@ddeenniiizz
|
Valeriya Eliz Arslan;
Yüksek katlı binaların boğucu griliği arasında sahip olduğu boğazdan faydalanarak güzelliğini korumaya çalışan İstanbul, sabah saatlerinde başlayan yağmurun etkisiyle oldukça dramatikti. Bazıları için romantizmi çağrıştıran ince yağmur taneleri yeryüzünü ufak fiskelerle döverken yığınla kalabalık akışın telaşesindeydi.
Tüm telaştan ve kalabalıktan uzak, bir o kadar da iç içe olan ben ise; renksiz camlar ve solgun çeliklerle bezenerek ismi ‘modernize’ sıfatıyla taçlandırılmış, hiçbir mimariye sahip olmadan, cahil halkın beğenisini toplamayı başarmış bir binanın yirmi birinci katında şehri sakinlikle izliyordum.
Sakindim. Henüz otuz iki gün önce babasının infazı için emir veren ve o infazı zevkle seyreden birine göre sakindim. Yirmi dokuz gün önce Rusya büyükelçisi tarafından tehdit edilmiş, hakkında dava açılmış birine göre sakindim. Başkentte resimlerinin ve isminin tartışıldığı gizli bir topluluğun, istihbaratın, peşinde olduğu birine göre oldukça sakindim. Dış ülkelerle bağlantılı, güçlü, zeki düşmanları olan birine göre çok sakindim. Ve en önemlisi; her şeyin farkında olan birine göre sakindim. Sessizdim. Bu sessizlik güçsüzlüğümden değil aksine gücümdendi.
Dokuz yıldır her ayrıntısıyla planladığım hayata atılırken sessizliğim ve sakinliğim güvenimdendi. Bu güvense şüphesiz kendimeydi.
Yaşımın genç olduğuna karar verenlerin beni küçümsemesi yapacakları en büyük hata olurken babamla ortak bir kader paylaşmalarına sebep oluyordu. Bu ortak kaderin kesiştiği nokta ise sonlarıydı. Babam, Yavuz Arslan, beni hiçbir zaman küçümsememiş olsa da yönetmeye çalıştığı kişiliğim farkında olduğu gücümle buluşunca acıklı sayılabilecek bir ölümü ona bahşetmişti.
Benim gücüm zekamdı, silahım zihnimdi. Benim ismim Eliz’di. Eliz, hükümdar prenses anlamına gelen güçlü bir kelimeydi ve hayatımın her noktasında bana hükmetmek öğretilmişti. Bu öğretinin büyük çoğunluğu ise duygularımdı. Duygularıma hükmü sağladığım an gözümde değerini kaybeden tüm insanlık ve babam o gün ölmeyi hak etmişti. Kazanan bendim, bana sahip çıkanlardı, beni bulanlar ve kurtaranlardı.
Kurtulmuştum. Çocukluğumu kurtaramayıp arkamda, karanlıkta bırakmış olsam da kurtulmuştum ve tek bir söz vermiştim. “Bana sunulan görevlere çıkarlarım olmadan hizmet edeceğime şerefim ve namusum üzerine ant içerim.”
Dinçer ile aynı anda kurduğumuz cümleler bizi bir yeminle birbirimize tamamen bağlamıştı. Hayata başlangıcımın aynı dakikalarda olduğu adamla muhtemelen hayatımın sonu da aynı dakikalarda olacaktı. Ayrılmaz ikili olan Dinçer ve Eliz aynı yolda yürürken aynı sona ulaşmamız oldukça olasıydı ki açıkçası istediğim son buydu. İkizimi de koluma takıp bilinmez olan sonsuzluğa doğru yola çıkmak bu hayattaki tek temennimdi.
Yirmi altı sene boyunca hayatta istediği hiçbir şeye erişememiş biri olarak ilk başarım, katlettiğim daha doğrusu azmettirici olarak katledilmesine neden olduğum babamdı. Üzerinde ‘Yavuz Arslan’ yazan beyaz mermer ise kupa niteliğindeki ödülümdü.
