

Alex, gördükleri karşısında midesindeki bulantıyı bastırmaya çalışıyordu. Boğuk bir sesle kendi kendine fısıldadı:
"Ba-Baba..."
Andrew, onun bu haline aldırmadan önlüğünü düzeltti, yüzündeki sakin ama soğuk ifade hâlâ değişmemişti. Arkasını döndü ve derin bir nefes aldı.
"Artık tüm gerçekleri öğrenme vaktin geldi, evlat..."
Sözlerinin ardından Andrew, elini gökyüzüne doğru kaldırarak havayı keskin bir şekilde hareket ettirdi. Güneş, normal akışının tersine dönmeye başladı; zaman, geriye sarar gibi ilerliyordu. Ancak değişen sadece zaman değildi; bulundukları zemin de yükselmeye başlamıştı. Yükseldikçe çevre bulanıklaşıyor, gökyüzü anormal bir hızla dönüyordu. Alex, bu yoğun hareketlilik karşısında dayanamadı ve olduğu yere çökerek kusmaya başladı. Zaman sonunda sabitlendiğinde Alex, nefesini toparlamaya çalışarak etrafına bakındı.
Artık farklı bir yerdeydiler. Yeni bir şehir. Gelecekte Triton'u gördüğü zamanlara benzer bir tasarım vardı ama bu şehir daha dar, daha sıkışık ve daha yüksek yapılarla doluydu. İnsanlar sokaklarda hızlı bir şekilde yürüyordu, üstlerinde tuhaf giysiler vardı. Bazıları yerde duran Alex'e kısa bir bakış atıyor, ancak çoğu kendi işleriyle meşgul görünüyordu.
Andrew, Alex'e dönerek ellerini iki yana açtı.
"Burası benim doğduğum yer," dedi, sesi garip bir nostaljiyle doluydu. "Yaklaşık beş yüz döngü öncesindeyiz. Gezegenin döngüler ve Kaizen olmadan önceki ilk hâline hoş geldin."
Alex, titrek bir şekilde ayağa kalktı. Çevresine bakarken gördüğü her şey ona yabancıydı. Yazılar anlamsız sembollerle doluydu, tek anlayabildiği şey reklam panolarında sürekli tekrar eden bir sayıydı: "2343."
Andrew, Alex'in bakışlarını fark etmiş gibi konuşmaya devam etti.
"Doğduğum yıl, 2343. Dünyanın şu haline bak. Ne kadar da güzel, değil mi? Özel insanlar yok, Kaizen yok, Enderler yok. Saf ve temiz bir dünya."
Sesi soğuktu, ama söyledikleri derin bir tutkuyla doluydu. Bir anda elini tekrar havaya kaldırdı ve bu sefer tam ters yöne doğru çevirdi. Yine o baş döndüren değişim başladı. Alex bu kez kendini yere bırakmadı, her adımda Andrew'e daha fazla yaklaşmaya çalışıyordu. Ancak hareket, onu tekrar dengesiz bırakacak kadar sertti.
Zaman bir kez daha durduğunda, kendilerini geniş bir laboratuvar ortamında buldular. Siyah bir camın önünde duruyorlardı, camın arkasında alt seviyede başka bir oda vardı. Yanlarında bir grup bilim insanı toplanmış, dikkatlerini aşağıya vermişlerdi.
Alex, camdan aşağı baktığında ürkütücü bir manzarayla karşılaştı. Aşağıda, çıplak bir şekilde duran bir erkek vardı. Saçsız, ifadesiz, sanki sadece orada durmak için yaratılmış gibiydi. Çevresinde bir dizi kablo, cihaz ve laboratuvar ekipmanı bulunuyordu.
Andrew, camın önünde durdu ve kollarını bağladı. Gözleri, Alex'in gördüğü manzaraya sabitlenmişti. Sesi, şimdi her zamankinden daha soğuk ve keskin bir şekilde yankılandı.
"İşte, her şeyin başladığı yer burası..."
