Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5| ÖLÜMLERİN KOKUSU

@dazaydes

Yıllar önce ...

Her zamanki gibi korkunç bir güne başlıyorduk. Sokaklar bizim evimiz ve insanlar kandırdığımız varlıklardı. Biz de insandık ve onlarda bizi kandırıyordu. Bazen yönetici abiye sorardım “neden sokaktayız? Diğer insanlar gibi evimiz yok?” diye. Cevabı hep “sokaklar sizin eviniz.” Olurdu. Tekrar sormaya cesaret edemezdim. Belki bir umut biri beni ailesine katar diye uzun zaman bekledim. Kimse beni istemedi. Peki neden istemedi?

Benim onlara en fazla ne zararım olurdu ki? Ama onlar öyle düşünmüyorlardı. Gerçekleri öğrendiğimde iş işten geçmişti. Yönetici abi bizi bilerek insanlara vermiyordu. Bizi kullanmak için vermiyordu. Kullanması tamamlandığında bizi de satacaktı. Yoksul zengin farketmez istediği paraya.

Biz onların gözünde kullan-at telefonlardan farksızdık. Ama elbet bir gün gelecekti ve bunun için pişman olacaklardı. Onların pişman olması için elinden geleni yapacaktım, buna zorunlu Trump’ın çünkü söz verdim. Arkadaşlarıma burada benimle birlikte olanlara söz verdim. Ben de sözünde durmassam nasıl pişman olurlardı ki?

Pişman olacaklardı. Her şey için fazlasıyla pişman olacaklardı. Ama ben onlara acıyacaktım çünkü ruhum acımayacaktı, öldürdükleri küçük çocukların ruhu hiç bir şekilde acımayacaktı.

Acıma duygusu bunu yapanların ceset kokusunu soluduğumuzda aklımıza gelecekti ve pişman olmayacaktım.

Her şey için geç değil erkendi. Demiştim arkadaşlarıma; Her şeyin bir zamanı var, o zaman gelince olur. İstesen bir gün önce yapamassın derdim. Ve şimdi o zaman geliyordu ve hatta geçiyordu.

  ...

GÜNÜMÜZ

31 Aralık 2021

Aklımdaki soruları cevaplayan kimse yoktu. Bir devir geliyor ve geçiriyordu beynimden. Bu küçücük beyin bir çok şey düşünüyordu. Beni en çok batıran ise düşüncelerimin açtığı yollardı. Doğrusunu seçmem gerekiyordu ama sürekli yanlışı seçiyordum. Doğru yolu bulmaya çalışıyordum. Ama her yaklaştım dediğimde bir adım daha geriliyordum.

Kaybedeceğim kesin değildi ama onların da kaybetmemeyi çalışacağı kesindi. Ben buna hazırlanmıştım. Yıllardır bu günleri bekliyordum. Dosyaya bakmaya devam ederken okuduğum şeyle kaşlarım havaya kalktı. ‘Efe ve Ege. Onların görevleri bize yardım etmek.’ Onlar ihanet etmişlerdi. Ve bunun affı yoktu. Rıza ne olursa onları bize katardı? Ne olmuştu ben yokken? Neler olmuştu?

Benim şaşırdığımı fark eden Berke “Ne oldu?” dedi. Rıza kafasını bir şey olmadığına ikna edecek şekilde salladığında “Bir şeye şaşırdım sadece.” Dedim. “Lâlins ben senin iyi olup olmadığını anlayabilecek kadar zekiyim. Şaşırdığının da farkındayım. Olayları dalgaya vuruyorum ama bu mal olduğumun anlamına gelmez.” Dedi. Bana doğru bir bakış atarak kısa bir süre baktı ve Rızaya baktıktan sonra tekrar bana baktı. “Bunu yalnız konuşabiliriz.” Dedi konuyu kapatarak.

Ben de onaylar şekilde kafamı sallayarak bakışlarımı Rıza’ya çevirdim. “Görev burada ya da alnında yazmıyor. Bize mala anlatır gibi değil Türkçe anlat, mağlum senin dilinden anlamıyoruz.” Dedim. Kıvanç onaylarcasına kafasını salladı. Rıza bir dosya daha uzattı.

‘Görev ve roller’

Okumaya başladığımda her satırda kaşım bir santim daha yukarı kalkıyordu.

‘Kıvanç ve Roza yeni evlenmiş bir çift, tek kusurları birbirlerini sevmeleriydi.’

Bu kısmı okurken yine mi der gibi bakmıştım Rıza’ya. Karşılık olarak ‘Yine ama son değil.’ Der gibi bir bakış atmıştı. Görevi onaylar kafamı sallayarak dosyayı kolumun altına yerleştirdim. “E hadi herkes yerine, köylü köyüne şehirli şehirine. Mağlum görev var ve ders çalışmak yerine göreve çalışmam gerekiyor.” Dedim. Rıza bu sefer kovulmasını kabullenerek “Size iyi günler.” Dedi ve geldiği gibi kapıdan çıktı. Pencereden de girmiş olabilirdi. Onda o potansiyeli görüyordum. Çıktıktan sonra arkasından Berke “İyi akşamlar yaşlı Rıza iyi akşamlar.” Diyerek kapıyı arkasından hemen kapattı.

