Yeni Üyelik
2.
Bölüm

BAŞLANGIÇ

@ddeenniiizz

Meraklı kalabalığın sebep olduğu uğultu, patlayan flaşların rahatsız edici ışığı, muhabirlerin ardı arkası kesilmeyen soruları, etrafta koşturan takım elbiseli adamlar ve korunması gereken, bu gereklilikten ve giyinişinden bile toplumun üst kesimlerinden olduğunu belli eden bir adam.

 

İstanbul havaalanı, alışılagelinmiş kalabalığın yanı sıra bu gece fazlasıyla yoğundu. Bu yoğunluk yalnızca İstanbul ile sınırlı kalmamış, Türkiye’nin batı kesimlerine ve Ankara’ya da bulaşmıştı. Sebebi ise ‘son dakika’ manşetlerinden de anlaşılacağı üzere; ünlü iş adamı ve siyasetçi Yavuz Arslan’ın şüpheli ölümüydü.

 

Zırhlı araçlarıyla ve koruma ordusuyla gezen bu adamın trajik bir trafik kazasında hayatını kaybetmesi tüm Türkiye’nin dikkatini çekmiş, saatler gece yarısını geçmiş olmasına rağmen, herkesin, haber sitelerini kovalamasına sebep olmuştu.

 

Kalabalığın içinden sıyrılıp hiçbir soruya cevap vermeden, sakin fakat ürkütücü adımlarla, aracına yürüyen adam; Alp Arslan. Kendisi haberi alır almaz Rusya’dan İstanbul’a gelmiş, gelene kadar da sayısız telefon görüşmesi yapmıştı fakat son konuşmada, avukatı Ersoy Kulaksız’dan duyduğu sözler hiç hoşuna gitmemişti.

 

Yüz hatlarının gerginliği, hali hazırda sert olan çehresini daha da belirginleştirmiş, kalın kaşları en derininden çatılmış, geniş omuzları zaferinden emin olduğunu belli edercesine dikilmiş, hırsını ve öfkesini koluna takmış, babasının cenazesine, daha doğrusu mirasın üzerine konmaya gidiyordu kendisi. Koyu mavi gözlerini kısmış da olsa, bakışlarındaki yakıcı ateşi saklayamamış, haber kanallarında görevli kameramanların merceklerine yakalanmıştı.

 

Babasının cenazesine değil de kardeşinin düğününe gidiyormuş gibi, simsiyah takım elbisesi içinde, özenle fönlenmiş ve jölelenmiş saçlarına dikkat ederek aracına binmiş, aile evinde doğru yola çıkmıştı Rusya büyükelçisi, Alp Arslan.

 

İçindeki öfkesini belli etmek istercesine keskin ve sesli bir soluğu dudaklarından akıtan Alp yapacaklarının, yaşatacaklarının telaşesi içinde düşünceleriyle yarışıyor, bu gece olacak her şeye yetişmeye çalışıyordu. Stresinin bedeli olarak kaç can alacağını hesaplayan adam koca cüsseli korumaları bile korkutmuşken Avukat Ersoy Kulaksız bu mesleği seçtiği güne sayısız lanet etmişti. Rusya Büyükelçisine istediği sonuçları sağlayamazsa mesleğinin son davasının bu olacağını biliyordu fakat bildiği bir şey daha vardı ki o da sadece mesleğini değil canını da bu dava uğruna kaybedeceğiydi.

 

Ankara’dan yola çıkan Barış Arslan ise acelesizdi. Babasıyla olan bağını göz önünde bulundurarak ondan kalacak miras için çabalamaya gerek yok diye düşünüyordu. İstanbul’a gitmemeyi bile düşünmüştü lakin kız kardeşi arayıp gelmesi için emir verdikten sonra telefonu suratına kapatınca öfkesine yenik düşmüş, iki çift laf söylemek için, biraz da gazetecilere poz vermek için cenazeye katılmayı seçmişti.

