@dazaydes
|
Benimle oynamak isteyen bir bebek görüyorum karşımda. Adı Kaya, namı değer Timur. Dikkat et kayalar sana çarpmasın. Çünkü ben çarpacağım. Çarparken bile şunu söylemeyi unutmayacağım.”Ben ebeyim ve insanları ebelemeyi çok seviyorum.” Timur onu gördüğümü fark ettiğinde bana doğru yaklaştı. “Dövüş sanatlarını biliyor musun?” diye sorduğunda amcam varmış gibi “Demir amcamın öğrettiği kadar.” Diye yanıtladım. Kafasını hafif eğerken kaşlarını çatması dikkatimi çekmişti. Söylediklerimin doğru olup olmadığını sorguluyordu. Daha çok sorgulardı. Ben ileri doğru bisikletime ilerlerken o da peşimden geliyordu. Ona doğru döndüm, ebedi düşmanıma. Bakışlarımı yumuşattım ve başımı hafif eğdim. “Seni buraya hangi rüzgar attı?” diye sordum. O da bana doğru dönerek “Sokaktan geçiyordum, bir baktım sen birileriyle dövüşüyorsun. Ben de bir selam vereyim dedim. Rahatsız mı ettim?” diye sordu. Kafamı iki yana doğru olumsuz anlamda salladım. “Rahatsız etmedin. Sadece merak ettim.” Dedim. Bisikletime baktım ve geri düşmanıma döndüm. Ona nasıl hitap edeceğimi bile bilmiyordum.omzumu siktim ve”Bisiklet hasar almış eve kadar yürümem gerekecek.” Diyerek güldüm. O da bana eşlik ederken eve doğru yürümeye başladık. “Kaya, “ dedim. Bana doğru döndü ve duraksadı. “Biliyormusun zeki insanlar ideal tipimdir.” Dedim ona doğru gülümseyerek. Dediğime ilk anlam veremedi. Ne dediğimi algılayabildiğinde sertçe yutkundu. Bana olduğundan daha fazla yaklaşarak “ideal tipin miyim ben senin?” diye sorduğunda kafamı iki yana salladım. “Orasını bilemem ama ideal tipim olanlar bana daha yakın olanlardır.” Dedim. Adımlarımızı tekrardan ilerletmaye başladık. En sonunda diğer evimin önüne geldiğimizde duraksadım. “Geldik.” Dedim ona doğru dönerken. “Teşekkürler.” Dediğinde ne olduğunu ve neden dediğini anlamadım. Tekrardan gözlerimin içine baktığında anlamam için “Seninle buraya kadar gelmeme izin verdiğin için.” Dedi. Kafamı iki yana salladım. “Asıl ben sana teşekkür ederim, “ dedim ve ben de gözlerinin içine baktım. “Bugün benimle buraya kadar geldiğin için.” Dedim. Ellerimi dudaklarına götürdüm ve dudağına düşen kirpiğini aldım. Yutkundu. İkimizde birbirimize karşı rol yapıyorduk. Bunu neden yapıyorduk bilmiyordum ama sadece yapıyordum. “Yutkunmana sebep olacak bir şey yapmadım.” Dediğimde kendisine geldi ve mavilerini bana dikti. “Sadece... “ dedi anlamazlıktan geldiğimde “Boşver.” Dedi. Ben cebimden anahtarı çıkarıp kapıyı açtım. Ondan gözümü alarak içeri giricektim ki bana seslendi. “Yarın görüşürüz.” Dedi. Ona doğru bakarak “görüşürüz” dedim ve içeri girdim. Apartmanın merdivenlerini hızlıca çıktım ve dairenin içine girip kapıyı kapattım. Umarım bizim evimizi bilmiyordur.” Öğrenmesin diye buraya kadar yürüdüm sonuçta.” Diyerek ayakkabılarımı ayağımdan çıkararak ayakkabılığa bıraktım. İçeri geçtiğinde çantamıda bir kenara bıraktım ve koltuğa uzandım. Uzun süre gözlerimi kapattım. Uykuya dalacakken aranan telefonla ayaklandım ve telefonu açtım. “Alo?” dedi ilerideki ses. Berke’nin sesine benziyordu. “Efendim, Berke?” dedim uzaktaki kişiye. “Benim Lâlin. Neden hala eve gelmedin bir şey mı oldu?” diye sorunca sanki o beni görücek miş gibi başımı iki yana salladım. Kendime gelince “ biraz işim var birazdan geleceğim.” Dediğimde