Yeni Üyelik
6.
Bölüm

6|SAPSARI VE SİMSİYAH

@dazaydes

Bazenleri hayat bizimler için umutsuz olur ya hani, işte o zaman bunu kalbime hatırlatıyorum, alınması gereken bir intikamım olduğunu. Bu saf ve gözükmeyen vicdanımı yok ettiler, bunun karşılığını alacaklarını bilmiyorlar mıydı? Ben ne olursa olsun intikamım için savaşacaktım ve ne olursa olsun intikamımı alıp Kızıl’ın kanını yerde bırakmayacaktım. Her şey bir kanal başlayıp bir kanla bitecekti...

Yazar anlatımıyla...

Rıza’nın ölümünden 3 hafta geçmişti. Zaman hızla akıyor,günün ne zaman bittiği belli olmuyordu. Bugün yeni bir görev günüydü. Sonu mutlu mu yoksa mutsuz mu bitecekti henüz bilinmiyordu ama günün sonunda birileri hayata veda edecek gibiydi. Lâlin, Beste ve Berke deponun içinde hazır bir şekilde görevin başlamasını bekliyordu. Kıvanç ve Mahur içeri girerek adamların yanına yaklaştılar. Mahur takım elbisesinin yakasını düzeltti ve 4’lü masaya oturdu. “Hoşgeldiniz” dedi bir adam. Sonrasında ise fendini tanıtarak “Ben Deniz Kafkarlı.” Dedi elini uzatarak. Mahur fazla beklemeden elini tutarken kısa bir süre tereddütlendi ama daha sonrasında elini kavradı ve “Halif.” Dedi. Adam bozulduğunu göstermeye çalışarak. “Malları hazırladık, anlaşmayı imzaladıktan sonra yarın yola çıkacaklar.” Dedi elindeki dosyayı Mahur ve Kıvanç’ın önüne koyarak.

Mahur ve Kıvanç birbirlerine bakarken Mahur onaylayıcı bir bakış attı ve kağıda formalite bir imza yazdı. “ O zaman mallar yarın yola çıkacak.” Diyerek ayağa kalkacakken Mahur adamı durdurdu. “C5 ve 49AK olması lazım. En çok onlar satılıyor şu an. Onlardan da istiyorum.” Diyerek adamdan önce ayağa kalktı. Ardından Kıvanç’ta ayağa kalkarak depo dan çıktılar.

Kızlar da onların ardından gizlice depodan çıktılar. En sonunda bir arada olurlarken bir silah sesi yükseldi havadan bir kalbe. Tak diye içine girdi kurşun bir bedenin içine.

Bu sefer Lâlin vurulmuştu. Grubun beyni vurulmuştu. Geriye kalanlar Lâlin’e yaklaşırken “Lütfen açık tut gözlerini.” Dedi Kıvanç. Lâlin gözleri bulanıklaşsada açık tutmaya çalıştı. Kendini ilk defa yaşatmak istedi, ruhu ölü birinin bedenini yaşatmak istedi. Bazen yaşatmak istenen sadece bir beden olabiliyordu. Bir bedenin sana sarılması bile seni bir ömür idare eder ama bir ruhun sarılması bir saniye idare edemezdi.

Gerçekler buydu zaten. Fazla üstünden geçmeye gerek yoktu. Her şey ne fazlası ne azıydı. Saatler geçer ama bu beden ayıkamazdı. Yerde yatan ölü ruh bir daha hayata selam çaksmazdı. Çakmak istemezdi ki zaten. Yaşayacak konusu kalmamış olan bir insan daha ne yapardı yaşamak için? Sadece ânın tadına bakardı hayat. Bazen yeniden karşımıza çıkan anlar, bazen ise karşımıza hiç çıkmamış anlar, ikiside bir insan için andır. Anın başka açılımıda yoktur, an andır.

Diğer kişilerde çabalamazdı, yerde yatan mahperi ya da mahpareyi kaldırmak onlara bir fayda dokunmayacaktı. Belkide onlar böyle bilecektiler. Daha doğrusu onlar henüz bunları öğrenmek için bir yol kat etmemişti. Herkes hakettiğini bulduğu zaman ortada ne mahperi ne de mahpare kalıcaktı.

Birkaç gün önce

“Efendim?” dedi telefonunu yeni açan Nida. Uzaktan bir cevap gelmeyince tekrar “kimsiniz?” diye sordu. “Beni duyuyor musunuz?” ard arda sorduğu sorulara cevap gelmiyordu. En sonunda sinirlenip telefonu kapatacakken “Mahperi’yi biliyor musun?” diye bir soru duyduğunda duraksadı. Bu kişi bir düşmandı. Hızlıca cevap vererek “Tanımıyorum, ve siz kimsiniz?” diye tekrar sordu. “Benim kim olduğum önemli değil çöl güzeli. Önemli olan yakınındaki insanlara dikkat etmen.” Diyen bir yanıt aldı. “O zaman çevremdeki insanlara dikkat etmem de önemli değil, aynı senin gibi mağara girişi.” Dedi.

“Önemli” dedi bir ses.

“Önemsiz.”

“Önemli!” dedi tekrar karşıdaki.

“Önemsiz!” dedi Nida.

“Önemli!”

“Önemli” dedi karşıdaki kişiyi şaşırtmak için.

“Önemsiz!” dediğinde karşıdaki adam duraksadı. Nida dalga geçercesine “ ben senin kim olduğunu bilmiyorum mu zannediyorsun 10 numara? Beni önemsemen umrumda değil, ve benim seni önemsemediğim gibi beni önemsememeni öneririm. Çünkü bir gün kelleni yere uçurduğumda kimse seni önemsemiyecek.” Dedi.

10 numara hâlâ duraksarken derin derin nefes alıyordu.

Yaşadıklarını kaldıramayacak gibi davranan 10 numara bu sefer telefonu kapatmadan saliseler önce arkasından “vay anam vay!” diye bir kadın sesi duyuldu.

Nida odadından hızlıca çıkıp aşağı kata inerken katın karşısındaki terasta bir benden görmüştü. Bu beden Lâlinden başka kimseye ayır değildi. Hızlıca indiği basamakları tekrardan çıkarak terasın kapısını tıktıkladı. “Gel.” Diyen bir ses duyduğunda terasta girdi. “Ne yapıyorsun burada?” diye sordu Nida.

“Hiç, düşünüyorum sadece. Neyin olup bittiğini, neler daha olacağını ve planlarımı.” Dedi. “Söyle bakalım neymiş o hain planların?” diyerek Lâlin’in yanına bir sandalye çekerek oturdu. “Dinleyerek misin? Çok uzun.” Dedi Lâlin. “Ben seni her zaman dinlerim küçük yılan. Sen yeterki anlat bana.” Diyerek başıyla onayladı Nida.“Bir kaç gün sonra,” diyerek başladı Lâlin. Daha sonrasında bir nefes aldı ve devam etti. “Bir depoya gideceğiz. İçeri biz gizlice gireceğiz ve bizimkilerin bile haberi olmayacak. İçeri girdiğimizde silahlı adamlar ve niceleri olacak ve daha bilmediğimiz gizli şeyler. Bu bize Rızanın hazırladığı son görevdi ve şimdi ben bunu işe koyacağım. Gizlinin gizli bir planı olacak. Sana neden anlattığımı soruyor olabilirsin. Ama şimdi sırası değil ve her şeyin zamanı var.” Dedi.

“Peki ya bize bir şey olacak mı? En önemlisi sana?” diye sordu Nida. “Olacak,” dedi Lâlin ve sonra “ Ama sadece bir yanıltma. Gerçekten beni vurup öldürmeyecekler. Kalbimi bir saatliğine durduracak özel yapım bir ilaç var, onu kullanacağım ve beni öldü zannedecekler. Asıl iş bundan sonra başlıyor.” Dedi.

“Ne işi?” diye merakla sordu Nida.

“İçeri girdiğimizde anlaşma yapacağımız adamlardan bir tanesi Timurun sağ kolu. Sağ kola yakın olup solu vuracağız.” Dedi açıklayarak.