 

Kumral saçlarını dağıtmış, ırmağı andıran, mavinin yeşile en yakın tonundaki gözlerine ise sahte bir hüzün yerleştirmeye çalışmıştı Barış Arslan. Fakat ne kadar başarılı olduğu tartışılırdı. Ağabeyi Alp Arslan ile ortak bir özelliği varsa o da ihtişamlı hayatına dikkat çeken, özenli ve pahalı giyinişiydi.

 

Cihan Arslan ve Çınar Arslan babalarına kavuşmanın mutluluğunu yaşıyor, ölü bedenlerine inat, heyecanlı ruhlarıyla, ahiretin kapısında babalarını bekliyorlardı. İki kardeş, yaklaşık 20 sene önce anneleriyle birlikte çıktıkları bir yolculukta suikaste uğramış, Cihan 15, Çınar henüz 12 yaşındayken vefat etmişlerdi. Anneleri Maria ile birlikte, birbirlerine sarılı bir şekilde bulunan cansız bedenleri o zamanın gazetelerinde çok ses getirmişti. Herkes, hükümet karşıtı bir Rus ajanı olmakla suçlanan Maria’yı, günahı yüzünden çocuklarının da öldüğü gerekçesiyle yargılamıştı.

 

Diğer yandan Dinçer Arslan ve ikizi, Arslanların tek kız mirasçısı Eliz Arslan, İstanbul’daki aile evinde oturmuş, gelmekte olan tehlikeyi düşünüyorlardı. Yaklaşan tehlike Alp Arslan’ın ayak sesleriydi hiç şüphesiz. En büyük ağabeyin öfkesi, avukatı tarafından aldığı haberlerle birlikte harlanmıştı ve ikizler bunu çok iyi biliyordu.

 

Sarının en göz alıcı rengini barındıran uzun saçları, durgun ve bucaksız deryaları anımsatan mavi gözleri, ince kaşları, kavisli burnu, renksiz dudakları ile bir tablo gibi seyir keyfi sunuyordu Eliz Arslan. Karşısındaki insana güzelliğiyle huzur, kendinden emin duruşuyla huzursuzluk armağan eden bu genç kadın yeteneklerinin farkında olmasından kaynaklı oldukça tehlikeliydi düşmanları için. Zekasını silahı olarak sahiplenen, bu sahiplenici tavrını da göstermekten çekinmeyen Eliz o silahı elde etmek için çektiği acıları hiçbir zaman unutmamış, gerçeklerden saklanmamış, sonuç olarak da olduğu konuma ulaşmıştı. Gücüne güç katan ikizi ise Eliz’in olmayan kuvveti olmuştu. Dinçer Arslan’ın av arayan bir kartal kadar keskin bakışları, her tehlikeye açık ve hazırlıklı duruşuyla kale gibi koruyordu prensesi. Eliz ise bir prensesten çok kraliçe olarak, kalenin hakkını veriyordu en iyi şekilde…

 

Giden gitmişti. Yavuz Arslan’ın ölümünün ardından, birkaç baş sağlığını kabul edecek ve daha sonra mirasa uçuşacak olan, yırtıcıları andıran çocuklar hazırlıklarını tamamlıyor, dört bir yandan plan yapıyordu. Bu şaibeli ölüm, koca bir savaşın başlangıcı olacaktı.

 

Her insan unutulurdu ve her yaşam değersizdi fakat Yavuz Arslan’ın bu kadar çabuk yitip gitmesi, çocukları tarafından bile hatırlanmaya değer görülecek güzel bir anısının dahi olmaması kendi yaptıklarındandı. Şaibeli ölümünü de gerisinde bıraktığı altmış altı yılın her saniyesine borçluydu kendisi.

 

Trafik kazası sonucu gibi gözüken ama aslında dört kurşunla bedeninden ayrılan ruhu bile huzursuzdu. Cehennem denen o gerçeğe ve sonsuzluğa sürüklenirken nasıl huzurlu olsundu zaten? Zira bu huzursuzluk öyle güçlüydü ki; çaresiz ruh, ardında bıraktığı kıyafet için ağlıyor, geri dönüp hatalarını düzeltmek adına verilecek bir şans umuduyla yakarıyordu.

