
“Evrenin sonu gelirken… Son dansımızı yapalım artık!” diye bağırdı Albert, sesi uğursuz bir tınıyla yankılanıyordu. Gökyüzündeki ışık karmaşası, sözlerini onaylar gibi daha da şiddetlendi.
Kai, ilk hamleyi yapan kişi olmuştu. Hızla ileri atılıp Albert’i kollarından tutarak onu olduğu yerde bastırmaya çalıştı. Kas gücüyle desteklenmiş zırhı, onu hareketsiz bırakmaya yetmişti.
Bu sırada Edward, yere doğru eğilip enerjisini serbest bıraktı. Toprak, onun kontrolüne boyun eğmiş gibi hareketlenip dev sütunlara dönüşerek Albert’i hapseden bir kafes yarattı. Ancak Albert’in yüzündeki soğukkanlı ifade, bu hamlelerin onu caydırmayacağını gösteriyordu.
O sırada Sofia, birden bedenini saran zümrüt yeşili ışıkla parladı. Işığın yoğunluğu giderek artarken derisi, kalın ve sert pullarla kaplanıyordu. Gözleri, altın sarısı birer ateş gibi parıldarken sırtından devasa ışık yayan kanatlar çıktı. Ellerindeki enerji pençeleri, çevresine yakıcı bir ısı yayıyordu. Dönüşüm tamamlandığında Sofia, gökyüzünü gölgede bırakacak kadar heybetli bir ejderhaya dönüşmüştü.
Ejderha, göğsünde biriken alevlerle sütunların arasına doğru bir saldırıya hazırlanıyordu. Gözlerinden yayılan güç ve etrafındaki hava dalgaları, yaklaşan yıkımın habercisiydi.
Albert, Kai’ye dönüp alaycı bir şekilde konuştu.
“Ah, beni tutup zırhın sayesinde darbe almamayı mı planlıyorsun? Ne kadar zekice. Ama bir o kadar da aptalca.”
Hareket etmek için güçlerini kullanmayı denedi ama hiçbir şey olmuyordu.
Kai, sırıtarak cevap verdi.
“Güçlerini kullanmayı deniyorsan boşuna uğraşma. Bu zırh, tüm mutasyonlu güçleri absorbe ediyor. Sonuna hazırlan seni sıçan!”
Kai’nin cümlesi biterken ejderhanın göğsünde biriken alevler sütunların arasına doğru fırlamıştı. Alevler sütunlar tarafından absorbe edildiğinde, içeride patlayan bir ateş fırtınası oluşturdu. Ortada kalan alan, kızıl bir cehennem çukuruna dönüşmüştü.
Ateş fırtınası bir süre sonra sütunları eritip durduğunda, geriye kalan tek kişi Kai oldu. Ellerini yere dayamış, nefes nefese toparlanmaya çalışıyordu. Ancak bir şey eksikti: Albert yanında değildi. Nerede olduğunu anlamakta uzun sürmemişti.
Albert, zümrüt ejderhanın devasa kafasının üzerinde duruyordu. Gözleri delice parlarken yüzündeki rahatsız edici bir gülümsemeyle konuşmaya başladı.
“Ah, ne kadar dokunaklı bir sahne! Siz zavallılar, bana meydan okuyabileceğinizi mi sandınız? Gökyüzünü alevlerle yıkadığınız o aptalca gösteriyi mi zafer sanıyorsunuz?”
Albert, sağ elini ejderhanın kafasına koydu. Elinden yayılan karanlık bir enerji dalgası Sofia’nın bedenini sardı. “Bu güçlü beden, senin kadar değersiz bir varlığa göre fazla büyük.” Albert’in zehirli kelimelerinin ardından Sofia’nın vücudu sarsılmaya başladı, ışık saçan pulları birer birer yok olurken, ejderha formu küçülüyordu.
Sofia tamamen insana dönüştüğünde Albert daha da ileri gitti. Gücünü artırarak Sofia’nın bedenini küçültmeye, varlığını yok etmeye başladı. Sofia’nın figürü küçülüp kaybolurken Albert’in yüzü, tam anlamıyla şeytani bir hal almıştı.
“Ah, ne harika bir his... Yüzlerinizde ki bu ifadeye bakın korku içinizi kaplıyor değil mi?”
