@demirkalem
|
Bir yıl önce...
Politecnico di Milano Üniversitesinde ilk senemi tamamlamıştım. Çok sosyal biri olmayan gezmeyi sevmeyen biri olarak ben İtalya'da okumak gibi radikal bir karar almıştım. Kendimde en sevdiğim özelliğim gururumdu. Asla hayatımda doğru ya da yanlış aldığım kararlardan geri adım atmazdım. İtalya da okuma isteğime ailem şaşkınlıkla bakmıştı. Ailemin dördüncü çocuğuyum. İki ablam bir ağabeyim var. En büyüğümüz Tomris Ablam ondan dört yaş küçük olan Murat Ağabeyim ve Murat ağabeyimden iki yaş küçük olan Melek Ablam. Melek Ablamla aramızda ise tamı tamına dokuz yaş fark vardı. Aileye son anda yama olmuş biriydim bu yüzden ailenin benim varlığıma alışamadıklarını düşündüğüm zamanlarım olmuştu. Arada bir hatırlanırdım, evin evcil hayvanıymışım gibi sevimli görüldüğümde başım okşanır, sevilirdim. Varlığımda yokluğumda çoğu kez anlaşılmazdı, özel davetlerde hep kıyılarda köşelerde saklanıyor oluşumun sebeplerinden biri de bu olsa gerek görülmemeye alışık olmam. Babamızın önceliği hep işleri olmuştu. Bitmek bilmeyen iş toplantıları, yeni projeleri, yeni anlaşmaları, iş seyahatleri ... tüm bunların arasında biz ailesine vakit ayırması zaten pek mümkün de değildi. Annemizse en çok Murat Ağabeyime düşkündü Çünkü Murat Ağabeyim ataerkil ailemizin tek erkek evladı ve soyunun temsilcisi idi. Ailemizin en yakın olduğu ve muhabbet ettiği zamanlar aynı masa etrafında yemek için toplandığımız zamanlardı. Yani genellikle kahvaltıda bir de herkesin planına uyuyorsa akşam yemeklerinde bir araya gelirdik. Üniversitedeki dersler bittiğinde herkes tatile ya ailesinin yanına ya da arkadaşlarıyla birlikte farklı ülkeleri gezmeye giderlerdi. Ben İtalya'ya daha çabuk alışmak istiyordum ama o tanıdık, aynı dili konuştuğum, tadına ve kokusuna aşina olduğum memleketime de özlem duyuyordum. Bu nedenle üniversitedeki ilk yılım biter bitmez bir haftalığına Türkiye'ye gitmeye karar vermiştim. Evimize vardığımda her şey bıraktığım gibiydi. Tomris Ablam ve eniştem babamla birlikte holdingde işlerinin başındaydılar. Annem, Murat Ağabeyimin eşi Serap Yengemle kafa kafaya vermiş yine ağabeyimin kırdıklarını nasıl toplarız diye kritik yapıyorlardı. Abimde artık neredeydiyse? Melek Ablam ise dışarıda ya bir eğlence de ya bir güzellik merkezinde ya da alışverişte vakit öldürüyordu. Ben kendi kabuğumu kırmaya çalışırken ailemdeki herkes hep o alışık olduğum düzenlerinin ve karakterlerinin elverdiği şekilde hayatlarını sürdürüyordular. Tabi ki bu bir eleştiri değildi. Benle ailem fertleri arasında ciddi bir yaş farkı vardı ve onlar benlikleriyle barışmış olmalıydılar ama henüz ben kendimi aradığım kendimi tanımaya çalıştığım yaşlardaydım. Olmak istemediğim benle olmayı hayal ettiğim ben arasında bir yerlerde kendimi tanımlamaya çalışıyordum. Aile fertlerime gelirsek ;Tomris Ablam erkek çocuğu olarak doğmadı diye annemin babama karşı hep utanç ve mahcubiyet hissettiği evladıydı. Babaannemin oldukça ataerkil birisi olduğunu, erkek torun isteği sebebiyle hep anneme baskı yaptığını, Melek Ablamdan işitmiştim. Tomris Ablam doğduktan sonra belki de rahmetli babaannemin o yıllarda annemize