 

Avukatlar hızla evlerinden çıkmış, gelen haber üzerine Arslanların malikanesine ulaşmışken yeni başlayan birkaç stajyer şaşkındı. Eliz ve Dinçer, babaları ölen iki çocuk gibi değil de zafer kazanan iki demokrat gibi keyifle yerlerinde kurulurken, avukatlar onlardan daha telaşlıydı. İşini bilen, bu aileyi tanıyanlardan birkaç kişi stresle tırnaklarını yiyor, önüne konan bütün dosyaları inceliyor, yaşamının bugün son bulmaması için dualar edip boş umutlara tutunmaya çalışıyordu.

 

Paraya doymuş kalabalık, bir malikanenin içinde dua ederken, tanrıya olan bu yalvarışları karşılık bulur muydu, bilinmezdi. Fakat sadece sıkıştıkları zaman yaratıcıyı hatırlayan bu kesim, ne kadar nankör ve düzenbaz olduklarını bir kez daha açığa çıkartmıştı. Lakin bu içten pazarlıklı kişilikleri tanrı tarafından pek de hoş karşılanmamıştı belli ki. Gelişlerinin henüz yirmi dördüncü dakikasında içeriye ağır adımlarla giren Alp Arslan ve peşinden ona yetişmeye çalışırken korkuyla titreyen bacakları yüzünden sendeleyen Avukat Ersoy Kulaksız kopacak kıyametin habercisi olmuştu.

 

Alp Arslan salonun ortasında, elleri cebinde bir şekilde herkese göz gezdirmiş, gördüğü yüzleri, daha sonra canını almak için, zihnine kazımıştı. Azrail ile anlaşmalı, şeytanla ortak oluşu üzerine nam salan ve kariyer yapan bu ürkütücü adam, ‘inançlı’ gibi duran fakat asla olmayan kalabalığın içine ölümün korkusunu düşürmüş, sonun yakınlığını hissettirmişti. Bakışıyla bile bütün bunları beceren büyükelçi dudaklarını aralayınca keskin bir sessizlik ele geçirmişti ortamı.

 

“Ersoy.” Tek bir kelime ile ne demek istediğini anlatan Alp Arslan’ın gözleri odada dolaşmaya devam ederken kız kardeşine takılmış, ürkütücü bir sakinlikle incelemişti genç kadını.

 

Yaratıcıdan değil de yaratılandan korkan aptal avukat ise aceleyle, geniş salonun sağında toplanan kalabalığa ilerlemiş, elindeki çantadan çıkardığı kağıtları ceviz ağacından yapılan el oyması masaya sermişti. Titreyen elleri kağıtların sarsılmasına sebep olurken bu sarsılmanın getirisi hışırtı şeytanın ortağını mümkünmüş gibi daha da öfkelendirmişti.

 

“Ersoy!” duyulan gür sesin ardından Dinçer ve Eliz Arslan haricindeki herkes irkilirken, Ersoy Kulaksız ölümüne daha da yaklaşmıştı. Zira yüz yetmişi geçen nabzı yüzünden kalp krizi geçirecekti zavallı adam. “Oku Ersoy, oku!” gözleri halen kız kardeşinin üzerinde, üstünlük savaşına devam ederken; avukatına, ite komut verir gibi konuşmasını kimse garipsememişti. Öyle ki altmış yaşını geçen Ersoy Kulaksız, oğlu yaşındaki adamdan aldığı aşağılayıcı emri sorgulamadan, olmayan gururundan mümkünmüşçesine biraz daha kaybedip başlamıştı okumaya.

 

“…Yukarıda kimlik bilgileri detaylı ve yeterli şekilde beyan edilmiş olan ben, Yavuz Arslan, ikamet etmekte olduğum konutta, aşağıda isimleri ve imzaları bulunan şahitler huzurunda, hiçbir aldatma veya cebir veya tehdit etkisi olmadan bu vasiyetnameyi düzenledim. Ölümüm halinde bana varis olacak mahfuz hisseli varislerime, sahibi olduğum menkul ve gayrimenkulleri aşağıdaki gibi vasiyet ediyorum.

