

Aera, bir şeylerin ters gittiğini hissedip ritüeli sonlandırdı. Ortamın havası ağırlaşmıştı. Yıldırımlar peş peşe çakıyor ve kulakları sağır eden bir gürültüye neden oluyordu. Hemen Sandra’ya yöneldi.
Sandra hâlâ meditasyon halindeydi. Aera ona yaklaşarak yumuşak bir sesle seslendi.
"Sandra, uyanmalısın."
Sandra yavaşça gözlerini araladı. Kızıl gözlerinin parıltısı, yüzündeki gergin ifadeyle birleşmişti. Bir şeylerin yolunda gitmediği kesindi. Çevresine hızla bakıp Kai, Edward ve Sofia’nın bedenlerinin yerlerinde olmadığını fark etti. Ancak bu karmaşanın ortasında, şimdilik bu kayboluşları sorgulayacak zamanı yoktu. Daha büyük bir sorun kapıdaydı.
Yıldırımların yarattığı korkunç atmosferi dinlerken Sandra, gergin bir sesle sordu:
"Neler oluyor?"
Aera, durumu açıklamaya çalıştı:
"Dışarıda birinin varlığını hissediyorum. Çok güçlü bir enerji yayıyor."
Sandra hızlı bir hareketle pencereye yönelip dışarı baktı. Camın ardından iri yarı bir adamın gölgesi seçilebiliyordu. Sesindeki ciddiyetle konuştu:
"Bizi bulmuş… Hemen çevrede başka biri var mı diye kontrol et."
Aera, Sandra’ya bir şeyler sormak üzere ağzını açtı, özellikle kaybolan bedenlerle ilgili, fakat Sandra’nın yoğun ifadesi onu durdurmuştu. Efendisini ilk kez bu kadar gergin görüyordu. Hızla başını sallayıp arka kapıya doğru yöneldi.
Sandra ise bir süre pencereden dışarıdaki figürü izledi. Hızla dolabın köşesinde asılı duran ince, gümüş bir kolyeye uzandı. Kolye sade bir tasarıma sahipti, ama ortasındaki mavi taş yıldırımların ışığında parıldayarak dikkat çekiyordu. Taş, hafifçe titreşiyordu; içinde sakladığı enerji hem koruyucu hem de güçlendirici bir etki yaratacak şekilde özel olarak işlenmişti.
Sandra, kolyeyi boynuna geçirip derin bir nefes aldı. Ardından, kapıya doğru kararlı adımlarla ilerledi.
Dışarı çıktığında, camdan gördüğü siluet daha belirgin hale gelmişti. Karşısındaki kişi, ona doğru dikilmiş, soğukkanlı bir şekilde bakıyordu.
Logan tam karşısında duruyordu. Gözleri öfkeden alevlenmiş gibiydi.
"Arkamdan iş çevirebileceğinizi mi sanıyorsunuz!"
Sandra, sakin ama keskin bir duruş sergileyerek karşılık verdi:
"Asıl arkamızdan iş çeviren kişinin böyle konuşması, ne kadar da ironik."
Logan, boğucu havanın ağırlığıyla karışık bir kahkaha attı. Kahkahası, yıldırımların gürültüsüyle birleşerek ortamı daha da kasvetli hale getiriyordu.
"Kai’nin burada olmadığını hissedebiliyorum ama yine de güçlü görünmeye çalışıyorsun, Sandra."
Ellerini havaya kaldırdı ve sesi, yıldırımların yankısıyla doldu:
"Ama haklısın. Gel Gör ki tüm planlarım başlamadan sonlandı. Tek yaptığım dünyanın geleceğini daha iyi bir hale getirmekti. Bunun karşılığı bu mu olacaktı!"
Tam o sırada, bir yıldırım Sandra’nın hemen arkasına çakıldı. Sandra, soğuk ve keskin bir sesle yanıtladı:
"Hepimize yalan söyledin Logan. Seni bir baba gibi görmüştük. Ama şimdi senden sadece iğreniyorum."