“Peki neden solu vuruyoruz.” Diyerek sordu yine. “Çünkü Timur solak. Sağ yüklü diye gösteriyor ama sola yükleniyor. Amacımız sağı kullanıp solu vurmak. Daha sonradında ise işler ortaya çıkacak.” Dedi Lâlin.

“Her şey daha yeni başlıyor gibi gözüküyor, değil mi?” diye sordu Nida’ya. “Peki sen bana bu başlangıçta güveniyor musun kardeşim?” ye dek ekledi.

Lâlin gücencelerine kolay kolay inanmayan bir insandı, bu yüzden onun için birisine güvenmek oldukça zordu. Bu yüzden bir şey yapmadan önce defalarca düşünmesi gerekiyordu, geceler onun için bir vakitti. Düşünceler onu geleceksiz bir yolculuğa çıkaracaktı. Onun ise bundan daha haberi yoktu...

Şimdi

Ellerinden kayıyordum ama kimse bir şey yapmıyordu. Peki ya kalbim neden bu kadar çok ağrıyordu? Her zaman hızlıca atan kalbim şimdi yavaşlıyordu. Kimse yaşamamı istemiyordu, bu yüzden olabilirdi ama kalbimin durmasını ben tercih etmiştim. Bu yüzden her küfrü kendime saydırıyordum.

Kendime en çok kızdığım gün bugün olabilirdi.

Dakikalar içinde kalbim daha yavaşlarken kendime küfretmemin bir şey ifade etmediğini fark ediyordum. Delicesine canım acıdığında çoğu kişi etrafımdaydı. Etrafımda bana yardım ediyormuş gibi davranan insanlar.

Hiçbir faydaları yoktu gözümün önünde. Sanki sadece bir varlığı izliyor gibiydiler. Kalbim duraksadığında ben de duraksadım. Kalbim olmadan bir hiç değildim ama şuan daha bir hiçtim. Çünkü beynimde yavaş yavaş soluyordu. Bu sokuş bana bir yerlerden tanıdık geliyordu ama kestiremiyordum.

Belkide bu bir arkadaştı,eski arkadaş. Soluma doğru geçen Nida dikkatlice gözüme doğru baktı. Bakışlarına anlam katamıyordum ama sanki “başardık!” dercesineydi. Ama benim gözlerimde bir başarı yoktu, halsiz bir kahverengi göz ile hayata veda ediyor gibiydim. Ruhuna El-Fatiha okurlardı artık. Tabii birkaç gün sonra onu da okuyacaklardı ama şu anın acısı hiçbir yerde yoktu.

Umarım diye düşündüm. Ruhuma okunacak dua beddua değildir.

...  

Yaklaşık birkaç saat sonrasında ise evdeydim. Klonum hastanede benim yerime yatarken ben burada keyif çatarak yatıyordum. Aslında buna üşengeçlik denmezdi. Çünkü bilerek tembellik yapmıyordum, pardon nerede olursam olayım yattığım için tembellik sayılıyordu. Üzgünüm bunu beynim az çalıştığı için düşünememiştim.

Beynim daha yeni yeni kendine geliyor, bir bebek gibi hayata dönüyordu.

Belkide tek sorunu beynimde aramamak gerekirdi. Kafam karmakarışık duygularla kaplanmış altın sarısı kahve tozuna benziyordu zihnimde. Yerimden doğrulmak istesem yere çakılacağımı ya da beynimin geri yastığa gömüleceğimi biliyordum, az çokta tahmin edebiliyordum. Bu yüzden beynimi biraz daha dinlendirmek için kafamı yastığa daha sert bastırdım. Sızı beynime geçtiğinde ne kadar aptal olduğumu algılıyabildim.

Ben nasıl bu kadar aptal olabilirdim?

Aptallığıma mı yansam gerizekalılığıma mı yansam yoksa gerekçekten vurulmadığım halde şu an vurulmaktan daha beter bir durumda olduğuma mı yansam bilemiyordum.

Yaklaşık bir kaç dakika sonrasında beynim yavaş yavaş kendine gelmeye başlamıştı. Bu beynim için çok büyük bir başarıydı. Gerçekten çok büyük bir başarıydı. Dışarıdan beni gören insanlar zeki kız, iyi kız ve benzeri şeyler söylüyorlardı ama gerçek maalesef böyleydi. Bir dizide izlemiştim. Ne demişler; “dışarıdan gördüm yeşil türbe içine girdim tövbe tövbe.” Bu nedenle insanlar bana fazla yakın olmamalılardı. Beni yakından tanıyınca ne halt olduğumu kolaylıkla anlayabilirlerdi. Bu da benim gerizekalı olduğumu ama zekice planlar yaptığımı ve bunu nasıl yaptığımı anlamalarını engelleyebilirdi.

Kafamı yastıktan yavaşça kaldırarak kendimi alıştırmaya çalıştım. Anlaştığım tanıdık ilacı içtiğim de beynime yüksek bir etki edeceğini söylemişti. Mecbur değildim ama ben bunu kabul etmiştim. Her şey kollarımın arasından kayan bir hayatın intikamı içindi. Her şey sapsarı ve simsiyah dostlarının tekrardan tanışmaları içindi. Ben içimi rahatlatmak için değil sapsarı ve simsiyah'ın ruhlarının öbür bir yaşamlarında kendilerine barışık yaşamaları içindi.

Kafamı rahat bir biçimde kaldırdığımda üzerimde olan battaniyeyi kenara doğru sıyıyarak orada bıraktım ve ayaklarımı yatağın içinden çekerek yere doğru uzattım. Kendime gelmeye ve gözlerimi ayık tutmaya çalıştım.

Kendime hâlâ gelemesemde ayağa kalktım ve kapıya kadar yürüdüm. Kapının kulundan tutarak kendime doğru çektim ve dışarı çıktım. Aşağı kattan sesler yükselirken yavaş adımlarımla merdivene kadar yürüdüm. Yan taraftan kapı sesi geldiğinde kafamı o tarafa çevirdim. Allahtan gördüğüm kişi Kıvanç değil Arendi diye dua ederek tekrardan önüme döndüm. Aren koluma girip beni merdivenlerden aşağıya inmem için yardım ettiğinde yüzümde ufak bir tebessüm oluştu. Aren benim kız kardeşimdi. Ben onu öz kardeşim olarak görüyordum ve onun da beni öyle görmesi beni mutlu ediyordu.

Aşağı indiğimizde gürültünün ases kaynağının Mahur ve Berke olduğunu anlamış olmuştum. Yine bir şeyler için kavga ediyorlar Mahur Berke'nin dibine girmiş Berke ise Mahur'un yakasından tutup havaya doğru kaldırmaya çalışıyordu. “Abi kalkmıyo bu, lan kaç tonsun sen domuz ayısı!” diye yüksek sesli söylendiğinde kavgalarına yüksek bir patlama yaşadım.

Artık kavgalarına gülüyordum çünkü neden kavga yaptıklarını biliyordum. Belkide bildiğimi zannediyordum, sadece zannediyordum...

Mahur ve Berke, onlar sadece uzaktan yakından birisi değildi. Özellikle Berke. Onun bir sırrı vardı, ve bunu benden başka kimse bilmiyordu. Berke bile bilmiyordu, bilse bile çok geç kalacaktı. “Lan bir durun Lâlin geldi!” diye onları uyardı Kıvanç. Sinirliymiş gibi onlara baktım. “Ne kavgası yapıyorsunuz?” diye sordum. “daha doğrusu neden kavga yapıyorsunuz?” diye de ekledim.

“Hiççç,” dedi Berke. “Sadece arkadaş bir haltlar karıştırmışta onu uyarıyordum, demi Mahurcum?” diye ekledi.