Hoparlörden gelen mekanik ses yankılanarak üçten geriye doğru saymaya başladı. Sayım biter bitmez, aşağıdaki adam bir anda yere kapanıp kulakları yırtarcasına bir çığlık attı. Kasları anormal bir şekilde kasılırken, tüm vücudu titreşiyordu. Sonra, sanki aniden kontrolü ele almış gibi doğruldu ve elini duvara doğru kaldırdı. Avuç içindeki boşluklar açıldı ve metalik bir parlaklıkla büyük mermiler fırlamaya başladı. Her biri duvara saplandığında şiddetli patlamalar gerçekleşiyordu.
Etrafı izleyen bilim insanları, ilk başta dehşetle karışık bir sessizlikle sahneyi izledikten sonra sevinç çığlıkları atmaya başladılar. Bazıları mutluluktan birbirine sarılırken, kimileri coşkuyla alkışlıyordu. Ancak tüm bu kaosun ortasında Andrew'un sakin ve sarsılmaz sesi yankılandı. Alex'e doğru konuşmaya devam etti:
"Biyogenetik bilimde büyük bir ilerleme kat edince büyük buluşlara imza attı. Bugün gördüğün bu buluşla kontrollü yapay mutasyonu keşfettiler. Tabi az sonra denek patlayıp tüm binayı havaya uçuracak. Yine de yaptıkları bu şey dünyanın kaderini değiştirecekti."
Andrew'in sözleri bitmeden, laboratuvardaki bilim insanlarından biri ona doğru döndü. Kekeleyerek, korkuyla karışık bir sesle bağırdı:
"Ne? N-Neden bahsediyorsun sen!"
Kadının sözleri sona ermeden aşağıdan devasa bir patlama sesi yükseldi. Alex, ateş ve kıvılcımların hızla yayılıp kendilerine doğru geldiğini gördüğünde, çevrenin bir kez daha değiştiğini fark etti. Andrew elini bir kez daha havaya kaldırmıştı ve onları başka bir zamana taşıyordu.
Bu kez geçiş çok daha kısa sürdü. Alex, kendisini savaşın tam ortasında buldu. Bir zamanlar düzenli bir şehir olan bu yer, şimdi harabe hâline gelmişti. Binaların çoğu yıkılmış, geriye kalanlar ise duman ve is içinde kaybolmuştu. Kaos hâkimdi; sokaklarda birbiriyle savaşan insanlar, tuhaf yaratıklar ve elementlerin iç içe geçtiği bir manzara... Havada yükselen bir adamın etrafı su küresiyle sarılmıştı ve bir başkası onunla buzdan bir mızrakla savaşmaya çalışıyordu.
Andrew, yaklaşmakta olan su küresi içindeki savaşçıyı fark etti. Gözlüğünü düzelterek ona doğru baktı. Bir anda havadaki elementalist durdu; adeta zamanın dışında kalmış gibiydi. En ufak bir hareket bile yapamıyordu. Andrew'un sesi, savaşın uğultusunu bastırdı:
"Mutasyonlar, virüslerle birleşince kontrolden çıktı. İnsanlar elde ettiği güçleri kontrol edemeden aklını yitirdiler. Böylece tüm dünya, yalnızca yirmi yıl içinde bu hâle geldi. İsteseydim, o buluşun yapıldığı ana gidip her şeyi yok edebilirdim. Ama o zaman bu buluşu başka biri yapacaktı. Bu yaptığım ise yalnızca kendimi yok etmek olurdu. Ah, kendimden bahsetmişken..."
Andrew bu kez elini bile kaldırmadan, çevre bir kez daha değişti. Kendilerini yine bir laboratuvarda buldular, ancak bu sefer yanlarında hiç kimse yoktu. Camın diğer tarafında, büyük bir masa ve U şeklinde dizilmiş koltuklar vardı. Her koltukta takım elbiseli insanlar oturuyordu.
