@demirkalem
|
>>>>>>>>>>III<<<<<<<<<
İnsanın Özgürlüğü, istediği her şeyi yapabilmesinde değil, istemediği hiçbir şeyi yapmak zorunda olmamasındadır. 'JEAN J. ROUSSEAU'
>>>>>>>>>>III<<<<<<<<<
Çınar Yalçınkaya
Sırtıma kamp çantamı alıp, seyyah olup görmediğim bilmediğim saklı bahçeleri keşfetmek isterdim. Yeşilin ortasında kurduğum çadırıma, yağan yağmur damlalarının çıkardıkları o sesle güne başlamalıydım. Rüzgâra kollarımı açmalı, en güzel çiçek kokularını içime çekerken özgürlükle kucaklaşmalıydım. Duşumu çağlayandan akan berrak suların altında almalıydım. Kamp ateşi üzerinde demlediğim çayımdan gelen yanık odun isiyle harmanlanmış bergamot kokusu vurmalıydı burnuma... Ama olamadı! Duygusuz, eli kanlı, gözü kara katil bir adamın oğluydum ben. Dünyaya geliş sebebim olan o adam, inşa ettiği kanlı imparatorluğunun tek varisi olarak beni görüyordu. Kendisinden sonra kurduğu bu imparatorluğunun köklenmesi, daha da büyümesi ve tıpkı bir çınar ağacı gibi dallarının yetişmediği yerlere gölgesinin uzanması için, veliahttı olan bana Çınar adını koymuştu. Küçük dağları kendisinin yarattığını zanneden İrfan Yalçınkaya maalesef benim babamdı! Adının geçtiği sokaklardaki yapraklar titrerdi. Kurduğu paravan şirketlerin akladığı kara paralarla koca bir holding sahibi olmuş ve etrafına saldığı korkuyla da ismi itibar görür hale gelmişti. Yıllar geçtikçe sahip olduğu güç sayesinde, katil olduğu da unutturulup hayır sever, vergi rekortmeni, başarılı, herkesin takdir ettiği ve neredeyse örnek aldığı bir iş adımı olarak bilinir olmuştu ama ben, katil bir adamın oğlu olduğumu, asla unutmadım! İlkokula yeni başlamanın sevincini yaşadığım gün evimizin kapısının önünde, ayaklarına kapanarak kendisinden af dilenen adamı gözümün önünde hiç acımadan tek kurşunla alnından vurmuştu İrfan. Ölen adamın kanının kokusunu hiçbir koku hatırımdan silmeye yetmemiştir. Ben kapının eşiğinden her geçişimde o kokuyu alırdım. Kapının eşiği kandan temizlenmiş olsada kokusu aklıma sinmişti bir kere! O kan evimizin eşeğinde duruyordu, kimse görmese de ben o eşikten her geçişimde kokusunu alıyor orada can veren adamdan akan kanı görüyordum. Ben hiç çocuk olmadım, her zaman İrfan'ın veliahdıydım, beni kendi dünyasının bir numaralı izleyicisi yapmıştı. Aklımın ermediği yaşımda bile yetişkin görüp koca adam oldu der tüm kirli kanlı planlarını yanımda konuşurdu. Her şey yolunda iken bile kan kokusu peşindeydi Esat, tıpkı bir vampir gibi! Sulhtan hoşlanmazdı, baktı ki sulh var, alırdı tüfeğini eline, çıkardı ava, bu sefer de tabiatı kanatırdı. Annemi de çok kanattı, çok korkardı annem o adamdan, o kadar korkardı ki beni bir kez olsun evladım diye bağrına basa basa doyadıya sevemedi. Sevdirtmedi ! Beni doğuran kadındı İrfan için annem! Eş değildi, anne değildi ve hiç değerli değildi. O kadar isterdim ki annemin kollarında uyumak, elleriyle başımdan okşanmak. Anne şefkat kokardı, merhamet kokardı... Ama benim anılarımda annem de kan kokuyordu. Sekiz, dokuz yaşlarımdaydım. Okuldan yeni gelmiş evin koridorlarında haykıra haykıra annemi arıyordum, öğretmenim ödevime yıldızlı pekiyi vermişti, bense başarmanın sevincimi bir tek annemle paylaşmak istiyordum. O gün odasının banyosunda bulmuştum annemi. Kesik bileğinden boşalan kanla kaplıydı içinde bulunduğu küvet. Koştum ,sarıldım, uyandırmaya çalıştım. Açmadı gözlerini, yorgundu. Bir daha gözlerinden mahrum bırakma pahasına yumdu gözlerini, bir daha ismimi anmama pahasına kapandı dudakları bir daha üşüyen avuçlarımı ısıtmama pahasına soğudu elleri. O gün üzerime anne sevgisi değil anne kanı bulaşmıştı benim. Anne yuva demekti! Annemden sonra yuvam yoktu benim, artık yaşadığım ev sadece bir barınaktı benim için, en mutlu olduğum yerse okulumdu. Öğretmenlerimde tir tir titrerlerdi, benden çekinirlerdi bilirdim çünkü İrfan Yalçınkaya'nın oğluydum ben. Sonra günden güne değişti İrfan. Kokusu değişti, havası değişti. Dilinde bilmediğim maniler, aşk sözleri vardı... On yaşlarındaydım Firuze giriverdi hayatımıza ansızın. Firuze...! Ne güzel kadındı Firuze, grimsi mavi gözleri, koyu kahve uzun saçları, ay gibi teni geceyi değil gündüzü bile aydınlatırdı aydınlık cemali. O dünyayı heybetiyle titreten İrfan Yalçınkaya Firuze'nin aşkından bambaşka bir adam olmuştu. Aşk vardıysa neden şimdiye kadar İrfan'a uğramamıştı. Annemin günahı neydi, benim doğmadan ölen çocukluğumun günahı neydi? Artık on yaşında bir adamdım ben, Firuze hayatımıza dahil olduğunda. İrfan Firuze için Bebek tarafında bir yalı almış, sanat eserleriyle, antikalarla, akla gelen en ince detay ve en kıymetli parçalarla süsletmişti yalıyı. En pahalı mücevherler, en özel tasarımlar Firuze'nin üzerindeydi. Firuze ise ne İrfan'a ne de aldıklarına kıymet vermezdi. Hiç sevmedi İrfan'ı sevmeyecekti de bilirdim. İrfan'da bilirdi yine de Firuze için kendini değişmeyi denemişti. Firuze kanatlarıyla sarmıştı beni. O hep merak ettiğim sevgiyi, merhameti, şefkati Firuze vermişti bana. Başımı okşamıştı. Mutfağımızda benim için yemekler pişirip bana elleriyle yedirmişti. Derslerimdeki yükselen başarımın sebebi de Firuzeydi. Bana öğretmen de olmuştu. İrfan'sa bu kez de Firuze'nin bana ilgisinden rahatsızdı, kendisiyle ilgilenmemesinin sebebi olarak beni bahane etmeye başlamıştı. Lise çağlarımda yatılı okullarda kalmıştım. Üniversite ve yüksek lisans eğitimlerimi de yurt dışında almıştım. Hayatta siyahtan beyazdan ve kan renginden farklı renkler olduğunu ise o zaman görmüştüm. Renkli geceler, eğlenceler... Ben en çok üniversite etkinliklerinde doğa gezilerine gitmeyi severdim. Hayalim insanların ayak izlerinin değmediği topraklarda yürümek ve tabiatın kokusunu içime çekmek belki bir nebze de olsun özgür hissetmekti. Mezun