“Hiç kavga yapar mıyız biz Lâlin? Ayıp ediyorsun şimdi. Dimi Berke?” diye o da karşısında hatta biraz çaprazında kalan Berke ‘ye bakarak cevap verdi. “Aynen ya” diyerek ortamı ısıtmaya çalıştılar. Artık bu saatten sonra ne kadar ısıtabildiyseler. “Ortalığı karıştırmayın,” dedim sert bir tınıyla. “Şu an ben yokum. Duydunuz mu? Çok güvenmeyin yaşamama, biri sizin bu hüznünüzü görse gerçekten ölmüşüm zanneder. Ne bu? Yumuşamayın demedim mi kaç kere? Planları anlatırken uyarmadım mı sizi ben? Sakalımız var mı ki sözümüzü dinleyen olsun. Bir kere dinleyin ya bir kere. Şimdi bile dinlemiyorsunuz. Bakmayın öyle. Gerçekleri söylüyorum ben. Söylediklerim bir kulağınızdan girip diğerinden çıkıyor. Ne çabuk unuttunuz geçmişinizi? Ne çabuk modern hayata geçtiniz? Unuttunuz mu size biz asla normal insanlar gibi yaşayamayacağımızı söylediğimi? Ha? Berke? Mahur? Hepinize diyorum. Sadece onlar değil.” Diyerek onlara baktım.

Bekledim ama bir yanıt veren yoktu. “Bir cevabınız yok mu? Konuşun! Her zaman yaptığınız gibi konuşun. Hadi bekliyorum.” Dedim ve kollarımı göğüsümde birleştirdim.”Ya bir şey olsa size? Ne yapacaksınız? Hâlâ anlamadınız mı durumun ciddiyetini? Hâlâ anlamadınız mı olabilecek en iyi sonumuzun ölüm olduğunu?”

Sabırla konuşmaya çalıştım. Hafiften başım ağrısada belli etmedim.

Sadece akıllansınlar istiyordum. Sadece benden sonra iyi yaşasınlar istiyordum. “Sizin için,” dedim Berke ‘ye bakarak. “Sizin için yapıyorum. Benim yaşamamın bir anlamı yok artık. Sadece şimdi değil doğuduğumdan itibaren yaşamamın bir anlamı yoktu. Ben olmadığımda kendinize bakmayı öğrenmelisiniz. Leylekler yalan getirmiyor size ya da bana. Yaşamak için çaba gerekiyor. Bizim annemiz ya da bizi yaşamamız için çaba verecek bir kimsemiz yok ve hiç bir zaman olmayacak. Gerçekleri bir kez olsa da kabullenin.” Dedim ve arkamı dönüp askılıktan montu aldım.

Üstüme geçirip kapıdan dışarı çıktım ve uzun bir süre girmemek adına belkide bir daha gelmemek adına yürüdüm. Sokaklar hiçbir zaman evim değildi ama yapacak bir şeyim de yoktu. Ne gidecek yerim ne de konuşalım birim vardı. Allah’ın yalnız bir kuluydum. Yalnız kul bu gün yine bu sokakta sonsuzluğa yürüyordu. Ne acınası.

Sağımda kalan kaldırımın köşesine oturdum ve düşlere daldım. Belkide bunlar kendi kurguladığım düşlerdi. Sadece düşlerimin gerçek olması gerekirdi bundan sonrasında. Başka bir yararı olmazdı zaten.

İnsanlar küçücük çocuklarına sokaklarda durmanın yararlı olduğunu söylerlerdi. Keşke gerçekten yararlı olsaydı. Keşke dedim keşke.

Elimi kaldırımın kenarına koyduğumda hissettiğim acıyla geri çektim. Küçük alkol şişesi parçası elime batmıştı. “Zaten bir bu gelmemişti başıma.” Diyerek elimdeki kırık cam parçasını dikkatlice çıkardım. Bir kere huylandığım için oturduğum yerden kalktım ve üstümü silkeledim. “Ne yapsam hep böyle şans yokki,” diyerek söylenmeye başladım yeniden. Aynı zamanda da öfkemi dindirmek için gizli sahama gidiyordum.

Kaç adım olmuştu saymamıştım ama her zamankine göre daha yavaş yürümüştüm.

Eski yerimden inerek aşağıya ulaştım ve sessizce etrafı süzdüm. Uzun süredir buraya gelmediğimden dolayı etraf baya tozlanmıştı. Elime bez alıp silmem gerekirdi ama silecek mecalim yoktu. Kesinlikle üşengeçlikten değildi.

Yeniden eskimiş boks torbamın başına geçtiğimde eski zamanlar aklıma geldi. Rıza arada sırada beni burada yakalardı ve bana bilmediğim hareketleri öğretirdi. O olsaydı şimdi yine beni burada yakalardı, yine bana bir şeyler öğretirdi ve şimdiki kadar yalnız hissetmezdim.

Sıkıca yumruklarımı sıkıp ilk vuruşumu tamamladım. Sargı bezi satmadan da yapabilirdim. Hiç yara almadan bunu yapabilirdim.

Tekrar pozisyonumu aldım ve ellerimi sıkarak yumruk haline getirdim. Kafamı hafif eğerek vuruşu tamamladım. “2!” diye bağırdım ve 3. Vuruşa geçtim. Daha öncelerdeki gibi pozisyonumu aldım ve vuruş. “3!” diye bağırdım. Geri çekilerek yandaki aynadan kendime baktım.

Tek intihap.

Aynada yazan yazıyı kimin yazdığını biliyordum. Gülümseyerek 4. Vuruşa geçtim ve yine pozisyonumu aldım. Ellerimin birini açtım ve sağ elimi sıkıca tutarak ilk vuruşumuz tamamladım ve ardından iki kez daha vurdum.

Görev bitti.

Yerimde kalan sandalyeye ilerledim ve oturdum. İlk defa böyle değildim ama kalbimin duraksaması hareketlerimi kısıtlamıştı. Normalde defalarca vurmama rağmen acımayan canım şimdi 4 vuruşta acımıştı.

Savaşa nasıl gidiyordum ben böyle?

Derin derin nefesler alarak kendime geldim ve vuruşları tekrarlamak için boks torbamın önüne geçtim.

Parmaklarımı sıkarak güçlü bir yumruk oluşturdum. Duruş hizama geçerek vurdum. Tekrar, tekrar ve tekrar.

Bunun bir sonu olsa bile ben hazırlıklıydım.

...

Kaç saat geçmişti? Bilmiyordum. Soluksuz nefes alışlarımla yere doğru oturdum. Gözlerim kararıyordu ama umursamamaya karar veremiyorum çok olmuştu. Alnımdaki terleri elimin tersiyle silerken içerisi gümbür tülük bir sesle doldu. “Yine kim?” diyerek ayağa kalktım ve duvarın kenarındaki sehpadan telefonumu aldım. “Alo?” dedim açtıktan sonra. Karşıdan tıngırtılı bir ses geliyordu. “7 numara?” dedi karşıdan gelen adam sesi. “Yönetici merhaba, yeniden tanıştığıma memnun olmadım. Neden aramıştınız?” diyerek telefonu sağ kulağıma aldım."Güne iyi başlamamışsın bakıyorum.” Dediğinde “kısa kes,” dedim. “Ne o? Özlemedin mı yoksa beni? Oysa ben-“ dediğinde lafını keserek “çıkar ağzındaki baklayı ölü kefen.” Dedim. “Ayıp ama,” dedi. Daha sonrasında soluk alarak konuşmasına devam etti. “Asıl ölü sensin. Tüm camia nasıl öldüğünü konuşuyor. Bir de ben soruyum sana cidden öldün mü?” dedi. Yüzümde sinirli bir gülümseme oluşurken sağ parmaklarım telefonun üstünde oynuyorlardı.

Yok öldüm ben senin haberin yok mu? Dalga geçiyor bide kapatıyorum sana iyi sıraat köprüleri dilerim.” Dedim ve telefonu kulağımdan derken “kapatma!” diye ses yükseldi. Ben yine de umursamayacak kapattım ve geri sehpaya koydum.

“Bir akıllıda beni bulsa şaşarım zaten,”

İleride uzun bir yolum vardı ve ben buna yaklaşıyordum. Toplam kaç adımdı? 2789. Hayaller ve hayatlar diyerek kapıdan içeri doğru girdim. Gürültü bu sefer yoktu. Bu demek oluyordu ki evde fazla kimse yoktu. Ayakkabılarımı çıkardım ve kenara koydum. Sol köşede kalan düğmeye basarak ışığı açtım. Etraf aydınlanırken ben etrafa bakıyordum. “Ben geldim,” dedim geldiğimi belli etmeye çalışarak. Cevap yok.