yaptığı baskıdan sebep olacak annemizin dört sene hiç çocuğu da olmamış ta ki Murat Ağabeyim doğana dek. Murat Ağabeyimin ailede görülmeyi beklenen konumuna rağmen Tomris Ablam, kişiliğiyle erkek gibi sert, aşırı disiplinli babamın yanından ayrılmayan iş kolik birisiydi. Öyleki Tomris Ablam babamdan sonra ailede ağabeyim olmasına rağmen sözü en çok dinlenen kişiydi artık. Hiç kendi ağızından işitmişliğim olmasa da Tomris ablamın çocukluğunda Babaannemiz ve annemin erkek torun muhabbetlerinin ablamın erkeksi otoriter kişiliğinin şekillenmesinde en büyük etken olduğunu düşünüyordum Murat abim ise evin tek erkek çocuğu olması sebebiyle hep şımartılmıştı. Sorumluluk duymaz, arkadaşlarıyla eğlenceye doymaz bir adam olmuştu. Tomris Ablam işteki başarısına başarı katarken ağabeyim zaten kendisine biçilen tahtın sahibi olduğu için olsa gerek uzaktan işleri takip eder arada bir kurul toplantılarına katılır kendisine biçilen rolünün gerekliliklerini kısmen üstlenirdi. Bizim evde demokrasi değil monarşi hakimdi, babanın tahtına evin en büyük erkek evladı geçecekti ve bu veliaht da ağabeyimdi. Melek Ablam, Tomris Ablamla benden çok farklıydı. Ben çocuksu görünürken Tomris Ablam maskülen Melek Ablamsa feminen görünürdü. Melek Ablam sadece yürüyüşüyle bile tüm bakışları üzerine çekmeyi başarabiliyordu. Her zaman görünümüne dikkat eder, katılacağı davetlere hazırlanırken kombinelerinde en ufak detayı bile aklamazdı. Sanki Miss Turkey 'e katılacakmış gibi sürekli diyetini yapar ve asla sporunu aksatmazdı, çünkü dış görünüşe çok fazla önem veriyordu. Her fırsatta benim de dikkat etmem gerektiğini dile getiriyor ve o meşhur cümlesini kuruyordu: "Kitabın kapağı gösterişli olmazsa içeriğini kimse merak etmez." Hangi güzellik merkezi daha iyi sonuç verir, bu yıl ki moda trendleri nedir, ne zaman nerde en iyi partiler düzenlenir hepsi Melek Ablamdan sorulurdu. Kız çocuğu halaya benzer derler ya bizde Firuze Halama fiziksel olarak en çok benzeyen Melek Ablamdı. Firuze Halam, yürüdüğü sokakları bembeyaz teniyle ışıl ışıl aydınlatan, tüm bakışları güzelliğiyle bir anda üzerine çekebilen, koyu kumral saçlı gri mavi gözlü alımlı ve endamlı bir kadındı. Aynı zamanda çok zeki, hızla sorunları çözebilen, disiplinli bir kadındı. Tomris Ablam, işinde başarıya ulaştıran ticari zekâsı, iş disiplini vb. yönleriyle halama benziyordu. Maalesef benim halama benzeyen tek yanım onunki gibi renkte olan gri mavi gözlerimdi. Rahmetli babaannemin de gözleri gri mavi imiş. Ailede başka bu renk gözlere sahip olan biri daha yoktu. Eğer benim yerime Melek Ablamın gözleri grimsi mavi olsaydı halamın gençlik fotoğrafındaki o halinin günümüzde can bulmuş hali gibi olurdu. İnsan en sevdiğine benzemek ister ya, ben hep halam gibi güzel bir kadın olmak isterdim. Ben asla görünüşüne önem vermeyen, yemek yemeği seven bilgisayar oyunları oynayan reenkarnasyon konulu online webtoon okuyan kendi halinde asosyal biriydim işte. Derslerimde çok iyi olduğum için halamın da yönlendirmesiyle mimar olmaya karar vermiştim. Zaten varlığımın pek bir şey ifade etmediği bu evden uzakta İtalya'da olmakla belki bir umut, evin özleneni bekleneni