Logan, ellerini indirirken yüzündeki öfke yerini bir anlık hüzne bırakıyor gibiydi. Fakat sesindeki kararlılık hiç değişmedi.
"Yapmam gerektiği için yaptım. Her döngüde, kendime uymak için bıraktığım o lanet yönergelerin dışına çıkamazdım.” Bir an durup tekrar yüzünde ki ifadeyi değiştirmişti. “Zaten, sizin bunu anlamanızı beklemiyorum."
Sandra, bir adım öne çıkarak ona meydan okurcasına konuştu:
"Sen sadece kendini kandırdın, Logan. Peki neden hâlâ konuşuyorsun? Yeteneklerini kullan. Zamanı geriye sarıp hepimizi teker teker öldür. Ne bekliyorsun!"
Logan’ın yüzündeki öfke, aniden patladı. Bağırarak Sandra’ya doğru ilerlemeye başladı:
"Yapabilseydim, hepinizin canını acı çektirterek alır, sonra her şeyi size unuttururdum. O aptal rollerinizi tekrar tekrar oynamanız için sizi eski halinize geri getirtirdim!"
Bir an durakladı. Gözlerindeki öfke, acı bir gerçeğin kabullenilmesiyle harmanlanmıştı.
"Fakat bu saçma döngüye uyandığımdan beri işlerim yolunda gitmiyor. İlk kez, bir döngüde kendime uymam gereken talimatları bırakmamıştım. Bunun üstüne bir de tüm zamansal güçlerim, ne olduğunu bilmediğim bir sebepten dolayı, kaybettim!”
Logan’ın sesi giderek daha soğuk bir tona büründü.
"Her şeyi normal şekilde devam ettirip yeteneklerimi o lanet yanıklarla kazanana kadar sessiz kalmayı planlıyordum. Ama siz! Siz bilmemeniz gereken şeyleri öğrendiniz... Artık döngü yok! Artık sadece kendimi kurtaracağım."
Logan, öfke dolu bir çığlıkla yıldırımlarla kaplı yumruklarını kaldırıp Sandra'ya doğru hamle yaptı. Yumruklarındaki enerji havayı çatırdatan bir güce sahipti; her darbesi zemini titretecek kadar yoğundu.
Sandra ise bir an bile tereddüt etmeden en yakınındaki ağaca yöneldi. Sağ eliyle gövdesine dokunduğu anda ağaç kızıl bir ışıkla parçalara ayrıldı. Kızıl parçacıklar, havada dönen bir girdap gibi Sandra'nın etrafında toplanıp hızla kılıç formuna bürünmüştü. Kılıcı sıkıca kavradığında, gözlerindeki kızıllık daha da belirginleşti.
Logan hızla ona doğru atıldı. Yumrukları çelikten bir balyoz gibi indi, ama Sandra kılıcını ustalıkla savurarak darbeleri savuşturdu. Her çarpışmada kılıçtan çıkan kıvılcımlar ve Logan’ın yumruklarından sıçrayan yıldırım parçacıkları, karanlık atmosferi kısa anlık patlamalarla aydınlatıyordu.
Logan aniden geri çekildi ve kollarını iki yana açtı. Yıldırımlar bedenini sararken, havadaki enerji yoğunlaştı. Sandra, yaklaşan tehlikeyi hissederek hızla kolyesindeki mavi taşa dokundu. Taş, Logan’ın yaydığı yıldırımları emmeye çalışırken ışıl ışıl parlıyordu. Ancak Logan enerjisini daha da artırarak hızla ileri atıldı.
Sandra, yana sıçrayarak gelen saldırıdan son anda kurtulmuştu. Çevik hareketleriyle Logan’ın yıldırım hızındaki saldırılarından sıyrılıyor, her savunmasında yeni bir fırsat arıyordu. Logan ise bir an bile yavaşlamadan güç gösterisini sürdürmeye devam ediyordu. Bu, hız ve gücün ustalıkla çarpıştığı, kusursuz bir dövüştü.