Tekrardan “Ben geldim.” Dedim ama yine cevap yoktu. “Kimse yok mu?” dedim bu sefer. Mutfaktan bu yana bot ile yürüyen bir insanın sesini işittiğimde vücudum ister istemez gerilmeye başladı. “Kimsin sen?” dedim. Yanıt yoktu. Adım sesleri daha çoğalırken botun çıkardığı ses evin içinde yankılanıyordu. “Cevap ver!” dedim ama yine nafileydi, çünkü bana yanıt yine gelmedi.

Uzaktan gelen adım sesleri artık yavaşlarken bu sefer derin bir kahkaha sesi duydum. “Beni tanımaz mısın? Ben Deniz Kafkarlı, namıdiğer Timur.” Nağmıdeğmez dedim içimden.

“Tanıştığıma memnun oldum” dedi bana yaklaşarak elini uzattı.

Şaşkınlığımı, sinirimi, hırsımı gizleyerek yüzümde sinsi bir gülümseme oluşturdum. Daha sonrasında elinden tutup “Senin ayağımın dibine gelmeni bekliyordum da bu kadarı fiyatını belirledi.” Dedim ve elimi geri çektim. “Yaban turşusu sever misin?” dedim ona doğru bakarken mutfağa gittim. En son beni zehirlemek amacıyla gönderilen ‘insan etli’ yaban turşusunu dolaptan aldım ve peşimden mutfağa giren kafkarlıya uzattım. Bir dilim alıp ağzına attığında “tadı güzelmiş,” dedi. “Neyden yapılıyor?” diye eklediğinde hızlıca “et.” Dedim. Çiğnerken “ne eti?” diye sordu. Bunu da hızlıca yanıtlayarak “insan eti, adından belli bence yaban.” Dediğimde ağzındaki şörükleriyle beraber her şey yere döküldü.

“Ney dedin?” diye bağırmaya başladı. “Deli misin lan sen?” diye sordu. “Evet var kafada biraz birileri göndermiş işte ben de bitiremeyince sana veriyim öküz gibi yersin diye düşündüm.” Dedim. İçimden defalarca kuş Şam’da belli etmedim. Bir kere insan eti ne demektir be? Ben daha inek eti yiyemiyorken.

“Yedin mi sen?” dedi Kafkarlı. “Of Kafkarlı,” dedim. “Çok uğraştırıyorsun adamı. Bi’ bok anladığın yok boş beleş ortalıkta dolaşıyorsun. Yoksa bugün bayram filan mı? Otobüs bedava geldi heralde bu kadar yolu geldiğine göre.” Dedim mutfak tezgahına yaslanarak.

“Boş beleş değilim ve ayrıca otobüsler bedava değil. Sadece biraz sıkıldım ve kendimi eğelendirmek için seninkileri kaçırdım.” Dediğinde hıçkırık etkisi bedenime girdi.

Yine de belli etmemeye çalışarak “hepsini mi?” dedim. “Yok 6’sını kaçırdım.” Dediğinde “iyi etmişsin biraz kafamı dinlerim ben de.” Dedim. Kaşları havaya doğru uçuşurken “e haydi gitmiyor musun?” dedim. Elimle kış kış kış hareketini yaparken. “Sen ne biçim insansın lan,” dedi. “ ciddi oldurtmuyorsun insana.” Dedi ve mutfaktan çıkıp gitti. Vay canına dedim kendi kendime. Dakikalar içerisinde ne çok şey yaşamıştım. Allahım bir daha nasip etme.

Mutfakta iğrenç kokunun etrafa yayılmasıyla hemen çıktım ve eve kokunun çok fazla yayılmaması için kapısını çektim. Merdivenlerden yukarı çıktım ve ilk iş olarak Mahur’un odasına girdim.

Yatağının altındaki dosyayı eğilerek aldım ve okumaya başladım.
Bu sadece mahperiyedir,

Bunu okuyor musun bilmiyorum ama galiba düşmanının ve senin kim olduğunu biliyorum. İsmini söylemeyeceğim, evet çünkü bunu başkasıda okuyabilir.

Ama sana söylemem gereken önemli şeyler var.

8 ölmedi.

Ve hala yaşıyor.

Ve hala yaşıyor...

Bu dosyayı okumak sadece bir okuma mıydı? Yoksa bir cinayetin sahte olup yıllarca kandırılmamın enayiliği miydi? Sadece sorularıma yanıt istiyorum. Yanıtların da yeni bir soruya açılmasını değil.

Bazı şeylere gereken mi deriz. Bazı şeylere de yanıt bile veremeyiz.

Bu da yaşamın bir parçası olur bize. Takı diye takarız bütün her şeyi. Maskemizi asla indirmez gardımızla yaşarız.

Yenilgiyi kabul edemez, sadece en iyisi olduğumuzu düşünürüz. Ya da bazıları en kötüsü olduğunu düşünür. Bunlar sadece gerçeklerdi. Peki maskemizi indirdiğimizdeki gerçekler nasıl olacaktı?

Eskisi gibi olamıyacağımız kesindi. Peki kim bize iyi davranacaktı? Maskeli yüzümüzle bile onlarca düşmanımız, celladımız vardı. Maskemiz olmayınca onlar olmayacak mıydı?

Dosyayı tekrar yatağın altına doğru ittirdim ve odadan çıktım.

Bu evde kaldığım her saniye bana kötülük verirken daha fazla dayanamayarak koşarak merdivenlerden indim. Hemen askıdaki eşyalarımı alıp ayakkabımı giyindim ve evden dışarı adımlarımla çıktım.

Bu eve bir daha girmek ister mıydım diye sorsalar ölsem girmem derdim. Ama eskiden derdim.

Etrafa baktım. Bir yerlerde araba olması gerekiyordu. Gözlerim sokağın sağ köşelerinde dolaşırken siyah arabayı görmemle duraksadı.

Kafamı sağa sola çevirerek birinin bana bakıp bakmadığını test ettikten sonra hızlı adımlarımla arabaya bindim.

“Selamun aleyküm” dedi ihtiyarlardan Baki. “Aleykümselam da hayırdır?” dedim.

Ellerini birbirine sürtüştürürken ısınan ellerimi bacak arama koydum. O sırada Baki arabayı sürmeye başladı ve “Ne hayırdır?” dedi. “Hayırdır derken imana mı döndün demek anlamında sordum.” Dedim açıklayarak. “Haa,” dedi ve “anladım şimdi. Ben her zaman imanlıyım ki.” Dedi.

“Offf” dedim ben de ardından. Bakışları kısa süreliğine bana döndü ve daha sonrasında tekrar yola döndü.

“Mami halletti mi?” diye sordum sağa doğru girerken. “Yok açılmamış daha sabahtandır sıra bekliyormuş.” Dedi. “Hay ben onun sırasını-“ diyecekken sözümü keserek “deme!” dedi. “Nedenmiş?” “çünkü bu tür kelimeler küfre giriyor ve bunun cennetten cehenneme kadar yolu var.” Dedi. Lafını bitirene kadar bekledim ve en sonunda “Abicim bak biz kaç tane adam öldürdük hangi cennet hangi Cehennem Allah aşkına bir günde şöyle olma ve yahu.” Dedim çıldırırcasına. “Tamam demem bundan sonra.” Dedi ve konuşmanın arası uzak diyarlara uçuştu.

“Geldik.” Kapıyı iterek dışarı çıktım ve temiz ama çok temiz olmayan havayı içime doğru çektim.

Yan tarafta denizden nakliye yapıyorlardı ve bu taraf bize aitti. Doğrusu buradaki her yer bizimdi.

“Yeni mallar ne zaman yola çıkacak?” binanın sçasansörüne bastım ve gelmesini bekledim. “Bir kaç güne en fazla bir hafta içerisinde limanda olacak efendim” dedi Mami “Bizimkilerin nerede olduğunu buldun mu?” kapı açıldığınd aberabee içeri bindik ve 17.kata bastı. “Henüz bulamadım efendim ama Beste Hanım’ın telefonu sinyal veriyor. Arkadaşlar onu araştırıyorlar yakında öğreneceğiz.” Dedi. “Elinizden geldiğince çabuk olun. Vaktimiz hiç yok. Zamanla yarışıyoruz. Baki sende gelen malları kontrol et.”