olup dikkatlerini bir parça üzerime çekmeyi başarabilirdim diye düşünüyordum. Malikaneye dönmemle birlikte her şeyin aynı olduğunu ve çabamın hiçbir şeye yaramadığını fark edebilmiştim. Her şey bıraktığım gibiydi. Babam, ablam ve eniştemle işten başlarını kaldırmıyor, annem geliniyle birlikte oğlunun ayıplarını babama duyurmamak için çabalıyor, ablam güzellik merkezlerinde, partilerde geziyordu. Bir hafta kalmak için geldiğim evimde, bu koca koskoca malikanede yapayalnız gibiydim,duvarlar üstüme üstüme geliyordular. İstanbul'a geldikten iki gün sonra Firuze Halamla Sarıyer'de bir restoranda buluşmak üzere sözleşmiştik. Halam deniz ürünleri severdi. Birlikte güzel bir yemek yiyip İtalya'daki hayatımdan konuşacaktık. Sanırım bu hayatta beni önemseyen tek kişi halamdı. Ben beş yaşındayken istemediği biriyle evlendirilmişti Firuze Halam. Hayal meyal hatırlıyorum. Evleneceği kararı verildiği gün sabaha kadar ağlaşmıştık halamla. Ben odamda kalmadığım zamanlarda hep halamla uyurdum. Evlenmeden önceki gece de halamla uyumuştum, bir o ağlamıştı, bir ben ağlamıştım. Aslında halamın eşi o yıllarda sosyetenin peşinde koştuğu zengin başarılı dul bir iş adamıymış. Eşi kanserden vefat etmiş bir organizasyonda halamı görür görmez âşık olmuş. Bu bilinen hikâye idi. Biz tanınmış zengin, varlıklı, herkesçe özenilen, sözde yüksek sosyetenin tanınmış ailesinin, gazete manşetlerini, dedikodu kulislerini dolduran hikayesi buydu. Tabii ki işin gerçeği öyle değilmiş. Babamla halamın eşinin, ticari ilişkilerini güçlendirmek için yaptıkları ticari bir anlaşmaymış bu evlilik. Akraba ilişkileri ile piyasada güçlü bir portföye sahip olmakmış dertleri. Halam da sevmediği dul çocuklu bir adamla evlenerek bu anlaşmanın babam tarafı sermayesi olmuş oluyordu sanıyorum. Halam evlendikten sonra bir daha asla birlikte kaldığımız, bu malikaneye gelmemiş ve babamı asla affetmemişti. Bu yüzden hep dışarda buluşurduk. Buluştuğumuzda ben her şeyimi ona anlatırdım, o da içten bir şekilde beni dinlerdi. Bir o böyle içten dinlerdi beni. Halam hep yeğenlerine düşkün biri olmuştu. Babamla arasındaki gerginliği bizlerle olan ilişkisini hiçbir zaman etkilememişti, adil bir kadındı halam. Çok gençken geçirdiği bir rahatsızlık sebebiyle anne olamayışı da bize düşkünlüğünün başka bir sebebiydi belki de. Anne olamayışı zaten eşinin de erkek bir evladı olması sebebiyle evliliğinde sorun da teşkil etmemişti. Ben hep halamın sevdiği adamla evlenip mutlu bir gelin olmasını, belki evlat edinip gerçek bir yuvaya sahip olmasını dilerdim. Hem de o kadar çok ister ve dua ederdim ki anlatamam. Kocası ondan yaşça çok büyüktü. Bir de anneliğin ne olduğunu bilmeyen halam, evlendiği gün on dört yaşında bir erkek evlat sahibi olmuştu. Kim bilir ne kadar zor olmuştu onun için. Hiçbir sıkıntısını anlatmazdı ki halam. Evlendikten sonra ne ağladığını ne güldüğünü bir kez bile görmedim. Benimle beraberken mutlu olduğunda ufak bir tebessüm ederdi. Halamla vedalaşıp İtalya'ya geri döndükten bir hafta sonra, eşinin ölüm haberini aldım. Bu haberle birlikte cenazede halamın yanında ona destek olmak için İstanbul'a ilk uçuş saatine bilet aldım.
