@ddeenniiizz
|
Kör gecenin hissiz ayazı denilen zaman diliminde, sessizliğin ve kimsesizliğin ortasında, aracından indi genç kadın. Kör gece ve hissiz ayaz nasıl olurdu?
Çığlıkları duymayan, masumları görmeyen ve yaralıları saklayan koca karanlığa kör gece denirdi. Yalnızca kör değil; sağır, dilsiz, suçludur aynı karanlık. Ve ona düşünmeden eşlik eden ürpertici soğuk hissiz olurdu, hislerinden yoksun bir ayaz olurdu. Acıya acı katan rüzgar pişmanlık duymayıp devam edince esmeye, duygularından arıtılmış bir katil sayılırdı.
Büyük bir adım attıktan sonra adımı kadar büyük bir nefesi ciğerlerine hapsedip etrafına baktı Valeriya. Yüzlerce bedeni içinde barındırırken sükuneti korumayı becerebilen tek yerde, mezarlıktaydı. Günün en başında, gecenin bir yarısında, sakinlikle atıyordu adımlarını. Hemen arkasındaysa anne rahmine düştüğü günden beri yanından ayrılmayan ikizi vardı tabi ki. Her zaman olduğu gibi birkaç adım arkasındaydı kraliçenin en sadık askeri.
Mezarlıktaki iki canlıdan biri; Eliz Arslan, kör geceyi temsil ederken, Dinçer Arslan hissiz ayazdı. Yaralıları ve yaralarını saklayan Eliz her duyusundan bir bir vazgeçerken Dinçer aldığı komutlarla düşünmeden gecesinin peşinden gidiyor, Eliz’in aksine duyularını kullanıp duygularından fedakarlık ediyordu.
Babalarıyla veda bile etmeyen çocuklar belli ki bir uğurlama arayışı içinde değillerdi zira gecenin bu saatinde mezarlıkta olma sebepleri; içlerindeki duyguları akıtmak, öleni mümkünmüş gibi biraz daha öldürmek, yananın ateşine katkıda bulunmak, zehirleneni panzehirden uzaklaştırmaktı.
Kalbin her hareketinde bütün yükleri yüklenip damarlarımızda gezen koyu kırmızı; en tehlikeli zehirdi, tıpkı insanın en büyük düşmanının yine insan olduğu gibi. Bizi biz yapan ve ayakta tutan her şey, benliğimize karşı bir tepkiyken yaşam boyunca duygularla boğuşmak insanoğluna verilen en büyük cezaydı. Duygular bir insanı öldürebilecek kadar güçlü, yönetilemeyecek kadar özgür, mahkumiyeti ve teslimiyeti sağlayabilecek kadar dominanttı.
Damarlarındaki zehrin farkında olan genç kadın mezarın başına yaklaşırken dudaklarındaki gülümse derin bir iç çekiş sonrası yok olmuştu. Yavaş ve bir o kadar sakin hareketlerle ‘Merhum Yavuz Arslan’ yazan mermerin hemen yanına çöktü Valeriya. Uzun sayılabilecek bir sürenin ardından sakinlikle dudaklarını aralamıştı genç kadın. Bir dakikalık sessizlik uzun sayılmıştı zira o sürede dünyada 300 kişi sona doğarken 150 kişi de sonsuzluğa ölmüştü. Son mu sonsuz bilinmezdi fakat o bilinmezliğin içinde yok olmuştu doğum ve ölüm yaşayan aciz canlılar.
“Mutlu musun?” Valeriya’nın fısıltı eşliğinde sorduğu sorusunun ardından bir cevap beklemediği aşikardı fakat yine de ortalama bir konuşma süresi kadar sessiz kaldı. Ve o sessizlikte dönmeye devam eden dünyada yığınla insan var oluş ile yok oluş yaşadı. Her soluk değerli bir maden olup geceye karışırken bundan bile habersizdi ademoğlu. Her zaman olduğu gibi acizliğinin farkına varmadan, küstahlıkla devam etti ‘hayat’ diye nitelendirilen kavrama.
Eliz Arslan elleriyle mezarın üzerindeki çiçekleri okşadıktan sonra derin bir nefes daha alıp sürdürdü başladığı konuşmasını, “Babacığım…” bu kelimeyi daha önce hiç söylememiş olmanın farkındalığıyla kısa bir an duraksamıştı.