Ve tüm hayatımı gözden geçirdiğim derin düşüncelerimi bölen, bulunduğum odanın kapısının hızla açılması oldu, “Abla!” odama ahıra girer gibi girip ineklere seslenir gibi bana seslenen kişinin sarf ettiği kelime son sözleri olsun da bir kurşunla beynini delme şerefine ulaşayım hayallerine kapıldıktan sonra bu densizliği yapabilecek tek şahsa karşı sabır diledim, yaratıcıdan kendime hakim olabilmek adına güç istedim. Bende edindiği saygısından değildi bu şekilde odaya, odama girebiliyor oluşu, normalin altındaki zeka seviyesindendi şuursuzluğu.
“Çık dışarı.” Yüzümü gelen kişiye dönme zahmetinde bulunmadan tek bir emir vermiştim. Fakat ardımda duran ve her geçen gün yarım aklından emin olup hiç aklı olmadığına kanaat getirmeye başladığım adam ‘ama’ ile başlayan bir cümle kurmaya yeltendiğinde bir kez daha tekrarladım isteğimi, emrimi. “Çık dışarı!” sesli bir soluk verip dışarı çıktıktan sekiz saniye sonra ne yaptığını ancak anlamış olacak ki kapıyı tıklattı bütün yaradılış şansını cüssesinde kullanan adam. İçeriye girmesi için verdiğim tek kelimelik ‘Gel’ komutu kalan dört, beş tane beyin hücresini zorlamamış olacak ki yavaşça kapıyı açıp içeriye adımladı.
“Otuz yedi yaşındasın Erkin.” Diyerek bana uygun gördüğü ‘abla’ sıfatını yargıladığımı belirtirken kendisine dönmüştüm. Takım elbisesinin pantolonuna sıkıştırdığı gömleğinin sağ tarafı dışarıya çıkmış, kelleşmeye başlayan kafasındaki bir tutam saçı olabildiğince dağılmış, gözleri dehşetle bezenmişti. Belli ki iyi bir haber yoktu. “Kime ne oldu?” açık cevaplar beklediğimi belli ederken gözlerim de kısılmıştı.
Karşımdaki koca adam korkuyla yutkunmuşken cevap vermediği her saniye yeni senaryolar üretmeme ve her üretimimde daha büyük dehşete düşmeme neden oluyordu. Erkin Öksüz, küçüklüğümden beri yanımda olan adamlardan biriydi. Amcası babamın yakın korumasıyken annesi, babası ve babaannesiyle çıktığı bir yolculukta trafik kazası geçirmişlerdi. Kazadan sağ çıkan tek kişi Erkin olunca ve kimsesiz kalınca da amcası yanına almıştı onu. On dokuz yaşında da benim korumam olma görevini üstlenmişti. Cüsseli bir adamdı. Geniş omuzları vardı, oldukça uzun boyluydu, silah kullanmasını iyi biliyordu, güzel dövüşüyordu, gözü karaydı ve en önemlisi kendi fikirleri yoktu. Hayatının büyük bir çoğunluğunu mutlu bir ailenin bahçesindeki golden köpeği gibi komut alarak geçirdiği için düşünme ve ideal edinebilme yetisini kaybetmişti. Yalnızca söylenenlerle, verilen emirlerle hayatına devam ederken bazen onun gibi olmak istiyordum. Yöneten değil yönetilen olmak her zaman çok daha kolaydı, hele ki Erkin kadar yarım akıllıysanız ya da güzellemeye yapacak olursak safsanız, hayat gerçekten çok kolaydı.
“Muhsin…” Erkin sorduğum soruya cevap vermek için kurumuş dudaklarını aralayınca odamın bulunduğu yirmi birinci kata merdivenleri kullanarak yani koşarak çıktığını anlamış olduğum esnada hiç aklı olmadığına karar vermiştim. “Muhsin’i vurmuşlar!” birkaç saniye duraksayıp olağanın dışında gözlerimi kırpıştırmıştım. Muhsin yakın korumalarımızdan biriydi. Kendisini sevecek kadar bir bağım yoktu. İyi biriydi, güvenilirdi ve tabii koruma olabilecek kadar akılsızdı.
“Allah taksiratını affetsin.” Önemsiz olduğunu belli edercesine ardımı dönmek için harekete geçiyordum ki duyduklarım karşısında gerilen bedenim olduğu yere çakılmışçasına kalakalmıştı.