Bir yıl sonra günümüz...
Gözlerimi pilotun anonsuyla açtığımda artık İstanbul'daydım. İstanbul'a Halamın eşinin cenazesinden sonra ilk kez gelişimdi bu. Başımda tarifi mümkün olmayan korkunç bir ağrı vardı. Uçaktan iner inmez telefonumu uçak modundan çıkarıp gelen bildirimlere bakmaya başladım. Aileme ilettiğim mesajlarımı yanıtlayan olmamıştı. Alegra ve Fidelio dışında mesaj atan, arayan yoktu. Hava alanından çıkar çıkmaz derin bir nefes aldım. Bir nefes daha... Sonra telefonumda bilinmeyen bir numaradan arandığımı gördüm. Telefondaki kişi "Feraye Hanım değil mi?" dedi, "Evet, benim." dedim. "Sizi eve götürmek için hava limanına geldim." dedi ve o sırada biri beni omzumdan tuttu. Geriye döndüğümde, karşımda duran kişinin telefonda görüştüğüm kişi olduğunu anladım. Telefonlarımızı kapattık. "Ben Hasan, halanız Firuze Hanımın şoförüyüm sizi almam için beni yolladı, hoş geldiniz" dedi. Ayakta zor duruyordum hızla araca doğru yöneldik, aracın kapısını oturmam için açtı. Kendi şoför koltuğuna geçti, sakin temkinli hareketlerle önce emniyet kemerini taktı sonra aracı çalıştırıp göstergelerini kontrol etti ve ardından kontrollü bir şekilde hava limanı trafiğine karıştı. İstanbul trafiğinde eve varmamız bir iki saati bulacaktı. Bende bu esnada Alegra'nın ve Fidelio'nun mesajlarına dönme fırsatını bulmuştum. Mesajlarından beni çok fazla merak ettikleri anlaşılıyordu. Benim İtalya da ki küçük ailemdi onlar. Bir an gözlerim doldu. Peki benim biyolojik ailem neredeydi? Neden hiçbirine ulaşamıyordum? Neler oluyordu? Nasıl bir bilinmezlikti bu? "Hasan Bey" diyebildim güçlükle bulduğum titreyen sesimle "Neler oluyor? Babamın durumu nasıl neden kimseye ulaşamıyorum?" Hasan Bey acılı bir tebessümle dikiz aynasından bana baktı ve "Sizi götürdüğüm yerde bilgilendirirler, bana sadece sizi almam söylendi." dedi. O an aklıma babamın adını arama motorlarından taramak geldi. Tabi ya! Babam bu ülkede tanınmış ünlü bir iş adamıydı, illaki hakkında bir haber çıkmış olmalıydı. Zaten hep sonradan gelirdi aklım başıma benim. Babamın adını yazar yazmaz, dökülen haber sitelerine ait linklerde, babamın kalp krizi geçirdiği, ameliyata alındığı bilgisi yazıyordu. Okuduğum bilgilere göre babamın sağlık durumuyla alakalı doktorların henüz bir açıklama yapmadığıydı. Birkaç kez daha aile üyelerini, hatta halamı da aradım ama aramamı yanıtlayan olmadı. Bir saat süren yolculuğumuzda yol ayrımına gelip hastaneye giden yöne değil de malikaneye giden yola döndüğümüzü gördüm, şaşkınlıkla Hasan Bey'e "Neden hastaneye gitmiyoruz?" diye sordum. "Sizi eve götürmek üzere bilgilendirildim ." dedi gergin bir sesle. Hastanede olmamız gerekmez miydi, neden eve gidiyorduk? Aşağı yukarı yirmi dakika kadar daha yol aldıktan sonra sonunda malikânemizin bulunduğu alanın arka giriş yoluna gelebildik. Yol boyu sıralı park halinde son model araçlar yer alıyordu. Araçların arasında haber araçları da vardı. "Burası bu kadar kalabalıksa hastane önü nasıldı acaba?" diye