Bir süre yoğun geçen bu dövüşün ardından Logan bir anlık boşluk yakalayarak elini setçe yere vurdu. Sandra sendeleyip kılıcını yere düşürmüştü. Hızla ona doğru ilerledi. Sandra daha doğrulma fırsatı bulamadan Logan’ın güçlü eli boğazını kavrayarak onu yerden kaldırdı.
Sandra, nefesinin giderek kesildiğini hissederken Logan’ın yüzünde zafer dolu bir gülümseme belirdi.
Sandra'nın zihni bulanıklaşmaya başlamıştı, ama tam o anda havada bir hareketlenme oldu. Yukarıdan süzülen bir anka kuşu, alevlerin içinden doğmuş gibi ışıldayarak Logan’a doğru hızla saldırdı.
Logan, beklenmedik saldırıyla sendeleyerek geriye çekilmek zorunda kaldı. Kuş, keskin bir çığlık atarak Logan’ın etrafında dönerken, alev tüylerinden yayılan kıvılcımlar Logan’ın yıldırımlarıyla çarpıştı. Bu ani karşılaşma Logan’ın dikkatini dağıtırken Sandra yere düştü ve hızla boğazını tutarak derin bir nefes aldı.
Sandra doğrulmaya çalışıyordu. Bu sırada anka kuşu bir kez daha Logan’a doğru daldı. Logan ellerini havaya kaldırarak yıldırımlarını kuşa yönlendirdi, ancak kuşun alevden bedeni yıldırımları emip daha da güçlenmiş gibi görünüyordu.
Sandra, yerden güçlükle doğrulmaya çalışırken gözleri kılıcına kaydı. Aera’nın Logan’ı oyaladığı bu anı fırsat bilerek kılıcına doğru süründü. Soğuk kılıcı eline değdiği anda gözlerindeki kararlılık yeniden alevlenmişti.
Kılıcını sıkıca tutarak Logan’a doğru koşmaya başladı. Her şeyin biteceğini, bu hamlesiyle zaferi kazanacaklarını düşünüyordu. Ama tam o sırada gökyüzünden duyulan şiddetli bir patlama sesiyle sarsıldılar. Patlamanın gücüyle herkes farklı bir yöne savruldu. Gökyüzünde devasa bir kırmızı yarık açılmıştı. Yarığın içinden gelen karanlık, ışığı yutuyormuş gibi görünüyordu.
Logan, gözlerindeki şaşkınlıkla ayağa kalktı. “Bu imkansız…” dedi, sesi titrek ve inanmaktan uzak. Gözleri hâlâ gökyüzündeki kırmızı yarığa kilitlenmişti. “Zaman köprüsü bozulmuş…”
Sandra, Logan’ın şaşkınlığını fırsat bilerek elindeki kılıcı sıkıca kavradı. Nefes alıp verişleri hızlanmıştı. Kılıcıyla saldırıya geçmek için bir adım attı. Ama tam o anda kılıcı havada bir el tarafından sıkıca kavrandı ve hareketi durduruldu.
Sandra, nefes nefese gözlerini kendisini durduran yabancıya kaldırdı. Bu adam, baştan aşağı şık bir takım elbise giymiş, parlak ayakkabıları çamura bile bulaşmamış biriydi. Yüzünde korkutucu bir çılgınlık barındıran gülümsemesiyle Sandra’ya bakıyordu. “Şimdilik uslu bir kız ol ve sıranı bekle, olur mu?” diye fısıldadı, sesi sakin ama tehditkârdı.
Sandra, adamın soğukkanlı sözlerinden irkilip birkaç adım geriye çekildi. Elindeki kılıç, toz parçalarına ayrılarak hızla eski haline döndü ve yeniden bir ağaç gövdesi olarak toprağa kök saldı.
Logan ise bu yabancıyı görür görmez kaskatı kesilmişti. Gözleri korkuyla büyüdü ve dudaklarından kekeleyerek şu kelimeler döküldü: “Al... Albe... Albert...”