ilk düşündü ve daha sonra “tamam.” Dedi. Telefonu kapatacakken derin bir nefes aldım ve verdikten sonra “Berke! Bir şey mı oldu?” diye seslendim. “Yok ondan değil bizimkiler merak ettiler, kendileride aramaya utandılar da bana arattırdılar.” Dediğinde şaşkındım. Gözlerim büyürken “merak mı ettiler?” diye sordum hızlıca. O an kafasını salladığını anladım. Çok geçmeden kafasını salladığını anladı ve telefona yaklaşarak “hıhı.” Dedi. “Tamam birazdan gelirim. Merak edilecek bir şey yok.” Dedim ve telefonu biraz daha konuştuktan sonra kapattım. Aradan uzun bir süre geçti, geçti, geçti. Kolundaki saate baktım. Saat 15.36 geçiyordu. Kolumu koltuğa dayadım ve ayaklandım. Kendime gelmek adına derin bir nefes aldım ve verdim. Ayağa doğru kalktım ve koridorda ki aynaya doğru yürüdüm. Aynanın karşısına geçtiğimde dağılan saçlarımı açtım ve geri toplayarak at kuyruğu yaptım. Kapıda duran ayakkabılarımı ayaklarıma geçirdim. Kapıyı yavaşça açtığımda telefonu salonda unuttuğumu fark ettim. Ayaklarımı kırarak dizinin üstünde yürümeye başladım. Düşmanlarım görse kırk yıl dalga geçerdi şu anki halimle resmen. Elimi uzattım ve biraz daha yaklaşarak telefonu elime aldım. Kendi kendime “yess!” diye bağırdım ve geri kapıya doğru dizlerimin üstünde gitmeye başladım. Dizlerim yavaştan ağrıyordu. En sonunda zafer kazandım ve ayağa doğru kalktım. Dünyaya yükseldim diyebilirdim Daha fazla oyalanmamaya çalışarak kapıyı çektim ve arkadan kilitleyecek merdivenlerden inmeye başladım. En sonunda kapıya vardığımda kulp unutmayın çektim ve dışarıdan gelen soğuk havayla içim titremeye başladı. Adımlarımı hızlandırarak yakın olan eve gitmeye başladım. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm en sonunda evin önüne doğru yaklaştığımda serpişen kar taneleri yüzüme doğru hızla dökülmeye başladığında koşmaya başladım ve soluğu evde aldım. Hızlıca içeri girerken anlık refleksle Mahur’un uzattığı eli dönerek yere yatıracakken o olduğunu anladığımda hızlıca bıraktım ve koltuğa doğru yürürken Kıvanç’ın sağ köşede olduğunu görmemle hızlıca koltuğun sol köşesine de ben oturdum. Kıvanç’ın bakışları bana dönerken gözlerim az önce beni arayan Berke’yi bulmaya çalıştı. Çok geçmeden salona gelen Berke ve Nida’yı gördüm. Beni görünce şaşırdılar ama fazla belli etmediler. En sonunda Nida’nın “yemek hazır!” diye bağırmasıyla hepimiz masanın başına geçip horoz ve tavuk gibi dikilmeye başladık. En sonunda onları yönlendirmek üzerine Nida yemekleri doldururken gözüme batan koltuğun tarafına yakın olan sandalyeye geçtim ve oturdum. İlk yemek yiyen bendim onları beklemeden lokmamı ağzıma attım. Ekmeği bandırıp ikinci lokmamı ağzıma atarken Kıvanç sağ tarafımdaki sandalyeye oturdu. Ardından soluma Aren, Aren’in soluna ise Nida oturdu. Karşımızdaki sandalyeler de ise sırasıyla Beste, Berke, Mahur vardı. Bir sandalye ise boştu. Tamamen birinin gelmesini bekliyordu, ama kimse oraya kimin geleceğini bilmiyordu. Eskiden de hep o sandalye boş olurdu. Arada sırada Rıza gelince oturur yemek yerdi. Yemeği bitince ise eğitimin şartlarını teyet geçer giderdi. Hep 7 kişiydik. 