“Nihat Sergen, Muhsin’i vurmuş.” Asıl olayı anlatmak için biraz geç kalmış olsa da buna da şükür etmiştim. En azından konunun can alıcı olan noktasının farkındaydı. Alp Arslan’ın yakın koruması ve köpeği Nihat Sergen benim için çalışan birini öldürmüştü. Benim için önemli olduğunu bildiklerini birini yok etmişlerdi. En önemlisi benim sevgili ağabeyim benim korumamı vurdurtmuştu. Bu da güvenliğimi en aza indirmek ve beni hatta beraberimde Dinçer’i de yok etmek için adım adım ilerleyeceğinin, bana savurduğu tehditlerin lafta kalmayacağının kanıtı niteliğindeydi. Çekincem ya da korkum yoktu. Beni tek düşündüren yirmi yedi yaşında ölmekti. Yani Alp Arslan ya iki hafta içinde kafama sıkmalıydı ya da bir yıl daha beklemeliydi. Aksi benim için kabul edilemez bir yenilgiydi zira yirmi yedi yaş benim için önemliydi. Efsaneler yirmi yedi yaşında ölürdü ve efsaneler unutulmazdı. Ama ben öldüğüm gibi unutulmak, bu dünyaya gelmemişçesine yok sayılmak istiyordum ve birileri tarafından her an anılmak en büyük korkumdu. Ben, minnet duyulan birisi olmak istemiyordum, sonuçta kimse minneti dışında hatırlamazdı gideni. Ve açıkçası hatırlanmak en son isteğim bile değildi. Yeteri kadar cezaya mahkum bırakıldığım yaşamımdan geriye hiçbir mirasım kalmaması, bir söz bile edilmemesi tek arzumdu.
Erkin’in gözleriyle buluşturduğum gözlerim birkaç saniye oyalanırken bu oyalanmadaki amacım sessiz sorguydu. Bilginin kesinliği konusunda bir araştırmaya dalmış gözlerim maalesef sonucun doğruluğunu kanıtlamışken dudaklarımdan titrek bir nefes odamın içerisine dağılmıştı. Öfkemi anlayabilecek kadar beni tanıyan Erkin ise ellerini önünde birleştirmiş, mahcup olmuştu. Lakin mahcubiyetini gerektirecek hiçbir şey olmadığını, olayın kendisiyle bağlantılı hiçbir tarafının bulunmadığını söylemek için kendimi yormama, birkaç kelimeyle duruma açıklık getirmeme gerek kalmadan Dinçer içeriye girmiş, olanlardan haberi olduğunu belli edercesine en derininden yutkunmuştu. Bu yutkunuşu boynundaki adem elmasına yansırken gülümsedim. “Önerin nedir Dinçer?” alayla sorduğum sorunun ardından bir adımla tamamen içeriye girip kapıyı kapatmıştı Dinçer.
“Ne yapmaya çalışıyorlar bunu anlamamız gerek.”
“Yeterince ortada değil mi?” alaylı ifadem devam ederken tekrar Erkin’e dönmüştüm. “Sence Öksüz? Sence ne yapmaya çalışıyorlar?” içimde kalan son umut kırıntısıyla Erkin’e yönelttiğim soruya mantıklı bir cevap beklemenin hata olduğunu, çok geçmeden, yaklaşık dört saniye sonra, kekeleyerek söylediği sözlerle anlamıştım.
“Yani… Yani belki… Belki borç meselesidir? Ya da… Ya da şahsi başka bir şeydir, mesela kız meselesidir!” Son cümlesini öyle coşkulu söylemişti ki bu saçmalığa inandığını hatta saniyeler içinde uydurduğu olaya ikna olduğunu fark edip bugünün bilmem kaçıncı sabrını dilemiştim. Belki de onu işten çıkarmalıydım. Ama onun kadar kuvvetlisini ve güvenilirini bu piyasada zor bulurdum. En iyisi ona böyle ciddi durumlarda soru sormamaktı zira bu şekilde cevaplarıyla sinirimi bozmaya devam ederse dilini kaybetmesine sebep olacaktı.
“Git yeni birini bul Öksüz. Muhsin kadar iyi ve güvenilir olsun.”
