Yeni Üyelik
3.
Bölüm

Bölüm 3

@demirhanife

Bir sabah kuşluk vaktiydi. Daha yeni yeni kar gökyüzünden süzülerek yer yüzüne düşerken karakola ateş gibi düştü kötü haber. Genç kız birçok cenaze evinde bulunmuştu lâkin hiç bu kadar boğazı düğüm düğüm olmamıştı. Zira bu insanlar acılarını dövüne dövüne değil, yüzlerindeki sessiz acıyla yaşıyordu. Öyle büyük bir sessizlikti ki sanki kıyametlerin koptuğu ruhlarından, geriye koca bir enkaz kalmıştı. Karakollarına yakın olan bir sınır karakolunda gece yarısı baskın olmuştu. 10 asker şehit olurken, 15'i yaralanmıştı. Sanki asıl baskın buraya olmuş da, hayatta kimse kalmamıştı. Onlar içinde kolay değildi, kimi her gece yatmadan önce gördükleri yüz, kimi bir sigarada olsa paylaştıkları o kısacık zamanlardan kalma kederli bir anıydı. Askeri eğitimin ilk yarısı bitince ayrılmış her biri farklı karakollara dağıtılmıştı. Ne kulaklarından yanık sesli Mustafa'nın sesini, ne de böceği örümceği gördüğünde tiki ortaya çıkan Erzincanlı Süleyman'ı akıllarından silebiliyorlardı. Her bir anı, kocaman bir taş olmuş göğüslerine vurdukça vuruyordu. Bu yüzden genç kız kamerayı kime doğru çevirse, parmağı denklanşöre basmak bir yana gözlerindeki buğulu yaştan görüp de çekemiyordu. Bu yüzden sadece onlar ile beraber oturup sessizce yaslarını paylaştı. Onu en çok şaşırtan ise, İlk defa Ömer Komutanın sert kabuğunun altındaki hassas kalbi görmüş olmasıydı. Zira iki günde, onunda tıpkı askerleri gibi hiçbir şey yıkamaz dediği omuzları çökmüştü. Öyle bir yıkımdı ki bu, genç kız ilk defa acımış içinde ona karşı bir şefkat oluşmuştu. Hatta bir daha bu halde göremem dediği o yıkılmış adamı yine çekmek istediğinde, ağlamamak için dudaklarını ısırmış eli gitmediğinde ise, kamerasını çantasına adeta fırlatmıştı. Her yüz onu hüzne boğuyordu elbette, lâkin onu en çok komutanın perişan hâli üzmüştü. Çünkü asla yıkılmaz dediği duvar bile çatlamıştı. Değişmeyen tek şey eğitimlerdi. Ne eğitimlere ara verilmişti ne de biraz olsun mola. Hatta Ömer komutan ne kadar yıkılmış dursa da her zamankinden daha acımasız ve daha disiplinliydi. Genç kız adamın yüzündeki acıyı görmese yine ona karşı öfkelenir ya da kızardı. Ama hayır! Artık biliyordu. Bu adam önünde ter içinde bilmem kaçıncı defa tur atan askerlerinin de, diğerleri gibi ölmesini istemiyordu. Bu yüzden nefes bile almalarına izin vermeden eğitiyordu. Acımasızca gibi görünsede içinde çokça sevgi ve şefkat vardı. Ölmeyin diye yalvarmakla eş değerdi. Ömer komutanın feryatlarıda işte bu sert kabuğuydu. Onlarda bunu biliyor olacak, gözlerinde yaşlarla bir saniye bile duraksamadan ya da nefes almadan daha iyisini yapmak için çabaladılar. Genç kız ise bu anlarda birkaç metre uzaklarında "Şehitler ölmez Vatan bölünmez" diye bağırarak koşan Mehmetçikler ile birlikte ağladı.


Eğitimden sonra hepsi aynı ağacın altına kendini atmış sessizce yaslarını tutmaya devam ederken Eylül de onlar ile beraberdi.


"Lan keşke Salim' e o çok beğendiği tıraş takımımı hediye etseydim. İçinde kalarak gittiyse kendimi affetmem" diyerek sessizliği bozan Aydın'ın ensesine elini koyup dostça sıkan Tayfun "Eminim aklına bile gelmemiştir sen sıkma canını. Onun aklı bir tek yeni doğmuş kızında kalmıştır. Umarım bir kere bile görmek nasip olmuştur da gözü arkada kalmamıştır kardeşimin"


