geldi. "Güle güle Alex... ve merhaba Alex. Acaba hangi zamandan geliyorsun?" Kai’nin sesi alaycıydı, ama Alex'in içindeki öfke büyüyordu. Öfkeyle bağırmak istiyordu ama bunun boşa olduğunu biliyordu. Gizlediği bilgi ile babası hakkında dalga geçtiğini düşündüğü Kai’ye karşı ne kadar kızgın olursa olsun, kaybettiği Husky için bile onu suçlayabilirdi. "Sınavı geçtim ve bilmem gerekenleri gördüm. Fakat bir bilgi hariç. O bilgileri zaten bildiğini söylemiştin, değil mi? Orada eksik bir bilgi vardı..." sesinde kararlı bir ton vardı. Kai çenesini kaşıyarak yanıtladı. "Beş yıl önceki giriş sınavından bahsediyorsun. Evet, hatırlıyorum. Ama bildiğim tek şey, bilgileri oraya koyan kişinin kim olduğuydu." Artık dayanamamıştı; elinden geldiğince yüksek sesle bağırdı. "Yalan söylüyorsun!" Kai, sakinliğini koruyarak devam etti. "Sana yalan söylemek için bir sebebim yok. Ama dosyayı silen kişi ile onu koyan kişi aynı." "Kimden bahsediyorsun?" Alex’in sesi, merakla doluydu ama içindeki öfke hâlâ dinmemişti. Kai, artık ayağa kalkmıştı. Haylaz bakışlarından eser yoktu; ciddiyeti yüzüne yansımıştı. "Senden, Alex. Hala anlamadın mı? Babanla ilgili bilgi bulamıyorsun. Ya babanla ilgili her şeyi bilen halin, bu bilgileri öğrenmemen için son anda karar değiştirip babanla ilgili kısımları silmişse?" Alex, tüm öfkesinin aniden gelen düşünce dalgalarıyla dağıldığını hissetti. Kai haklıydı. Belki de tüm hayatını önceden kendisi ayarlamıştı. Belki de tüm cevapların anahtarı kendisiydi. Peki, neler yapması gerektiğini gelecekteki sonuçlardan ilham alarak mı yapacaktı yoksa kendi seçimleriyle mi? Bunu nasıl bilebilirdi ki... "Kaç kez gelecekteki halimi gördün, Kai?" diye sordu, sesindeki sarsıntı hissettirmeye başlamıştı. Kai, derin bakışlarını terasın muazzam gece manzarasına yönlendirdi; bu bakışlar düşünmekten çok, kederli bir hüzün barındırıyordu. "Yeteri kadar, evlat. Yeteri kadar..." Kai’nin sesi, geçmişte yaşadığı kaygı ve pişmanlıklarla doluydu. O an, Alex’in içindeki belirsizlik ve karmaşa daha da derinleşti; bir döngü içinde sıkışmış hissediyordu. Belki de geçmişin gölgeleri, geleceği şekillendirecek olan gizemli bir anahtardı. |
0% |