Masanın karşısında tek bir sandalye vardı ve o sandalyede ise Andrew oturuyordu ama daha genç ve atletik bir formdaydı. Öfkelenerek bağırdı "Size çözüm sunuyorum! 'Değişim Günü' bizim tek kurtuluşumuz! Eğer burada oturmaya devam ederseniz hepimizi öldüreceksiniz!"
Lider koltuğunda oturan, saçları arkadan bağlı bir kadın Genç Andrew'in sözünü keserek sert bir şekilde cevap verdi:
"Yani sadece belirli kişileri yer altına kapatıp tüm dünyaya sırtımızı dönmek mi istiyorsun? Gezegenin sıfırlanmasını mı öneriyorsun? Sen bencil bir adamsın, Andrew! Söylesene, 'Değişim Günü'nden sonra yeni insanlar tekrar yapay mutasyonu keşfettiğinde ne olacak? Tekrar mı bir Değişim Günü yapacaksın? Ah anladım, Sen bu işi lanet bir sonsuz döngüye çevirmek istiyorsun!"
Genç Andrew masaya doğru eğildi, sesi hâlâ yükseliyordu.
"Pekâlâ, söyle bakalım Lortin! Dahiyane çözümün ne? Nasıl kurtulacağız? Kendi ellerimizle bir virüs yarattık. Şu an bile bu virüs buraya ulaştığında yarımız ölecek, kalanlar ise özel güçlerini kontrol edemeyip herkesi katledecek!"
Oda kargaşa içinde dolup taştı. Herkes yüksek sesle konuşuyordu. Lortin tekrar bağırarak araya girdi:
"Sessizlik! Elimizde hâlâ bizi kurtaracak biri var."
O anda bir kadın araya girdi, sesi huzursuz bir şekilde yükseldi:
"Kai'yi kontrolsüz bıraktığımızda bir şehrin yok olmasına neden oldu! Hâlâ kontrol edilebilir değil!"
Bir başka ses aradan alaycı bir şekilde yükseldi:
"Zaten bir film yıldızından ne bekliyordunuz ki..."
Lortin, sinirle başını avuçlarının içine aldı ve sesleri susturdu.
"Bu kadar yeter! Bana daha iyi çözümler getirin. Süremiz kısıtlı. Andrew, önergeni askıya alıyorum. Toplantı bitmiştir!"
Genç Andrew, öfkeden masaya vurup yerinden kalktı ve odadan çıktı.
Andrew, uzun bir sessizliğin ardından Alex’e döndü "Lortin'in amansızlığı yüzünden planlarım sekteye uğradı. Ama ben vazgeçmedim. Gizlice bana arka çıkanlarla çalışmalarımı sürdürdüm. Lortin, ülkelerin yönetimleri çöküp mutantlar kendi krallıklarını kurduğunda, idam edilenlerin arasında ilk sıradaydı. Böylelikle yeni bir lider için oylama yapıldı Büyük farkla kurul oylamasını kazandım."
Andrew, güçlü bir hareketle ekrana elini vurdu ve camlar kırılmaya başladı. Etrafındaki her şey sanki bir şok dalgasıyla paramparça oldu. Alex, o an her şeyin bulanıklaştığını ve gerçekliğin Andrew'in ellerinde şekillendiğini hissediyordu.
Kırılan cam parçaları birer birer yerden kalkarak çevreyi yeniden inşa etmeye başladı. Artık, Triton'un merkezindeydiler ama bu yer çok daha canlıydı. Andrew, derin bir iç çekişle devam etti:
"Gizli projemi Triton başa geldiğimde gün yüzüne çıkardım. Yer altındaki sığınak. Yeni düzenimiz 'Kaizen' olarak adlandırılmıştı. Tabi, Triton'da bu ismi hatırlayan tüm arkadaşlarım zamana yenik düşerek öldü." Andrew, içindeki dostlarına bakarak ekledi, "İsteseydim onları gençleştirip hayatta tutabilirdim ama bunu yapmak, ruhlarını gençleştirmezdi."