düşünmeden edemedim. Tanrım çok şükür ki hava kararmıştı ve gazetecilerin beni görmemesi büyük bir ihtimaldi. Kıyafetlerim, şu anki duruma aykırı, hafif meşrep duruyordu. Üzerimde dantelli, ince askılı derin göğüs dekolteli kırmızı bir badi, üzerime oturan yüksek bel deri siyah bir pantolon, ayağımda ise siyah rugan yüksek topuklu stiletto ayakkabılar, saçlarım tepeden sıkı bir at kuyruğu ile toplanmış halde bulunuyordu. Son birkaç ayda hızla kilo vermiş ve sporla vücudumu şekillendirmiş, o çok önemsemediğim bedenimi son bir yılda forma sokmuştum. Fidelio da bu halimi desteklemiş ve bugünkü planımız için bu kombinin bana uyacağını, artık salaş kıyafetler giymememi söylemişti. Tam da bugün! Nasıl bir talihsizliktir ki bugün ilk kez Fidelio ya itiraz etmemiş onu dinlemiştim. Günün sonunda, Alegra'nın ve Fidelio'nun ısrarlarıyla gece kulübünde eğlenmek üzere ikna edildiğim planımız için iyi bir kombin olabilirdi. Hasan Bey'in sürdüğü araçla malikanenin bahçe kapısına yaklaştığımız anda flaşların bize doğru patladığını gördüm. Hasan Bey aracı park edip bir müddet sonra kapımı açtı ve inmem için elini bana uzattı. Dışarıda bekleyen gazetecilerin varlığı ve kıyafetlerimin ortama uygun olmayışı beni oldukça rahatsız ediyordu. Hasan Bey'in bana yardımcı olmak için uzattığı elini tutmayıp ne yapmam gerektiğini düşünürken araçta beklemeye devam ettim. Hasan Bey de gerginliğimin sebebini fark etmiş olacaktı ki bir çırpı ceketini çıkarıp giyinmem için bana uzattı. Bir an bile tereddüt etmeden bana uzattığı ceketi omuzlarım üzerine atıp Hasan Bey'in bana ikinci kez uzanan elinden destek alarak bu kez araçtan indim. Muhabirlerin kendi aralarında konuştuklarını duyabiliyordum, kim olduğumu anlamaya çalışıyorlardı. İki yıldır İtalya da yaşıyor oluşum sebebiyle hiçbir davet ve organizasyona katılmamış olmam ve zaten bu tarz organizasyonlara katıldığımda da kuytu yerleri tercih ediyor olmam, hele de son bir yıl içindeki fiziksel değişimim onların kim olduğumu tahmin edebilmelerini imkânsız kılıyordu. Hasan Bey''in de desteğiyle, birlikte malikanenin bahçe kapısından içeri girdik. Gecenin karanlığında bahçenin aydınlatılmış patika yolundan yorgun olan bedenimin verdiği ağırlığında sebebiyle yavaş yavaş ilerliyorduk. Sonunda malikanenin giriş kapısına uzanan geniş, beyaz mermerle kaplı merdivenlerin önüne vardık. Biraz soluklanma ihtiyacı hissetmiş olduğum için duraksadım. Hasan Bey bana eşlik ettiği için ben durduğumda oda benimle birlikte durmuştu. Karşımda tüm ihtişamıyla bembeyaz koca bir yapı duruyordu. Acaba kaç sene önce inşa edilmişti bu malikane? Babaannem de bu malikaneye gelin gelmişti. Merdivenleri Hasan Bey'in desteğiyle zar zor çıkabiliyordum. Kapıya yaklaştığımızda evin yardımcıları bizi kapıda karşıladılar. İçeride bir sürü tanımadığım insan kalabalığı vardı. Kapıdan malikanenin içine doğru ilerlemeye devam ettik. Bu bembeyaz ve altın varaklarla süslü ihtişamlı olan malikane, şu anda o kadar karanlık ve