“Derler ki,” kelimeler boğazında düğümleniyor, kendi kendine konuştuğunu bilse de rahat olamıyordu, “kız çocukları, eşleriniz kadar affedici değildir.” Yine bir cevap belki de tepki beklemişti kadın ama sonuç aynıydı, sessizlik... “Sen de bunu öğrendin, diğer insanlardan ufak bir farkla. Bu senin öğrendiğin son şey oldu baba. Benim, kızından çok öğrencin olarak belki de denek olarak gördüğün kişinin kurbanı oldun, ne yazık…” alaylı ifadesiyle boyamaya çalıştığı sitemkar tavrı ikizinin gözünden kaçmamış, dikkatini pek tabi çekmişti genç adamın. Valeriya’nın bakışlarındaki, ses tonundaki, hareketlerindeki hatta nefes alış-verişindeki en ufak bir değişikliği bile fark edebilecek kadar tanıyordu ikizini, yöneticisini.
Ay ışığının yetersiz kaldığı dakikalarda karanlığı içine hapseden toprakla sözsüz bir sohbet içine girmişti Valeriya. Bakışlarıyla dövüp yoğurduğu toprağa yaşattığı işkencenin yettiğine karar verince aynı sessizlikle yerinden doğrulmuş, yorgunlukla atmıştı adımlarını.
Eliz yorgundu. Zira duyguları oldukça çok çalışmış, beyni fazladan düşüncelerle boğuşmuştu. Haklı- haksız savaşında cephe değiştirmiş fakat bir kazanan elde edememişti. Genç kadının üzerindeki yorgunluk savaş yorgunluğuydu.
Halen süregelmekte olan savaş ise onlarca kişiyi yaralamış, ölümlere sebep olmuştu fakat bitmek bilmiyordu. Bittiği gün kıyamet denen gerçekle karşılaşacak olan insanoğlunu oyalıyordu.
“İyi misin?” ikizinin endişeyle sorduğu soruya alaylı bir gülümsemeyle karşılık veren kadın sözlü bir cevap vermek yerine aracın kapısını açmış, sürücünün yanındaki koltuğa oturmuştu. Dinçer Arslan ise daha fazla soru sormaması gerektiğini anlamış, kazandığı farkındalığın getirisiyle sürücü koltuğuna yerleşmişti.
Sessizliğin de yolcu sayılabilecek kadar eşlik ettiği yolculuk tamamlanınca Arslanlar evlerine gelmişti fakat karşılarındaki manzara bu gecenin -Valeriya’nın arzu ettiği gibi- sessizlikle sürmeyeceğini belli etmişti.
Alp Arslan’ın şahsına ait araçlar evin girişinde, korumaları bahçenin dört bir yanındayken tanrıdan sabır istemişti Eliz. Güç değildi isteği zira zaten yanındaydı gücü. Fakat sabrı bu noktada yoktu ve lazımdı. Çok lazımdı.
Dinçer ve Eliz arabadan indikten sonra bile hiç konuşmamış, sükuneti de yanlarına alıp evden daha doğrusu malikaneden içeriye girmişlerdi. Salonda, büyük camın önünde elleri cebinde bir şekilde fırtına öncesi sessizliğiyle bekleyen Alp Arslan’ı görmeleri ise uzun sürmemişti.
“Sürpriz!” alayla süslediği kelimeyi dudaklarından samimiyetten uzak bir şekilde döktükten sonra yüzünü kardeşlerine dönmüştü Alp. Bir süre kız kardeşine hiç değdirmediği gözleri Dinçer’de oyalanmış, sakinliğini korumaya çalışarak söze girmişti, “Oturun, kendi eviniz gibi rahat olun lütfen.” Halen devam etmekte olan alayı Eliz’in sinirini bozmuş, kendinde cevap hakkı bulmasına neden olmuştu.
“Kendi evimiz zaten Alp Bey. Misafir olan kimse yok.”
“Bey?” kendi kendine güldükten sonra kardeşlerine oturmaları için gösterdiği koltuğa rahat bir tavırla kurulmuştu büyükelçi. “Ne oldu kardeşim? Miras bölündü, şirket sahibi oldun diye saygı mı kazandın?”