olduktan sonra küçük bir şirket kurup, irfan'ın gölgesinden uzakta kalmak, kendi hayatımı yaşamak istemiştim. Soyadım "Yalçınkaya" idi benim. Babamın gölgesinin uzanmadığı yerde soyadı yetiyordu. Başlarda gördüğüm itibar kendime değil soyadımaydı. Soyadımın açmadığı kapı, itibar görmediği yer var mıydı? Vardıysa da ben henüz karşılaşmamıştım. Etrafımda bana hayran olan kadınlar da adımdan önce soyadımla hitap etmemişler miydi hep! Her gün başka bir bedenle güne uyanmak ama o bedenlerin gözlerine baktığınızda asla kendine ait bir yer görememek nasıl bir histir bilir misiniz? Bana bakan gözlerde, kaybettiğim kendimi belki bulabilirim umuduyla aradım ben yıllarca. İrfan'ın üzerimde oluşturduğu baskı artarak devam ederken kendime bir çıkış kapısı bulmak için çabalayıp durdum ben. Beni bekleyen koca bir "Yalçınkaya imparatorluğu" vardı ve asla YALÇINKAYA soyadının farklı bir şirket çatısında anılması kabul edilemezdi. Tüm bunlara rağmen bir şirket kurmayı başarabildim. Güzel dostluklar edindim ve o dostlarla birlikte sağlam atılımlar yapmayı başarabildik. Fakat bu başarımız da çok uzun süremedi. İş arkadaşlarımın irfan'ın sabotelerinden daha fazla zarar görmelerine göz yumamazdım. Bu yüzden şirketi arkadaşlarıma devredip, bir tek kuruş almadan sadece ceketimi alıp da çıktım hayallerimden. Vahası kaybolmuş çölde kalmıştım artık susuzdum, tek renkti dünyam,kavruldum daha da kavrulacaktım. Otuzuma girdiğim gün İrfan'ın ölüm haberini aldım. İrfan ardında kirli dünyasını bana miras bırakıp gitmişti. Taziyeleri kabul ettiğimiz gün kendimi hapsettiğim karanlık odada görmüştüm ilk kez Feraye'yi. Utangaç, çekingen ürkek bir çift çocuk gözle karşı karşıyaydım o gün. Bu kadar utangaç, çekingen dururken aynı zamanda nasıl oluyordu da iri puntolu sözler edecek kadar da cesur olabiliyordu. Bir yıl sonraki karşılaşmamızda o çocuk halinden eser kalmamıştı Feraye'nin. Korhanlı Malikanesine Hasan'la birlikte geldiklerinde, bir an Hasan'ın Feraye yerine yanlış birini hava alanından aldığını düşünmüştüm. Yaşadığı şokla yıkılmak üzereyken yakalamıştım Feraye'nin narin bedenini. Kollarımın arasındaki bu genç, güzel kadın, bir yıl önce gördüğüm Feraye'yle aynı gözlere sahipti. O zaman emin olabilmiştim. O gece de tıpkı şimdi ki gibi bana bakıyor olmasına rağmen, sanki beni göremiyordu. Kendisine verdiğimiz sakinleştiricinin etkisinden olsa gerek belli belirsiz yüzüme gülümsüyordu, gitgide bakışları donuklaştı ve bir süre sonra bedeninin titremesi durulurken göz kapakları da kapandı. O an içim ürpermişti, sakinleştiricinin etkisinden olduğunu bilsem de kollarımda ki bu hareketsiz hali bana ölüm kadar soğuk hissettirmişti. Feraye'yi tekrar kucağıma alıp arabanın arka koltuğuna yatırdım. Âdem şoför koltuğuna geçerken ben bu kez ön yolcu koltuğuna oturmayı seçtim. "Çiftlik evine gidiyoruz Adem." "Çiftlik evine mi?" diye şaşkınca söylediğime karşılık verirken Adem'in gözlerinin içine bakmam sorduğu sorunun cevabımı alması için yeterli gözükmüş olmalıydı ki tek kelime dahi etmeden motoru çalıştırıp arabanın gaz pedalına yüklendi Adem. Böylece çiftlik evine doğru yola koyulduk. İstanbul şehir merkezinden uzakta bulunan çiftlik evinde kalırdım dinlenmek istediğim zamanlarda. Çok sık uğrayamadığım ve hatta yabancı kimseye ev sahipliği yapmadığım o eve gitmek istemem Adem'i haliyle şaşırtmış olmalıydı. Ama vakit ne şaşırma, ne soru sorma ne de sorulara cevap alma vaktiydi. Firuze yıllardır elinde tuttuğu bombanın pimini çekmişti artık. O bombanın uğratacağı hasar büyük olacaktı ve bizim güvenli bir alana sığınmaya ihtiyacımız vardı. Yolculuğumuz devam ederken Feraye için aile doktorumuz Selami Beyi aradım, onunla çiftlikte buluşmak üzere anlaştık. Böylece zaman kaybetmeden Feraye'yi muayyene ettirebilirdik. Sonunda çiftliğe vardık. Feraye'yi kucağıma alıp villanın kapısına vardığımda kapıyı evimizin düzeninden sorumlu Hamiyet Hanım açtı. Karşılaştığı manzarayla irileşen gözleri şaşkın bir ifadeyle bizi süzüyordu. "Hamiyet Hanım, Selami Bey geldiler mi?" "Evet, Çınar Bey." "Kendisine söyleyin odama gelsinler bizde odama çıkıyoruz." "Hemen iletiyorum kendilerine Çınar Bey.". Hızla merdivenlerden odamın bulunduğu kata çıktım. Âdem odamın kapısını açmış dışarıda bekliyordu. Feraye'yi boylu boyunca yatağıma yatırdım. Hala baygındı, teni soluktu. Doktor Selami Bey de çok geçmeden yanımıza geldi. "Üzerindeki kan kendisinin kanı değil, görünen bir yarası yok ama bugün yaşadıkları karşısında solunumda düzensizlik yaşadı çok fazla titriyordu biz de sakinleştirici vermek zorunda kaldık.". "Çınar Bey siz de sakin olun lütfen, hatta biraz dinlenin isterseniz ben hastaya müsaadenizle bakayım.". "Selami Bey, bir an önce muayyene eder misiniz? Ben gayet de iyiyim , ayrıca buradan bir adım öteye ayrılamam!". "Peki Çınar Bey.". Selami Bey muayeneyi tamamlayıp, bilgi verdi: "Tehlikeli bir durum gözükmüyor, vücudunun direnci zayıflamış, beslenmesine dikkat etmesi gerekiyor, şimdilik serum vereceğiz, kan değerlerine bakmakta da fayda var bu yüzden birer tüp kan aldım laboratuvara ileteceğim, geçmiş olsun.". Doktor gitmeden önce, eğer birkaç saat sonra uyanmazsa tekrar serum vermemiz yönünde de telkinde bulunmuştu. Bende uyanır ümidiyle Feraye'nin yanı başında beklemeye başladım. Feraye'ye verdiğimiz serum henüz bitmişti ki, Feraye sayıklıyor ara ara gözlerini aralıyor ama tam olarak uyanamıyordu. Bir anlık araladığı gözleriyle doğrulup bana baktı, ayıldığını zannettim. "Feraye iyi misin?" "Kan kokuyor...Korkuyorum" Soruma verdiği cevaptan sonra tekrar kendini kaybedip uykuya teslim olduğunda kuruyan boğazımdan ötürü zorlukla yutkundum. Sağ elinin sırtından damarına saplı duran intraketi söküp, kanayan