Andrew’in bakışları bir an için anılarına daldı, sonra devam etti: "Sığınak hâlâ tam olsa da, bir şey eksikti. Gezegenin Değişim Gününe girmesi için bir meteor gerekmekteydi. Bunun için, gezegenin en güçlü adamını kandırmanın bir yolunu bulduk."
Çevre tekrar değişiyordu. Bu zamansal yolculukta tüm mekan değişikliklerinin nedeni aslında zamanla birlikte altlarında ki platformun da hareket etmesiydi ama bu olay çok hızlı gerçekleştiği için Alex'in algısı bile bunu fark edemiyordu.
Bu sefer Karanlık bir odada durmaktaydılar. Ortada bir yatak vardı, çevresinde doktorlar ve sedye yatağında bir kadın vardı. Kızıl saçlı, güzel bir kadın.
Andrew, olayı anlatmaya devam etti: "Eşi Sandra’yı gizlice ele geçirip, o güne kadar yapılmamış bir teknikle bir mutasyon enjekte ettik. Bu mutasyon doğrudan beynine verildi."
Alex, bir anlık sessizlikten sonra söze karıştı: "Aktarıcıyı yaratıp Kaizen’i öğrettiniz."
Andrew, hafifçe gülümsedi ve derin bir anlam taşıyan bakışlarla cevap verdi: "Ah, işin o kısmı, onları oyalamak için uydurulmuş bir hikayeydi. Gerçekten isteseydim, her Değişim Günü kıyamet bittiğinde yer altından çıkar, tüm Kaizen’in sistemini kendi rehberliğimde kurardım. Bu yüzden Jessy’nin geçmişe gelmesine bile gerek yoktu. Ama Kai’nin psikolojik olarak hazırlanması için gerekli bir önlemdi."
Andrew, bir adım daha atarak devam etti: "Herneyse, asıl olay, Sandra'nın beynine enjekte ettiğimiz maddenin Kai'nin enerjisiyle tepkimeye girmesiydi. Bu sayede güçlü bir koza örülüp gezegene çarpacak büyük bir meteor dünyaya çekiliyordu."
Andrew, son cümlesini bitirirken gülümseyerek devam etti. "Zavallı Kai, her Değişim Günü birkaç ışık gösterisi yapınca dünyanın sonunun geldiğini sanıyordu. Ama asıl dünyanın sonunu getiren kişi kendisiydi."
Andrew, birilerinin karanlıkta onları izlediğini fark ettiğinde hızla elini oynattı. Bu sefer, her zamankinden daha hızlı bir şekilde geleceğe doğru bir dönüş yaşandı. Alex dişlerini sıktı, bu sefer dayanacaktı.
Etraf durulduğunda, beyaz, tuhaf bir maddeden yapılmış devasa bir kozanın önündeydiler. Dünya harabe içindeydi, her yer lavlarla dolmuş, ateşler her yeri sarmıştı. Dünya, sanki ilk çağlarına geri dönmüş gibiydi, tek bir ağaç dahi yoktu.
"Birçok yoldaşını, öğrencisini kozaya alıp kurtarmak istedi. Ama gözyaşlarıyla hepsine veda etti. İsteseydi herkesi kurtarabilirdi, ama gerçeği fark etmesin diye ona her seferinde kozaya sadece bir aktarıcıyı alabileceğini söyledim." Andrew’in sesi, çevreye sinmiş boğucu hava kadar yoğun ve ağırdı.
Alex, ellerini kafasına kapatarak yere çöktü. Havada ki baskı, ona daha fazla dayanma gücü vermek için savaşsa da, sonrasında kendini zorlayarak bağırdı: "Lanet olsun... Sandra... Kendini boş yere öldürdü! Kai yıllarca boş yere delirmiş gibi harap etti kendini. Neden?! Neden!"
Andrew, sessizliğe gömülmeden önce derin bir nefes aldı ve devam etti: "Çocuklarının olması tamamen mutasyon eseriydi. Onlara gerçekleri söylemem bir sonraki döngüye zarar verebilirdi. Bu yüzden risk almamayı tercih ettim."