8.kişimiz olmamıştı. Çok isterdim bir erkek daha olmasını. Çünkü yalnız hissediyordum. Yalnızlığa zamanla alışsamda bazen içim burkuluyordu, yalnızlıktan. Sofrada olan çorbam bittikten sonra çay fastı başlamaya yaklaşmıştı. Demliği ocağa koydum ve çayın altını yaktım. Neredeyse yarım saat telefona bakarken mutfaktaki sandalyede oturmuştum. Boş boş instagramda geziniyordum. Sıkıntıdan arada sırada çıkıp tekrar tekrar giriyor sayfayı yeniliyordum. En sonunda çayın kaynadığını fokur fokur ses gelen demlik ten anladım ve koşarak 4 kaşık içine çay atıp alttaki kaynanan suyu üzerine boşaltıp ocağın üstüne koydum. O sırada musluktan büyük demliği doldurdum ve küöük demliği kaldırarak altına büyük deliliği koyup üstünede onu koydum ve çayın yanında yiye bileceği miz atıştırmalıkları çekmece den çıkartıp boş sarelle kapaklarına boşalttım. Diğer kaplar doluydu ve mecbur Beste’nin her sabah yediği kaplara koymak zorunda kalmıştım. Kapları büyük tepsiye yetleştirirken bir yandan da instagram da reelslara bakıyordum. Allahtan fazla sakar değildim ve reflekslerim kuvvetliydi. Bunu dedikten 5 saniye sonra tabak kırsam şaşmazdı. Ama bu sefer gerçekten şaştı. Bir şey kırmadım. Hepsini içeri götürdüm ve sehpaya koydum. Berke “insan bir tepsi delileri masaya koyar.” Diye söylendiğinde ellerimin diğer parmaklarını indirerek orta parmağım havada kalınca “kızma lâlins bir şey demedim.” Kafamı iki yana sallarken çoktan mutfağa gelmiştim. Çayın kaynadığını gördüğümde altını hemen kıstım. Çayın oturmasını beklemek için salona doğru ilerledim ve sandalyeler den birisine oturdum. Koltuklara camış gibi yayılmışlardı. “Yuh” dedim ve televizyonu açarak youtube’a girdim. Olabilecek en gürültülü müziği seçtiğim de sesi fulledim ve müziğe bastım. Uyuyan tayfa Berke, Kıvanç, Beste hızlıca sıçrayarak yere düşerken diğerlerinin elindeki telefonlar yere kapanmıştı. Kahkaham evin içinde gürleşirken yerde yatan uyuyan tayfa artık ayılarak yerden kalktılar. Bana bakışları “çok komik!”dercesineydi. Ben gülerken yüksek sesli müzik devam ediyordu. Müzik en sonunda Kıvanç’ın ayağa kalkmasıyla kapandı ve aynı anda televizyon da kapandı. Kıvanç esprileri çok sevmezdi, hem de hiç sevmezdi. Ben ise espri yapmayı severdim, çok severdim. Aramızdaki fark çoktu, fark edilene kadar. En sonunda çayın oturup oturmadığı düşüncesi aklıma takıldığında yerimden kalktım ve tekrardan mutfağa girdim. Çay oturduğu için altını kapattım. Altlık alarak demlikte beraber salona doğru adımlarımı hızlandırdım. Demliği hızlıca altlığın üstüne koydum ve sıcak damlanın yaktığı bacağımı sıvazladım. Canım çok acımamıştı ama bunu fark eden Kıvanç’ın bakışları bacağımdaydı. Bu adam neden böyleydi? Aşık mıydı bana? Sus kızım sus. Rahatsız olmasam bile rahatsız hissettiğimi belirtecek şekilde bacaklarım geriye doğru gerilediğinde Kıvanç anladı ve bakışlarını bacaklarımdan çekti. Çayları koymak için yeltenen Beste çayları koyarken ben de bacağıma bakmak için hızlıca bu kattaki lavaboya girdim. Kapıyı örtme gereği duymamıştım çünkü kimse gelmezdi. Bacağıma baktığımda feci şekilde yanık izi vardı. Daha kurumamıştı bile. İki parmak boyutunda bir yanık izin vardı artık geçer miydi izin bedenime mühürlendi miydi bilmiyorum. Bacağıma sürmek için banyonun içinde duran ilk yardım çantasından yanık izleri için olan merhemi aldım ve hiç açılmamış kapağını alarak diz kapağımın bir tık üstünde olan yanık izine sürdüm. Geri banyodan dışarı