@demirhanife
|
Hayat fütursuzca büyük bir hızda akıp giderken keşkeler yürekte kocaman bir taş oluyordu. Buna en iyi, her geçen gün yüzümüzde oluşan kırışıklıklar kanıttı. Belki de bu yüzden böyle zamanlarda çaresizlik bir bıçak gibi saplanıyordu yüreğimize. İhanet en fazla bu yüzden yakıyordu canımızı. Ona sayılı ömrünün bir bölümünü verirsin, o gider bu ömrü tek bir ihanet ile paramparça eder. Sanki bütün bir hayatını, en vazgeçilmez anılarını elinden almış gibi çaresizce tükenirsin. O tükenmişlik urgan olur boğazına dolanırda, yaşamak istiyorum diyemezsin. Kaybettiğin zamanına, aptal yerine koyulmuş olmana tahammül edemezsin. İşte! Böyle bir ruh halinde ölüme kucak açarsın. Ölüm bir kahraman gibi gelip seni batan nefesinden kurtarsın istersin. Ben de istedim.. Direksiyonu kavrayan parmaklarım bu yüzden havalandı. Bu yüzden göz bebeklerimi kirpiklerimin ardına saklayıp frenden çektim ayağımı. Becerebildim mi, bilinmez. Şimdi buradayım.
Ağaçlar rüzgârı kucaklayıp birbirine sarılırken tenimde bu dokunuştan nasibini alsın diye yüzümü rüzgâra çevirdim. Kollarımı birbirine dolamış başımı gökyüzüne çevirmiştim. Oturduğum taş soğuk olsa da umursamadım. Kulağımda çocukların sesi, burnumda toprak kokusu.. Cennet dedikleri bu olsa gerek. Ölsem, belki de sonsuz bir karanlığa hapsolacak ruhum şimdi yaşamı kucaklıyordu. Yaşamın güzelliği bir kere daha beni mest etmiş büyük bir huzur ile doldurmuştu kalbimi. Anlık bir ruhsal bozukluk hayatı ne kadar çok sevdiğimi unutturmuştu bana. Hâlbuki bu güzelliği bırakmaya henüz hazır değildim. İçim büyük bir minnetle dolarken, vicdanım yine çığlık çığlığa şimdi. Bibi denen kadına ayıp ettiğim bir kere daha çarpıldı yüzüme. O bana yaşamı avucunda ıslatıp vermişken, ben olmayan ailem için kalbini kırmıştım. Yüzüm sıkıntıyla asılırken oflayıp başımı gökyüzünden yere indirdim. Keyfim anında kaçmıştı. Bakışlarım ileride oynayan ikizlere değdi. Bütün gün aynı köşede gülüşüp oynuyorlardı. Hiç sıkılmıyorlar mı diye düşünmeden edemedim. Annelerine de hiç rastlamamıştım henüz. Bir de birkaç metre uzaktaki kadın vardı. O da ne zaman bahçeye çıksam hep halı yıkıyordu. Sanırım en sevdiği iş buydu ya da iki gündür evindeki halıları yıkamayı bitirememişti. İkizlerin sesi kesildiğinde oldukları ağaç dibine döndüm lâkin yerlerinde yoktu. Herhalde evlerine gitmişlerdi ama erkendi. "Sen artık bizimle mi kalacaksın?" diyen çocuğun sesiyle irkilip arkamı döndüm. Arkamda dikilmiş tebessümle bakıyorlardı. Ne zaman bana doğru yürümüşler ve hemen dibimde bitmişlerdi? Kazadan beri dalgınlık bir örümcek ağı gibi sarmıştı benliğimi. Bu düşünce ile yüzümü buruşturdum. "Bizim ile neden kalsın akıllım, burayı da bizi de sevmedi ki" Konuşan diğer ikiz kardeşle kaşlarımı çattım. Sanırım sessizliğimi yanlış yorumlamışlardı. "Hayır! Bu doğru değil. Ben burayı da sizi de çok sevdim" dedim ikisinin ellerini tutarak. "Yalan söyleme! Kürşat amca ile tartışmanızı duydum ben" Gülümsemem solarken ne diyeceğimi bilemeyerek boğazımı temizledim. İsmini yeni öğrendiğim adama da yoktan yere kötü davranmıştım. Hem evinde beni misafir ediyordu, hem de iki gündür uğramıyordu bile. Sanki hususi beni görmemek için yapıyordu. Bu kadar kızdırmış olmak ister istemez canımı sıkmıştı. Bibi desen, yemek ve ilaçlarımı getiriyor, sonra o da tek kelime etmeden gidiyordu. İlk günden istenilmeyen kişi olmayı başarmıştım. Birkaç defa konuşmaya çalışsam da kelimeleri ağzıma tıkmayı başarmıştı. "O an sadece biraz endişeli ve korkmuş haldeydim. İstemeden de olsa kalplerini kırmış olabilirim" dedim anlayışlı bir sesle. Kaşları çatık olan kızın ifadesi silinirken kardeşine gülümseyerek baktı. "Yani hep burada, bizimle mi kalacaksın?" heyecanlı bakışlarına tebessümle karşılık verirken yanaklarını okşadım. İkisinin de ellerini öperek sevimliliklerine hayranlıkla bakıyorum. Birbirlerine yüz olarak çok benzeseler de biri daha sessiz ve uysalken diğeri daha girişkendi. Bir abla gibiydi. "Burayı çok sevdim ama ben buraya ait değilim. İyileşince gitmek zorundayım. Evime" Sözlerimin sonuna evimi eklerken beni anlayacağını düşünmüştüm. Lâkin yüzünde anlayamadığım bir endişe ve hüzün oluşuvermişti. "Annem ve babam gibi mi?" Titreyen sesiyle kaşlarım çatılırken ikisi de anlaşmış gibi başını eğmişti şimdi. "İsminiz ne sizin bakalım?"