Alex’in öfkesi daha da büyüdü. "Nasıl olur da bunca şeyi yapıyorken, hala kendine insanım diyebiliyorsun?!"
Andrew’in bakışları sertleşti. Sinirle Alex’e doğru adım attı. "Yeteneklerimi aldığımda zaten insanlığımı kaybettim. O lanet ikili her döngüde hafızasını silerken, benimki olduğu gibi kaldı. Beş yüz döngüdür hayatta olmak... Ruhum parçalanıyor. Zaman bedenimi eritmese de ruhumu eritiyor! Zaten bu lanet yeteneği aldığım gün, kaderim çizilmişti."
Aniden, karanlıkta bir ceset belirdi. Ceset, ayaklanarak gözlerini Alex ve Andrew’e doğru çevirdi. "Siz de kimsiniz?" Kollarına bakarak çığlık attı; her yanı yanmıştı. "Neden ölmüyorum?"
Andrew, gözlerini cesetten ayırmadan devam etti: "Yaşlılığımı kontrol edebilmek için her döngüde kendimi değişim gününe kadar donmuş kapsüllerde saklıyordum. Ama bir gün işler yolunda gitmedi. Her zamanki gibi düzenlediğim felaketlerle Kai'yi dünyanın sonunun geldiğine inandırmayı başarmıştım. Ancak Kai, Sandra ile birlikte kozayı örerken Triton’a giremedim. Korkuyla Kai’ye doğru koştum. Hayatta kalma içgüdüm, ona yetişip gerçekleri anlatmam gerektiğini haykırıyordu, ama başaramadım. Oraya vardığımda, koza çoktan örülmüştü."
Andrew’in gözleri, yanmış cesede odaklandı. "Ölmedim. O gün, lanet olası bir enderin oluşturduğu ölümsüzlük alanına girmiştim. Binlerce yıl o boğucu havada derimin acısını çekerek mutasyon geçirdim. İşte o zaman Zamanın Varisi olmaya başladım. Her gün, her gün derim yansa da, her lanet gün ölmek istesem de devam ettim!"
Yanmış ceset, konuşan yüze bakarak ellerini yere koydu ve acı dolu bir çığlık attı: "Sen bensin... Lanet olsun! Hayır, lütfen beni burada bırakma! Lütfen, istediğin her şeyi yaparım! Her şeyi! Nolur, Nolur bana acı... Binlerce yıl bu acıyla yaşayamam!"
Andrew, bu sefer sağ ayağını sertçe yere vurdu. Çevre bir anda karardı. Sonra tekrar aydınlandığında, eski yerlerine gelmişlerdi. Yapay doğa ortamı, olduğu gibi duruyordu.
Alex, öfkeyle Andrew'e tiksintiyle bakarken "Yeteneklerini bana nasıl aktardın?"
Andrew, yüzünde karanlık bir ifadeyle yanıtladı: "Çünkü sen benim gerçekten oğlumsun. Doğduğunda seni annenden gizlice şu anki döngünün başlangıcına getirip mühürlü kapsüle yerleştirdim. Tabi onların bundan hiç haberi olmadı."
"Yalan! Her şeyin gibi bu da yalan!" Alex, gözlerinden öfke fışkırarak bağırdı. "Kim eşini ölümüne izin verir ki? Sen ruhsuz adi bir herifsin!"
Andrew’ın bakışları soğuk, karanlık bir boşluğa dönüştü. "Anlamıyor musun? Ruhum ölüyor, yerime birisini geçirmem gerek. Gelecekte anneni hayatta bırakmam kararlarımı etkileyebilirdi!"
Alex’in nefesi hızlandı, sesindeki tiksinti netti. "Senin ve adi düzeninin başına geçmeyeceğim, Andrew!"
Andrew, bir an için derin bir iç çekti, sonra alaycı bir şekilde konuştu: "Ah, bu sefer iyi yaptım sanmıştım. Sende diğerleri gibisin, değil mi? Ne kadar da zaman israfı."