“Nasıl ama telefonu kapatır gibi kapattım.” Diye sevinçle Mahur’un yanına giderken bende merdivenlerden yukarı çıktım. Odama girerek her zaman olan işlerimi yaptım ve dosyayı inceledim.

İsimlere yaklaştım ve okudum.

Berke=Akil, Beste=Defne, Mahur=Demir, Nida=Lale, Kıvanç=Targay, Roza=Mayıs.

Herkesin bir oyun rolü vardı. Yüzümüze her rolde bir maske daha takıyorduk. Bu son maske dediğimizde daha fazlasını takıyorduk. Son maske ancak bizim sonumuz olurdu.

Görev 2 gün sonrayaydı ama Rıza ilk defa görevi günler öncesinden haber vermişti.

Odanın kapısının tıklatılmasıyla içeri giren Berke ‘ye baktım. “İnsan biraz bekler de girer,” diye söylenerek üstümü düzelttim. “Ne için geldin?” diye de ekledim. “Konuşmak için lâlins.” Dedi. “Ne konuşacağız Berke abicik?” diye sordum.

“Bak anlıyorum Lâlins. Bir boşlukta gibisin, dokunsam kırılacaksın. İçini dökmek istiyorsun ama kimseye güvenemiyorsun. Bana güvenebilirsin.” Dediğinde gözlerinin içine baktım. “Ya güvenmiyorsam?”

“Konuşulmayan acı, kalbi parçalar.” Dedi. Devam ederek “Acını birine anlatman gerek ki içindeki tatlı kalbin parçalanmasın.” Diye ekledi. Yanıma oturarak anlatmamı bekledi.

“Bilmiyorum,” dedim. “Sanki karanlığın içine gömülmüş gibiyim. Elim ayağım sürekli birbirine karışıyor. Ne yapacağımı bilemiyorum, düşünüyorum ama doğru yolu bulamıyorum. Her gece düşünüyorum, gerçekten. Bu işin sonu nasıl bitecek? Birisi zarar görecek mi diye. Biliyormusun Berke, ben mahpareyim de kimseye söyleyemiyorum. İçimdeki mührü kimse bilmiyor, şimdiye kadar güvenip kimseye anlatamadım. Her bir kişiye güvendim dediğim zaman güvendiğim dağlara kar yağıyor. Bazen ağlarken gözlerimden yaş akmıyor, ama kalbim sessizce ağlıyor. Farklı bir açıdan bakmaya çalışıyorum, ama gördüklerim ve yaşadıklarım hep aynı oluyor. Emin olma duygusunu çok özledim, gerçekten. Elimi nereye atsam bir şüphe, kimseye güvenmiyorum, güvenemiyorum. Ve yine biliyor musun, yalnızlığı iliklerime kadar hissettim. Başka hiçbir şey etmedi bana insanların ettiklerini. Kırılan bir kalpte takılıp kaldı ömrüm.”

Dedim omzuna yaslanarak. “Yine ağlıyorum, görürüyor musun? Hayır, çünkü kalbim ağlıyor, sessizce.”Bu gün benim derdimi dinleyen ilk kişi Berke oldu. Belkide son dinleyen kişi.

...

Yılbaşı. Yine aynı şeyleri yaşayacağımı bile bile bir yıla giriyorum. Belki bu sefer iyi olur diye umutlanıyorum. İç sesim ne kadar ‘umutlanma! Gerçeği gerçekleri bile bile umutlanma. Sonun aynı olacak. Ölümün kokusu duyulacak.’ Desede İnsan acılarında yalnızdır der Frida Kahlo. Ben tek acılarımda değil her şeyimle yalnızdım. Bir hiç gibi.

Bu sefer son güvenimdi.

Aren işaret diliyle “sana hediye aldım,” dediğinde eliyle uzattığı hediyeyi aldım ve paketi açtım. Ay küresi. İçinde bir kız ve gökyüzünde ay olan bir ay küresi. Aynı kar küresi gibi.

Arena’da sarılarak “teşekkürler,” dedim. “Beğendin mi?” dedi. “Hem de çok.” Dedim. “Ne kadar çok?” dedi ve “Dünyalar kadar,” dedim gülümsiyerek. Aren benden uzaklaşıp diğer hediyesini Berkeye verecekler onu durdurduk ve arkamdan çıkardığım hediyeyi ona uzattım. Hediyeyi açarken her bir parça açtığında şok içinde bana bakıyordu." Gerçekten mi? “ diye sordu yeni telefonuna bakarak. “Evet gerçekten.” Dediğimde hızlıca bana tekrardan sarıldı. Mutlulukla ayrılırken telefon kutusunu hâlâ elinde tutuyordu.