çıktım ve çayımı içerek sohbet etmeye başladık. Berke bir yandan “Mahur’un kırmızı donunu gördünüz mü?” diye sorunca hepimiz bomba dolusu kahkahayı patlattık. “O mu aldı no no no,” dedi. En sonunda yaklaşarak “eski sevgilisi doğum gününde dalga geçmek amaçlı göndermiş” dediğinde öyle bir patlama yaşadık ki evren duysa evren değiştirirdi. Bakışlarım “Berke!” diye bağıran Mahur’a döndü. “Senin de Gizem’i grup yaparak aldattığını,” tam devam edecekti ki araya girmeye çalışan Berke’ye bağıran Mahur “Sus!” diye gümleyerek lafına devam etti. “Ve daha sonra Gizem’in o gruptaki kişilere ifşanı çektirtmesi,” dedi ve nefes verdi. “Şimdi söyle bana kimin durumu daha kötü? En azından benimki eski sevgilimin elinde fotoraf yok.” Dedi ve yerinden ayaklandı. “Bir daha sinirlendirme beni! Size iyi geceler.” Dedi bize dönerek salondan ayrıldı. Geriye ben, Aren, Beste, Nida ve Berke kalmıştık. En sonunda fazla beklemeyerek Berke Aren’in yanına yaklaştı. “Güzelim, hadi gidelim mi bahçeye?” diye sordu. Aren hızlıca kafasını salladığında Berke elini Aren’e doğru uzattı. Aren ile beraber Berke odadan çıktı ve ardından dört kişi kaldık. Beste ve Nida aynı anda ayağa kalktıklarında bana ve Kıvanç’a döndü. “Size de iyi geceler.” Diyerek ikiside odadan ayrıldı. En sonunda biz kaldık. Kıvanç ve ben. Ona bakmamaya çokça çaba sarf ederken bir anda kendimi gözüne bakarken bulduğumda göz göze geldik. Bakışları çok masum duruyordu. Ama o kadar masum değildi. Ya da sadece büyümeyi bekleyen çocuktu... Bana doğru bakan gözleri az önceki gibi bacağıma bakmaya başladı. Ben bir şey demek için ağzımı aralayacakken benden önce davranıp “çok acıyor mu?” diye sordu. Ama ben durdum, dondum. Bir şeyler düşünemedim. Çünkü ilk defa birisi bana sordu. Dedi ki acıyor mu? Acıyor muydu? Yoksa gerçekten acıyan yerim bacağım değilde kalbim miydi? Gözlerim ona doğru kaydı. Ağzımı yavaşça aralayarak “hayır, hiç acımıyor. “ yalan,çok acıyor. Demek isterdim gerçekleri, demek isterdim içimdeki acıyı, göstermek isterdim içimdeki fırtınayı... Bacağımdaki gözleri giderek kesinleşti ve dişlerini sıktı. Sıktığı dişlerinin arasından “yalan.” Sözcüğü çıktı. Dişleri daha sıkılaştı. “Bana yalan söyleme Roza.” Dedi. İkimizde birbirimize bakıyorduk. Aramızda santimler vardı. Nefesi burnuma değiyordu. Biraz daha yaklaştı ve tekrar sordu. “Çok acıyor mu?” ona bu sefer de yalan söylemeli miydim? Kesinlikle hayır. “Çok acıyor, “ dedim ve tepkisini ölçmek için biraz bekledim. Biraz daha yaklaştığında gözleri ateş gibi alev almıştı. “Çok acıyor, “ dedim tekrardan. “Yaramı sarabilecek misin?” dedim gözüne doğru bakarken. Artık benim de gözlerimde ateş vardı. Ateşler birleşiyor ve yeniden oluşuyor beni alevlendiriyordu. Bu benim özelliğim gibi değildi. Bu harcanan ateşe ben ve Kıvanç girmişti. Alevlerin arasından kaçarken patlamaya tutulduk. Ciğerlerimize kadar dolan alev bizi heyecanlandırdı, bizi günahkarlandırdı. Kıvanç bana bir nefes daha yaklaşarak “yaranı saracağımdan emin değilim, ama...” dedi ve yine yakınlaştı.”