1- Arslanlar Holding bünyesinde yürütülen her projenin, fabrikanın, olanakların vb. bütün oluşumların; kızım, Valeriya Eliz Arslan’a kalmasını,

2- Arslanlar Holdinge bağlı olmayan hotellerin; oğlum, Dmitriy Dinçer Arslan’a kalmasını,

3- Üzerime kayıtlı konutların tamamının; oğlum, Barış Arslan’a kalmasını,

4- Banka hesaplarımda bulunan bütün paranın; çocuklarım, Alp Arslan, Barış Arslan, Dmitriy Dinçer Arslan ve Valeriya Eliz Arslan’a eşit olarak paylaştırılmasını istiyorum.”

 

Ersoy Kulaksız’ın okuduğu dört maddelik vasiyetnamenin her kelimesi bir bomba niteliğinde patlama etkisi yaratmıştı ki henüz yeni gelip salonun girişinde duydukları sonrasında şoka giren Barış Arslan bu patlamadan en çok etkilenen kişiydi hiç şüphesiz. Olduğu yerde kalakalmış, tepki bile verememişti otuz altı yaşındaki koca adam.

 

Eliz Arslan ise keyifle gülümserken yerinden kalkmış, ağabeyi Alp’in uzun uğraşlar vererek elde ettiğini sandığı üstünlüğü tek bir hareketiyle yerle yeksan bırakmıştı. Alaylı gülümsemesine eklenen özgüvenli bakışlarıyla büyükelçinin zihin karmaşasına katkıda bulunmuş, bunları yaparken de hiç çekinmemişti.

 

Ortamdaki tek aklı başında olan kişi -ki o da şüpheli- Dinçer Arslan ise stresine yenik düşmüş, salondaki ölüm sessizliğini bölüp konuşma gafletinde bulunmuştu.

 

“Vasiyet ortada,” kısık sesiyle gerginliği azaltmaya ve miras uğruna çıkacak kardeş katliamını önlemeye çalışan genç adam başarısızlığının farkına varıp devam etmişti sözlerine, “babam her şeyi detaylı anlatmış, bize laf düşmez.”

 

“Valeriya…” Alp Arslan’ın hiddetli hitabı üzerine gülümsemesi daha da büyüyen Eliz Arslan abisine birkaç büyük adımla yaklaşmış, tam önünde durmuştu. Meydan okuyordu. Dinçer Arslan başta olmak üzere odadaki herkes, birbirine tehlikeli bir yakınlıkta duran ikilinin hareketlerine dikkat kesilmiş, nefeslerini tutmuşken duvarlarda yankılanan tek sesi, Alp Arslan’ın derin soluklarını dinliyordu. Büyükelçi, şeytanın ortağı, Alp Arslan zeki adamdı ve pek tabii anlamıştı olanları, oldurulanları ve olacakları…

 

Valeriya, Rus dilinde güç demekti. Sağlıklı ve hükümdar kişi olarak da kullanılan bu sözcüğün, Arslanların tek kızına isim olması da tesadüf değildi elbette. Anlamına dikkat edilerek verilmişti geleceğin hükümdarına daha doğduğu gün sıfatı. Aynı gün, aynı masumlukta doğan başka bir bebeğe daha yüklenmişti yükler. Dmitriy Dinçer Arslan, ikiziyle aynı kaderi paylaşmış, seçim hakkı elde edemeden bir savaşçı konumunda gelmişti dünyaya. Onun görevi ise hükümdarı için savaşmaktı.