Kafasını salladı. Asansör 10. Kata çıkarken nefes alıp verdim. “Mami,” dedim neredeyse son katlardayken. “Çabuk olun.” Kapı açıldığındı ve ben çıktım.

Ofise girerek Rıza’nın koltuğuna doğru ilerledim. Çekmece sinden dosyaları çıkardım ve masaya koydum. Bunlar gelecekteki görevlerdi. Rıza yaşasaydı bu görevleri kendi elleriyle bize verecekti. Ama ona nasip olmamıştı.

Belki de bana nasip olmuştu görevin ilk yazıldığı gün.

Dosyalara daha fazla dayanamazken masamda duran telefonum çalmaya başladı. Eline aldım ve aramayı kabul ettim. Bu kişi yönetici olabilirdi. Karşımdaki kişinin konuşmasını beklerken “zaman,” dedi tanımadığım bir ses. “Zamanın çok azalıyor ama sen bunun farkında değilsin.” Dedi. Gözlerim açılırken dona kaldım.

Bu ses tanındık gelmiyordu, hem de hiç.

Bu kişi eğer kim ise onun ölümüne benden olacaktı.

Bana zamanımın aktığını söyleyecek tek kişi ancak kendim olabilirdim ve oysaki kendim kendime zamanımın aktığını henüz söylememiştim. Telefonu cebime koyarak ayağa kalktım ve ofisten çıkarak binanın koridorunda ilerledim.

Arkamdan ilerleyen kişiyi fark ettiğimde gerildim ama fazla belli etmemeye çalışarak yürümeye devam ettim. Sonuçta korkakça yaşayamazdım.

Ömrümün üstünden arkamdan gelen kişiye baktığımda bu kişi Mami’ydi.

Derin bir nefes vererek yürümeye devam ettim.

Mami “Yerlerini bulduk galiba, ama tam olarak emin değiliz. Konuma göre Sanko’nun arkasındaki bir depodalar.” Dedi. Az önce çıkmaya üşendiğim merdivenlerden inmeye başlarken.

“Tamam. Rıza’nın adamlarından bir kaçı ile akşam bakalım. Emin değilsek de kontrol etmeliyiz. “ dedim.

“O zaman adamlara söyleyeyim aklam 18.00’da hazır olsunlar.” Kafamda onaylayıp basamaklar dan inmeye devam ettim. “Umudumuz var,” dediğinde duraksadım ve ona baktım. “Dışardan ne kadar umursamaz gözüküyor olabilirsin ama için içini kemiriyor.” Dedi Mami. “Mami, ben her zaman içimi kemiririm. Buna alışkınım.” Merdivenlerden inmeye devam ettim.

18.00

Arabadan inerken etrafa baktım. Ormanlaın çevrelediği depo yıkık döküntü ve terk edilmiş olduğu buradan belli oluyordu. Üstümdeki kıyafeti düzelterek arkamdaki Miami’ye doğru baktım. Bu ‘başlıyoruz’ bakışıydı. Normal adımlarla ilerlerken deponun tavanından bir çıtırtı gelmesi ile duraksayıp diğerlerinin de duraksaması için elim ile dur işareti yaptım. Tavana doğru bakarken aklım bana gelen tıkırtı tavanda bir insan olduğunu anımsattı.

Geri yürümeye devam etmeye başladım ve deponun kapısının önüne geldiğimde adamlar kapıyı açtı.

İçeri dikkatlice girerler kendi ben de onların ardından girdim. Mami benim önüme geçerken sağ taraftakilere onay verdi ve ikinci kapıdan içeri tamamen girmeye başladılar. Ben duraksamış olarak dururken Mami de içeri girdi.

Derin bir nefes alarak tüm karışıklığa son vermek adına sağ ayğımla deponun içine tamamen girdim. Arkamdan büyük ve geniş kapıyı kapatarak öne doğru ilerledim.Gözlerim etrafı tararken karşımda onları gördüm, koruyucularımı. Ne kadar bir bağımız olmasada veya her ne kadar birbirimizi avutmasakta kalp işte, bir türlü atıyor ve sevdiklerini sana getiriyor.

Yüzümde gülümseme belirirken koşarak yanlarına doğru ilerledim. İlk Aren’in kollarını çözdük ten sonra sıkıca sarıldım. Geri çekilirken işaret diliyle “iyi misin? Çok korktum.” Dedim. Kafasını olumlu anlamda sallarken “ Sen iyi misin?” hafif duraksasamda kafamı olumlu anlamda salladım.

Diğerlerinin bağlarınıda adamlar çözmüştü. Şimdi ise aklıma bir şey takılmıştı. Yöneticisi madem koruyucuları kaçırdı, peki neden böyle bir korumasız bir yerde tutmuştu? Neden şu an bizim buraya geleceğimizi bile bile hiçbir şey yapmayıp uzaktan izlemişti? Çok büyük bir bomba patlayacaktı ama biz hala bunu kavrayamacaktık. Ama en büyük sorun ise bu bombanın ne zaman patyayacağıydı. Bomba bir zaman patlayacaktı ve o zaman tam bombanın patlamayacağından emin olduğumuz zaman patlayacaktı.

İşte şimdi ben ise buna hazırlanıyordum ve vicdanımı yok etmeye çalışıyordum. Çünkü savaşta vicdan olmazdı.

Savaş için hazırlanıyordum. Tek ben değil karşı tarafta hazırlanıyordu. Onlar bana ben düştüğümde kaldırmadan, tiksinerek acımasız olduklarını gösterdiler. Bende şimdi hiç kimseye acımayacaktım. Sonuçta büyük savaş daha yeni başlıyordu ve bu daha onlara tanıtım amaçlı verdiğim bir fragmandı.

Asıl film şimdi başlayacaktı.

...

Mami sağ tarafımda otururken karşımda Mahur duruyordu.

O’da düşünüyordu. Her şeyden habersiz olan bir kişi değildi benim için ancak, bazı şeylerin onunda bilmemesi gerekirdi.

Mami’ye çıkması gerektiğini ifade eden bir hareket yaptım. İlk önce boş boş başkada sonrasında hızlıca odadan çıktı. Odada tek ben ve Mahur kaldık. “Geçen günlerde Kıvanç için eve gelen kız,” dedim konuyu açmak adına. “Onun hakkında bir şey biliyor musun?” kafasını olumsuz anlamda salladı.

Benim bilmeni istemiyor gibiydi ama peki neden o mektubu bana yazıp yatağının altına bırakmıştı?

Belkide mektubu o yazmamıştı...

“Peki, sen öyle diyorsan öyle olsun. Umarım o kızın altından bir şey çıkmaz.” Diyerek ben de odadan ayrıldım. Koridordan kendi odama ilerlerken aşağıda diğerleri var mı diye kontrol ediyordum.

Onları bir kez daha kaybetmeyi göze alamazdım. Evin önüne diktiğim korumalar dikkat çeksede en azından onların biraz daha güvende olduğunu hissettiriyordu. Onların güvende hissetmeleri benim mutluluğumdu.Yavaş yavaş yürümem sona erdiğinde odamın kapısının önünde duraksadım ve kulpundan çekip kapıyı açtım. Odamın dağınıklığını es geçerek giyinme dolabının kapağını açarak içinden birkaç parça kıyafet çıkardım. Altıma bir pantolon üstünede siyah kazağımı geçirerek telefonumu cebime doğru serbest bırakarak ellerimi saçıma doladım ve saçımı topuz yaparak yüzüme aydınlık kattım. Aynadan kendime bakarken her ne kadar bakımlı bir kadın rolünü kendine kaptırmış bir seri katil görsemde dışarıdan böyle gözükmediğimi biliyordum.

Bunun bilinciyle aynadaki yüzüme gülümseyerek odadan geldiğim gibi çıktım. Ev halkı yine sessizdi. Evin ortasında sessizlik notaları çalıyordu resmen.

Aşağı kata indiğimde üzerime kabanımı geçirerek evden çıktım. Etrafa bakarken havanın bugün ilkbahar havası gibi olduğunu fark ettim. İlkbahar ne kadar çabuk geliyordu, daha kış bitmeden. Ama ben kendimi ruhen hala kışta gibi hissediyordum. Bugün Şubat’ın yirmi yedisiydi. Onca zaman o kadar çabuk geçmiştiki fark etmemiştim.