öperek alevini söndürebilirim.” Dediğinde sıcak bir nesne dudağıma değmişti... Sıcak dumanlar içimde dolaşıyordu. Kanım ürperiyor vücuduma kan pompalamayı bırakıyordu. Kalbimdeki parça ilk defa rahat duruyordu. Kalbim onu istiyordu. Gerçekten de onu mu istiyordu? Abartmamalıydım. Kalbim deli gibi atıyordu. Abartma kızım dedim sana! Hızlı atan kalbim durmak bilmiyordu. Sanki ilk defa biri beni öpüyordu Bir dakika gerçekten İLK DEFA BİRİ BENİ ÖPÜYORDU! Yaşadığım şok karşısında Bim’e girmeye bile vakit bulamadan Kıvanç’ın karşılık vermem için alt dilimi ıstırmasıyla kendime gelip geriye doğru adım attım. Bir şok daha yaşarken kendiliğinden kalkan elim sertçe Kıvamç’ın yanaklarına giderek pat diye ses çıkardı. Saçmalıyorsun kızım vurmamışsındır heralde, bir dakika gerçekten vurdum! Tekrar ikinci bir şokla elim hızlıca ağzıma kapandı ve bir adım daha gerileyip ne yaptığımı algılamaya çalıştım. Ben ne yapmıştım? Umarım Kıvanç Tatlıtuğ kızmamıştır. Gerçi beni öpmeye zorlayan oydu. Suçlu da oydu. Ben sadece onu kendimden uzaklaştırmaya çalıştırmıştım, evet tokatla. Sonuçta bir Tokatlının en iyi şeyi tokattır. Tokat attığımda hafif yüzü buruşmuştu ama şimdi gülmeye başlamıştı. Neden gülüyordu? “sapık!” diye bağırdım. Ama bağırışım evi yıkacak kadar değildi. Bu yüzden yukarıda uyuyan 5 bedenin ruhu bunu duymazdı, aksine duymamazlıktan gelirdi. Beni duymazlıktan gelerek gülmeye devam ediyordu. En sonunda dayanamayarak “Ne var niye gülüyorsun?” diye sorunca bana doğru yaklaşmaya başladı. Adımlarım geriye doğru giderken bir anda büyük bir elin belimi sarmasıyla bedenlerimiz birbirine doğru yapıştı. Göğüs hizasındaydım. Yukarı doğru bakmaya çalışırken ağzının araladığını gördüm. Kafasını onu görebilmem için eğerken “biliyor musun?” diye sordu. Neyi sorduğunu, açıkçası neden sorduğunu bile bilmediğim için “neyi biliyor muyum?” diye sorarak okları geri ona yönelttim. “O saf yüzün kadar kalbinde saf olsaydı şimdiye on tane Rozacık ve Kıvanççık olurdu.” Dediğinde gözlerim iri iri açılmıştı. Ona doğru bakarken kızardığımı hissettim. “Hayır, yanılıyorsun.” Dedim. Sanki yanılmıyordu ama neyse. İçimdekileri bir kenara bıraktım ve kendimi bile kandırabileceğim bir yalan söylemeye başladım. “Neden mi? Çünkü ben seni hep kardeşim olarak gördüm. Diğerleri ile aramızda bir fark yok. Az önce olanları ise unutuyorum ve var olmamış gibi göreceğim.” Dedim. Tekrar cevap vermesine izin vermeyerek “Ben seni abim olarak gördüm Kıvanç. Şimdi uzaklaş biri görse yanlış anlayacaklar. “ diyerek onu ittirdim. Afallanmış şekilde bana bakıyordu. Ona da yazık oldu. Çünkü o benim abimdi. Ben onu abim olarak görüyordum, bu bir gerçekti. Aksini iddia edemezdi çünkü koruyucuların hepsinde abi kardeş bağı vardı buna ben ve Kıvanç’ta dahildi. Benim ona aşık olmamı beklemezdi diye içimden bir çok dua ediyordum. Çünkü o her zaman abim olarak kalıcaktı. Onu biraz daha ittirerek ondan birkaç adım daha uzaklaştım. En sonunda odama çıkmadan önce “Alevler böyle sönmez...” diye mırıldanarak merdivenlerden çıktım. Uzun merdiven sonucunda karşımda ilk Aren’in odası vardı. Sağa doğru ilerleyerek kendi odama doğru ilerledim ve içeri girip kapıyı kapattım. Üstümü değiştirmeye gerek duymayacak yatağa geçtim ve dizlerimi büküp etrafına kollarımı doladım. Bu gecede geceye karşı düşmanlığım artmıştı. Bu gecede dünyayı korumak için uyumamıştım. Eğer bir gün uyursam o gün ne olurdu? Kıyamet günü müydü? Yoksa dünya için kötü mü olurdu? Bunun cevabı açıktı. Eğer bir gün olur da uykuya karşı gece