Hediyelerimi tek tek verirken son kişi kalmıştı. Kıvanç. Ona seveceği bir hediye almıştım. Beğenir miydi bilmiyordum ama almıştım. Kıvanç’a hediyesini uzatarak almasını bekledim. Hediyesini yavaşça aldı ve sakin bir şekilde heyecanını belli etmeden açtı. İçinden çıkan silaha bakarak bakışlarını bana çevirdi. ‘Silah mı’ dercesine bakarken kulağıma yaklaşarak “prezervatif beklerdim ama bunu beklemezdim.” Dediğinde kızardığımı hissettim. Neden böyle kızarıyordum?

Ben de onun kulağına doğru eğilerek “Çok beklersin dicem ama ya da boşver.” Dedim onu meraklandırmak adına. Sürekli böyle konuşmasından sıkılmıştım. Keşke eskisi gibi hiç konuşmasaydı böyle konuşacağına.

Boş boş konuşuyordu. Boş baye olduğu burdan belli oluyordu.

Hediyeler verildikten sonra bir araya toplanmıştık. Mahur’un Berke’ye aldığı oscarlı boxer’e karşı hâlâ gülerken Berke seviniyordu. “Berke” dedim gülmemi tutmaya çalışarak. “Çöllerde hayat nasıl?” diye sordum. “Çok iyi” diyerek elini salladığında oscar hareketini yaptı. Beste gülürken Aren de sessizce gülüyordu. Biraz sonrasında yeni yıl için geri sayım yaparken çalan telefonumla mutfağa doğru girdim. “Alo?” dedim karşıdaki kişiye. “Hediyemi beğendin mi?” diye sordu karşımdaki robotik ses. “Ne hediyesi?” diye sordum. “Sola dön.” Dediğini yaptım ve soluma doğru döndüm. Kanlar içinde kokan bir ceset.

Bu Rıza’nın cesediydi.

Elindeki telefon elimden kayarken eğildik ve yaşıyor mu diye kontrol ettim. Yaşamıyordu. Rıza, bizi kurtaran adam bizi kurtardığı için ölmüştü. Onu kim öldürmüştü diye sessizce etrafa bakarken içeri giren adım sesleriyle hızlıca arkama döndüm. İçeri girenin Mahur olduğunu anladığımda derin bir nefes verdim. “Öldürmüşler.” Dedim kısık sesle. Geri çekildiğimde yerde yatan adama doğru baktı. Tanıdığı adamı yerde görmesiyle şaşkın ve öfkeli bakarken ağzından sadece “kim... “ mırıltısı çıkmıştı. “Kim yapar?” diye eklediğinde mutfağa yayılan tanıdık kokuyu soludum.

Ölüm kokusu...

Yönetici ölümler hep ani olur derdi bize. İnanmazdık. Yöneticiye inanmazdık. Meğer doğruyu söylüyormuş. Ama bir hatası vardı. Ölümler ani değil cani olurdu. Cani ölümle karşılaşmam 8 numara ile başlamıştı. 8 numara bir gece ansızın ölmüştü. Kimse sormadı neden öldü, nasıl öldü diye. Sorsalar da bir şey değişmedi zaten. Sonuçlar aynı olacaktı. Onlarda 8 numaranın yanına gidecekti.

Ölüm korkusu onların zaafıydı. Yönetici zaaflarından vurmuştu onları. Korku bir yanlarını sarmıştı. Sanki hiç ölmeyecekmiş gibi. Ama sonrasında onlarda öldü. 12,15,19,26,54,63,76,77 numaralar, onların sonu ölüm ile değil canları ile bitmişti. Korktukları başlarına gelmişti. 8 numaranın sessizliği bozulduğunda onlarda ölmüştü. Ama onları öldüren kişi zaaflarından vuran yönetici değil bendim.

8 numaranın intikamını alan bendim.

Hepsinin ölümünü izlemek benim için zevkti. Çok büyük bir zaferdi. 8 numara şu an yaşasaydı buna sevinirdi ve yüzü gülümseme dolu olurdu. Ama artık 8 numara yoktu. Yalnızdım. 8 numara benim değerlendirme ve öldürülmüştü. 8 numara sonsuzluğa gitmişti.

Şimdi ise yine biri gitmişti. Aynı 8 numara gibi.

Rıza en azından yönetici gibi değildi. Bir abi gibiydi. Yönetici hırçın ve sert bir adamdı. Rıza da benim yüzümden öldürülmüştü. Bu gece her yılki gibi bir kişi daha benim yüzümden öldürülmüştü. Yönetici bu yılda durmuyordu. Beni tekrar elde etmek için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Bu da onun için bir plandı. Ama tek planları olan o değildi. Geri dönüyordum ve bu sefer acımayacaktım. Acımasızlık içimde yer edilecekti. Bu sefer asla geri dönüş yoktu. Olmayacaktı da. Sırra kadem basan mahperi artık geri dönüyordu. Bu sefer gerçek ismiyle. Gerçek ruhuyla, gerçek yüzüyle. İnsanlar korkudan ve yerin dibine girdiklerinde özür dileyeceklerdi. Bu insanlar kendilerini ve ne yaptıklarını da çok iyi biliyorlardı. Adaletin asaleti ve korkusu gün yüzüne çıkacaktı... Elinden kayan telefonu elime aldım ve karşımdaki robotik sese karşı “sen beni tanımayabilirsin ama ben, seni çok iyi tanıyorum ‘yönetici'” diyerek aramayı olmayan yüzüne kapattım.Derin nefes alarak Mahur'a döndüm. Korkuyla çerçevelenmiş yüzü her şeyi belli ediyordu. Ne de olsa zamanında o da numaralılardandı, bendeydim. Korkuyordu. Birimize bir şey olmasından korkuyordu.