yaraya pamuk bastım ardından da aynı yere su geçirmez yara bandı yapıştırdım. Kapının dışında beklediğini bildiğim Adem'e seslendim, "Âdem Hamiyet Hanımı da yanına alıp Feraye için giyek bir şeyler almaya gidin" "Çınar Bey saat gece yarısı olmak üzere biz gidene kadar mağazalar kapanı...r" "Âdem! Hamiyet Hanımı da yanına al Mağaza müdürlerini arayın ve Feraye için kıyafetler hazırlatın. Derhal!" "Tamam, Çınar Bey." Odam da bulunan banyonun küvetini sıcak su ile doldurdum. Üzerimden ceketimi çıkardım. Feraye'nin üzerindeki kot ceketi çıkarıp bedenini kucağıma alırken üzerine sinen kan kokusunu soludum. Kucağımdaki narin bedenle birlikte suyla yarısına kadar dolu olan küvetin içine oturdum. Feraye'nin elbisesindeki kanın suda dağılırken suyun kanla bulanışını izledim. Küvet kan doluymuş gibi gözüktü gözüme ve beni bulunduğum yerden alıp yıllar öncesinde hapsolduğum bir ana götürdü. En çok üç saniye süren o anı gözlerimden geçerken boğazımda bir düğüm bırakmıştı; güçlükle yutkundum. Musluktan küvete akan berrak suyla avucumu doldurarak avucumla Feraye'nin yüzünü kollarını ovuşturup kurumuş kan kalıntılarından arındırmak istedim tenini. Tüm bunlar olurken Feraye hala bilinçsizce kollarımın arasındaydı. Üzerinden ıslak kıyafetlerini çıkarıp bedenini havluyla sarmaladım. Yatağın üzerinde serili olan örtüleri tek elimle çekip yere bırakırken Feraye'yi tekrar yatağın üzerine yatırdım. Aydınlık teniyle zıt renkteki siyah havluya sarılı bedenini seyrederken yüzüne vuran huzursuzluk, gelecek zorlu günlerimizin habercisi gibiydi. O kendine gelmeden bu kez de kendimi arındırmak üzere odadaki banyoya doğru yöneldim...
Melek Korhanlı
Dünyaya üryan gelmemiş miydi insan? Sahip olduğu tek şey ruhunu sarmalayan bedeni değil miydi? O halde neydi ki sevilme, güvenme, bağlanma duygularına olan ihtiyaç. Çocukluğum ailemin gözünün içine bakmakla geçti. Beni görün, beni duyun! Biriniz de beni sevin istedim! Annem babaannemle ağabeyim arasında mekik dokurdu, babam o çok sevdiği Holdingini evi ailesi bilmişti öyle ki halamı bile holdingin çıkarlarına feda etmişti. Bari ablam beni sevseydi. Hani iki kız kardeş el ele verseydik, dertlerimizi sırlarımızı paylaşsaydık iki iyi arkadaş olsaydık. Tomris hep bencildi. Önce kendini düşünürdü, hiç ardına bakmadan eğitimi için evden uzakta yatılı okulda okumak istemişti. Ben çekmiştim en sancılı yılları evde bir başıma çocuk kalbimle. Halamın örselenişini annemin erkek evlat saplantısını babaannemin tüm aile fertlerine olan otoriter baskısını... Sonra Feraye doğdu. Bu buz gibi evde sıcacık bakan Feraye. Halamı hayata tekrar bağlayan Feraye. Eve beyaz bir kundağa sarılı getirdiklerinde onu ilk babaannemin kollarında görmüştüm. Ağlamaya başladığında masanın altına saklandığımı hatırlıyorum. Buruş buruştu elleri, yüzü... Sürekli ağlıyordu. Yemek yer ağlar, altı temizlenir ağlar uyanırken ağlar hep ağlarda ağlardı Feraye. Bir kez cesaret edip, odasında uyurken yanına sokulmuştum. Ağzı burnu kulağı minicikti. İşaret parmağımla dokunmuştum yüzüne. Bir tek yüzü gözüküyordu. Çocuk aklı işte kundağını açtım ellerindeki eldiveni çıkardım. Minicikti elleri... Uyandırdım onu. Yine ağlayacaktı işte... Zaten hep ağlardı ama bu kez ağlamadı. Bana baktı ve işaret parmağımı tuttu o minik elleriyle... Sevdi beni anladım ben. Belki de hayatımda tattığım ilk sevgi kırıntısı oydu. Kardeşim bize ihanet etmezdi, yapmazdı haksızlık etmiştim, ona tokat atıp "yılan" diye bağırmıştım. Anlamadan dinlemeden düşünmeden saldırmıştım kardeşime. Halamın intikamıydı onun oyunuydu tüm bunlar belliydi incitmemeliydim kardeşimi. Halam Feraye'yi alıp yerine şirketler arası anlaşma için hazırlattığı sözleşmeyi bırakıp gitmişti. Tomris peşlerinden Ekrem'i göndermişti Feraye'yi geri getirmeleri için. Salonda Murat, eşi Serap, Tomris ve annem sessizce bekliyorduk. "Feraye'ye haksızlık ettim, halamızın oyunu bu." Dediğimde Annem, "Hiç zannetmiyorum, halasıyla bu kadar yakınken bu olacakları bilmemesi imkânsız, üstelik üzerine giydiği elbise, sabah halasına gitmek için ısrar etmesi her şey gün gibi ortada evlilik için gün kararlaştırmışlar belli ki." Diye bana karşılık verdi. Merhametsiz değildi benim kardeşim. En azından böyle bir planı olsa Çınar'a olan düşkünlüğümü bile bile kendisi için aldığım elbiseyi üzerine giymezdi. Buradakilerden biri mi Feraye mi? Diye sorsalar, hiç düşünmez "Feraye", derdim. Babamın ölümüne bile Feraye'ye attığım tokadın verdiği üzüntü kadar üzüntü duymamıştım. "Feraye'nin haberi falan yok anne! Yeter suçladığımız, hiçbirimiz sağlıklı hareket etmedik.", dediğimde odaya girmek üzere olan Ekrem Enişte ile göz göze geldik. Az evvel söylediklerimi işitmişti, yarım ağız gülerek alaylı bir şekilde, "Öyle zannettiğin gibi değil Melek! Evlenmişler! Çınar Bey bir de mesaj gönderdi; 'Feraye benim resmi nikahlı eşimdir.',dedi. Her ihtimale karşılık nüfus müdürlüğünden de araştırdık gerçekten öyle evlenmişler. Hem de haftalar önce!" Ne demekti tüm bunlar, nasıl haftalar önce? Feraye Milano da değil miydi? Tomris derin düşüncelerden çıkıp, "İşler iyice sarpa sardı, Feraye'ye dokunamayız artık, sahip olduğu olacağı her şeyde eşiyle birlikte inisiyatif hakkına sahip. Ancak boşanırlarsa bu bizimde holdingin de lehine olur. İki güne babamın vasiyeti açıklanacak ve bir kaç hafta sonra hissedarlar toplantısı olacak. Acilen bir şeyler düşünmeliyiz.". "Feraye'ye dokunamayız artık" demişti Tomris, bana nerede kimlerle yaşadığımı hatırlattı bu cümle. Herkes kendine yakışanı yapıyordu. Kimdik ki biz, ilişkimiz neydi bizim? Aile miydik onun için biz yoksa santranç oyunundaki piyonları mı? Piyonlar oyundan düşse ne fark ederdi ki mühim olan oyunu kimin kazanacağıydı!