Edward, dehşet içinde dizlerinin üzerine çöküp olanları izlerken, Kai’nin gözlerindeki öfke, bir volkan gibi patladı. Hiç düşünmeden ileri atıldı, hareketleri keskin ve acımasızdı. Her hamlesi daha hızlı, her vuruşu daha yıkıcıydı. Albert bir süre saldırıları savuşturdu, ama bazı darbeler kaçınılmazdı; yüzüne inen yumrukların etkisiyle başını geri çekmek zorunda kaldı. Kanı damlayarak yere düşerken, yüzündeki alaycı gülümseme bir an olsun kaybolmadı.
Albert’in bu gülümsemesi Kai’nin hiddetini daha da körüklüyordu. Her zamankinden daha sert bir hamleyle Albert’e doğru atıldı. Ama Albert bir kez daha oyunu değiştirdi; ani bir dönüşle Kai’yle yer değiştirdi.
Kai, bu fırsatı değerlendirmek için tereddüt etmeden harekete geçti. Tüm gücünü toplayarak elini Albert’in göğsüne doğrulttu ve doğruca kalbine ulaştı. Göğsünü delip kalbine dokunduğu anda, zaferin artık elinde olduğunu düşünmüştü. Ancak bu his sadece bir anlığına sürdü.
Hızla değişen bir şey vardı, bir anda bedeninin tüm nabzının çekildiğini hissetti. Gücü sanki bir boşluğa akıyordu. Başını kaldırıp Albert’e bakmak istediğinde, gördüğü manzara onu dehşete düşürdü. Albert’in yerinde, kendi bedeni duruyordu.
O an, Albert’in sesi, zamanın kırıldığı bir yankı gibi zihninde çınladı:
“Saniyelik bir zaman yolculuğu, Kai. Ulu Kai’yi öldürebilecek birisi yine kendisidir, değil mi? Bu da tam senin egona yakışır bir son.”
Albert, kahkahalarla dolu bir zafer edasıyla Kai’nin dizlerinin üzerine çöküşünü izlerken, sözleri Kai’nin içindeki son umut kırıntılarını da acımasızca ezip geçti:
“Ah, gezegenin en zeki ve en güçlü adamını gittiğim zaman çizgilerinde öldürmekten o kadar zevk alıyorum ki.”
Gözleri yavaşça Edward’a kaydı, adımlarını dikkatle atarak onun üzerine doğru yürümeye başladı.
“Biliyor musun? Geldiğiniz zaman çizgisinde kalmalıydınız. Buraya gelip arkadaşınızı kurtarmak... Tam bir aptallık. Arkadaşınızı kurtarmak...”
Albert bir an durdu, yüzünde bir sorgulama ifadesi belirdi. Bir şeyler ters gidiyordu. Kimi kurtarmaya gelmişlerdi ki?
Edward tam konuşacak, bir şeyler söylemeye çalışacaktı ki, boğazına saplanan ince bir hançer onun tüm cümlesini yarıda kesti. Gözleri açılmış, şaşkınlıkla Albert’e bakarken yere yığıldı.
Albert, soğukkanlı bir şekilde Edward’ın düşüşünü izlerken, alaycı bir tonla konuşmasına devam etti:
“Şş… Burada düşünüyorum. Ah, evet, kızıl gözlü kadın. Sandra…”
Etrafına dikkatle baktı, bir kez daha yerdeki ölü bedenleri inceledi. Yüzünde hafif bir sırıtış belirdi ve sakin ama otoriter bir sesle bağırdı:
“Çık ortaya!”
Aniden cesetler birer birer kaybolmaya başladı. Albert’in karşısında, soğuk ve kararlı bir duruşla Aera belirdi. Gözleri, Albert’in gözlerine kilitlenmişti.
“Elli sekizinci denemende ne olduğunu anladın. Senin gibi bir deliden daha iyisini beklerdim.” dedi Aera, sakin ama meydan okuyan bir sesle.
Albert, hafif bir tebessümle ona doğru bir adım attı.
“Rüya âlemi, demek. Ama rüyada geçen saatlerin saniyelerden ibaret olduğunu unutma.”
Etrafındaki ortam çatırdamaya ve yavaşça çökmeye başladı. Albert başını yukarı kaldırıp çöken manzaraya baktı, ardından tekrar Aera’ya döndü.