Rıza'nın soğuk bedenini yerde bırakarak ayağa kalktım ve kendime çeki düzenlenen verdim. Mahur hâlâ ilk girdiği yerde sabit şekilde dikilirken “içeridekilere de söyleyelim.” Dedim. “ben içeri geçiyorum.” Dedim ve soğuk bedeni. İşaret ederek “o burada kalsın en azından şimdilik.” Dedim ve Mahur’un yanından ayrılarak mutfaktan çıktım. Dakikalar veya saniyeler içerisinde salona girerken diğerleri yeni yıl kekinden yiyorlardı. Yanlarına oturarak koltuğa yavaşça yayıldım. Mahur da içeri girince artık anlatmak için doğru zamanı kavradığımı hissettim. “Rıza,” dediğimde bakışlar bana döndü. İlk cümle Berkeden çıkmıştı. “ne oldu?” diye sorduğunda başımı iki yana salladım. “öldürüldü.” Dediğimde kararan gözler karşıladı bu sefer beni.

“Nasıl?” kelimesi döküldü Kıvanç'ın ağzından. Az önceki flört özel bakışları ciddi bir hal almıştı ve durumu algılamaya çalışıyordu. Zordu. Ölümleri kabullenmek zordu. Bunu bana öğreten kişi bile ölmüştü ve şimdi onun ölümünü kabulleniyordum. Hayat acımasızdı ama en çok insanlar zararlıydı bana karşı. En çok gelen gıden bana çarpan insanlar zarar verirdi hep.

Alışmıştım. Buna da alışmıştım. Zaman geçtikçe her şeye alışmıştım. Boş bırakmıştım ve her şeyi kabullenmiştim. Geçmişi, geleceği, şimdiyi ve bir çok şeyi kabullenmiştim. Ama bundan sonra kabul etmeyecektim. Hiçbir şey kolay olmayacaktı. Sonuna kadar direnecek, savaşı kazanacaktım. Ases savaş yeni başlıyordu.

Bu sefer savaşı ben değil onlar kabullenecek ve kaybedeceklerdi.

“Yönetici, o öldürdü. Her yılki gibi, bu yıl sıra ona gelmişti. Sırasıyla herkesi elden geçirmeye çalışıyor mahpareyi elde etmek için. Ama hâlâ mahpareyi bulamadı. Buna da şükür demeliyiz.” Dedim. Silik silik bakışlar atan Nida en sonunda konuştu. “biz bilmiyoruz mahpareyi. O nasıl bilecek ki zaten. Bunu düşünmek aptallıktır demi?” diye fikrini belli ederken Beste'de “katılıyorum. Biz bilmiyoruz. Açık vermemiz yüzde 5’in altında. Bulmaları imkansız.” Dedi.

Ben de onlara doğru efkarlı efkarlı bakarken “bilmiyorum.” Dedim. “Bu yolun sonu nereye gider kestiremiyorum ama eminimki daha mahpareyi bulamamıştırlar. Yönetici işini şansa bırakmaz. Son parça onun için önemli, uğraş verecek ama biz de bulmaması, bulamaması için çaba göstereceğiz. Bunun için birbirimize güvenmeliyiz.” Dedim henüz onlara bile güvenemezken.

Kafalarını sallayarak onlarda düşündü, birbirimize güvenmemiz gerektiğini. Bana güvendiklerini biliyordum. Ama yine de emin olmak istiyordum. Onlara güvenmem için en azından bunu yapmam gerekiyordu.

Onlara zarar vermeyi göze alamazdım. Onları de kişiye seviyordum, ve sonsuza kadar sevebilirdim. Onlara değer veriyordum ve onlarda bunu fazlasıyla biliyorlardı. Bu yüzden bazı şeyleri kurcalamıyorlardı bana güvendikleri ve onların zarar görmemesi için elimden geleni yapacağımı bildikleri için.

Yavaş yavaş uykularının gelmesiyle ilk ayrılan Aren olmuştu. İşaret diliyle “size sonsuza kadar güveniyorum.” Diyerek merdivenlerden yukarı doğru çıktı. Kapının çarpma sesiyle irkilirken bize güvenmesi beni mutlu etmişti. Yüzümde belirsiz gülümseme oluşurken Kıvanç'ın “ceset,” demesiyle silikleşen yüzüm ile ona doğru döndüm. “şimdi değil.” Diyerek ayağa kalktım ve bende merdivenlere doğru ilerledim. “size iyi geceler. Mutfağa girmeyin.” Diye uyarıda da bulunarak yukarı çıktım ve odama girdim.