Feraye Korhanlı
Boğazımdaki yakıcı kuruluk hissiyle uyandığımda, şakaklarımdan gözlerime vuran ağrının ağırlığıyla güç bela gözlerimi araladım. Zorlukla da olsa gözlerimi açabilmiş olmama rağmen gördüğüm görüntü henüz netleşmemişti, hafifçe uzandığım yerden doğrulurken alıp verdiğim nefes kaburgalarımda sızlamaya sebep veriyor ve belimdeki ağrıyla yarışır halde can yakıyordu. Bedenimdeki hassasiyete rağmen yattığım yerden doğrulabildiğimde görme duyum da netleşmişti. Ceviz rengi, ahşap spor model mobilyaların olduğu yatak odası gibi gözüken bir odadaydım. Odada bulunan halı, perde fonu, abajur ve diğer tüm objeler siyah ve siyaha yakın tondaki renkteydi. Oldukça sade fakat kaliteli dekorasyona sahip bir odaydı. Odanın rengi ve dekorasyonu içimi, kasvete boğarken zaten ağrı içinde olan başımı patlayacakmış gibi hissetmeme sebep oluyordu. Parmak uçlarımla şakaklarımı ovalarken anılarıma ait kareler bir bir gözlerimin önünden akmaya başladılar. Gözlerimin önünde asılı kalan son anıda Halamın rahmetli eşi Çınar Yalçınkaya'nın sakinleşmem için çabalayışı vardı. Tüm yaşananlar göğsümün ortasında bir yumru gibi duruyor bedenimi olduğum yere mıhlayıp hareket etmeme engel oluyordu. Melek Ablamın bana olan öfkesi, eniştem havaya bağrışları ve tanımadığım adamların bize silah doğrultması... Bben ben neredeyse ölüyordum? Çınar beni bulup kurtarmasaydı ben neredeyse bana doğrultulan kim olduğunu dahi bilmediğim silahın sahibi tarafından öldürülüyordum. Titreyen ellerimle yüzümü avuçlayıp ovuşturarak ellerimi ensemde bağladım. Başımı geriye doğru atıp gözlerimi tavandaki bir noktaya sabitledim, baktığım yerde gördüğüm ise Çınar benim için resmi nikahlı eşim diye Ekrem enişteme ültimatom verdiği o andı; yanlış mı duymuştum? Her şeyin bir cevabı vardı elbet! Halam, Halam neredeydi? Eğer burada olsaydı bilmediğim bir odada yalnız uyanmama izin vermez, yanı başımda olurdu. Peki bben neredeydim? Vücudumun kırılganlığına aldırış etmeden ani bir manevrayla yattığım kapkara nevresimlerle kaplı yataktan odanın kapısına doğru fırladım. Birbirine dolanan ayaklarıma rağmen sendelesem de düşmedim, gözüm sadece kapıda aklım ise halamdaydı. Derin bir nefes aldım ve kapının kulpunu yavaşça çevirdim. Odanın kapısı uzun bir koridora açılıyordu. Yavaşta başımı dışarıya çıkardım. Koridorda kimse yoktu, en ufak bir ses dahi yoktu. Sol tarafa baktım, kaç tane olduğunu sayamadığım kapalı halde kapılar bulunuyordu ve kapıların arasında duvarda asılı irili ufaklı tablolar vardı. Sağ tarafa baktım, orada da iki adet karşılıklı kapalı kapı olduğunu gördüm. Bulunduğum odanın kuzey doğu yönünde ahşap korkuluklar bulunuyordu. Merdivenlere ait korkuluklar olmalıydı. Kalbim çok hızlı atıyordu, koşar adımlarla korkulukların olduğu yere doğru yöneldim tahmin ettiğim gibi alt kata inen merdivenlere ait korkuluklardı bunlar. Duvara yakın ağır adımlarla merdivenlerden aşağı inmeye başladım. Merdivenler geniş cam kapılarından dolayı salon olduğunu düşündüğüm bir hole bağlıydı. Hiçbir ses işitmiyordum bu yüzden salonun da boş olduğunu düşündüm ve hızla salonun bulunduğu kattan aşağı inmek üzere merdivenleri takip ettim. Sonunda merdivenler sonlanmış, bulunduğum evin dış kapısını görebilmiştim. Merdivenlerin bittiği yerle dış kapı arasında beş altı metre kadar mesafe vardı ve buradaki hol oldukça genişti, sağ ve solda uzun koridorlar bulunuyor, koridorlar hole kapısız kemerle bağlı görülüyordu. Modern dekorasyonuna ve yeni gibi gözüken yapısına rağmen gerek evin tavanının yüksekliği, gerekse koridor kolon ve merdivenlerin şekli, mimarisi yüz yüz elli yıl kadar önceki evlerin mimar planlarını andırıyordu. Ortalıkta kimsecikler gözükmüyordu, bu ıssızlığın verdiği cesaretle bu evden bir an önce çıkıp uzaklaşmak için kapıya doğru yöneldim. Tekrar derin bir nefes aldım ve dış kapının olduğu yere kadar var gücümle sessizce koşar adımlarla seri şekilde ilerledim. Evin yüksek tavanına yaraşır büyüklükte ve genişlikteki ahşap oymalı kapının önünde duraksayıp son kez ardımı hızla kolaçan edip yavaşça kapının tokmağını çevirdim. Aralanan kapının çıkardığı sese aldırış etmeden hızla dışarıya doğru adımladığımda, gözümün alabildiğine yeşil olan manzaranın eşliğinde, tam olarak sayamadığım ama altı ya da yedi kişi olduğunu tahmin ettiğim, siyah takım elbiseli adamları bahçenin taş patika yolu üzerinde toplanmış halde beklerken gördüm. İşin kötü tarafı sadece ben onları görmemiş, dışarıya adımladığım anda tüm yüzler bana çevrilmiş ve onlar da beni görmüşlerdi. Sanki hali hazırda birini bekliyor gibiydiler, fakat beni görmeleriyle bekledikleri kişi olmamamın verdiği şaşkınlıkla ve dahi sebebini anlayamadığım panik halleriyle bakışlarını başka başka yönlere çevirip varlığı yok saymayı seçiyorlardı. İçinde bulunduğum karmaşanın verdiği şokla ne yapacağımı şaşırmıştım. Bir kaç adım ileri gittiğimde karşımda siyah takım elbise giyinmiş halde bekleyen grup önümde set oluştururcasına hizaya girerlerken olduğum yerden geriye dönmek için hareketlendim. Geri geri adımlayışım, sırtımın sert bir şeye çarparak duraksamasıyla son