"Benim adım Ayşe, kardeşimin adı Fatma" dedi yine abla görünümlü kardeş konuşmuştu. "Anneniz ve babanız nerede peki?" diye sorarken içten içe cevabı biliyordum. "Onlar bizden ayrıldı, başka bir dünya da" diye konuşan Ayşe idi. Sözü o almıştı şimdi. Gözlerim buğulanırken yutkunmakta zorlandım. "Kızlar Bedia ablanız sizi arıyor" İki gündür halı yıkayan kadını ilk defa bu yakından görmüştüm. Kızları azarlayıp gönderirken bakışları beni buldu. "Hoş geldin abla" Neden bilmiyorum ama burada herkesin gözlerinde anlayamadığım bir buğuluk vardı. Hep dolu dolu bakıyorlardı. Sanki duygusal bir filmin ortasında mola vermişler gibi. Bu soruyu sorarken bile neşeli ya da gülümseyen bir yüzle sormamıştı. Ne kadar misafirperver görünseler de burada bulunmamdan hoşnut değillerdi. "Hoş buldum, sağol" Başını sallayıp gideceği sırada durdurdum. "Şey.. Senin adın ne?" Duraksayan kadının kara gözleri birkaç saniye üzerimde durmuş tereddütle başını eğerek cevaplamıştı. "Suna" İsmine mest olan yanımı tutamadan gülümsedim. "İsmin çok güzel. Anlamı ne?" Omuzlarını sallayarak dudaklarını bükerken çevrede bakışlarımı gezdirdim. Gerçekten dışarı ile bir bağlantıları yoktu ve bu tavırlarından alenen belli oluyordu. "Güzel, çekici kadın demek. Aslında sözlük anlamı başka ama bence bu anlamı sana daha çok yakışıyor." Dediğimde yüzünün kızardığına şahit olduğumda ilk defa iltifat almış olabileceğini düşünmeden edememiştim. Parmakları ile oynamaya başlayan kadını daha fazla utandırmadan asıl sormak istediğimi sordum. "Peki, Kürşat beyi nerede bulabilirim, biliyor musun?" diye sorduğumda başını kaldırıp yüzüme bakarak parmaklarını bir kayalığın tepesine uzatmıştı. Kaşlarım çatılırken Suna'ya teşekkür edip yolladım. Saatlerdir oturduğum taştan ayaklanıp gösterdiği tepeye doğru yürümeye başladım. Köyün arkasında bulunan tepe çok fazla yaması olmasa da, ağaçlıklar arasında küçük bir patikadan 10 dakikalık mesafesi vardı. Neden orada olduğuna bir anlam veremesem de buradaki herkesin bazı tuhaflıkları olduğunu fark etmiştim. Belki de bu yüzden fazla yadırgamadım. Zira dış dünyaya kapalı bir kasabanın kendi içinde nasıl bir düzen ve alışkanlıkları da beraberinde getirdiğini bilmek mümkün değildi. Sonunda tepeye vardığımda dizime kadar gelen kurumuş otlar ve koca bir çınar ağacından başka bir şey yoktu. Tabii bir de koca çınar ağacının manzarası. Hayranlıkla ağaca yaklaştığımda gölgesinde oturan büyük bedeni görerek irkildim. O da beni gördüğüne şaşırmış olacak yaslandığı ağaçtan sırtını kaldırdı. Bir bacağını kırmış diğerini uzatmış otururken kolu kendine çektiği bacağındaydı. "Ne işiniz var burada? O yokuşu bu ayakla mı çıktınız?" diye sorarak ayağıma baktı. Başımı olumlu anlamda sallarken topallayarak çıktığım bacağım çoktan gücünü yitirdiği için davetini beklemeden yanına kuruldum. Zaten böyle bir teklifte bulunmayacağı aşikârdı. Ben de kendi inisiyatifimi kullandım. Sorgulayan bakışlarını üzerimde hissetsem de bakışlarımı güzel manzaradan çekmedim. Bu manzara, kır çiçeklerinin olduğu bir yokuşa ve onun karşısında bulunan mavi okyanusa bakıyordu. Yanımdaki sessiz kıkırtısıyla o da bakışlarını aynı yere çevirdiğinde kıvrılan dudaklarıma engel olamadım. Ne kadar süre geçti bilmiyorum, beraber o güzelliğin sessizce keyfini çıkarmıştık. İçimin uzun zamandır ilk defa huzur dolduğuna şahit olmanın şaşkınlığını güneş batarken yaşamıştım. Bir yabancının yanında yalnız olmayı yadırgamamış ya da rahatsız olmamıştım. Aksine sanki uzun zamandır tanıdığım biriyle sessizliği paylaşmış gibiydim. Zira yalnızlığı da sessizliği de birileriyle paylaşmak zordu. En yakının olsa bile. "Gerçekten o ayakla bu yokuşu nasıl çıktın?"
|
0% |