direnemeyip uyursam dünya karanlığa gömülecekti. Hiçbir şey olmadan hayatlarına devam edeceklerdi ama beni koruyan insanlar ruhsuz gibi olacaktı. En çokta onlar için uyumuyordum zaten. Ama onlar benim için 3 saatlik uykuya dayanırmıydılar? İşte bunu bilemezdim. Yatağımda iki büklüm dizlerime sarılırken beynimin içinde yankılanan sesler ruhumun derinlerine işliyordu. Kıvanç bana demişti ki; “ Seni öperek ateşini söndürebilirim.” Ama onun bilmediği bir şey vardı, bazı alevler böyle sönmezdi... İçimdeki sesler farklı farklı şeyler söylüyordu. Peki ben hangisini dinleyecektim? Kendime çizdiğim yolda ilerlerken başkalarını karanlığa itemezdim. İçimdeki parçayı başkasına veremezdim. Keşke o gün o çoçuğa verseydim diyemezdim. Ben kendi düşüncelerime boğulurken hava aydınlanmaya başlamıştı. Güneş doğduktan sonra derin bir uykuya daldım. ... Uyandığımda direk olarak saate doğru ulaştığımda saatin 10.27 olduğunu görmemle yataktan sıçradım. 4 saatten fazla uyumuştum. Hemen hızlıca odanın içindeki banyoda elimi yüzümü yıkarken bıyıklarımın çıktığını fark ettim. Oysaki daha 2 hafta önce yolmuştum. Bir daha lazere gidersem kesinlikle bıyıklarımada işlem yaptıracaktım. Tabi bizimkiler gitmeme izin verirse...
Üstüme üniversiteli kız kombini mi giyindim. Yanıma aldığım çantamın içine bilgisayarımı ve tabletimi koydum. Çantamı koluma takıp odadan çıktım. Kimseden çıt yoktu. Merdivenlerden aşağıya doğru inmeye başladığımda koltukta oturan elinde de bir telefon olan Nida’yı gördüm. Nida’nın bakışları kısa bir süreliğine bana döndü ama sonrasında tekrar telefona bakmaya devam etti. Onu bu halde bırakıp gidebilir miydim? Kalbim buna izin verir miydi? Kesinlikle hayır. Nida’nın oturduğu koltuğa yaklaştım ve sağ tarafına oturdum. Hâlâ telefona bakıyordu. Neye baktığını görmek için biraz kafamı eğdiğimde boş boş hızlıca bir yerlere girip çıktığını gördüm. Anlamaz bakışlarımla kafamı uzaklaştırdım. Sıcak olan ellerimi Nida’nın telefonu tutarken titreyen ellerinin üstüne koydum. Telefonu elinden alıp sehpaya koydum ve tekrardan Nida’ya döndüm. Birisi onu üzmüştü, kırmıştı. Nida benim ablam gibiydi, bana ölen ablamın verdiği şefkati, özlemi hissettiriyordu. Ne olursa olsun onun üzülmesine, ağlamasına dayamazdım. En sonunda ağzımı açarak “Seni kim üzdü?” diye sordum. Gözleri bana kaçamak bir bakış attığında cevap versem mi? Diye soruyordu. “Söyleyemem ki,” dedi. Kafamı iki yana salladım. “Sen bana söyle o kişiyi paramparça edeyim, yeterki söyle bana.” Dedim. Gerçekten mi dercesine bakarken kafamı salladım. “Gerçekten.” Dedim. Bana doğru eğildi ve “Söz mü?” dedi. Elindeki diğer parmaklarını bükerek serme pamağını bana doğru uzattı. “Ne zaman dünyayı korumayı bırakırsam o zaman sözüm düşer.” Dedim ve serçe parmağımı serçe parmağına götürüp kenetledim... Bu serçe parmaklar birbirine kenetlendi ve bir daha açılmamak üzerine Mahpare’nin mührüne eklendi. Bu sabah bir söz verildi ve bu söz kaderi birbirine bağladı. Bu sözden dönen bir tek ben olabilirdim. Eğer ben dönersem içimdeki mühür kırılırdı. Bu mühür kırılmamadı gereken bir mühür olacaktı. Kalbimi kırabilirlerdi ama Mahpare’nin mührünü kıramazlardı. ... Bazen hayatımda derin acılar yaşıyordum. Bu acılara sebep olan kişiler ise sadece geçmiş olsun derlerdi. Belki