bulmuştu. Burnuma gelen o tanıdık parfüm kokusundan, ve sırtımın dayalı durduğu sıcaklıktan ardımdakinin Çınar olduğunu tahmin ederken, yavaş hareketlerle ardıma döndüğümde Çınar'ı tam karşımda iri ve mavi olduğunu hatırladığım fakat karalara bürünen bir çift gözü bana bakar halde buldum. "Feraye! Bu halde nereye gitmeyi planlıyordun?" Bana bağırışıyla kendime gelip geriye doğru adımlarken o, öfkesini giyindiği iri cüssesiyle adımlarına senkron halde üzerime doğru geliyordu. Benimki gerilerken onun ilerleyen adımları, sırtımı ısıtan güneşi hissetmemle kapıya yaklaştığımızın habercisiydi. Ardımda bir grup adam önümde tüm heybetiyle üzerime yürüyen Çınar arasında kalmış bedenim küçüldükçe küçülüyordu. Çınar, öfkeyle bir hışım iki kolunu bana doğru uzatırken korkudan gözlerimi yumup kollarımı yüzüme siper ettim. Gürültüyle sesiyle paralel sırtım artık kapalı olduğunu tahmin ettiğim kapıyla buluştuğunda, beni bekleyen sona dışarıdaki adımların şahit olamayacağından artık emindim. Dakika ya da saniye kavramlarını birbirine karıştırdığım bir müddet zaman sonra, Çınar'ın öfke dolu nefes alışverişlerini dinlemeye son verip, aptal cesaretiyle ellerimi iki yanımda salarken gözlerimi de açmayı başardım. Çınar avuç içlerini kapıya bastırdığı kollarıyla kapı ve kendi bedeni arasında dört yanımdan tutsak ettiği bedenimde, artık açık olan gözlerime öfkeyle bakıyor, öfkeyle solduğu nefesi, verirken yüzüme vuruyordu. Avuçlarını dayayarak sert bir şekilde kapattığı kapıya, parmak boğumlarının renk değiştirmesine sebep olacak güç de hala baskı uygulamaya devam ederken ben, bedeni bedenime baskı yapmasa dahi sanki daha fazla geriye gidebilirmişim, kendimi geriye çekmeye çalışırken bir de başarabilecekmişim gibi sırtımla kapıya baskı uyguluyordum. "Bahçedeki bekleyen onca herife rağmen bu halde nereye gitmeyi planlıyordun Feraye?" Daha kısık ama bir o kadar da aksi bir tonlamayla tekrarladığı soruya ve bakışlarının saçtığı enerjiye daha fazla dayanamayıp başımı önüme eğdiğimde öfkesinin sebebini anlayabilmiştim. Üzerimde beyaz renkte saten mini bir kombinezon vardı. Korkumun utanca bulandığı hisle, Çınar'ın kolları arasından eğilerek sıyrılmayı akıl edebildim. Hız kaybetmeden merdivenlere, oradan da uyandığım odaya doğru koşmaya devam ettim. Aceleyle birli ikişerli akladığım basamakları adımlarken; Kahretsin! Salonun olduğu kata varmak üzereydim ki son attığım adımda basamağı bulamayıp kayan sağ ayağıma yan bastım. Bu yanlış adımımın verdiği acıyla çığlık çığlığa, olduğum yerde kalakalıp acıdan dizlerimin üzerine çöküp kıvranmaya başladım. Çok canım acıyordu benim, ama en çok da çaresizlik yüreğimi sızlatıyordu. Peşimden gelen Çınar'ın adım seslerini bastıran Hamiyet Hanım'a serzenişi olmuştu. Canımın acısına rağmen, Çınar'ın aramızdaki mesafeyi kapatmasına izin vermemek için bulunduğum yerden uzaklaşmak, uyandığım odaya geri dönebilmek gayretiyle yerimde hareketlendim. Dizlerim üzerim ve ellerimden destek alarak emekleyerek basamakları çıkmaya çalıştım. Çınar'ın yaklaşan adım seslerinden panikleyip ayağıma rağmen doğrulup merdivenlerin devamını yürüyerek çıkabileceğimi sandım ama nafile baskı yaptığım anda ayak bileğimin acısı daha da artmıştı. Şiddeti artarak devam eden acı yüzünden dengemi kaybedip, kendimi ardıma kadar gelen Çınar'ın kollarında buldum. Çınar uyandığım odaya doğru beni aheste aheste adımlar atarak kollarında taşırken bir yandan da "İlk yardım çantasını da getirin!", diye boşluğa bağırıyordu. Korkudan tek kelime edemez haldeydim, bileğimin acısına rağmen sızlanamıyordum bile. Hatta nerdeyse nefes bile almakla almamak arasındaydım. Aldığım nefesimi tutuyor dayanılmayacak noktaya geldiğimde yavaşça nefesimi serbest bırakıp ürkekçe solumaya çalışıyor ve tekrar soluduğum havayı dayanabildiğim kadar ciğerlerimde tutuyordum. Çınar'ın kollarında bedeniyle bedenimin temasını en aza indirgemek için bedenimi ondan uzağa doğru her çekişim, onun aksi yöndeki göğsüne doğru beni geri çekişiyle karşılık buluyordu. Ben de inatla tekrar bedenimi ondan uzaklaştırmaya çalışıyordum. Bu çekişme devam ederken Çınar bir ara kollarını gevşetti ve neredeyse yere düşecek gibi oldum, o panikle gayri ihtiyari kendimi kollarımı sıkı sıkıya Çınar'ın boynuna dolamış halde buldum. Bilerek yapmıştı, emindim bilerek yapmıştı. Hiç olmadığım kadar yüzüne yakındı yüzüm, öyle yakındım ki nefesi yüzümü yalıyordu. Bu gereksiz yakınlığın verdiği rahatsızlıktan kurtulabilmek için çareyi yüzümü, Çınar'ın omzu ile boynu arasındaki boşluğa gömmekte bulmuştum. Ne çare ama! Ciğerlerime dolan, aşinası olduğum, o kendisine has kokusundan nasıl sakınacaktım ben şimdi kendimi! Odaya vardığımızda Çınar, yatağın üzerine oturur halde bıraktı beni. Erotik reklam yıldızlarının giydiği çamaşırlardan hallice olan geceliği ve çıplaklığımı örtebilmek için yataktaki örtüyü bedenime doladım. Utanç ve öfkeyle Çınar'ın yüzüne bakışlarımı doğrulttuğumda kendimi saklamaya çalışışıma, hayret etme belirtisi olan kaşlarının şahlandığı bir ifadeyle beni süzerken Çınar; "Hamiyet Hanım!" diye bir önceki tonlamalarını geride bırakacak