Odaya girmem ile burnuma dolan karpuzlu parfüm kokusu burnuma çarpıştı. Bu konu tanındıktı ve Aren'e aitti. Kokuyu koklayarak yatağımın bir ucunda oturan Aren'e baktım. “Uyumadın mı hâlâ?” diye sorarak yatağın başındaki yorganı onun olduğu kısma doğru açtım. “geçmişteki gibi uyuyalım mı?” diye sordum. Küçükken hep bir yatakta uyurduk. Geceleri onun uyumasını izler ve düşünürdüm. Ama son bir kaç yılda bu düzen bozulmuştu. Bunu bozan oydu. Büyümüştü artık, sürekli nedeni buydu. Ama biliyordum içindeki nedenini. “olur.” Dedi bana bakarak. Hızlıca yatağın içine girerken yana kaydı. Ben de yanına oturarak başını göğsüme yasladım. Geçmişteki gibi okşadım yumuşak saçlarını. Küçükken daha yumuşak olan saçları şimdi daha sert ve koyu bir renkteydi.

Bazen saçları bitlenirdi ve ona kızar okşamazdım. Yine de yanıma yatar ve okşamamı beklerdi. O uyuduktan sonra sabaha kadar okşardım Çocukken ki gibi hâlâ masum bir bebek gibiydi. Aramızdaki en temizi oydu. Hâlâ bir çocuktu. Gerçekleri henüz öğrenmemişti. Keşke söyleseydim diyordum bazen. Ama vazgeçiyordum yine. Çünkü gerçekler onu masumluktan çıkarabilirdi ve çıkaracaktı da.

Belki de ne kadar gerçek olursa olsun bizi seçecekti. Bizi hâlâ sevecekti. Ne olursa olsun bizi sevecekti. İhtilmaller bizimle onu ayırmaya çalışırken o gerçekleri bilse bile bizi seçecek ve sevecekti. Her şey ona bağlıydı. Kalbi gerçekleri öğrendiğinde ne kadar düzelir, ne kadar kırılır bilmiyordum veya kestiremiyordum. Olayların büyüklüğünden daha çok kırılıcaktı, masum kalbi.

Uzun süre sonra ilk defa saçlarını nazikçe okşamıştım. O uykunun derinlerinde bir evrendeyken ben ise onun saçlarını okşamaya devam ediyordum. Bir süre sonrasında hava aydınlanmıştı ve ben de uykunun derinlerinde bir rüyaya yelken açmıştım.

...

Görev günü...

Hepimiz görev için hazırlanırken bu sefer yanımızda bizi destekleyen Rıza yoktu.

Bir yanımız boşlukta bir yanımız ise mezardaydı...

“Abi aç bakalım bir tane Votka abimizden.” Diye bağıran Berke’ye karşı Votka-bir beni anla şarkısını açtı Kıvanç.

“Yalanlar söylemiyorken,

Beniseviyorken,

Anla, bir beni anla.

Çok ceza çektim artık yorgunum hayata karşı anla, bir beni anla.

 

Bir beni anla, bir beni anla...

Anla, artık beni anla...

Bir beni anla, bir beni anla...

Anla, artık beni anla...

Şaraplar, geceler, akışına kalmış anlar. İşte orada, işte oradayım.”

Sözler ruhuma işleniyor düşündüm adeta. Notalar havada uçuşurken hep beraber şarkıya eşlik ediyorduk.

“Yalanlar söylemiyorken,

Beni çok seviyorken,

Anla, bir beni anla.

Çok ceza çektim artık yorgunum hayata karşı anla, bir beni anla.

Bir beni anla, bir beni anla...

Anla, artık beni anla...

Bir beni anla, bir beni anla...

Anla, artık beni anla...

Şaraplar, geceler, akışına kalmış anlar. İşte orada, işte oradayım.”

Şarkı sözleri tekrarlanırken mırıldanmayı kısa bir süreliğine kestim ve nefes aldım.Şarkı yavaşlarken Berke duraksadı ve şarkının bitişindeki notaları huzurla dinledi. Şarkı sona ererken ruhumuzdaki adalette sona erdi...

Berke tekrar söylenirken o sırada Mahur uzanarak sare-tutsak açtı. Arabanın içi yeniden müzikle dolarken yine mırıldanmaya başladım.

“Söylenmeden kuru kadehler,

İşte bizimle, yanarken olsa

İşte bizimle...

Söyle hadi! Biliyorsun sende ince ilmek.

Yangın yeri kalbim.

Buralar çok sade yüreğimle

Tutsak ol, bana geri dön hadi işte.

Tutsak ol, bana geri hadi işte...

Tutsak ol...

Hadi, işte...

...

Seni beklemek bana bir ömür,

Gelmen gerek kalbim onu tutmadan.

Tutsak ol, bana geri dön hadi, hadi

Kaç kadeh kırıldı, sen gelmeden önce,

Kaç masum öldü sen geldikten sonra...

Söylenmeden kuru kadehler,

İşte bizimle, yanarken olsa

İşte bizimle...

Söyle hadi! Biliyorsun sende ince ilmek.

Yangın yeri kalbim.

Buralar çok sade yüreğimle

Tutsak ol, bana geri dön hadi işte.