onu bile demezlerdi. Bugün kendisi büyük ama kalbi ondan daha büyük olan bir kadın üzüldü, ağladı, yaşamak istemedi. Şimdi söyle bana kalbimin mührü bu yola devam edersem sonucuna katlanabilecek miyim? Pes etmeyecek miyim? Bana şunu söyleme sakın; sen zaten pes ettin. Ben asla pes etmedim, sadece sustum ve kabüllendim. Şimdi sen söyle kalbimin mührü seni kabul edersem sana acır mıyım? Nida ile konuşmamız bittikten sonra evden çıkmıştım. Bisikletime olmadığı için yürüyerek üniversiteye kadar gelmiştim. Üniversitenin girişinde sohbet eden insanlara göz gezdirdim. Hepsi benim sayemde yaşıyor muydu? Bütün sorularımın cevabı yoktu. Sınırsız sorum ve hiç olmayacak yanıtlar ile baş başaydım. Hayatımın en hüzünlü zamanlarında olabilirdim ama geçmişim daha acıydı. Ben mührü içime aldığımda birisi ölmüştü benim yüzümden. O kişi için günlerce ağlamıştım. Keşke ona verseydim mührü diye ağlamıştım. Sebebim bile sebepsiz bulunmuştu. Rıza beni seçtiğinde o çocuğu öldürmüştü aklınca. Küçük kız çocuğunu. Ama bilmediği bir şey vardı küçük kız çoçuğu büyümüştü. O küçük kız çocuğu kendi yöntemleriyle büyümüştü. Sınıfa girdim ve yine gözüme kesen kısma oturdum. Çok geçmeden yanıma oturan kişiyi görmekle mimiklerimi hareket ettirmem bir olmuştu. Karşımdaki kişi ebedî düşmanımdı. Elindeki poşeti bana doğru uzattı. Aslında poşet değildi karton bir mağaza kutusuydu. “Seni arayacaktım ama seni daha yakından görmek istedim.” Dedi bana hâlâ poşeti uzatırken. Kafamı hafifçe sallarken bana uzattığı poşeti aldım ve çantamın yanına koydum. Bakışlarımı ona doğru çevirdiğimde “Teşekkürler.” Dedim. Benim teşekkür etmemi beklemiyor gibi “Teşekkür- bir dakika sen ne dedin?” diye sordu.Kafamı salladım. “Teşekkür ederim.” Dedim bana bakarken. “Asıl teşekkürü benim etmem gerek. “ dediğinde hızlıca “Neden?” diye sordum. “Kalbimde sana yer açmama izin verdiğin için.” Dediğinde şaşkın şaşkın ona baktım. Ciddi miydi? Yoksa yine rol müydü? Elimdeki hukuk kitabını masanın üstüne koyarak derse hocanın girmesini bekledim. En sonunda derse giren hocayla gözlerim 4 sıra önde olan düşmanıma kaydı. Uzun süredir bana bakmıyordu. Anlamadım dediğim için miydi? İşte bu kısım biraz karışıktı. Kafam “bu dersimizde Toplumsal Davranış Kurallarından bahsedeceğiz. İlk olarak doğa yasalarından bahsedelim örnek veriyorum...” kafam 30’lu yaşlarında olan hocanın söyledikleriyle dolarken hocanın “çıkabilirsiniz.” Demesiyle şükür namazı kılacaktım. Biraz yalakalık yapmak amacıyla hocanın yanına yaklaşarak “hocam bilakis bir değer yargısının sonucu olduğunu söylemiştiniz, bu bir ideal hedefler mi?” diye sorularımdaki oku hocaya yönelttim. Hoca beni yarı dinleyerek “Hedefler.” Dedi ve ayaklanıp sınıftan çıktı. Bende çantamı koluma takarak kampüsten çıktım. Bu sefer bir kaç gün önce darmadağın olmuş olan gizli yere doğru adımlarımı yönelttim. Sonuçta orası benim en özel ve en hızlı yerimdi. Kapının ve diğer güvenlik açıklarını kapatıp bir daha sinyal vermemesini sağlayacaktım. Bu süreçte ise üniversite bana yararlı olacaktı. Bu bahaney ile burayı düzenleyip her gün 1 saat antreman yapabilirdim. Derin bir nefes alarak ara sokaklarda yürürken adımlarımı sayıyordum. 