şekilde yüksek tonda bağırmaya başladığında henüz etli dudaklarını birbirine kavuşturamadan ellili yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim, tombul, kısa boylu, elma yanaklı ve güleç yüzlü bir kadın odanın kapasında beliriverdi. "Geldim Çınar Bey, ilk yardım çantasını arıyordum." Seri adımlarla ilk yardım çantasını Çınar'ın yanına getirdi. Çınar ayak bileğimi yokluyor, ayağımı sağa sola yavaşça çeviriyor ve acıma noktasını bulmaya çalışıyordu. Ayağımı sola doğru büktüğünde verdiği acıyla cıyaklamıştım. İlk yardım çantasından tüp şeklindeki kremi çıkardı ve merhemi bileğime masaj yaparak yerdirdi yine ilk yardım çantasından elastik yapıda rulo haldeki bandajı çıkararak bandajla bileğimin etrafını sıkıca sardı. "Hamiyet Hanım lütfen Doktor Selami Bey'i arayıp kendisine Feraye Hanımın uyandığı bilgisinin yanında bileğiyle ilgili durumu da iletin. Kontrol için gelmesini isteyin. Feraye Hanım için yiyecek bir şeyler de hazırlayın." "Hemen Çınar Bey.". Hamiyet Hanım hızla ilk yardım çantasını toparlayıp bana kaçamak bir tebessüm sunup odadan ayrıldı. Bu kez Çınar bana doğru dönerek, "Bileğini burkmuş olmalısın ama kırıkta olabilir, şimdilik üzerine basmamanda fayda var Feraye." dedi. İçimde biriken öfke, utanç duyguları patlamak üzereydiler. Hissettiğim duyguların da yoğunluğuyla oturduğum yerden kalkmaya yeltendim. "Ben sana ayağının üzerine basmamanı söylüyorum, sense tekrar ayağa kalmaya çalışıyorsun." "Lavaboya gitmem lazım müsaade ederseniz!" "İsteklerini eyleme dökmeden önce dile getirirsen Feraye buradakiler sana yardımcı olacaklardır! " "Benim kimsenin yardımına ihtiyacım yok!" "Buradan bakınca hiç de öyle gözükmüyor Feraye, güçsüzsün tek ayağına baskı yaparsan diğer ayağını da inciteceksin." "Lütfen odadan çıkar mısınız? Kendim halledebilirim.". "Kime ne söylüyorum ki!" Çınar söylediklerimin hiç bir hükmü yokmuş gibi üzerimden örtüyü sıyırıp beni kucağına aldı ve odadaki diğer kapıya doğru götürdü. Hafif aralık olan kapıyı ayağıyla itekleyip beni banyoya soktu. Lavabonun önünde durup ayaklarımı yere sarkıttı, dengemi sağlamak için lavabonun tezgahına tutunmamı sağlayarak beni ayaklarım üzerinde yere bıraktı. Mermer tezgahtan destek alarak incinmemiş ayağımın üzerinde duruyor incinen ayağıma ağırlılık vermemeye çalışıyordum. Çok müşkül durumdaydım, sızlayan ayağımı değil patlamak üzere olan idrar kesemi düşünüyor rahatlamak için Çınar'ın banyodan çıkmasını bekliyordum ama anlayışsız herif hala banyoda duruyordu. Daha fazla dayanamayacaktım. "Gerisi içinde yardım edecek değilsiniz herhâlde?". Az daha çenemi kapalı tutsam sanki ne vardı! O, ellerini yıkamak için hareketlenirken ben, anlamadan, dinlemeden ona atar yapmış beni utandıracak sözlerine maruz kalmıştım . "Benim için sakıncası yok, istersen seve seve ederim de ama önce müsaaden olursa ayağına sürerken elime bulaşan merhemden ellerimi arındırayım, ha yok acelem var diyorsan holdeki banyoyu da kullanabilirim. İşin bitince seslenmen yeterli." dedi alaylı bir sesle. Çok utanmıştım, o kadar ki yüzümün domates gibi kızardığını aynadaki yansımamdan kendim bile görmüştüm. Çınar banyodan arkasından kapıyı kapatarak çıkmıştı. Çok sıkışmıştım bir elimle lavabonun mermer tezgahından destek alıp diğer elim klozetin ara kapağını indirdim, yavaşça üzerine oturdum. İtalya 'da yaşamakla Türk alışkanlıklarınızdan öyle kolay sıyrılamıyordunuz. Tabi ki aklıma gelmekte olanlar her Türk insan kişisi gibi tuvalette geliyordular birerli ikişerli! Halam ortalıkta yoktu! Yaşananlara dair en ufak bir bilgim yoktu! Nerede olduğumuza dair, buraya nasıl geldiğime dair bir bilgim de yoktu! Peki ya üzerimdeki kombinezonu nasıl giyinmiştim acaba, ya elbisem neredeydi! Ablamın aldığı tek doğum günü hediyemdi o. Benim elbisem neredeydi? Onca yaşanan olayın yanında elbisemin nerede olduğunu sorgulamak aptalca gelebilirdi belki ama artık bardak dolmuştu da taşıyordu işte. Kızgınlık, utanç duygularım bir yandan dün yaşadıklarım diğer yandan gözlerimden akmasına engel olamadığım yaşlar boşalmaya başlamıştı. Dudaklarımı kenetlemiş sıkıyordum, ağlama sesim duyulsun istemiyordum. Tek ayağım üzerine yüklenip lavabonun mermer tezgahından destek alarak ayağa kalktım. Klozetin kapağını kapatıp sifona bastım. Lavaboya yönelip tek ayağımda zıplaya zıplaya musluğun olduğu yere yaklaştım, musluğu açtım, elimi, yüzümü yıkadım. Aynadaki yansımama tekrar baktım. Durmuyordu göz yaşlarım! O kadar acınası haldeydim ki yanımda tanıdığım kimsem yoktu. Tanımadığım insanlarla bilmediğim bir yerdeydim. Hiçbir yere ait hissetmiyordum kendimi. Oya daha birkaç hafta öncesine kadar Milano'da da evim diyebileceğim bir yerim , dertleşebileceğim arkadaşlarım vardı, bana soğukta olsalar yüzlerine bakabildiğim bir ailem, babam vardı. Şimdi ise yanımda halamda dahil kimsem yoktu, hiç kimsem yoktu! Daha fazla ağlamamı bastıracak takatim kalmamıştı artık. Lavaboya tutunmayı bırakıp bedenimin yere yığılmasına izin verdim, hıçkırıklara boğulmuştum. Kendimi hayatımda hiç olmadığım kadar yalnız, çaresiz hissediyordum. İçimdeki acının, tarifini yapmam mümkün