Tutsak ol, bana geri hadi işte...

Tutsak ol...

Hadi, işte...

...

Seni beklemek bana bir ömür,

Gelmen gerek kalbim onu tutmadan.

Tutsak ol, bana geri dön hadi, hadi

Kaç kadeh kırıldı, sen gelmeden önce,

Kaç masum öldü sen geldikten sonra...”

Sözler aklımda da kalırken etrafa bakındım. Cadde’de bir yere yetişmeye çalışan insanlar, telefonla uğraşanlar ve yoldan geçenler. Biz üçüncüydük. Dakikalar geçerken çoğu kişinin bir etrafa toplandığını fark ettim ve şöfor koltuğuna arabayı durdurması için sağ elimle Kıvanç’a vurdum.

Arabayı ani şekilde durduğunda kapıyı açarak indim ve kaldırımda olan kalabalığa doğru yürüdüm. “Ambulans çağırın!” diye bağıran bir kadın sesi duyduğumda daha hızlanarak koştum. İnsanların arasına girerek yerde yatan adama baktım. Adam sağ omzundan yaralı ve yanında ağlayan bir kadın.

Bu adam cezasını çekmişti. Günler önce aynı acıyı bize yaşatan adam ölmüştü. Bu sefer bedeni bile ölmüştü. Yanında ağlayan kadın ağıt yakarken insanlar hâlâ “vah vah vah”, “ yazık oldu”, “yaşlı ama yinede erken öldü.” Diyerek fısıltıyla konuşuyordu.Adalet oldu bunun ismi. Adalet ya da şöyle diyebilirdik. Kısasa kısas. Yazık oldu, ama bu adama değil kötü şeyler yaşattığı insanların acısını hissetmediğine yazık oldu. Yaşattığı acıyı tam olarak yaşamadı.

Belkide bundan sonra onun soyundakiler bu acıyı yaşayacaktı.

Her şey bir adalet ilanıyla başladı ve bir hükümle sonlandırılacaktı.

Bir kaç saat sonra...

Görev iptal olmuştu. Ölen yönetici bunu bilerek iptal etmeye çalışmıştı. Şimdi ise geride pek bir şey kalmamıştı. Kalmasıda beklenemezdi zaten. Yönetici öperken bile her şeyi akıllıca planlamıştı. Biz de plana ayak uydurmuştuk. Çünkü bilmedikleri bir şey vardı; ben ve koruyucularım asla bir şeye sonucunu bilerek göz yummazdık. Eğer bu bir plansa işimize yaramıştı, plan değilsede işimize yaramıştı.

Yönetici ölmüştü ve arkasındakiler dağlardan inmeye başlamıştı. Bu bir başlangıç döneminde her şey yeni başlıyordu. Aksine bitmeyecektide.

Zamanlar tıka basa geçerken biz yolun kenarında duruyorduk. Kıvanç hâlâ şöför koltuğunda oturuyor, Mahur ve ben kaldırımın kendarında oturuyorduk ve Nida ile Beste ayakta dolaşıyordu.

Derin bir of daha çekerken en sonunda Beste de patlayarak “Ay yeter! Zehir ettiniz günümü. Yan binadaki teyzelerle güne çıksaydım daha az sıkılırdım.” Diye söylendiğinde hepimizin başı ördek gibi ona dönmüştü. “Valla ben de sıkıldım.” Dedi Nida Beste’ye destek çıkarak. Oturduğum yerden kalkıp üstümü silkeledim ve ben de onlara katılarak “Kim ne derse desin bilmem kaç saattir sıkıldığımı anlayın diye of çekiyorum.” Dedim. “Tamam” dedi Mahur da ayağa kalkarak “Atlayın” dedi içerden gelen Kıvanç’ın sesi. “Nereye atlayalım? Dingonun ahırına mı?” diye sordu Beste. Biz gülmemek için kendimizi zor tutarken Beste “Bence ata atlayalım, ne de olsa atalarımızdan yadigar bir hayvan.” Diye de ekledi. Kıvanç geçtiniz dalganızı hadi binin dercesine bir bakış atarken Mahur ön yolcu koltuğunun kapısını açarak içeri oturdu. Biz de kızlarla arka koltuğa geçtik.

Eve doğru giderken Berke Aren’in yanına ulaşmışmıdır diye düşünüyordum. Biz arabaya binip ordan uzaklaşırken o bizimle gelmemişti. Eve Aren’i yalnız bırakmamak için onun yanına gitmişti. Ama evdemiydi bilmiyordum.

Araba içinde yolculuk yaparken aklıma şarkı sözleri takıldı.

‘Şimdi söyle son şarkımızı ağlaya, ağlaya.

Olanları kadere bağlaya, bağlaya.

Artık bitmişti geçmişte kalmıştı haydi söyle son şarkımızı...’

Bu şarkı 7 yıl önce Bivt Lon tarafından çıkartılmıştı. Kendisi ingilizdi ama türkiyede yaşıyordu. Maalesef ki 2 yıl önce kalp krizinden ölmüştü. Onun öldüğü gece ne ağlamıştım hâlâ unutmuyordum. En sevdiğim sanatçılardandı. Sadece şarkıcı değildi çizdiği resimlerde hayatıma anlam katıyordu.