Üstümdeki kabanımı düzelterek yeni aldığım arabamın ön koltuğuna geçtim.Bugün beni alacak Mami yoktu bu yüzden kendi işimi kendim halletmeliydim. Arabayı çalıştırarak vitesi ikiye aldım.

Hedefim beylikdüzü iken bir anda takip edildiğini hissederek salağa girerek şirketin yolundan devam ettim. Beni takip eden her kimse belasını birazdan bulacaktı. Arabasının camları görünmez olduğu için kim olduğunu göremiyordum ama ileri doğru bana geldiğini biliyordum.

Hızlıca arabayı sağa doğru çekerek arabadan indim.

Kapıyı kapatmadan torpidodaki* silahı elime alarak bedenimin arkasına sakladım. Kapıyı kapatarak benim ardımdan duran arabaya ilerlemeye devam ettim.

Arabadaki kişiye itafen “Arabadan in korkak” demeyi eksik etmeyerek kapısını tıklattım.

Arabanın kapısı açılırken geriye doğru adım atarak çıkmasını bekledim. Kısa bir süre içerisinde sarı saçlı birisi arabadan çıktığında bu kişiyi tanıyordum. “Eee 7 numara ben çıktım ama biraz şaşırmış gözüküyorsun, yoksa korktun mu?” dedi bana karşı 8 numara. “Neden korkayım 8 numara?” dediğimde yüzündeki tatlı ve alaycı gülümseme silindi.

Daha seninki halinin aksine korku ona bürünmüş gibiydi şimdi. “Asıl sen korkuyor gibi duruyorsun.”

Hayat her seferinde tesadüflerden oluşmazdı. Bazen ise olaylara bizim yürümemiz gerek. Sadece akışına bırakmak benim özgüvenimin duvarlarını yıkar.

Bu özgüvenle nerelere giderim pek meçhul ama en son ölüme gideceğim kesindi. Bu son durak değildi ama bazıları kara toprağa gömülecekti.

Bugün bir şey oldu, benliğim beni terk etti. "Vah, senin için üzüldüm 8. Ama hatırlatmam gerekirdi. Yoksa bana az daha düşman gibi yaklaşıyordun. Pardon tam tersi.” Ağzı aralanacakken tekrar kapandı ve derin bir nefes aldı.

“Sindirme kuvvetinin az olduğunu biliyordum ama açıkçası bu kadarını beklemiyordum. Beni hayrete düşürdün, on ton yemek yemiş ve beynin duraksamış gibisin. Kendine gel düşmanlarımla böyle savaşmıyorum ben. Şartlar adil değil.” Bu kez bana doğru yaklaşarak bir adım attı. “Sen,” dedi ve gözümün içine doğru baktı. “Sen hiç değişmemişsin. Her zaman duygusuz bir köpeksin. Belki değişmişsin gibi düşünsem de onlar yine haklı çıktılar! Sen hayatımda aldığım en kötü kararsın. Bir daha karşıma sakın çıkayım deme. Eğerki çıkarsan sonun benim elimden olur.” Dedi.

Belkide bunu bana ilk diyişiydi ama benim kulağıma tanıdık gelmişti.

Bazen bazı şeyler sadece kişi değiştiriyordu ve biz buna engel olamıyorduk. İşte tam o zamanlarda kendimi öldürmek istiyorum çünkü bu bana bir hiç olduğumu anımsatıyordu.

İnsan kendinin hiç olduğunu anımsar mıydı? Gitti. Şimdi arkasına dönüp çekip gitti. Yine bir vedalar ziyanı oluştu kalbimde. Tekrar gelecek miydi? Lütfen tekrar gelsin dedi kalbim. Onu tekrar özleyemem dedi kalbim ama kalbim yine yanıldı. Burası vedalar dünyasıydı. Vedalar dünyasına hoş geldim...

07/06/2022

Bir insanın bizi terk ettiğini nasıl anlarız? Ya da anlamalıyız.

Çünkü ben bir insan beni terk ettiğinde bir şey hissetmiyorum, acılarımı bir başka birisine tarif edemiyorum. Burası vedalar diyarıysa neden ben vedalar diyarında duramıyorum? Bir tek bana mı garip geliyordu? Yoksa vedalar diyarına bir tek ben mi alınmıyordum?

Hep bir vedalar hep bir ölümler.

Ben yoruldum.

Evet.

Yoruldum.

Sonunu bile bile pes ediyorum.

Ve bunu kabulleniyorum.

Bu bir son değil ama gerçek.

Telefonu koltuğa bıraktım ve derin bir nefes alarak ayağa kalktım. Koltuklara serpil miş insan tanecikleri bana doğru kısa bir süre kalktıktan sonra tekrar ellerindeki telefonlara gömüldüler. Mutfağa doğru ilerlerken koridorun ışığını yaktım. Bu eve en çok gerek olan şey mutlu ve huzurlu görünen bir ortamdı ve bunu yaratmak bana düşüyordu.

İçeri girdiğimde mutfağın ışığınıda yaktım ve ocağa bir tencere koyarak içine şu koydum. Altını da açarak kaynama ya bıraktım. Bugün de makarna yesek ölmezdik. En azından bazı kişiler yeniden yemek yapmaya başlayana kadar idare ederdi. Nida neredeyse 2 aydır yemek yapmıyordu ve açlıktan geberir haldeyiz. Evet biraz abarttım ve bunu biliyorum ama gerçekten açız. Geri salona dönecekken Nida’nın mutfağa girdiğini görüp peşine takıldım. İlk işi olarak Ocak’taki tencerenin altını kapatırken yemek yapacağını anladığım an parmaklarımın ucunda salona doğru koştum.

“Golllllll!” dedim bağırarak. Herkes yerinden sıçrarken ne var diye bakıyorlardı. “Nida,” dedim nefes nefese. “Yemek yapıyor!” onlarda yerlerinden kalkarken birbirlerine sarılıyorlardı. Berke “Valla sizi bilmem ama on yıldır açım!” diyerek karnını okşadı. “Görende on yıldır yemek yemedik zannedecek!” diye mutfaktan ses geldi. Hep bir ağızdan aynı anda

“Yemedik.”

“Yemedik.”

“Yemedik!”

“Yemedik.”

“Yemedik!”

Denince ben de katılarak “Valla ben de yemedim galiba,” dedim. “Oraya gelirsem hepinizi ayağımın altına alırım! Beni sinir etmeyin yapmam bak!” diye yine bir ses duyulunca hemen koltuklara düzüldük. Aynı suçunu kabul eden yavru köpekler gibi.

“Acaba ne yemek yaptı?” diye bir ses duyuldu. Bu sesin sahibi Berke’den başka birisi olamazdı.

Aren onu “Berke!” diyerek uyardığında gülen yüzü soldu. Aren ona bakarken “Bakma öyle güzelim açım ben. Aç insan, insan bile yer. Seni yemediği ne dua et. Kaç gündür Allah şahit makarna yiyoruz.” Diye itiraz ederken Aren sus işareti yapınca konuşmayı kesti. Onun için Aren’in ifadeleri daha önemliydi açlıktan. Belkide o şifayı aşktan kapmıştı. Yoksa aşk mı ondan şifayı kapmıştı?

...

Yarım saat sonra

Salona gelen yemek kokularını çözmeye çalışırken içeri Nida girdi. Tüm gözler onun üzerine dönerken ne yemek yaptın gibi bakıyorduk.“Zıkkım.” Dedi Nida. “Zıkkım yaptım, siz seversiniz.” Diyede ekledi.

Ayağa kalktım ve “Nida!” diye uyardım suratını sıkarak. Yüzünü buruştururken bana beddua okuduğu kesindi çünkü yanaklarını sert sıkmıştım.