 

Dört çocuğuna da sadece Türkçe isimler koyan Yavuz Arslan, ikizleri diğerlerinden ayrı kılmak için bu hamleyi yapmış ve bu ayrımcılığı vurgulamaktan hiç kaçınmamıştı. Fakat kaderi lekelemek amacıyla oynamaya çalıştığı oyunları eline yüzüne bulaştırmış, yirmi altı sene boyunca kendi katillerini yetiştirdiğinden habersiz onlarla övünmüş, eğitimlerini herkese anlatıp böbürlenmişti. Yaşadığı bitiş veya tattığı başlangıç anında anlamıştı yaptığı hataları lakin çok geçti. Her şey için geç kalınmış o anda çaresizliğiyle sıyrıldı ruhu bedeninden ve hatasından geriye kalan bedelin temsili, soluksuz et yığını kara toprak için hazırlanmaya başladı.

 

Hükümdarı için savaşan Dmitriy karşısındakinin kim olduğuna bakmadan, kız kardeşinden daha doğrusu liderinden aldığı komutla dört kez ateşlemişti elindeki silahı. Yapılan vasiyetname, verilen kaza süsü, susturulan adli tıp uzmanları, meraklı gazeteciler ve öfkeli Alp Arslan… Planlanmış zaferin adımlarıydı her biri.

 

Siyasetçi kimliğinin arkasına sığınan ve yaptığı işleri o şekilde temizlediğini sanan aciz Yavuz Arslan’ın ölümüyle ‘toplumun üst kesimlerinden’ kimse ilgilenmemiş bununla da kalmayıp yapanı içlerinden tebrik etmişlerdi. Dünya bir pislikten daha arınmışken neden üzülselerdi ki? Fakat sıra onlara gelince, tatlı canları acı acı kavrulunca ve Yavuz Arslan ile aynı kaderi paylaşınca ağlayacaktı her biri. Zaman her şeyi göstermeye, herkesi bitirmeye yemin etmişti bir kere.

 

Herkesin sonunu yazmayı beceren, en usta yazar olan kader pek tabii onların da sonunu getirmiş, kitaplarını finale bağlamıştı. Her bir hayat kitap niteliğindeyken zaman ise okurdu. Sayfaları hızla çeviren, kitabın yazarına sadık bir okur…

 

“Ağabeyciğim…” diyerek çocuk avutur gibi karşısındaki adama bakan ve alt dudağını büken Eliz bir solukluk mola verdikten sonra devam etmişti kaldığı yerden. “Sanırım babam biraz ayrımcılık yapmış?” imalı gülümsemesiyle başını sağ omzuna yatıran genç kadın amacına ulaşmış, büyükelçinin sinirlerini oldukça bozmuştu.

 

“Ersoy!” kelime dağarcığında fazlası yokmuş gibi avukatının adını zikreden Alp herkese ardını dönmüş, kuvvetli adımlarla salondan çıkmıştı. Ve çıkarken mırıldanmış, her şeyi üzerine bir ant içmişti. Öldürecekti kız kardeşini, hak etmişti ne de olsa. Babasını öldürmüştü bir kere! Bundan ötesi var mıydı, kesinlikle yoktu. O kendini bilmez kız ölümü hak etmişti abisinin gözünde. En azından abisi böyle diyerek yapacaklarını hayal ediyor, çok umurundaymış gibi üzerine kalacak vebali azaltmaya çalışıyordu fakat atladığı bir nokta vardı. Kız kardeşinin hak ettiği ölümü babası çoktan kazanmamış mıydı? Onlarca masumun hakkına giren, canını alan ve sonrasında hayatına devam eden, fakirlikle kavrulan halka masallar anlatıp öğütler verdikten sonra kendi sarayında, parayla demlenen adam ölümün en yakıcısını hak etmemiş miydi?

 

Peki, ölüm hak edilen bir şey miydi?

 

 

•••

 

Arslanların malikanesindeki gerilim büyükelçinin ardından devam ederken başlangıç çanları çalmış, savaş yeminleri edilmiş, her konu düşünülmüştü. Saldırıda bulunacak olan en büyük abi kendisini şanslı ve üstün sayarken karşısındakini küçük görmenin hatasına düşmüş, kız kardeşini hafife alarak hayatının en büyük hatasını yapmıştı ve farkındalıkları bir bir gelecekti. Savunmada kalmış gibi gözüken Valeriya ise keyifliydi. Gerginliğe ev sahipliği yapan keyfi ise cenaze saatinin gelmesiyle sekteye uğramış, başlamış olan savaşa ufak bir ara verilmişti.