...

Yaklaşık yarım saate eve varmıştık ve içeri girmiştik. Berke baya önceden eve gelmişti ve Aren ile ilgilenmişti. Şimdi ise akşam yemeğinde yetişmiştik ve yemeğimizi yiyorduk.

Aren bizim gelmemizi beklerken yemek yaptığını söylemişti. Sofrada olan mercimek çorbası onun çoban salatası ise Berke’nin yapımındandı. Kaşık kaşık yemeğimizden yerken zil çalmıştı. Nida kapıyı açmak için yerinden kalktı ve kapıyı açmaya gitti.

Dakikalar geçerken içeriden sesler bir tık yükselmişti ve içeride kız sesi çoğaltmaya başlamıştı. İçeri giren büyük bir beden giriş yapmıştı. İçeri giren kişiye döndüğümde ağzım aralandı. Konuşmak istedim ama konuşamdım, konuşmadım. Bu büyük ve uzun beden bir kıza aitti. Hafif kasları olan ve fazla belli olmayan ince kaşları, sarı saçlarına onu güzel gösteriyordu.

Bu kızı tanımıyordum.

Bu kimdi? Neyin nesiydi? Tam şimdi çıkıp gelmesi mi gerekiyordu? Sinirlerim allak bullak olurken Kıvanç ayağa kalktığında gözlerim alak eceyle ona döndü. Sarışın kızın yüzünde gülümseme olurken sanki ortam ısınsın diye amaçlayarak “ Üniversiteden arkadaşım” diyerek kızın yanına gitti ve kolundan tutup dışarı doğru götürdü.

Nereye götürdüğünü, kızın kim olduğunu bile bilmiyordum. Ama umarım bu işin altından kötü bir şey çıkmaz diyerek derin bir nefes verdim.

Geri yemeğeğime dönmeye gerek duymayarak ayağa kalktım ve komik duran ama komik olmayan bir tonla “zehir ettiniz.” Dedim. Gülmemek için kendilerini zor tutarlarken merdivenlere doğru yürüdüm.

Tıngır mıngır merdivenlerden çıktıktan sonra sağa doğru ilerleyip terasın kapısını açtım. Esen rüzgar tenime değerlendirme kendimi kaptırıp dışarı doğru adımlarımı attım. Yüzeyi açık olan dikdörtgen şeklindeki teras bana huzur veren yerlerden birisiydi. Köşede duran sandalyeye geçtim.Üstü yağan yağmurlardan dolayı hafif çamur gibi olmuştu ama elimle silerek oturdum.

Rüzgar ilk defa konuşuyordu. İnsanlar bile beni dinlemezken rüzgar her şeyi sadece gözüme bakarak anlıyordu. Sadece görevi havada hareketlilik sağlamak olan rüzgar bile beni daha iyi anlıyordu.

Sabahattin Ali şöyle demiş; Perişan bir haldeyim fakat içimde kendimden bile sakladığım bir ümit var. Haklıydı, hala bir ümit vardı içimde. Ama büyük hatalar küçük ümitler ve umutlarla doldurulamaz. İnsanlar hayal kırıklığıydı benim için, ne fazlası ne eksiği. Geçmişe her dönüp baktığımda yitirdim kendimi. Her düşlediğini yapamayacağımı bilsem bile o gün yapayım istedim, dediklerim olsun istedim. Ama o da olmadı.

7 numaradan,

8 numaranın öldüğü gün.

Yerde süzülen kan damlaları ölümü temsil ediyordu. Ama bu sefer içimizden birisiydi. Kaşlarım çatılırken havaya doğru baktım. Sabah aydınlığı yeni fark ediliyordu. Yerde süzülen 69 numaraya son defa bakıp diğerlerinin yanına gittim.

7 numara ve yanında duran küçük kıza baktım. Aslında kız benden büyüktü ama benden büyük olanlara ga resim olduğu için hep böyle derdim. 7 numara ile fazla yakın değildik. Sadece bazen bazı durumlarda olan yapıyorduk.Çok geçmeden biraz ötede sesi yankılanan kişiye baktım. Gelen kişiyi görünce derin bir nefes verdim. Henüz diğer çocuklar uyanmamamıştı. “Uyanmışsınız.” Dedi 8 numara. “Beni niye uyandırmadınız?” dedi can kardeşim.

“Biz de yeni uyandık” dedim. Kızılım gülerken kaşlarındaki çizik dikkatimi çekti. “Kızıl” dedim 7 numara ve yanındakilerden uzakta konuşmamız gerektiğini belirten bir bakış atarak. Anladı. Sadece gözüme bakarak beni anladı. Bunu yapan tek insandı.