Eliz derin bir nefes aldıktan sonra bir adım atmış, sinirle dudaklarını aralamıştı ki Dinçer ikizine fırsat vermeden araya girmişti. “Hadi oturalım Eliz.” Kaşlarıyla sorun çıkmasını istemediğini belirten işaretler yaptıktan sonra ağabeyinin karşısına oturmuş, yanındaki boşluğu kız kardeşine göstermişti.
“Eliz seni anlıyorum.” Büyükelçi ciddiyetle konuşmaya başlayınca Eliz’in merakı artmış, kardeşinin gösterdiği yere oturmuştu.
“Anlıyorsun?” emin olmak istercesine tekrarlamıştı abisini.
“Evet. Küçükken oyun oynamaya hiç vaktin yoktu. Evcilik oynayamadın, hep bir şeyleri yönetmek istesen de babam engel oldu. Şimdi de bu şirket işini oyun sanman bu yüzden. Fakat merak etme, ben bir psikologla konuştum, seanslarınız yarın başlayacak. Oyununu oynar, içindeki isteği köreltirsin, şirketi de bana devredersin, olması gerektiği gibi.” Alp Arslan’ın cesur cümleleri karşısında kontrolsüz bir şekilde gülmeye başlamıştı genç kadın. Sinirden olduğu belli olan kahkahaları son bulurken parmaklarını birbirine kenetleyip dirseklerini dizine yaslamış ağabeyine doğru eğilmişti ciddiyetiyle.
“Sen de hep bu ciddi tavrın yüzünden şaka yapamamışsın belli ki. Fakat şimdi şaka yapacak zaman değil. Kırk yaşını geçmiş bir büyükelçi olarak ciddiyete en çok ihtiyacın olduğu zamandasın. Yanılıyor muyum?” kız kardeşinin cevap niteliğindeki küçümseyici sözleri Alp’i sinirlendirirken bu cüreti nereden bulduğunu sormak istemişti kendisine. Karşısında kız kardeşi değil de başka bir kendini bilmez olsaydı cezalandırır, bu cümlelerin bedelini can ile ödetirdi büyükelçi. Fakat Eliz’in hemen yanında, tüm heybetiyle duran Dinçer başta olmak üzere kan bağı da işin içine girince düşünerek hareket etmesi gerektiğini kendisine hatırlatıp yükselen sinirini bastırmaya, sakinleşmeye çalışmıştı Alp Arslan.
“Benim şakam yok Eliz. Henüz gençsin, hayatı kolay sanıyorsun. Şirketi sana bırakamam.”
“Git kendi oyuncaklarınla oyna Alp. Rusya’ya dön ve Türkiye’ye karışma. Burası seni aşar. Ben ne yirmi yıl önce bırakıp gittiğin çocuğum ne de düzen aynı düzen. Yerini bil, ülkene dön.”
Yaklaşık 20 yıl önce, Eliz ve Dinçer yedi yaşındayken, annesi ve iki kardeşinin ölümünden iki ay sonra Rusya’ya, dedesinin yanına gitmişti Alp Arslan. Lise ve üniversite eğitimini orada tamamlamanın ardından dedesinin geniş tanıdık çevresini de kullanarak ataşeliğe erişmiş, bugün bulunduğu konuma ulaşmıştı. Türkiye’ye iş için gelip gitse de bu gelişlerinde kardeşlerine ve babasına ayıracak zamanı bulamadığı için ailesi olması gereken kişileri yok saymıştı fakat yaşananlar miras için pay almasına engel olmaz sanmıştı. Umut etmişti en azından. Fakat umutlarının sonuç bulmamasına da sinirlenmişti. Büyükelçi hayal ettiği her şeye ulaşmaya alışmışken böylesine bir yenilgiyi kabullenemezdi tabi ki!
“Ben yerimi gayet biliyorum Eliz. Yanına Dinçer’i de alıp güç gösterisi yapmana Barış gibi sessiz kalacak değilim! Babamı kandırıp vasiyet zırvalıklarını imzalatmış olabilirsin ama beni küçümsüyorsun. Uyarımı yaptım, şirketi bana devredeceksin.” Alp daha fazla dayanamamış hiddetle yerinden kalkmışken Eliz tam tersine rahatlamış, sırtını koltuğa yaslamıştı. Salondaki gerginlik hızla büyürken genç kadın ufak bir tebessümle ağabeyine dönmüştü.