Aydın'ın memleketi Samsun'un Çarşamba ilçesiydi. Ne zaman arkadaşları ile toplansa, "Çarşambayı sel aldı" türküsüne başlar, arkadaşları da "sus lan artık" diyerek ellerinde ne varsa fırlatır ya da ensesine patlatıp sustururlardı. Aydın da ara sıra sırf ortamı yumuşatmak için bunu kullanır olmuştu. Lâkin şimdi aklına sadece gamzesinin ortasında bulunan büyük beniyle ranza arkadaşı Salim geliyordu. Gözünü her kapattığında yatağının altında gülüşüyle başını kaldırıp baktığı aklına geliyordu. Tıraş olduğu bir gün yanına gelip de tıraş bıçağını çok övdükten sonra "Bana gitmeden hediye etsene" dediğinde "Hadi siktir lan oradan" diyerek omzuna çarpıp uzaklaştırdıktan sonra güldüğünü hatırlamıştı. Onunda gamzesi ortaya çıkmış "Cimri" diyerek dudaklarını büzmüştü. Şaka yaptığını tabii ki biliyordu, lâkin yine de kendini keşke verseydim diye düşünmekten alamıyordu. Sanki en çok onun içinde kalmıştı. Salim ise Bilecik doğumluydu lâkin İstanbul'da büyümüştü. Daha yeni sevdiğine kavuşmuş çocukluk aşkı komşu kızıyla evlenebilmişti. Evlendikten bir yıl sonra hamile karısını bırakıp asker ocağına gelmiş, doğum haberini de yine burada almıştı. Bir kızı olduğunu öğrenen Salim havalara uçmuş koğuş koğuş gezerek baba oldum diye bağırmıştı. Tek istediği de bir an önce evladını görmekti. Şimdi ise Tayfun ve diğerlerinin de en büyük merakı bu olmuştu. Bir kere de olsa kızını görmek nasip olmuş muydu kardeşlerine? Yüreklerindeki taş daha da ağırlaşırken dolan gözlerini saklamak için uğraşmadılar.


"Bacım biz de seni unuttuk bir an kusura bakma. Şu röportajı başka bir zaman yapsak olur mu?" diye soran Nail abiye döndü. O buradaki herkesin abisiydi. Asker kaçağı değildi ama okuldan bir türlü mezun olamadığı için askeri görevini biraz geç yapmak zorunda kalmıştı. O yüzden sıfır numara olan tıraşlı saçları beyaz saç tellerinden oluşuyordu. Önü ise biraz açıktı. Yanlış bir bölüm seçimi yaptığı içinde, bir türlü okulu bitirememişti. Altı yıllık tıp fakültesini bile 10 yılda bitirmiş, bitirir bitirmez de vatanı görevini yerine getirmek için askeriyeye teslim olmuştu. Her birinin hikayesini kaleme alan Eylül, onları tanıyor gibiydi. Öyle ki, haberi alır almaz empati kurmadan ve onlar gibi hissetmeden kendini alamamıştı. Zira böyle hissetmek onun için zor değildi. Çünkü çocukluğundan beri annesiyle beraber kalbi ağzında asker olan babasını beklemişti.


"Tabii, tabii sorun değil." dedi Eylül anlayışlı bir sesle. Zira onlardan böyle bir şey zaten beklemiyor, hatta istemiyordu. Bugün tek kelime bile yazmak ya da kimseyi fotoğrafa almak istemiyordu. Hâlbuki geliş nedeni buydu. Mehmetçiklerin içinde bulundukları durumu kaleme alıp onları yerinde tanımak. Gelecek ile ilgili endişelerini, ölüm ve yaşam arasında sıkışıp kalmış korkularını, hatta hayallerini. Başını yere eğip önündeki taşı ayağının ucuyla oynatırken bakışları anlık karakolun kapısına değmiş komutanın çıkışını görmüştü. Düşük omuzları ve eğik başıyla yürürken ne zaman ayaklanıp peşinden gittiğini bilmiyordu bile. Hatta elinde kamerası olmadan neden takip ettiğini de. Sadece hüzünlü yürüyüşünü yalnızlığa benzetmişti. Nitekim, ister istemez tek başına kalmasından rahatsız olmuştu. Ağaçlık bir alana geldiklerinde duraksayan adam çevresinde volta atmaya, şakağını sıkıntılı bir şekilde kaşıdıktan sonra birkaç adım uzağındaki kütüğe oturdu. Cebinden sigarasını çıkarıp dudaklarına götürürken çakmağı ile ateşledi. Büyük dumanı içine çekip dirseklerini dizlerine koyarak yüzünü avuçları ile kapattı. Eylül küçük adımlar ile yanına gelirken parmaklarının arasında hâlihazırda sızan beyaz dumana baktı. Saniyeler sonra esmer adam başını kaldırıp genç kız ile göz göze geldi. Saniyeler süren bu bakışma saatler sürmüş gibi hissettirdiği anda adımlarını bu defa hızla atıp hiçbir şey söylemeden yanındaki boşluğa oturdu. O kütüğün üstünde zaman su gibi akıp giderken ne Eylül konuştu, ne de Ömer, yanındaki genç kızın varlığını sorguladı. İkiside yasını sessiz bir ağıtla berab

er tuttu.


Loading...
0%