 

Hüzün maskelerini kuşanıp siyahlara bezenen çocuklar tören alanına gidip kimsenin inanmayacağı ‘iyi aile’ izlenimini vermeye hazırlanmışlardı.

 

İnançsız toplumun inançlı olduğu birkaç saat içinde, dinlerine uygun bir şekilde giden kişi uğurlanmış, onu son kez anmışlardı fakat bu ‘son’ gerçek bir sondu. Yavuz Arslan “son kez” iyi hatırlanmıştı, bundan sonrası için geride bıraktıkları onun ruhunu lekeleyecek, kirlenmeye doymayan ruh ise huzursuzlukla kavrulacaktı.

 

Cehennem denen yerde yanacağını düşünen aciz ruhu yanmaktan fazlasını yaşayacağını anlayınca amansız yakarışlarla sonsuz pişmanlık denizinde oradan oraya sürüklenecek, boğulacak, boğulurken de kavrulacaktı. Bir bedenin yanmasından farklı olarak ruhun yanması, son bulmayan acı döngüsünde katlanacak, dünyada geçirdiği her saniye için çırpınıp özürler dileyecekti ve en kötüsü yaşayacaklarının farkında olarak geçireceği süreçte de bu farkındalığın huzursuzluğuyla cezasını çekmeye başlayacaktı.

 

Altmış altı yaşındaki koca adamın, iyisiyle kötüsüyle -daha çok kötüsüyle- bir şeylere şahit olan bedeni toprağa teslim edilirken koruma ordusunun arkasından, gördükleri tanınmış yüzlerin birkaç üzgün fotoğrafını yakalamaya ve patronundan bir tebrik almaya çalışan gazetecilerin telaşlı sesleri uğultu niteliğinde Valeriya Eliz Arslan’ın kulaklarına dolarken bu doluluğun getirisi gerginlikle yerinde kıpırdandı genç kadın.

 

“Valeriya, çıkış için hazırlanmalıyız. Birazdan...” ikizinin kulağına yaklaşıp bilgi vermeye çalışan Dinçer’in sözü yarım kalmıştı zira Eliz elini kaldırıp susmasını emretmişti. Devamını duymaya gerek yok diye düşünmüştü hükümdar prenses. Planı hazırlayan kişi olarak yapacaklarının bilgisini almak gereksiz gelmişti ve Eliz laf kalabalığından nefret ederdi. Zamanını gereksiz şeylerle harcamaz, kaybettiği saniyenin bile hesabını sorardı. Zira hükmetmek kolay değildi. Dakikaları taşıyan saniyeler bile onun için değerli mücevherler niteliğindeydi. Kaybetmeyi hayatının hiçbir noktasında kabullenmeyen genç kadın zaman için bile kazançlı çıkmaya yemin etmişti fakat en büyük yenilgiyi kabulleneceğinden henüz bir haberdi.

 

“Barış’a ve Nihat’a haber ver.” Kardeşlik bağını göz önünde bulundurarak ağabeylerini de korumak için talimatlarını vermişti Eliz. Büyük ağabey Alp’e değil de yakın koruması Nihat Sergen’e gidecek haber ise olması gerekendi. Kimse büyükelçiye gidip kendini koru demezdi, diyemezdi. Eskort araçlarla gezen bu adam her demokrat gibi etten duvarlar arkasına saklanmaya alışmışken savaşmaktan uzak, saldırıdan habersiz, savunulmaya hazırdı. Kendisini tanrı sanan aptala ölümün engellenemez olduğunu anlatmak ise oldukça imkansızdı…

 