“Hadi söyle bakalım ne yemek yaptın?” diye sordum. Hemen yanıtlayarak cevap verdiğinde şaşırmıştım çünkü yanıtı şuydu;

“İmam bayıldı.” İç sesim şimdi ben bayılıcağım dese de iç sesimi susturmaya çalıştım. Her ne kadar yemek yemeyi sevsem de şimdi imam bayıldı mı yapılırdı? “Nida Allah aşkına bana imam bayılmadı yaptığını söyleme.” Dedi Berke. Nida kafasını hayır anlamında salladığında biz çoktan masaya oturmuştuk. Her zamanki gibi 8 kişilik masada 1 kişilik yer oluşmuştu. Bu yer bir gün sahibini bulacaktı ama o gün biz olmayacaktık. Belkide yeni sahibi hiç olmayacaktı...Kıvanç “Neyseki imam bayıldıyı seviyorum yoksa ne olurdu tahmin edemezsin Nidacım.” Dedi.Nida Kıvanç’a kısık bir bakış attıktan sonra çorba kasekerine imam bayıldıyı koymaya başladı. “Bana az koy!” diye uyar Şam’da yine nafile. Bir anne gibi oldukça fazla porsiyon koyuyordu ve hepsini bitiremeyince kızıyordu Nida.

Bu yüzden hep o sanki benim annem ya da ablammış hissiyatı veriyordu. Kasemi Nida'dan alıp önüme koydum ve kaşığımla kaşıklamaya başladım. Hafif tuzlu bir tat gelsede yemeye devam ettim, sonuçta bu bir yemekti ve uzun süre sonra yapılan tek yemekti. Bu yüzden yemeyip ne yapabilirdim ki?

Hiçbirşey.

Çorbayı kaşıklayarak bitirdiğinde diğerleri hâlâ yemeklerini bitirmemişlerdi. Sandalyemden kalktım ve koltuğa doğru ilerleyerek boş koltuğa yayıldım. Elime telefonu alarak haberlere girdim. Parmaklarım aşağı doğru kayarken tanıdık bir yüz görmemle duraksadı. Üniversiteye gittiğimde tanıştığım ve onu Timur zannettiğim kişi haber sitesindeydi. Ölü olarak...

Onun öldüğünü görünce yüzümde ufak bir şaşkınlık belirsede çok uzun sürmedi. Telefonuma gelen mesaja girip baktım.

Ellerim titrek olduğu için mi titriyordu , yoksa korktuğu için mi?

~ölümümü beğendin mi?

Bu o muydu? Olabilirdi de, olmayabilirde. Beni kandırıyorlar mıydı? Yoksa ben aptallaşmış mıydım.Bu gerçek değildi. O hala yaşıyor,ve şu an bana bu mesajı yazan da oydu. Her ne kadar savaşa hazırlansamda bunu beklemiyordum. Çünkü o bana büyük bir savaş açarsa gerçekte yaşamadığı için kimse bana inanmazdı.

Öyle bir hamle yapmalıydım ki o bile şaşırsın,düşmanını hafife alamayacağını bilsin, bir daha bugöze alamasın istiyordum.

İntikam hissiyatı damarlarımda tüterken yukarı çıkıp odama girdim. Telefonumu elime aldım ve sıkıca tutarak mesajlara girdim. Kıvanç'ın adını bulmamla sohbete girdim.

-odama gel.

Her ne kadar onu kabul etmesem de aralarından tek sert olan oydu.(kişilik olarak) bu yüzden her şeyi ona söylemek ve beraber karar almak zorunda kaldım.

Kapımın tıklatılması sesiyle "gel!" Dedim. İçeri giren kıvanç "neden beni çağırdı-" onun sözünü kesen şey ona gösterdiğim haberdi. Telefonu tekrar kendime çekip mesajlara girerek Timur'un attığını düşündüğüm mesajı açıp Kıvanç'a gösterdim. "Bu..." gözleri anlamsızca bana bakarken yarım kalan cümlesini tamamlayarak "...nasıl olur?" Dedi.

"Karşımızdaki kişi düşman ise elinden geleni ardına koymamak gerekir. Yakında büyük bir savaş çıkacak, herkes çıldıracak özellikle sen. Ama şunu bil o bu işin içinde ben varken kolaylıkla sıyrılması söz konusu bile olamaz." Nefes nefese kalmıştım, o şaşkınlığını bir kenara bırakıp kısa bir süre düşündü."Peki, sen... sen ne yapacaksın? Bende kendimi ölü göstereceğim deme bana, ağlar... aşağıdaki herkes ölümüne ağlar. Ben dayanır mıyım sanıyorsun? Tamam, anladım. Kendini savaş için bu kadar yoruyorsun, ama fazla yukarı çıkıp sınırı aşma." Duraksayıp beni işaret etti. " ölmediğini öğrenince sana ne kadar kızacaklar biliyor musun? Herkes! Seni istemeyecek! Ben de... ben de istemeyeceğim," cümleleri bitmemiş gibiydi.

"Her ne kadar güçlü olsanda, ben de varım. Çıkış yolu bulamayınca hep böyle mi yapacaksın? Ha? Eğer böyle devam edeceksen beni yok say. Sana defalarca kez söyledim. Sana bir şey olursa dayanamayacağımı söyledim. Umuyorum ki bu seferki çıkışın beni mutlu eder." Arkasını döndü ve kapıyıaçtı. Bana son bir kez bakmadan gitti...

Gözlerimden akan yaş damlayı sildim ve üstüme bir kaban geçirerek odadan ben de çıktım. Ayaklarım hızlıca merdivenlerden inerken meraklı gözlere "markete gidiyorum, evde pirinç kalmamış." Dedim.

Birkaç bir şey almak herkese iyi gelirdi. Kapıyı çarparak evden çıktım ve en yakın markete doğru yürüdüm. Marketten kendime bir araba alıp önüme geçen yiyecekleri içine attım. Derin bir nefes alıp iki kiloluk pirinç paketinide arabaya koyup kasaya ilerledim.

Kasiyer fiyatı söylerken ben dalıp gitmiştim. "798 lira 99 kuruş tutuyor hanımefendi." Kartı çıkarıp kasiyere vererek şifreyi girdim ve işim bittikten sonra poşetleri elime alıp marketten çıktım. Eve doğru tekrar gelip poşetleri evdekilere verdim ve geri evden çıktım. Sokakta dolaşırken ne yapacağımı bilmiyordum. Hayata gelmiş ve tekrardan hayattan gidiyor muydum? Hayat bu kadar kısa mıydı? Kolumu sıvazlarken omuzuma giren bir ağrıyla elime gelen kana baktım. Vurulmuştum. Bir köşeye doğru ilerlerken arkamdan kimse gelmedi.

Elimle tutup kurşunu çıkardım. Ağrım ikiye katlanırken sağ elimle sol omzumu tutuyordum. Bilincim kapanmak isterken kendimi zor tutuyordum...
Hayatımın kısa ve rastgele bir şeyler karışımı olacağını tahmin ediyordum...

Bu kadar düşmanım olacağını kimse tahmin edemezdi...

Oysaki ben daha o zamanlar çocuktum...

Şimdi ise zihnim çocukluğumda kaldı, bedenim ise büyüdü...

...

Hayatım hep bir savaşa hazırlanmakla geçmişti. Şimdi ise savaş vakti gelmişti, fakat ben hazır değildim.

Belki de savaşın kazananı ben değildim.

...

Gözlerim yavaşça açıldı. Etrafa göz gezdirirken kapalı bir odada yatağın üstünde yatıyordum. Bir dakika! Ben yatağın üstünde yatıyordum! Üstelik burası neresi bilmiyordum! Ayağa doğru yeltendim. Kolumun acısına "ah!" Diye hafif bağırsam da bir süre sonra acıya alıştım.

Belkide şimdi bu acıya katlandığımda ileride alışmış olacaktım.

Ayağa zar zor kalkıp perde ile örtülen perdeyi yaralı olmayan kolumla açtım. Dışarıda rastgele binalar vardı ve şehir kalabalıktı.

Bir dakika!

Burası...

Burası İstanbul değildi!

Sağ tarafta kalan büyük tabelada koca harflerle yazılmış 'samsun' yazıyordu. Ben şu an Samsun'da mıydım? Ne demek birisi beni buraya getirmişti?

Bir dakika daha!

Beni buraya kim getirmişti?