1.287 adım. Tam olarak bu kadar adım atmıştım. Adımlarımı hâlâ sayarken ara sokaktan çıkıp çıkmaz sokağa geldiğimde derin bir nefes aldım. Etrafa bakındığımda kimse yoktu. Hızlı davranıp kapağı kavradım ve kapıyı açtım. Merdivenlerden aşağıya inen bedenimle kapıyı tekrar kapattım. İçeri doğru göz atan gözlerim efsanevi dağınıklığı görünce hızlıca büyüdü. Elimi duvara yaslayarak etrafa doğru bakmaya başladım. Burayı tekrar ne ne zaman düzenliyebilecektim?Bulunduğum yerden uzaklaşarak spor aletlerinin olduğu kısma geçerek işe onları düzenlemeyle başladım. Spor eşyalarımı ve antremanda kullandığım bir kaç şeyi geri rafa dizdim. Sağ elimde tuttuğum 50 kg’lik ağırlığı ve sol elimde olan eşit kiloda ki ağırlığı koşu bandının sağ kenarına koydum. Yere dağılan yoga eşyalarımıda alıp sağ taraflara koydum. Geriye dönüp düzenlediğim yerlere baktım. Burada en azından spor yapabilirdim. En azından tekrar düzenleyecek vakit bulana denk. Sağ kolumdaki saate baktığımda saat çoktan 8’i geçmişti. Uzun süre ortalıkta olmayınca yalan söylemek zorunda kalıyordum. Daha fazla yalan söylememek için üstümü düzeltip kapının altına bıraktığım çantamı koluma taktım ve merdivenlerden yukarı çıktım. Yavaşça yuvarlak şeklindeki kapıyı açarak yüzeye çıktım. Ardımda kalan kapıyı kapatarak hızlıca çıkmaz sokaktan ayrıldım. Birinin takip etmesi ihtimaline karşı tanınmayan karışık ara sokaklardan ilerleyerek eve doğru gidiyordum. Binalar sokakları küçültmüş kullanılmayan ama sokağın yolunh işgal edecek şekilde park edilen arabalar sokağın daralttıkça daraltmıştı.Adımlarım sokak lambalarının altından geçerken birden fazla düşünce aklımdaydı. Bu düşüncelerden kurtulmam için ölmem gerekirdi, ama buna henüz hazır mıyım bilmiyordum. Bakışlarım onlarca evin içinden bizim evimizi seçince adımlarım yavaşladı ve sağa dönerek iki katlı evin girişine vardım. Kapının kulpunu tutarak kendime doğru çektim ve anahtarı içine sokup sağa doğru açarak kapıyı ileri doğru ittirdim. İçeri acelesiz bir şekilde girerken mutfakta,salonda ve ayakta duran Beste, Aren, Berke ve Nida’nın bakışları hızlıca bana döndü. Diğerleri yoktu. Mahur olsaydı hemen kafama veya yüzümün önüne bıçak ya da silah dayanmıştı. Yokluğu hemen belli oluyordu. Kıvanç’ın olmadığını ise etrafa bakarak anlayabilirdim. Çünkü herkes relaxs bir şekilde davranıyordu. Bende onun olmadığını anlayınca relax bir şekilde içeri girdiğimde kapıyı kapattım. İçeridekiler bakışlarını geri kendi hallerinde uğraştıkları şeylere yönelttiklerinde merdivenlerden odama doğru çıktım. Hiç bir yerden çıt çıkmazken odama girdim ve çantamı masaya koydum. Yatağıma doğru yürürken gördüğüm kişiyle ağzımdan çığlık kopması bir oldu. Karşımdaki kişi sırıtarak ağzını araladı. “Benden utanıyor musun? Yanağın kıpkırmızı oldu, pardon tüm vücudun.” Diyerek vücuduma baktı. Benim adımlarım kapıya doğru yönelirken kapıdan önüme geçerek yapıyı kilitlemişti. Elindeki anahtarı cebine atıp fermuarını yukarı doğru çektiğinde kaçacak yerim olmadığını anladım. O an bağırmak aklıma gelmişti ama odanın duvarlarını yalıtımlı yaptırdığım aklıma gelince çaresiz şekilde karşımdaki kişiye baktım. “Benden ne istiyorsun?” diye sordum. Sesim normal ve düz bir şekildeydi. Karşımdaki kişi kaşlarını yukarı doğru kaldırarak kafasını iki yana salladı. “ Senden bir şey istemiyorum. Sen bunu kendi isteğinle yapacaksın.”
|
0% |