"Seni adi pislik! Önceki döngülerde de kendine varis yetiştirmeyi denedin, değil mi?" Alex, hiddetle adımlarını sıklaştırarak Andrew’e yaklaşmaya çalıştı.
"Yeteneğim her şeyi görüyor," dedi Andrew, soğuk bir şekilde. "Ama tüm gerçekleri öğrendikten sonra vereceğiniz kararlar o kadar fazla değişken oluyor ki, bu durumu tekrar ve tekrar denemek zorunda kalıyorum. Neyse, artık benim için başarısız bir denek olduğuna göre bu konuşmanın devamı seni ilgilendirmiyor."
Andrew, elini yüzüne doğru gezdirdi. Aniden yaşlanmaya başladı; vücut yapısı irileşti, saçları ve sakalları beyazlaşıp uzadı. Bir anda, zamanın yükü ve acı dolu döngülerin izleri vücudunda belirginleşti. En sonunda, eski haline geri döndü.
Ve bir anda, hiçbir uyarı yapmadan, hızla Alex'e doğru yöneldi ve tek bir güçlü tekme ile onu uzak kayalardan birine fırlattı.
Alex, kayaya çarptığında tüm vücudu sarsıldı, ağzından kanlar akarak yere düştü. Ancak acı onu durduramazdı; hemen toparlanarak ayağa kalktı. Andrew, hızla üzerine gelirken her yumruğunda taşlar paramparça oluyor, ardında devasa delikler bırakıyordu. "Yetiştirmeye çalıştığım on birinci evlatsın. Gurur duy beni en iyi tanıyan sen oldun!" diye bağırdı Andrew, sesi öfke ve kibirle yankılandı.
Alex, çaresizlik içinde enerjisini toplamak için yere elini sürttü ve hızla yakındaki ağaçların arasına sıçramaya çalıştı. Ancak zıplaması yarıda kesildi; Andrew onun hemen arkasındaydı. Alex’i havada yakaladığı gibi sık ağaçların bulunduğu bölgeye doğru savurdu. Alex, çarpıştığı her ağacı parçalarken sonunda en sağlam olanına çarparak durabildi. Geriye dönüp baktığında kırılmış ağaçların ardında bir enkaz zinciri görüyordu.
Andrew’in sesi, çevrede yankılandı. “Onuncu denememde çok yaklaşmıştım. Ama o, kontrolü kaybedip tüm insanlığı yok etmeye karar verdi. Onu durdurmak için sonsuz bir paradoksa giriştim. Sonunda zihni dayanamadı ve kendini öldürdü. Dünyanın iyiliği için yerime biri geçene kadar bu amaçtan vazgeçmeyeceğim.”
Alex, bir eliyle yere tutunurken diğeri kalbinin üzerinde duruyordu. Acıyı bastırmak ve hayatta kalmak için kalbine enerji gönderiyordu. Zihni bulanıktı ama tek bir düşünce netleşiyordu: Andrew’i durdurmalıydı.
“Sen... seni hastalıklı pislik!” diye haykırdı Alex, sesi hem öfke hem de nefretle doluydu. Nefes alışı hızlanıyor, acı ve adrenalin bedenine hükmediyordu. Fakat Andrew'i yenmek için bir şeyler yapması gerektiğini biliyordu. Daha önce ne gördüyse, ne yaşadıysa hepsinden farklı bir hamle yapmalıydı.
"Aslında seni sevmiştim," dedi Andrew, yüzünde acımasız bir gülümsemeyle. "Kai'ye karşı seni desteklemek beni keyiflendirdi. Mutasyon yüzünden artık eşi yerine kızıyla sonsuzluğu sürdürmek zorunda kalması ne kadar trajik, değil mi?"