“Sen ne Barış ne de Dinçer olamazsın zaten. Ait olduğun yere, dedemin yanına dön. Onun koruması olmadan hayatta kalamayacağın bu ülkeden de bir an önce çıkmanı tavsiye ederim. Ölürsen üzülürüm, sonuçta ağabeyimsin.” Kurulan tehdit cümleleri ve sergilenen cüretkar tavırlara sabrı kalmayan Alp Arslan bütün mantığını bir kenara atıp ani bir hareketle belindeki silaha yönelince hükümdarın baş koruması ayağa kalkmış, babasını tanımadığı gibi en büyük ağabeyini de tanımamıştı. Söz konusu Eliz’di ve daha önemlisi yoktu Dmitriy için.
Eli silaha ulaşamadan Dinçer’e ait silahın namlusuyla göz göze gelen büyükelçi yaşadığı şaşkınlığın etkisiyle birkaç saniye kalakalmıştı. Valeriya ise halinden memnun olduğunu belli eden bir nefesi bırakırken dikkatleri tekrar üzerinde toplamıştı.
O an durumun ciddiyetini anlayan Alp Arslan ‘oyun’ diyerek nitelendirdiği bu durumun daha zor olacağının farkına varmıştı. Zira evcilik diyerek küçümsediği olaylar bir anda rulete dönmüştü. Eliz Arslan geride bırakılan yirmi yılda tehlikeli bir insan olmuştu ama Alp’in acıması yoktu. Zaten miras uğruna kardeş katliamı olmasın diye çabalayan Dinçer bile masumluğunu kaybetmişken Alp Arslan kime neden acısındı.
Her şeyin farkındalığı bir bir, tokat misali yüzüne vururken büyük ve hızlı adımlarla evden ayrılmıştı en büyük ağabey. Geri dönecekti. Geri dönecek, bu saygısızlığın hesabını ikizlere soracaktı! Belki biraz dedesine ağlar ondan yardım isterdi fakat ne olursa olsun demişti.
“Ne olursa olsun Valeriya’yı bitireceğime şerefim üzerine ant içerim!” demişti makam arabasının arka koltuğunda, camdan akıp giden yolu izlerken bir kez daha kız kardeşini küçümseyip hataya düşerek.
•••
Yuvarlak masanın etrafında toplanmış olan sekiz kişinin dikkatle, önlerine konulan fotoğrafları incelediği sırada, koyu kahverengi takım elbisesi içinde öfkeyle solurken büyük adımlarla odada turlayan kadın geceyi anımsatan simsiyah saçlarının bağını çözmenin hemen ardından derin bir nefes almıştı ve devam etmişti sözlerine.
“Bu vatan hainlerinin hemen yakalanmasını istiyorum.” Sinirle kurduğu cümlenin ardından masanın etrafında oturan ekibe dönmüştü kadın. “Fakat acele etmeyeceğiz, yavaş yavaş alacağız hepsini.” Yapacakları aklına gelince yüzüne yayılan keyifli gülümsemesiyle tek boş koltuğa bırakmıştı bedenini.
“Onları küçümsüyorsunuz. Büyük bir güç ellerinde, bahsettiğiniz plan kolay olmayacak.” Kalın çerçeveli gözlüklerinin ardından ürkek bakışlarını cesaretle boyayıp saklamayı becerdiğini sanan adam konuştuğunda, henüz yeni keyiflenen kadın öfkesini geri kazanmış ellerini masanın üzerine koyup adama eğilmişti. Ve adam cesaret boyasının yetmediğini anlayıp pişman olmuştu konuştuğuna.
“Senin söz hakkın ne zamandır var Oktay? Siber ile ilgilen, gerisi için de yorum yapma!” Siyah saçlarını sağ omzuna atan kadın adamı azarladıktan sonra sırtını koltuğa yaslamış aynı masada oturduğu insanlara göz gezdirmişti.