“Hemen bulurum Eliz Hanım.” En azından ‘abla’ söylemini düzeltmiş, büyük bir ilerleme kat etmişti. İçimden Erkin’i tebrik edip tek haneli olduğuna emin olduğum zeka puanına rağmen bu başarısını kutladıktan sonra çıkması için kapıyı işaret etmiştim. Ve mucizevi bir şekilde bu hareketimi de anlamış, bir şey söylemeden Dinçer ile beni baş başa bırakıp odadan çıkmıştı. Üstelik çıkarken kapıyı da kapatmıştı!
“Değişiyor, biraz akıllanmış gibi…” Dinçer kendi kendine mırıldanırken masanın önündeki deri koltuklardan solda kalanına bedenimi bırakmış, sehpanın üzerindeki paketten kendime bir sigara almıştım. Benim aksime oldukça yavaş hareketlerle ve sakinlikle karşıma oturan Dinçer’e elimdeki paketten bir sigara ikram etmem tuhaf gelmiş olacak ki gözlerini kısmış, bakışlarını üzerimde dolaştırmıştı. Hareketleri kadar sakin bakışları vücudumdaki turunu tamamlarken ikramımı geri çevirmemiş, bir sigarayı alıp dudaklarına yerleştirmişti. Cebimden çıkardığım çakmakla sigaramı yaktıktan sonra aynısını o da yapıp nikotini damarlarına mühürlesin diye çakmağı Dinçer’in kucağına atmıştım.
“Çok rahatsın.” Rahatsız olduğunu belli eden bir ifadeyi yüzüne yerleştirirken kucağına attığım çakmağı eline almış, sigarasının ucunu alevlendirmişti.
“Ne zaman böyle haberler karşısında gerildim Dinçer?”
“Bilmem. Daha önce böyle bir olay yaşamadık Eliz. Ağabeyimiz ilk kez böylesine büyük bir hamle yapıyor takdir edersin ki.” Sitemle ve biraz alayla süsleyerek kurduğu cümleler karşısında sigaranın filtresinden geçerek ciğerlerime ulaşan zehirli dumanın bana iyi gelmesini ummuştum.
“Babamızı öldürdüğümüzü öğrenen büyükelçi kendi evimizde beni tehdit edip silah çekmeye çalıştı, bize dava açtı, Rus vatandaşlığımızı iptal etmek için başvurularda bulundu, evimize yalan ihbarla polis gönderdi, şirketi kara para aklamaktan mühürletmeye çalıştı ve en büyük hamlesi boktan çalışanımızı öldürmesi mi sence?” derin bir soluk alıp Dinçer’den cevap beklerken beklediğim cevabın gelmemesi üzerine kaşlarımı kaldırıp yüzüne bakmıştım. “Cevap?”
“Çok uzun bir cümle oldu, şaşkınım.” Aptal, benimle alay ediyordu! Kesinlikle erkekler geç olgunlaşıyordu ya da Dinçer yaşayamadığı çocukluğunu yirmi altı yaşının sonlarında yaşamaya karar vermişti. Hayır. Sadece gerginliğini ve saçmalayarak yaptığı hataları bu tavırla örtmeye çalışıyor, konuyu değiştiriyordu. Dinçer derin bir nefesi içine çektikten sonra konuşmaya başlamıştı. “Gerginim Eliz. Alp’i tanımıyoruz, ağabeyimiz de olsa kan bağı dışında hiçbir bağlantımız yok, iletişimimiz yok! Adam Rusya büyükelçisi ve çok inatçı!”
“Yani Dinçer’ciğim… Ya o bizi bitirecek ya da biz onu.”
“Tamam da bu da diplomatik sorunlara yol açar. Rusya canımızı okur!”
“Bize bir şey olursa Türkiye de armut toplamaz herhalde.”
“Doğru. Oğuz Bey senin için Rusya’yı bile yakabilir.” Dinçer kendi kendine söylenirken gözlerimi devirmiştim. Bıkkın olduğumu belli eden bir ifade takınırken bedenimi oturduğum yerde aşağıya kaydırıp kafamı koltuğun sırt kısmına yaslamıştım. “Bıkamazsın Valeriya.” Dinçer oldukça emredici bir tonlamayla bana seslenirken beni benden iyi tanıdığını ve ben daha bıkmadan bir sonraki hamlemi tahmin edebileceğini biliyordum.