Bütün önlemler tamamlanırken bir mahkum olması gerekirken masum sayılan adam kalabalığın içinden sıyrılıp bir adım attı acılı(!) çocuklara, Arslanlara doğru. Kan kokan elleri, vahşet görmüş gözleri, yalanlar işitmiş kulakları ve masallar anlatmış dudaklarıyla herkes gibiydi. Herkes gibi olup hiç kimseye benzemeyen bu adamı diğerlerinden ayıran en önemli özelliği daha acımasız oluşunun yanı sıra hükümet karşıtı görüşlerini çekinmeden belli edebiliyor olmasıydı. Bu cesareti ona gereksiz bir saygı sıfatı yüklemiş, yüceltmişti lakin herkes gibi oluşu da bir o kadar yermişti kendisini.

 

Güçlü bir adım daha attı adam ve geç kalınmış adımlarını kendinden eminlikle atan adama değdi Eliz’in gözleri. Simsiyah saçları ve koyu kahve gözleriyle büyük bir uyum içinde olan, özenle ütülendiği belli olan siyah takım elbisesi içinde oldukça dikkat çekici bu adam dimdik omuzları ve keskin bakışlarıyla bir hayli merak uyandırmıştı genç kadında.

 

En büyük rakiplerden biri olan Algan Yiğit, Eliz Arslan’a doğru yaklaşırken genç kadın analiz edercesine arsız bir arzuyla süzmeye devam ediyordu adamı. Otuzlu yaşlarının ortasında gibi duran adamın yüzünde belli belirsiz çizgiler yer edinmişken sol yanağındaki iz gamzesini vurguluyordu. Yeni yeni çıkmaya hazırlanan sakalları çehresine sertlik katarken kalın kaşları da tüm ilgiyi bakışlarında topluyordu.

 

“Başınız sağ olsun.” Saçma sapan bir dilek olan bu üç kelimelik cümleye başını eğmekle yetinmişti Eliz. Fazlasına gerek yoktu. Konuşmak, birkaç kelime için bile nefesini yormak istemiyordu.

 

Eliz’in bu umursamaz tavrı ise Algan Yiğit’in oldukça hoşuna gitmişti. Dikkat çekmemişti ne de olsa. Belki de bu küçük kız onu tanımamıştı bile. ‘Çok kolay olacak’ diye düşünmeden edemedi adam. Arslanların şirketini çok kolay bir şekilde batıracak, hükümete büyük bir darbe vuracak, kendi yerini sağlamlaştıracak hatta belki de bu sayede hükümeti devirecekti! Sonra da güldü kendi kendine. Hangi ahmak böyle tecrübesiz bir kıza bırakırdı ki koca şirketi? Yavuz Arslan gerçekten salak olmalıydı!

 

Ya da Eliz Arslan fazla zekiydi…

 

Algan Yiğit karşısındaki kadına duyduğu alayı kamufle etmiş, taziye dileklerini ilettikten sonra yanından uzaklaşmıştı. Eliz ise bu ilk karşılaşmayı tarihe ve zihnine kazımış, tanışmaktan duyduğu memnuniyeti içinde yaşamıştı.

 

Dinçer’den gelen komut sonrası Arslanlar alandan hızla ayrılırken bu ayrılıştan kendilerine pay biçen korkusuz korkaklar araçlarına koşmuş, alanı hızla terk etmişti. Bir anda çekilen kalabalığın ardından ise Algan Yiğit keyifle kurulmuştu makam arabasının koltuğuna. Bugün onun en mutlu günlerinden biriydi ne de olsa, nasıl keyifli olmasındı ki?

 

Adamın yüzünde, zafer kazanmışçasına yer edinen gülümsemesi bütün yanılgıların başlangıcı olurken kader çanlarını çalmış, piyonlarını oynatmıştı. Yaşanılacak her şey; Hayat, bir satranç oyunu olsaydı şah mat, bir kitap olsaydı ters köşe, bir savaş olsaydı karşılıklı yenilgiyle biterdi. Fakat bu bir “Rus Ruletiydi” ve ölümle bitecekti. Ölüm ve ölülerle…

 

 

 

Loading...
0%