Albert, Logan’ın panik dolu haliyle alay edercesine kahkaha attı. Bu kahkaha, havadaki gerilimi daha da artırdı. Sonra Logan’a doğru adım adım yaklaştı. “Ah, işte bu! Beni tanıyorsun!” dedi coşkulu bir sesle. “Geçen zaman çizgisinde öldürdüğüm adam gibi değilsin! Ah, bunu görmek beni çok sevindirdi.” Derin bir nefes alarak devam etti. “Buraya ilk geldiğim için o kadar çok sevindim ki. Muhteşem, gerçekten muhteşem bir an!”
Logan, bu sözlerle daha da çökmüş görünüyordu. “Sen... Sen öldün... Seni kendi ellerimle öldürdüm!” diye mırıldandı, sesi neredeyse duyulmayacak kadar kısık çıkıyordu.
Albert, bir eli cebinde, başını yana eğerek Logan’a baktı. Gözleri saf delilikle parlıyordu. “Biliyor musun seni bu kadar şaşırmış görmek çok hoşuma gidiyor.”
Logan, yere daha sıkı tutundu, sanki her an yerle bir olacakmış gibi. "Bu... Bu mümkün değil..." diye inatla fısıldamaya devam etti.
Albert, bir anda kahkahadan çılgınca bağırmaya geçti. Gözlerinde öfke ve tutku karışımı bir bakış vardı. “Kendi babamdan o kadar nefret ettim ki!” dedi, sesi neredeyse boğazını yırtacak kadar yüksekti. “Ona acı çektirerek öldürmek istiyordum. Ama o kadar kolay öldü ki! O kadar kolaydı ki, ondan nefret ediyorum!”
Albert’in her adımı, Logan’ın gözlerindeki korkuyu daha da büyütüyordu. Sandra, olduğu yerde donup kalmıştı. Bu yabancının aurası öylesine ağırdı ki, kaçmak ya da saldırmak bir yana, nefes almak bile zor geliyordu. Gözlerini Logan’a çevirdi; hareket etmek ister gibi görünüyor ama adeta zamanın içinde hapsolmuş gibiydi.
Albert, Logan’ın önünde durduğunda çılgın gülümsemesi daha da genişledi. Yavaşça elini pantolonunun kayışına götürdü. Keskin, soğuk bir bıçağı zarif bir şekilde kavrayarak kınından çıkardı. Bıçağın ucu, ışığın altında tehlikeli bir şekilde parlıyordu. “Ah, işte böyle…” diye fısıldadı. "Önceki döngülerde, bu zaman çizgisindeki versiyonumu öldürdüğün anı hatırlıyor musun?"
Logan, titreyen dudaklarıyla bir şey söylemeye çalıştı ama kelimeler boğazında düğümleniyordu. Kasları kasılmıştı, hareket etmeye çalışıyordu, ama Albert’in varlığı onu tamamen etkisiz hale getirmişti.
Albert, bıçağı Logan’ın göğsüne doğru yavaşça bastırmaya başladı. Bıçağın ucu cildine değdiğinde Logan’ın gözleri kocaman açıldı. Derin bir çığlık attı, sesi karanlık gecede yankılanıyordu. Ama ne kadar çırpınmaya çalışsa da bedenini hareket ettiremiyordu.
Albert, bıçağı daha da derine itmek için diğer elini bıçağın sapına yerleştirdi ve korkutucu bir sakinlikle konuşmaya devam etti: “Şşş… Bu seni öldürmez, değil mi? Hadi, Babacık, neden yeteneklerini kullanmıyorsun? Bana karşılık ver! Tıpkı o gün yaptığın gibi...”
Logan’ın gözlerinden çaresizlik akıyordu. Nefesi kesik kesik çıkıyor, alnından soğuk terler süzülüyordu. Ancak Albert konuşmayı sürdürdü, sesi giderek daha da yükseldi: “Hadi, baba! Senin yerine geçmeyeceğimi söyledikten sonra ellerini boğazıma doladığın o anı hatırla! Haykırışlarımı duymadın, değil mi? Sadece beni susturmaya çalıştın! Şimdi sıra sende, Andrew! Bana karşılık ver!” Albert, son kelimelerini öfkeyle bağırarak bitirirken bıçağını biraz daha ileri itti.