Arka küçük kulübe nin olduğu asfaltsız kumlu sokağa doğru ilerledik. “Çizik nasıl oldu?” diye sordum. “Oldu işte.” Dedi kestirip atmak istercesine. “8 numara!” dedim sesimi biraz yükselterek. “Kendine hakim ol ve o binaya gitme.” Dedim onu uyararak. “Yoksa bir gün sarıya boyatacak bir saçın ne de süt içip uzatacak boyun kalır.” Dedim. “Tamam,” dedi oflarcasına. “Ama bak, bir gün bir karşına çıkıcam, incecik belli kaslı sarışın bir bebe. Göreceksin o zaman sen.”

Dedi alaya vurarak. “Geç geç dalganı.” Diyerek omzuna hafifçe vurdum ve geri diğerlerinin yanına döndük.

Günaydın” dedim diğer çocuklara bakarak. Onlarda bizim gibiydi sonuçta. Bizden bir farkları yoktu. Sadece bizden daha az tehlikedeydiler.

“Bugün ki görevimiz daha belirlenmedi. Birazdan yönetici gelicek.” Dedim ve ben de diğerleri gibi kaldırımın kenarına oturdum. Yanıma kızıl otururken ona baktım ve “saçların kızılken daha güzel” dedim iltifat falan bulunarak. “Sarı yakışmaz.” Diye de ekledim. Kafasını olumlu anlamda sallayarak “senin saçın hep siyah kaslın ben de sarı yapayım böylelikle beşiktaşlı oluruz.” Dedi kendince fikir üreterek. “İyi fikir ama yönetici çakarsa beşiktaşı bile-“ sözümü tamamlayacak ten sokağın başında gözüken kişi ile sessizleştim.

Yönetici ve arkasındaki bir onun kadar güçlü ve hırçın adamlar bize doğru yaklaşırken içlerinden biri yanımdaki Kızıl’a doğru yaklaşıyordu.Ne oluyor gibi bakarken kızıl benim gözlerime doğru baktı. Güven dedi sanki.

Belkide bu bir daha görüşemeyeceğiz demekti. Evet bunun anlamını maalesef biliyordum. Kötü durum alarmıydi. Daha kötüsü de bu olabilirdi. En kötüsü de bu olabilirdi. Her şey olabilirdi. Kızıl ilk defa böyle baktı.

Hırçın adamlardan birisi Kızıl’ı alıp götürürken ben sadece kaldım. Dünyada tek başıma kaldım. Kızıl saçını sarıya boyatamadan beni yalnızlığa terk ederken sadece arkasından baktım

Geride sadece ben kaldım. Tüylerim soğuktan ürperirken yönetici yanıma yaklaştı. “Ceza birinin hayatına bağlı olmalı demi cici kız? Biri haddini aşan şeylere karıştığında cezasını çekmeli.” Dedi.

Bilmediği bir şey vardı. Şu an cici kız bir şey yapmıyorsa gelecekte yapacağı vardı. Gelecekte intikamını alacağı şeyler vardı.

...

Kaldırımın kenarında duruyordum. Düşüncelerime merhaba derken Kızıl yanımdan ayrılalı 13 saat olmuştu. Onu nereye götürdüklerini biliyordum ve planımda bu gece o binaya girecektim.

Çok fazla zaman geçmeden kaldırımdan kalktım ve diğer çocukların yanına doğru gittim. Gece sayımı yapılacaktı birazdan. Kendi yerine yatarken sağımda duran 6 numara gözlerini açıp bana doğru baktı. “Neden geç geldin?” diye sordu. Cevap vermeden gözlerimi kapatınca o da sustu ve içeri yöneticinin adamları girdi. Tek tek sayım yapıldıktan sonra gittiler.

Ben de oturur şekilde ayaklandığımda aniden kolumu tutan elin sahibine baktım. 6 numara elimden tutmuş “nereye?” diye soruyordu. “Kızıl’ı yalnız bırakamam.” Dedim ve elini kolumdan çekerek ayağa kalktım. “Yakalanırsan öleceğini biliyorsun demi?” diye sorduğunda sus işareti yaptım.Gizlice sokağın köşesine yaklaşarak ilerideki adamlara doğru baktım. Bir anda beklemeden hızlıca koşarak birinin boğazını yakladım ve etkisiz hale getirdim. Diğeri bana doğru gelirken karnına doğru bir tekme attım. Geriye savrulurken binaya doğru koşmaya başladım. Binanın girişine ne kadar yaklaşırsam birisini görüyordum. Bunun Kızıl olabileceğini düşündüm ve daha hızlı koşmaya başladım. Arkamdan çoğaltmaya başlayan kurşun sesleri karşımdaki kişiye doğru hizalandı ve nedeni buldu.

Kızıl vuruldu.

Bu en acı kelime veya cümleyi ama Kızıl vurulmuştu. Kendi kendime Kızıl’ın ölümüne sebep olacağım beynime girince yığılan beden ile beraber duraksadım. Kanlar yerde süzülüyorum ve bu gece Kızıl ölmüştü. Saçlarını sarı yapmak isteyen Kızılım ölmüştü. Bu en acı histi. Hissedemiyordum ve bir boşlukta gibiydim.

Bu hissi sadece kendime sakladım artık. Acının verdiği tuhaf his kalbime gömüldü bu gece.

Loading...
0%