kasvetli geliyordu ki bana! Sanki ne zaman bana bu ev, yuva gibi sıcak hissettirmişti? Ilık bir bahar akşamı olmasına rağmen ben kutuplardaymışım gibi üşüyordum, öyle ki daha fazla dayanamayıp titremeye başladım. Evin misafir salonuna giden yolda bir sürü insan vardı, bu kalabalıkta neydi böyle! Bir anda kimin olduğunu anlamadığım yaşlı ve tok bir ses "Feraye Hanım geldiler." dedi. Yüzler birbirine benziyordu, kimseyi seçemiyordum. Kardeşlerim, halam, annem neredeydiler? Tanıdık bir yüz arıyordum. Gözlerim net göremiyordu, her yer bulanıktı. Başımın ağrısı dehşet verici bir seviyeye ulaşmıştı. Evin misafir salonuna girdiğimde annemin koltukta oturduğunu zorlukla fark edebildim. Eli Melek Ablamın kucağındaydı ve hemen köşede halam kollarını göğsünde bağlamış ayakta dimdik duruyordu. Başka da tanıdık bir yüz görememiştim. Az evvel geldiğimi söyleyen sesin etkisiyle salona girdiğimde tüm gözlerin bana çevrildiğini hissetmiştim. Annem ve ablam beden dillerinde hiçbir hareket değişikliği göstermezlerken, halam tüm sevecenliğiyle beni sarıp sarmalamak ister gibi kollarını açmış seri adımlarla bana doğru yaklaşıyordu. Evlendiğinden beri onu bu evde ilk görüşümdü. Kalabalık arasında mırıldanmalar vardı. Bir sesin "cenazeden" bahsettiğini duydum. O anda artık bana gelmek üzere olan halamın aydınlık yüzü karanlık içinde gittikçe küçülen beyaz bir nokta olmaya başladı ve kulaklarımda artan çınlama sesi ile birlikte bedenim üzerindeki hakimiyetimi tamamen yitirdiğimi hissettim. Yerimde dura kaldım zannederken bir anda geriye doğru sendeledim. Ayakkabımın topuklarına takılan kabartıyı hissettiğimde omuzlarım üzerindeki ceketin yere düştüğünü anlamıştım. Ne kıyafetim ne etrafımdakiler umrumdaydı. Dengemi sağlamaya çalıştıkça sendeliyordum. Güçlükle yıkılmadan ayakta durmayı başarabildiğimi düşünsemde kulaklarımda çınlama şiddetini arttırdıkça eş zamanlı olarak gözlerimdeki karartı da artar olmuştu. Vücudumdan saniyeler içinde ter boşaldığını hissettim. Artık ayaklarım beni taşıyamıyor olacaklar ki tam geriye doğru yığılmak üzereyken arkamdan uzanan bir çift kol tarafımdan yakalandığımı fark ettim. Ağırlaşan göz kapaklarımı açık tutmak için direniyor ama başaramıyordum, kulaklarıma çalan çınlamanın bastıramadığı aralıklı aralıksız sesler duyuyordum. Tüm bu olup bitene rağmen azaptaki bedenime huzur veren bir koku çarptı burnuma. Odunsu baharat karşımı bir erkek parfümü olmalıydı. Kesinlikle kişiye özel yapılan farklı aroması olan bir kokuydu. O tanıdık, bilindik ünlü markaların parfümlerinden değildi. Enteresan ama yaşadığım şoku bana bir an olsun dahi unutturmayı başarabilen zihnime plasebo etkisi eden bu özel kokuyu daha önce bir yerden hatırlıyor gibiydim.Vücudumdaki tüm o ağırlık tüm o ayakta ve güçlü kalmak için direnme savaşı kokunun etkisiyle bir anda son bulmuştu. Yorgunluğumun üzerine serilen örtü gibi gelen kokun da etkisiyle artık kendimi bulamıyor, göz kapaklarımın ağırlığına teslim olmayı seçiyordum.
|
0% |