“Sen de gergin olamazsın Dmitriy.” Ona kim olduğunu hatırlatmak için ilk ismiyle hitap ederken yayıldığım yerde toparlanmış, ciddiyete bürünmüştüm. Ben ne kadar yöneticiysem Dinçer de bir o kadar askerdi ve duyguları olamazdı. Hissedeceği her duygu önüne engel olmaktan başka bir şey değildi ve gerekirse ona bunu hatırlatmaktan asla çekinmezdim. Bizim aramızda ast- üst ilişkisi yoktu. O benim canımdı fakat hata yapamazdı, izin veremezdim. Çünkü yapacağı her hata ömründen ve ömrümden kısaltırdı.
Anlamakta güçlük çektiğim nokta; ağabeyim olan Alp Arslan’a az önce giydiriverdiğim kılıftı. Muhsin’in ölüm haberini aldığım gibi ona “kardeş katili” sıfatını yüklemiştim lakin kriz anında karar verdiğim fikri sorgulama aşamasına geçmişti zihnim. Yapar mıydı? Yapardı. Hiç çekinmeden, gözünü kırpmadan insanları öldürür, ataşeliğin arkasına sığınıp yaptığı katliamları nefsi müdafaaya yorardı. Babasız bıraktığı pek çok çocuk vardı. Çaresiz bıraktığı onlarca anne vardı, beddua aldığı babalar vardı. Masumların, sadece işine yaramadığı için öldürdüğü insanların vebali vardı üzerinde. Alp Arslan yapardı, öldürürdü fakat ona bir şey olmazdı. Ve bir gün gelip öldüğünde ise bütün yargı süreci başlayacaktı. İlahi sistemde seçilmiş, halk tarafından benimsenmiş o hakim, yaratıcı, ona uzun bir yargı süreci ve hakikatli bir ceza verecekti, en azından umutlarım vermesi yönündeydi. Ama anlamıyordum. Anlayamıyordum. Muhsin gibi değersiz bir korumayı öldürmek nedendi? Bana acı çektirmek istese önceliği başkaları olmalıydı, hedefi ben olsam Muhsin’in leşini temizleme zahmetine girmeden beni ortadan kaldırabilirdi, bunun için kullanabilirdi elindeki imkanları. Şirketse onu öfkelendiren, güzel mevkilere ulaşmış avukatlardan bir kurul toplayabilirdi. Parası vardı, gücü vardı, makamı vardı ve en önemlisi her konuda destek çıkacak bir dedesi, yandaşları vardı. Ama o, iki çocuğu olan ve hayattaki tek sıfatı bir siyasiyi korumak olan Muhsin’i katletmeyi seçmişti. Bütün bu saçmalık nedendi?
“İçimize sızacaklar…” kendi kendime mırıldandığımda, habersiz konuşmamdan kaynaklı boğazımdaki sakin titreme beni düşüncelerimden ayırıp dünyaya taşıdı. Aralık dudaklarımdaki kuruluk sessiz bir nefesi içime çekmemle kendini hissettirirken kısılan gözlerim Dinçer’i buldu. Kaşlarını belli belirsiz çatmış olan Dinçer gözleriyle konuştu ve anlattı kendini; “evet,” dedi. “sana anlatmak istediğim buydu, bu adam bir şeyler planlıyor.” Dedi. “Aklını topla Valeriya, bu hamlenin öneminin farkına var. Beni ve kendini kurtar, bu adam durmayacak” Dinçer bana düşüncelerini aktarırken aramızdaki sözsüz diyalog bulutları telefonumun çalmasıyla yok oldu. Yabancı bir numara, günümün en kritik anında bana ulaşmaya çalıştığı için ise güzel bir küfür kazandı. Orta sehpanın üzerinde, sigara paketinin hemen yanında duran telefonu elime alırken Dinçer’in bakışları daha da keskinleşti, üzerimde sağladığı baskı daha da arttı. Zihnimin içine doluşan, ebelemece oynayan çocuklar gibi oradan oraya koşuşturan düşünceler ise keskin bir ağrı armağan etti bana. “Evet?” telefonu açıp kulağıma taşıdığım anlarda beklentimi belli ettim olağan sakinliğimle.
“Eliz Hanım, öncelikle geçmiş olsun demek için aradım. Daha doğrusu başınız sağ olsun.” Tanıdık fakat bir o kadar yabancı olan kalın erkek sesinin kimliğini sorgulamaya başladığımda eş zamanlı olarak kaşlarım da çatılmıştı. Muhsin’in taziyesi için telefon etme zahmetine giren kişinin kim olduğunu merak etmiştim.