“Ülkenin üst kesiminden olan kimseyi böylesine bir operasyonla alamayız Gülay Hanım. Hele ki Arslanların elindeki güç Yavuz Arslan’ın ölümüyle büyümüşken bu hamlemiz başarısızlıkla kalmayıp bizi de bitirir.” Ve masadan bir kişi daha konuşmuş görüşlerini ve endişelerini dile getirmişti. Milli istihbarat teşkilatının dört üst üyesi ve beş memuru ile süregelmekte olan toplantıda gerginlik oldukça yüksekti.
Yavuz Arslan’ın ani ölümü üzerine kriz masasının toplanmasına karar verilince toplanan ekipte üst üyelerden olan Gülay Kaçmaz’ın operasyon planı tartışılıyordu. Fikrinin beğenilmemesine hiç hoş yaklaşmayan kadın bu hoşnutsuzluğunu belli ederek dönmüştü kendisi gibi üst üyelerden olan Oğuz Kalaycı’ya.
“Ne yapmamızı bekliyorsunuz Oğuz Bey? Ülke için önemli insanlar diye yaptıklarını görmezden mi gelelim? Onların düşmesini bekleyip daha da yükselmelerini mi seyredelim? Ben ülkemi satan kim olursa olsun affetmem!” son cümleyi sinirin getirisi yüksek bir sesle telaffuz eden kadın karşısındaki adamın da sinirlendiğine farkına varıp susmuş en azından susmak zorunda kalmıştı.
“Ülke şirkete para kaçırmakla satılsaydı eğer yandaşların hepsini bitirmemiz gerekirdi! Bana eğitiminizi sorgulatmayın Gülay Hanım! Hamle beklemeliyiz, önerim budur.” Oğuz Kalaycı toplantıya girmeden önce gerginlikle içtiği dört sigaranın azizliğine uğrarken nefes almak için kravatını gevşetmiş, gömleğinin boğazına baskı yapan ilk düğmesini açmak zorunda kalmıştı.
“Yavuz Arslan gibi birinin trafik kazasında ölmesine ikna olup benim eğitimimi mi sorguluyorsunuz? Öncelikle kendinize bakmanızı şiddetle tavsiye ediyorum!” kadının sözlerinin ardından gerginlikle arkasına yaslanmıştı Oğuz Kalaycı. Fakat biliyordu ki bu kadın ne derse desin Arslanları almak için yeterli delilleri yoktu. İstihbarat hukuki yollar ile ilerleyen bir kuruluştu ve henüz yeterli kanıtlar toplanamamıştı.
“Adli tıptan rapor geldi. Sonuçlar kabul etseniz de etmeseniz de ortada, darbeye bağlı beyin kanaması.” İşaret parmağıyla önündeki kağıda vurarak dikkat çekmişti adam. Gülay Kaçmaz derin bir nefes alıp tekrar muhalefet görüşlerini belli edecekken buna izin vermeye başka bir üst üye araya girmişti.
“Oğuz Bey haklı.” Bakışlar söz hakkı kalan son kişiye, dördüncü üst üyeye dönerken memurlar kıdem farkından dolayı sessizliklerini koruyordu. Konuşma hatasına düşen tek memur olan Oktay cevabını almıştı ne olsa ve başka kimse böyle bir topluluğun içinde azarlanmak istemezdi.
“Ben de Oğuz Bey’e katılıyorum.” Diyerek Gülay Kaçmaz’ın tüm düşüncelerini önemsiz kılan son kişinin ardından toplantı sona ermiş her şey Oğuz Kalaycı’nın da dediği gibi zamana bırakılmıştı. Fakat o zaman hiç gelmeyecekti, bahsi geçen hamle hiç yapılmayacaktı ve Gülay Kaçmaz’ın yönettiğini zannettiği operasyon başarısızlıkla bitecekti. En azından çoğu kişi başarısızlıkla sonuçlandığını düşünecekti. Oyunun içinde oyun kuran devlet büyükleri her şeyi düşünerek, her an her yere sızarak hazırlanmışlardı bu operasyona. Yaklaşık beş yıllık temele sahip plan tüm detayları düşünülmüş, her olasılığı hesaplanmış ve her sorunu tahmin edilerek çözüme kavuşmuş bir şekilde mükemmeldi.