“Rüya sahibi rüyada olduğunu anladığında, rüya âlemi çökmeye başlar. Güzel bir numara, etkileyici. Ama fazlası değil.”
Aera ise hiçbir şey söylemedi. Gözleri Albert’e sabitlenmişti, adeta donmuş bir görüntü gibiydi.
***
Aera, meditasyon yaptığı yerde ani bir çığlıkla bağırmaya başladı. Sesi, adeta bir felaketin habercisiydi ve ortamı titretiyordu.
Edward, Albert’i hapsettiği taş duvara bakarken duyduğu çığlık sonrası bağırmaya başladı:
“Albert, rüya âleminin farkına vardı. Uyanmadan bu işi bitirmemiz gerek!”
Sandra, tereddüt etmeden harekete geçti. Çevresinde koşarak dokunduğu tüm ağaçları kızıl parçacıklara dönüştürüyordu. Bu parçacıklar, havada birleşerek kızıl bir alışıma dönüşüyor ve hızla Edward’ın ördüğü duvara destek sağlıyordu.
Sofia ise kollarını arter hatlarına dönüştürerek Albert’in kapana kısıldığı alanın etrafına doğru yaymaya başladı. Bu sırada gözlerini Kai’ye çevirerek bağırdı:
“Arter neredeyse hazır! Geçidi oluşturmalısın!”
Edward, iki eli de toprağa sabitlenmiş bir şekilde, yükselen sesiyle konuşmaya katıldı:
“Onu yeteneklerini kullanamadan hemen öleceği bir yere aktar! Bu, son şansımız olabilir!”
Kai hiçbir şey söylemeden kapana doğru yürüdü. Kafasından binlerce yer geçiyordu, ama sadece birine odaklanması gerekiyordu. Kararsızlığı bir kenara bırakarak yerden bir ağaç sapı aldı ve doğruca kapana bastırdı. Ardından, ağır hareketlerle sapı kendine doğru çekti, sanki bir kapıyı açıyormuş gibi.
Aniden tüm kapan yok oldu. Sofia’nın arter kolları gevşeyerek geriye çekildi. Ortalık sessizleşmişti, sadece kendi nefeslerinin yankısı duyuluyordu.
Edward, titreyen elleriyle doğrulurken boğuk bir sesle konuştu:
“Başardık mı?”
Gökyüzünde oluşan kaosun yankıları, sessizliğin hâkim olduğu anı bozarak içlerinde bir korku dalgası yarattı. Önlerinde bir bedenin yeniden şekillenmeye başlaması, hepsinin istemsizce bir adım geri çekilmesine neden oldu. Albert, tüm çabalarına rağmen yok olmamıştı.
Bu sefer sesi daha sakindi ama tüyler ürperten bir güvenle doluydu:
“Kendi zaman çizgimde, adi babamı nasıl yendim biliyor musunuz?” Gözleri, karşısında duran her birini tek tek taradı. Dudaklarının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı, sanki anlatacağı hikâye onun için keyifli bir hatıraydı.
“Ölü gibi davranarak, en savunmasız anını bekledim. Tüm o aptal ‘değişim günü’ saçmalığının bittiği, kapsüle girip bir sonraki döngüye kadar dünyanın yenilenmesini beklediği günü…”
Albert, yeniden oluşan bedenini düzelterek duruşunu toparladı.
“Bana karşı yaptığınız bu hamleleri gerçekten ilginç buluyorum. Ama sanırım hâlâ anlamadınız…” Gözleri, bir avcının son hamlesinden önceki heyecanla parladı.
“Ben Zamanın Varisiyim. Zaman, benim oyuncağım. Ne kadar çabalarsanız çabalayın, bu kaderin iplerinden kaçamazsınız. Artık bu işi bitirme vakti.” Albert’in sesi, bir yargıcın kararını verircesine soğuk ve kendinden emindi. Elini havaya kaldırarak saat yönünde çevirmeye başladı, zamanın boyutlarını eğip bükmeye çalışıyordu. Ancak hiçbir şey olmadı. Bir an duraksadı, şaşkınlıkla Kai’ye baktı. Fakat sorun Kai değildi.
Arkasından gelen o ses, tüm vücudunda bir ürperti dalgası yarattı:
“Artık zamanda yolculuğu yasaklıyorum. Buna sen de dahilsin… kardeşim.”