Albert’in bağırışları, gecenin karanlığında yankılanıyordu. Ancak bir anda, tüm ortam sessizliğe büründü. Sessizlik, ağır bir yorgan gibi çökmüş, her şey donmuş gibiydi. Albert, elleri kanla kaplı bir şekilde olduğu yere çöktü. Gözleri kısılmış, delilikle karışık bir hüzünle yere bakıyordu. Ardından ağlayarak, acı dolu bir çığlıkla bağırdı:
“Neden?! Karşılık vermedin! Neden bu kadar kolay ölüyorsunuz?! Neden bu kadar zayıfsınız?!”
Sesi, çevrede yankılandı ve Sandra’nın içini bir buz gibi titretti. Albert, titreyen elleriyle saçlarını çekiyor, öfkesi ve çaresizliği bir volkan gibi dışarı taşıyordu.
Sandra’nın zihni ağırlaşıyordu. Gökyüzündeki yarıklar giderek artıyor, korkunç bir enerjiyle çevreyi sarsıyordu. Ama en korkutucu olan, karşısındaki bu adamın tamamen delirmiş olmasıydı. Sandra, o an ilk kez böylesine yoğun bir korkuyla karşı karşıya kalmıştı. Kalbi deli gibi çarpıyordu; nefesi düzensizdi.
En ufak bir hata, Albert'in dikkatini üzerine çekip her şeyin sonunu getirebilirdi. Çaresizlik içinde kıvranırken, Albert’in soğuk gözlerinin üzerine kilitlendiğini fark etti.
“Kocan ve seni hep yan yanayken öldürdüm. Ama şimdi… İlk defa tek başına öleceksin.” diye mırıldandı Albert.
Sandra bir şey söylemek için ağzını açacakken, aniden arkasından gelen güçlü bir ses tüm dikkatini dağıttı. Bu ses, içindeki karanlığı ve korkuyu bir anda silip atmıştı.
“O zaman sana kötü bir haberim var, Albert. O tek başına değil.” Kai, alanın ortasına etkileyici bir giriş yaparak zıpladı. Üzerinde beyaz ve gri tonlarında, zarif bir şekilde tasarlanmış tam alışımlı bir zırh parlıyordu.
Hemen ardından Sofia ve Edward da alana girdiler. Sofia’nın yüzünde bir savaşçının ciddiyeti vardı. Edward ise sessiz, ama içten içe hesap yapan bir bakışla Albert’e odaklanmıştı.
“Beni bırakmayacağını biliyordum...” diye fısıldadı Sandra, sesi yorgun ama artık daha güçlüydü. Gözlerindeki korku yerini kararlılığa bırakmıştı.
Kai, hafif bir gülümsemeyle Sandra’nın kalkmasına yardımcı oldu. “Henüz işimiz bitmedi canım. Ama buradan beraber çıkacağız.” diye ekledi, sesi Sandra’nın içine cesaret tohumu ekercesine güven doluydu.
Albert, karşısındaki bu sahneyi gözlerini kısarak izledi ve alaycı bir şekilde ellerini çırpmaya başladı. Logan’ın cansız bedeninin yanında doğrulurken, yüzüne çılgın bir gülümseme yayıldı.
“Ah, ne kadar etkileyici…” diye alayla konuştu, sesi mekanda yankılandı. “Buraya kadar gelebileceğinizi pek düşünmemiştim. Ama tebrikler, beni şaşırttınız.”
Gözleri teker teker Kai, Edward, Sofia ve Sandra üzerinde dolaştı. Yüzündeki sırıtış daha da büyüyerek neredeyse dehşet verici bir hal aldı.
“Evrenin sonu gelirken… Son dansımızı yapalım artık!” diye bağırdı Albert, sesi uğursuz bir tınıyla yankılanıyordu. Gökyüzündeki ışık karmaşası, sözlerini onaylar gibi daha da şiddetlendi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 4.08k Okunma |
1.64k Oy |
0 Takip |
49 Bölümlü Kitap |