değildi. Bu kadar kimsesiz hissederken beni hapseden hükmün sahibi kimdi? Her şeyden herkesten uzakta, her zamanki gibi görünmez ve kuytularda olmak istiyordum. Banyonun kapısı çalınıp bir yandan da bana seslenen Hamiyet Hanımı hıçkırıklarım arasından güç bela işitebilmiştim. Müsaade vermediğim için içeri giremiyordu. Ben henüz daha hıçkırıklarımı bile kontrol edemiyorken birinin beni bu halde görmesine nasıl izin verebilirdim? Yerde sürünerek kapıya ulaştım ve kapıyı kilitleyip sırtımı kapıya yasladım. Israrla çalınan kapıya ve seslenişlerine rağmen kapıyı açmamakta ısrarcıydım. "Feraye Hanım iyi misiniz? Müsaade ederseniz içeri girmek istiyorum." Hamiyet Hanımın sesi git gide yükselmeye başlamıştı ama o kadar perişandım ki kapıyı açmak istemiyordum. Zorlukla, "Lütfen...lütfen beni yalnız bırakın.", diyebildim. Hıçkırıklarım öksürüğe dönüşürken nefes almakta da zorlanır olmuştum. Ne ağlamamı durdurabiliyordum ne de öksürüklerimi. Üzerimdeki incecik kombinezona rağmen bedenim yanıyor, vücudumdan terler boşalıyordu. Nefes alıp vermek nasıl bir şeydi unutmuştum sanki. Hamiyet Hanım bana daha fazla ısrar etmekten yorulmuş olacaktı ki artık Çınar'a sesleniyordu. Bu kez ardımdaki kapının açılmasında ısrarcı olan Çınar'dı. Nefes almakta zorlanırken, direnmek anlamsızdı. Kapıyı açmaya karar verdiğimde ellerime tonlarca ağırlık bağlıymışçasına, kollarımı kaldırmak istesem de artık hareket ettiremiyordum. Bedenim uyuşmuş gibi hissediyordum. Çınar Kapıyı zorlamaya başlamıştı. Bense kapının ardında kalakalmıştım. "Feraye içeri girmem gerekiyor lütfen bana yardımcı ol!" Tepki vermem olanaksızdı. "Feraye!" Biraz daha zorlarsa kapı açılsa da bu kez de bedenimi sıkıştıracaktı. "Feraye! Kapıyı kıracağım! Hamiyet Hanım, lütfen uzaklaşın." "Durun Çınar Bey, ya kapının arkasındaysa, öksürük sesi çok yakınımızda geliyor." "Lanet Olsun ! Feraye lütfen. Lütfen sakinleş. Feraye, seninle ilk karşılaşmamızı hatırlıyor musun? Bende bir kayıp yaşamıştım. Cenaze günü için bomboştu, hayat bomboştu, her şey anlamsız ama bir o kadar da anlamlı gibiydi. Nasıl anlatılır bilmem ki karma karışıktı işte! " Cevap verecek gücüm yoktu, eğer olsaydı ona yaşadığımız şeylerin aynı olmadığını söylerdim. "Feraye, iyi bir konuşmacı değilim, hissettiklerini anladığımı da iddia etmiyorum, bu yaşananların senin gözünden ne kadar zor gözüktüğünü tahmin edebilirim. Her zorlukta bir kolaylık da vardır Feraye. ..." Sesi git gide yumuşamaya başlamıştı, tıpkı bir ninni gibi, öksürmem durmasada yavaşlar gibi olmuştu. "O kolaylığı bulabilmekte mesele. Senden zaman istiyorum... Feraye o kolaylığı bulabilmemiz için zaman istiyorum." Sol elimi mıhlandığı yerden sökmek istercesine bir güçle yerinden kaldırıp kapının kilidini tutup tek seferde çevirdim. Sanırım kilidi açmayı başarabilmiştim. Hala nefes alışverişlerimi kontrol edemiyordum. "Açtı kapıyı açtı." "Feraye, kapıyı yavaşça aralayacağım." Kapıyı dediği gibi yavaş temkinli bir şekilde açtı bedenimi açılan kapıyla iteklerken içeri girebileceği aralığı yakalamış olacak ki bedenimi kucaklayıp banyodan çıkardı aynı hızla bedenimi yatağa kavuşturdu. "Çınar Bey, yavrucak perişan halde doktor yoldaymış, gelmem yarım saati bulur demişti, ne yapsak ki?" Çınar sol eliyle ellerimi tuttu ve bir yandan da telefonla arama yapıyordu. "Selami Bey, daha önceki gibi bir kriz yaşanıyor ne yapalım? Anladım. Peki sizi bekliyoruz lütfen acele edin.", dedi ve aramasını sonlandırdı. Beni doğrultup başımı göğsüne yasladı saçlarımı okşayarak anlatmaya başladı, "Feraye, lütfen sakinleşmeye çalış, yavaş yavaş nefes al ve sonra ver...Yaşananlar ne kadar kötü gözükse de güven bana her şey yoluna girecek. Kimse sana zarar vermeyecek buna ne halan ne ben asla izin vermeyiz. İçinde bulunduğumuz dünyayı biliyorsun, bu yaşananlar sürpriz değil ama başa çıkmakta kolay değil. İnan bana seni o kadar iyi anlıyorum ki! Seni belki de en iyi ben anlıyorum. Yalnız bir çocukluk geçirdim, benim için de çok zordu ve hala çok zor." Başımı avuçları arsına aldı ve gözlerimin içine bakarak "Feraye bu koca adam da çok korkuyor ve şu anda en çok senin için korkuyorum! Lütfen yavaşça nefes al ve ver.", dedi ve tekrar başımı göğsüne yasladı saçlarımı okşamaya başladı. Kendimi tükenmiş hissediyordum, nefes alıp verişlerimse sakinlemeye başlamıştı. Bu lanet olası adam şu anda bana o kadar iyi geliyordu ki...Kendimi denize atlamışım gibi hissediyordum, kulağımda sanki dalga sesleri vardı, artık deniz beni nereye savurursa oraya vuracaktım. *** Yattığım yerden tavanı izliyorum, Çınar'sa hala yanı başımda duruyor avuçları arasında duran elimin sırtını başparmağıyla sıvazlıyordu. Gözlerimden şakaklarıma süzülüp yastığı ıslatan göz yaşlarımın izlediği yol kurumuştu. Artık ağlamıyordum ya da göz yaşlarım tükenmişti bilmiyorum. Ama öncekine göre daha sakin ve dingin olduğum bir gerçekti. "Neler oluyor, Halam nerede biz neredeyiz, neden, neden beni ... " ,öldürmek istemelerine inanamayarak, "Neden beni yaralamak istediler, neden onlara evli olduğumuz yalanını söylediniz?" Sesimi duyurabildiğimden emin bile değilken Çınar'ın