Alex, Andrew'in sözlerinden bir ipucu yakalamıştı. 'Mutasyon.' İşte aradığı cevap buydu. Yeteneğini geliştirmenin tek yolu, kendi bedenini aynı süreçten geçirmekti. "Aslında haklısın," dedi Alex, Andrew'in yüzüne meydan okurcasına bakarak. "Sonuçta amacımız sonsuzluğu sürdürmek, değil mi?" Kalbinin üzerindeki eline daha fazla baskı uyguladı. Mutasyonu başlatmak için gerekirse tüm yaşam gücünü verecekti.
O an Alex’in zihninde kopan fırtına, dışarıdan bakıldığında saniyelerle sınırlıydı, ancak onun için saatler hatta günler süren bir savaşa dönüşmüştü. Zaman ve mekandan tamamen bağımsız bir boşlukta, geçmişin yankılarına tanıklık ediyordu.
Bir anda kendini tanıdığı, ama yabancı gelen bir laboratuvarın ortasında buldu. Gözleri, önünde duran kapsüle takıldı. Babası, sessizce orada uyuyordu. Yanında ise üzerinde “Döngü 512: Uyman Gereken Tüm Planlar” yazılı kırmızı bir kitap vardı. Alex, ağır adımlarla kapsüle yaklaştı. Parmakları titreyerek kapsülün soğuk camına dokundu.
Dokunduğu anda aralarında derin bir bağ oluştu. Zaman, onun kontrolünde akmaya başladı. Kendi bedeniyle birlikte babasının vücudunda birikmiş tüm zamansal mutasyonları geri alıyor, onları birer birer yok ediyordu. Ancak her geri sardığı anda, zihninde yankılanan bir çatırtı hissediyordu; zamansal köprünün çatırdayarak yıkıldığını görmek, içindeki huzursuzluğu arttırıyordu.
Babasıyla arasındaki bu bağ, her iki tarafın da sahip olduğu tüm güçleri sıfırlayana kadar sürdü. Nihayet, geçmişin zincirleriyle birlikte babasının gücü de tamamen sona erdi.
Gözlerini tekrar açtığında, gerçek dünyaya dönmüştü. Zihninde geçen tüm bu olaylar bir anlıktı, ama onun ruhunda bir ömür gibi iz bırakmıştı. Yavaşça ayağa kalkarken yüzüne hafif bir esinti vurdu. Toz halindeki bir zerre, onun çabasının küçük bir simgesi gibi, havada süzülerek yok oluyordu.
Andrew'in ifadesi bir anda değişti. Ellerine baktı, sanki yeteneğinde bir sorun vardı. Bu sahne, son sözler... Alex’in böyle konuşmaması gerekiyordu. Bir şeyler ters gidiyordu. Andrew, varoluşunun kontrolünü kaybettiğini hissetti. Sanki artık bu dünyanın tanrısı değilmiş gibi... "Ne yaptın sen?" diye sordu, sesi ilk kez paniğe kapılmıştı.
Alex yavaşça ayağa kalktı, ağzından kan sızıyordu ama gözlerindeki kararlılık her şeyi söylüyordu. "Yeteneğimizi ters mutasyona uğrattım baba. Artık zamanın köprüsü bozuldu." dedi, sesi net ve keskin. "Bu döngüde tüm yeteneklerini kaybettin Andrew. Gelecek ve geçmiş yeniden şekillenecek."
Andrew, tüm öfkesini bir yumruğa yükleyerek Alex’in kalbine sapladı. "Bu bedenim zaten ölümsüzlüğe adapte oldu. Daha önceki döngülerde topladığım kayıtlarla binlerce alternatif yolum var. Yeteneklerimi nasıl kazandıysam, yine aynı acıları çekerek onları geri kazanacağım." Gözleriyle Alex’in tepkisini ararken alaycı bir gülümseme yayıldı yüzüne. "Görüyor musun hiç bir şey değişmedi!"