“Dostlar sağ olsun.” Az önce telefonun yanında duran paketten bir sigara daha alırken Dinçer ile göz göze gelmiştim. ‘Kim o?’ dermiş gibi sağ omzuna eğdi başını. Ben de bilmiyordum ki.
“Fakat asıl arama sebebim; sizden randevu almak. Şirketler arasındaki ortaklığı konuşmak, toplantı yapmak, uygun olduğunuz bir zamanda görüşmek isterim.”
“Kimsiniz? Yani kusura bakmayın bu aralar biraz yoğunum da aklım pek yerinde değil. Tanıyamadım.” Dudaklarıma sıkıştırdığım sigarayı yakarken duyacağım cevabı düşünmeye başlamıştım. Şirkete katkı ortağı olan dört hisse vardı ve hepsinin numarası bende kayıtlıydı. Birini mi atlamıştık? Daha önemlisi bu atladığımız kişi Muhsin’in ölümünü benimle aynı anlarda öğrenecek kadar önemli bir şahıssa ben nasıl tanımamıştım?
“Algan Yiğit.” Sigaradan derin bir nefes çektiğim sırada ahizeden ayrılıp bana ulaşan ses duymayı beklediğim kişiler arasında kesinlikle değildi. Yaşadığım şaşkınlıkla ciğerlerime hapsettiğim zehirli duman sıkışmış, birkaç kuvvetli öksürükle kendini dışarıya atmıştı. “İyi misiniz Eliz Hanım?” daha rahat nefes almak için mi yoksa düşüncelerim oturduğum koltuğa sığmadığı için mi bilmiyorum fakat ani bir hareketle bedenimi ayağa kaldırmıştım.
“İyiyim, sorun yok. Görüşme diyorduk. Yarın, öğleden önce on uygun mudur?” sözlerime eşlik eden el hareketlerim Dinçer’i daha da meraka sokmuş olacak ki oturduğu yerde öne doğru ilerlemiş, sırtını ve omuzlarını en dik pozisyona getirmişti.
“Katılmanız gereken bir cenaze yok mu?”
“Ben program uygunluğumu size aktardım.” Sözümün üzerine söz söylenmesi ve alaycı tavır hali hazırda varlığını koruyan öfkemi tetiklemişti.
“Pekala, o zaman yarın onda görüşmek üzere.”
“Görüşürüz.” Telefonu kapattığım anda zihnimdeki ebelemece oyunun kazananı belliydi.
“Kimdi?” Dinçer merakla bana bakarken gülümsedim ve az önce nefessizliğin getirisi panikle küllüğe bıraktığım sigarayı elime aldım.
“Algan Yiğit. Yarın için toplantı istedi ve Muhsin hakkında baş sağlığı diledi.”
“Yuh! Bu kadar kısa sürede, nerden duymuş bunu?” yüzüme yerleşen gülümseme ve kaldırdığım kaşlarım Dinçer’in sorularına cevap olurken artık her şeyden emindim. Alp Arslan, Alga Yiğit ile ortak olmuştu ve içimize sızacaklardı. Algan Yiğit karşıt görüşlü ve güçlü bir rakipti, kendisiyle konuşulacak bir ortaklığımız yoktu. Hatta ortaklık söz konusu bile olamazdı ama belli ki ağabeyim güzel bir para teklif etmişti. Algan da tatmin olduğu parayla kendini satmış olacak ki benimle bu telefon görüşmesini yapmıştı. Bunlar beni aptal sanıyor olmalıydı. Sanabilirlerdi. Onlardın üç beş saçma düşüncesiyle ben, ben olmaktan çıkmazdım. Hatta beni küçümsemeleri hoşuma giderdi, her sarsıcı yenilgi düşmanı hafife almakla başlardı.
Ve ben farkında olmadan kendimi yüceltip karşımdaki iki devi alayla küçümsemiştim. Hırs gözümü boyamakla kalmayıp geleceğimi de boyamıştı fakat renk paletinde yalnızca siyah vardı. Karanlık ve gölgesiz bir siyah tüm geleceğimi iz bırakarak imzalamıştı… |
0% |