Sarhoş falan olup kendim mi gelmiştim acaba? Yok ya, o kadar da yaralı halimle içicek kadar yürek yememişimdir, değil mi? Kapı tıklatıldığında refleks olarak kapıya döndüm. Kapı açılırken o kadar çok heyecanlıydım ki anlatamam... Gerçeği söylersem heyecanlı değil, meraklıydım.

Kapı açıldı.

İçeri bir adam girdi.

Hiç beklemediğim birisi, yıllarca düşünsem aklıma gelemeyecek olan birisi girdi içeriye...

Timur...

"Vaovvvvv!" Dedim kendimi tutamayarak. "Ne vaovv ama demi?" Diye sordu Timur. Tek kaşım havaya kalkarken "nasıl buldun beni?" Diye sordum. Önce yüzünde hafif bir gülümseme oluştu, sonrasında ise şeytani bakışları onun içini belli etti."Beni hafife alma," dedi.

Yanlış hatırlamıyorsam bunu daha önce ona demiştim. Gerçekten demiştim, GALİBA.

Emin değilim.

Ama beni taklit etmesi, bunun onu önceden sinirlendirdiğini temsil etmez mi? Yoksa ben mi bir şeyi bu kadar fazlasıyla düşünüyorum?

Çok fazla gereksiz düşünce! Hepsini artık silmek istiyorum fakat silemem.

Derinlerden bir nefes alıp vererek "taklitler aslını mı yüceltiyor, yoksa sen mi gerçeğini söylemek istersin düşmanım?" Dedim. Yüzüne her zaman yaptığı gibi yine bir tebessüm kondurdu. "Yapma," dedim sinirli bir şekilde, anlamamış gibi "neyi yapmayayım?" Dedi. "Şu sanki masum biriymişsin gibi gülümsemeye çalışmayı, bir yerden sonra bayıyor bayat ekmek gibi." Dedim.

Kafasını salladı.

"Eee," dedim. Uzun bir süre olmamıştı ama ortam beni hemen baymıştı. "Ne eeee'si?" Dedi. "Sıkıldım, madem adam kaçırıyorsun bi zahmet bir şeyler yap yani, hani olur ya bir yakınının ararsın falan, ortalık karışır kaos falan anladın?" "Anlamadım, şimdi seni öldürüyüm mü?" Dedi, "Yok öldürme, ama süründür gardaş. Sıkıldım ben. Bir olay çıkar ya yalvarıyom da olay çıkarmıyorsun, çok ayıp gün gelir senin gibi hatırlatırım." Dedim ve yaralı olmayan kolumla kafasına yumruğumu geçirdim. Bu kadar sohbet ona yeter ve artardı.Sağ elimle kapıyı açtım ve odadan çıkıp kapıyı tekrardan kapatarak arkasından kilitledim. En azından bu onu bir süre daha odada tutabilirdi.

Koşarak tek katlı zannettiğim evden sokağa çıktım. Burası bir caddeydi ve etraf biraz kalabalıktı. Kıvırcık saçlı bir kıza yaklaşarak "pardon," dedim. Kız bana döndü ve kafasını saygı amaçlı hafif eğildi "telefonunuzdan bir arama yapabilir miyim? Az önce kaybettiğimi fark ettim." Kız kafasını sallayarak "tabii ki, buyurun" diyerek telefonu bana uzattı. Hızlıca alarak aramalara girdim ve Kıvanç'ın numarasını girerek araya bastım. Telefon açıldı ve " benim." Dedim.

"Şu ana samsundayım en kısa sürede geleceğim o zaman konuşuruz" dedim ve hızlıca telefonu kapatarak telefonu sahibine uzattım. " çok

teşekkürler." Kız "rica ederim." Derken hızlıca uzaklaştım ve Kıvanç'ın ayarladığı otobüs bekleme alanına gittim.

Biletimi az önce Kıvanç almıştı ve şimdi İstanbul'a giden otobüsün gelmesini bekliyordum...

...

Artık istanbuldayım.

Kendi şehrimde doğduğum, kaderim olan şehirdeydim.

Burası benim evim ve evimden beni koparmaya çalışan insanlar haritadan silinir.

Eve geldiğimde kapının önünde yaklaşık yarım saat bekledim. En sonunda zile bastım ve kapının açılmasını bekledim.

Kapıyı açan kişi Kıvanç'tı. "Neredeydin?" Dedi yüksek bir sesle. "Neden haber vermedin?" İçeri doğru girdim ve koltuğa yaslandım.

"Önemli bir şey değil, şimdi planlamak istediğim bir şey var." Kaşını havaya kaldırıp "Nasıl önemli değil! Lâlin! Beni duyuyor musun sen? Kaç gündür neredesin sen? Ha?" Dedi gürültülü bir sesle. Uzun süre sonrasında ilk defa biri ismimle hitap etmişti, açıkçası hoşuma gitmişti."Kalk." Dedi ve elini sol omzuma koyum sertçe beni kaldırmaya çalıştığında acıdan ağzımdan sert bir inilti sesi çıktı. Omzumdaki ağrı dinmeden Kıvanç baskı uygulamıştı. "Neyin var?" Dedi. "Bir şey yok" dediğimde omzumdaki t-shirtü sıyırarak yarayı gördü. Silah ve bıçak izi olan yumruk büyüklüğündeki yarayı gördü. "Sen..." dedi kelimeleri bıçak gibi kesilmişti. "Neler oldu?" "Söylesene sana kim yaptı bunu?" Dedi.

"Yok bir şey. Unut bunu tamam mı? Unut. Çok mühim bir yara değil. Birkaç güne geçer." Ona unut demiştim, unut demiştim. "Nasıl unuturum? Senin saçının teline zarar gelse dünyaları yakarım. Anla artık be anla, sana aşığım kadın! Seni ölesiye seviyorum!" O bir az önce ne demişti? İlanı aşk mı etmişti yoksa başka bir şey mi?

Bana aşıktı....

Bir az önce duyduğum kelimeler,sözler rüya ya da hayal değildi.

Adeta bir aşk hikayesindeki gibi erkeğin kıza açılma anını özetliyordu.

Peki bu kelimelerin yüzde kaçı doğruydu? Çünkü ben bunu daha önce yaşamıştım ve güvenim azdı.

Peki güvenimi tekrardan oluşturacak kişi o muydu?

Zamanımı düşünerek geçiren biriydim ve şu an düşünce yeteneğimi kaybetmiş gibiyim.

"Hayır, bekle." Dedim.

Evet.

Sadece bunu dedim.

"Bunu fark etmemiştim."

Gözleri karmaşık şekilde bana bakarken "bunu daha önce fark etmemiştim..." dedim.

Daha önce neden fark etmemiştim? Benim neyim vardı? Kafam mı bozulmuştu hiçbir şey fark etmemiştim? Salak mıydım?

Aklımı kaybettiğimi zannederek tekrar ağzımı açtım. "Bana neden daha önce bahsetmedin? Bunu neden daha önce hiç söykemedin?" Dedim tekrardan içimdeki cümleleri tekrar ederken.

Bana bakan bakışlarını başka yöne çevirerek "ne oldu? Beni beğenmedin mi?" Dedi ve şunlarıda ekledi; " başka erkekler gördün diye kriterlerin mi değişti?" Dedi.

Kafamı iki yana sallayarak "hayır." Dedim. "Ben sadece... ben sadece..." gülümsedi ve "sen sadece?" Dedi.

Cümlemi tamamlayamıyordum ya da nasıl cevap vereceğimi bilemiyordum.

Daha sonra kafamı tekrar iki yana salladım.

"Ben sadece seni seviyordum. Tanıştığımız günden beri, ama sen. Sen hiçbir şekilde bana fırsat vermedin. Ben zannettim ki beni sevmiyorsun. Senden daha fazlasını isteyemezdim. Anladın mı? Sen benim flörtüme sevgime düşüncelerime hiçbir zaman yanıt vermedin. Ben ise uzun zaman önce geri çekildim..." söylediğim cümlelere inanamıyordum...

Ben sadece onu seviyordum.

Evet.

Ben sadece onu sevdim.

Ve ben sadece onu seveceğim.

Sonsuza dek...

Sonsuza dek...

Ve sonsuza dek.

Ben sadece onu seveceğim...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%