Ancak, eline bakınca ifadesi bir kez daha değişti. Parmakları yavaşça toz zerreciklerine dönüşmeye başlamıştı. Aynı anda çevresi de çözülüp yok oluyordu. Evrenin her bir köşesi, Alex’in yaptığı hamleyle sanki zamanın ötesinde bir sona sürükleniyordu. Andrew, çevresindeki bu kaotik dönüşümü şaşkınlıkla izledi. "Bu nasıl mümkün olabilir? Daha geçmişteyiz..." diye fısıldadı, sesi çatallı ve kararsız bir yankıya dönüştü.
Fakat kısa bir an sonra yüzü sakinleşti. Bir kabullenişle başını eğdi ve mırıldandı: "Tabii ki… Yeteneklerim olmadığı için bu döngüde zaman kapsüllerini yapamadım. Bu yüzden Hera'yla asla evlenmemiş olmalıyım. Sen de Jessy ile geçmişe hiç gelemedin, çünkü aslında hiç bir zaman doğmadın. Bu konuşmayı da hiç yapmadık."
"Tebrik ederim, Alex. İlk defa zamanı değiştirmeyi başardın. Ama yine de, tüm bunlar hiçbir şeyi değiştirmeyecek, oğlum..."
Son sözleriyle birlikte Andrew’in bedeni, hızla yok olan evrenin tozlarına karıştı.
Alex, yok oluşun içinde duruyordu. Çevresindeki her şey birer birer çözülürken, bedeninin yarısının da toza dönüştüğünü fark etti. Buna rağmen yüzünde bir gülümseme belirdi. Güçsüz bir sesle son kez mırıldandı: "Mutasyon gelişince bir şeyi fark ettim baba... Tüm gücümü sadece senin güçlerini yok etmek için harcamadım..." Son sözleriyle birlikte bedeni tamamen küllere dönüştü ve yok oldu.
***
Yükseliş Akademisi'ne yeni yılın heyecanı çökmüştü. Sofia ve Edward, Kai'nin görkemli dojosunda yığınla hediyenin arasında oturmuş, tek tek paketleri açıyorlardı. Çoğu hediye, şatafatlı bir şekilde hazırlanmış, tek kullanımlık mesaj kartlarından ibaretti. Sofia bir kutuyu açarken kahkahalarla bağırdı:
"Hey, Tommy bir şehri küçültüp hediye olarak göndermiş! Bu Noel gerçekten çok eğlenceli geçiyor, ha!"
Edward da kendi kutusunu açtı, ama bir anda yüzüne sert bir yumruk yiyerek yere kapaklandı. Hemen homurdanarak cevap verdi:
"Evet, inanılmaz eğlenceli! Lanet olsun sana, Catrina!"
Sofia kahkahalarını tutamazken, alaycı bir şekilde konuştu:
"Onun çıkma teklifini reddetmeyecektin! Şimdi reddedilme serisini bozdun."
Edward yüzünü ovuştururken karşılık verdi:
"Ona seninle ilgilendiğimi söylemiştim! Ama o yine de gururuna yediremeyip beni baloya davet etti."
Kahkahalar arasında Sofia'nın gözü, hediye yığınının tepesinde duran bir kitaba takıldı. Kitap, diğer hediyelerden farklıydı. Koyu kırmızı kapaklıydı ve etrafına tuhaf bir enerji yayıyordu; sanki içinde sayısız sır barındırıyormuş gibi bir çekim gücüne sahipti. Neşesi bir anda ciddiyete dönüştü. Kahkahaları durdu, gözleri kitaba sabitlenmiş bir halde ayağa kalktı ve dikkatlice ona doğru yürüdü.
Kitabın kapağında altın harflerle şu yazıyordu:
“Döngü 512: Uyman Gereken Tüm Planlar”
Kapağın hemen altında ise bir isim vardı: Dr. Nathan Brown.
Sofia kitabı açıp sayfalarını karıştırırken gözü bir isme takıldı: Alex Brown. Gözlerini kitaptan ayırmadan, duyduğu merakla Edward'a döndü.
"Edward, Alex Brown adında birini tanıyor musun?"
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 4.08k Okunma |
1.64k Oy |
0 Takip |
49 Bölümlü Kitap |