Albert, birden arkasını döndü ve o gözlerle karşılaştı. O yeşil gözler… İçindeki tüm cesaret kırıntılarını eritecek kadar delici ve tehditkârdı. Karşısındaki adamın sessiz duruşu, basit bir varlıktan çok daha fazlasını ifade ediyordu.
İlk kez, babasından sonra hissettiği bu derin korku Albert’i tamamen sarsmıştı. Yıllardır bastırmaya çalıştığı, kontrol altına almak için mücadele ettiği kırılgan ruhu yeniden çatırdamaya başlamıştı. Çevresindeki yarıklar yavaşça kapanırken, ağzından tek bir kelime bile çıkmadı. Sadece kaçmayı düşündü. Panikle ormanın derinliklerine doğru koşmaya başladı, zihni karışık, bedeniyse kurtulma umuduyla doluydu.
Ama yer, Edward’ın oluşturduğu küçük taş bloklarla doluydu. Ayağı birine takıldığında yere çakıldı. Pürüzsüz siyah takım elbisesi çamurla kaplanmış, saygın görüntüsü paramparça olmuştu. Yine de hızla sürünmeye çalıştı; duramazdı, durmamalıydı.
Arkadan yaklaşan ayak sesleri, bir ölüm fermanının yankısı gibiydi. Bu sesler, her şeyin sona yaklaştığını fısıldıyordu. Alex, yüzünde en ufak bir duygu belirtisi olmadan ona doğru yürüyordu. Gözleri, gördüğü tüm acılar ve kayıpların yükünü taşıyan bir adamın gözleriydi. Alex artık bir genç adamın tutkusundan çok yaşlı bir bilgenin soğukkanlılığına bürünmüştü.
“Biliyor musun? Senin yüzünden sevdiğim insanı bırakıp buraya gelmek zorunda kaldım.” Sesi yükselmeye başlamıştı. “Yoldayken seni öldürene kadar yumruklamak istedim. Ama şimdi sana bakıyorum… ve babama ne kadar çok benzediğini görüyorum.” Bir adım daha yaklaştı. “Şu hâline bak. Ne kadar da acınasısın.”
Albert, bu sözlere aldırış etmeden sürünmeye devam etti. Ancak bu, Alex’i umursamadığı anlamına gelmiyordu. Bunun nedeni kendi zaman çizgisinde yaşadığı travmaların pençesine düşmesiydi. Arkasındaki adamı Andrew sanıyordu.
“Hayır, baba!” Albert’ın sesi titriyordu, gözlerinden yaşlar süzülerek “Söz veriyorum, gördüklerimi kimseye anlatmayacağım. Kim olduğunu kimse bilmeyecek, sana söz veriyorum! Yalvarırım, yaşamama izin ver!”
Alex, yavaş ve emin adımlarla ilerledi. Gözleri Albert’e sabitlenmişti, yüzünde en ufak bir merhamet izi yoktu. Albert’in bacağını yakalayıp onu sürünmekten alıkoydu. Soğukkanlı bir sesle konuştu:
“Gönlünü rahatlatacaksa, bilmeni isterim ki artık bu dünyada kimse babamızın yerine geçip onun yaşattığı acıları tekrar yaşatamayacak.”
O an Albert bacaklarından itibaren tozlaşmaya başladı. Ancak Alex’in dokunuşu, onu gerçek dünyaya geri çekmişti. Hayatı sona ererken, zihni ilk kez berraklaşmıştı. Düşünceleri huzura kavuşmuş gibiydi.
“Sonunda özgürüm…” dedi Albert, yüzünde yorgun ama huzurlu bir tebessümle. “Teşekkür ederim. Asla ona benzeme… kardeşim. Bir daha kimsenin onun yaptıklarını yapmasına izin verme…”
Albert’in gözlerinden akan yaşlar, mutluluğun ve huzurun sessiz birer nişanesi gibiydi. Tüm varlığı yavaşça yok olurken, ilk kez taşıdığı yükten kurtulmuş gibi hissetti. Çevredeki tüm yarıklar kapanırken, son sözü bir veda tınısı gibi yankılanmıştı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 4.08k Okunma |
1.64k Oy |
0 Takip |
49 Bölümlü Kitap |