Oğuz Kalaycı sona eren toplantının ardından odasına çekilmiş hatalarından ders çıkarmayıp bir keyif sigarası yakmıştı. Deri sandalyesinde arkasına yaslanmış, dışarıya açılan hiçbir penceresi bulunmayan, gri duvarlarla çevrelenmiş odasında, masasının karşısındaki duvara asılı Türk bayrağını seyrederken aradığı numaranın çağrıyı cevaplanmasını bekliyordu ki bekleme süresi çok da uzamadan arama cevaplanmıştı.
“Söyle.” Hattın diğer ucundaki kadının ince sesinde barındırdığı dominant tınıyla beraber kurduğu tek kelimelik emir cümlesi Oğuz’un oldukça hoşuna gitmiş keyfine keyif katıp sigarasından koca bir nefes almasına sebep olmuştu. Önündeki kağıda ufak bir çizik atmışken kalın parmaklarıyla sıkıştırdığı filtreye uyguladığı işkenceyi ayarlayamayan adam, çektiği nefes sonrası üzerine düşen küle ufak bir küfür savurmuş, ardından da kadının emrini yerine getirmiş, konuşmuştu.
“Fazla cüretkar değil misin?” istihbarat teşkilatında çalışan bir yönetici olarak çok sosyal çevre edinemeyen adam karşısındaki kadınla flörtleşmeye çalışırken yanlış yolu seçmiş, hatasını fark ettikten yalnızca bir saniye sonra beklediği cevabı almıştı.
“Uzatma.” Dişlerini sıkarak ikinci emrini dile getiren kadın sabırsızlığını epey belli etmişti ki bu tavrı karşısında şansını fazla zorlamamaya karar veren adam boğazını temizleyip konuşmaya başlamıştı. Tabii bu esnada az önce çizdiği yaklaşık dokuz milimetre uzunluğundaki siyah çizginin yanına bir yenisini daha eklemişti.
“Gülay tahmin ettiğimiz gibi çok sinirli. Bir hamle yapacak gibi duruyor, ben planını öğrenip size haber vereceğim. Dikkatli olun, hata yapmayın.”
“Ben hata yapmam Oğuz. Bana sadece bilgi aktar, işimi anlatma.” Siniri devam eden kadının her zamanki hali olduğundan fazla önemsememişti durumu Oğuz Kalaycı. Zira bu kadın her an sinirliydi. Uyurken bile kaşlarının çatık, bedeninin gergin olduğuna emindi adam ve açıkçası bu kadına sinir çok yakışıyordu!
Ve dokuz kara çizginin ardından nihayetinde bir de kırmızı mürekkeple iz bırakmıştı kağıda, Oğuz Kalaycı…
“Yine neye sinirlisin Valeriya?” sesindeki iğneleyici tavır yüzündeki gülümsemeyi yansıtırken ahizeden duyulan sesten telefonun suratına kapandığını anlamıştı adam. “Bugün benimle on iki kelime daha konuştun ve hatta ismimi telaffuz ettin, en azından gelişme var.” Kendi kendine mırıldanarak telkinler verdikten sonra telefonu masanın üzerine koyan adam sıkıntılı bir iç çekmiş, kafasını arkaya eğip sandalyeye yaslamıştı. “Bir gün sen de benimle konuşmak için can atacaksın, sen de beni isteyeceksin, ben de senin sözlerini saymaya yetişemez hale geleceğim. Ve ben o günü iple çekiyorum Valeriya.” Kendi kendine konuşmaya devam ederken bitmiş sigarası, filtreyi tuttuğu parmaklarına minik aleviyle ufak bir sızı göndererek kendini hatırlatmıştı. Çelik küllüğe bastırıp büktüğü izmaritin ardından bakışlarını tekrar önündeki kağıda çeviren adam aşık olduğu kadınla, Valeriya Eliz Arslan’la, gelecek hayalleri kurmaya başlamışken kağıdı diğerlerinin yanına, kilitli çekmecesine iliştirmişti. Toplamda iki bin dört yüz on altı siyah çizgiyle boyanmış kağıt yığını Valeriya Eliz Arslan’ın, Oğuz Kalaycı’ya karşı söylediği her kelimeyi temsil ederken kırmızı olan üç yüz dört tanesi ise “Oğuz” dediği anlardı…
•••
Bölümü nasıl buldunuz? |
0% |