bakışlarıyla buluştum. "Feraye, sahip olacağın mirası yönetmek istiyorlar, Firuze senin daha çok toy olduğunu ailenle tek başına başa çıkamayacağını düşündü, bu yüzden buradasın. Tabi bunları kendi geldiğinde sana daha iyi açıklayacaktır, şu an da nerede olduğunu bende bilmiyorum ama Firuze çok zeki ve güçlü bir kadın. Her nerdeyse ne yapıyorsa bir bildiği ve haklı bir gerekçesi vardır. Evlilik yalanına gelince..." derin bir nefes alıp verdi. "Biz resmi olarak evliyiz." Elimi Çınar'ın avucu arasından kurtarıp yatağın diğer bir ucuna kaçmıştım, "Nasıl resmi! Ben kimseye 'evet' demedim, biz evlenmedik bu mümkün değil!" "Bu evlilik resmi ve tüm prosedürler usulüne uygun olarak yapıldı, artık resmi olarak ..." sözünü tamamlamasına izin vermedim "Halam yaptı değil mi?". Milano'daki eğitimim, kalacağım okul ve araba için halama vekalet vermiştim, sürekli görüşmemiz bir araya gelmemiz mümkün değildi ve boş kağıtlara da ıslak imza atmıştım. Bir de beni tembihlemişti halam. Ne olursa olsun hiçbir belgeye imza atma diye! Aklımda tüm dönen bu konular sinirlerimi bozmuştu. Kahkahalara boğulmuştum. Az önce ağlama krizine giren ben şimdi de kahkaha krizine girmiştim. Çınar bu değişken halime anlam veremiyor olmalıydı. "Bir de bana hiçbir belgeyi imzalama demişti, elinizde işte imzalı kağıtlarım alın neyim varsa tüm mal varlığım sizin olsun yeter ki beni özgür bırakın. Bırakın da hayallerimi yaşayayım. İtalya'da ki hayatıma dönmek istiyorum." Bu kez yine gözlerim dolmuş ağlamaya başlamıştım. "Feraye, Firuze'nin de benimde sahip olduğun ya da olacağın o mal varlığına ihtiyacımız yok, ama ihtiyacı olanları gördün, halan sana her şeyi izah eder. Bu haksızlığı ona yapma lütfen." "Madem ki resmi olarak eşinim neden Halam en başında malikanede bu durumu söylemedi, Eniştem evli olduğumuzu duyduğunda geri çekildi, tüm bu gövde gösterilerine ne gerek vardı. Her şey size güvenmem içindi değil mi? Bana sizden başka güvenecek gidecek yer bırakmadınız." "Tehlike hala devam ediyor Feraye, resmi olarak evli de olsak evliliğimizi basına ortaklarımıza da ilan etmemiz lazım." "Neden bahsediyorsunuz? Ya ben sıkıldım bu kirli oyunlarınızdan bitmeyen planlarınızdan. Ben İtalya'ya döneceğim. Kim neye sahip olmak istiyorsa da olsun umurumda mı! Yetti artık anlıyor musunuz?" "Feraye, sence ailen senin İtalya'ya hiçbir şey olmamış gibi geri dönmene müsaade eder mi?" "Ne ima ettiğinizi anlamasam da hayat benim hayatım, sizi ne ilgilendirir Çınar? Beni çok düşünen halam nerede! Niye yanımda yok ve neden sen yanımdasın? Çok özür diliyorum ama baban dahi olsa ki sende biliyorsun, Firuze Halam babanızla istemediği bir evliliğe zorlanırken aynısını bana nasıl yapabildi. Hem de haberim dahi olmadan? Benim iyiliğim için olduğunu söylüyorsunuz peki benim niye bu planlarınızdan haberim yok? Ben kimsenin eşi falan olmak istemiyorum! Ben daha yirmi yaşındayım. Yirmi yaşındayım bennn!" "Feraye bu evlilik olması gerektiği için oldu, bitmesi gerektiğinde de bitecek, her şey rayına oturduğunda İtalya'ya da döneceksin. Evliliğimiz sadece kâğıt üzerinde Firuze ile başka bir çıkış yolu bulamadık. Durum bu!" "Durum bu mu? Otuz yaşında koca bir Holdingin yöneticisi konumundasınız Çınar, bulduğunuz çıkış yolu bu mu? Kusura bakmayın ama şu cahil aklımla ben bile bu durumu sizin kadar basitleşemiyorum üzgünüm. Hem halam benim iyiliğimi düşünüp saçmaladı varsayalım ya siz... size ne ki benden! Sizin içinde bu evlilik büyük bir kayıp değil mi? Neden bu saçmalığa boyun eğesiniz!" "Firuze benim için çok kıymetlidir Feraye. Sakinleşmen için güvende hissetmen için elimden geleni yapıyorum ama inan benim içinde çok zor. Firuze'ye söz verdiğim için seni koruyacağım. Benim için de çocuk bakıcılığı yapmak çok heves ettiğim bir durum değil! Bir isteğin olursa Hamiyet Hanım ilgilenecek! Halan geldiğinde de kendisiyle görüşürsün." Çınar'ın sabrı tükenmişti, her cümlesinde öfkesinin ayrı bir tonu vardı, konuşmasını tamamladıktan sonra hızla odadan çıktı. Bedeli her ne olursa olsun kesinlikle bu oyunu oynamayacaktım. Bir an Önce İtalya'ya gidecektim. Arkadaşlarım Alegra ve Fidelio henüz İstanbul'dan ayrılmamış olmalıydılar, onlara ulaşabilirdim. Çınar ayrıldıktan çok kısa bir süre sonra bulunduğum odanın kapısı tıklandı , gelen Hamiyet Hanımdı. "Müsaadeniz var mı Feraye Hanım, kahvaltı tepsisini almaya geldim?". Hamiyet Hanım söyleyene kadar kahvaltı tepsisini fark etmemiştim bile, büfenin üzerinde olduğu gibi duruyordu. Hiç iştahım yoktu. "Lütfen gelin, Hamiyet Hanım.". Güleç yüzüyle kapıdan girerken selam verdi, kahvaltı tepsisinin olduğu gibi durduğunu görünce, "Feraye Hanım, Ben kahvaltıda ne yediğinizi bilmediğimden klasik kahvaltı hazırladım ama istediğiniz bir şey ya da özel bir çay varsa hemen hazırlarım." dedi. "Teşekkürler, bende klasik kahvaltı severim, elinize sağlık ama benim iştahım yok.". "Keşke biraz zorlasaydınız kendinizi, iki gündür bir şey yemediniz." "İki gün mü? Ben iki gündür mü buradayım?" "Evet getirildiğinizden bu yana iki gün geçti, iki gündür aralıklı olarak seruma bağlı halde uyuyordunuz.". Arkadaşlarıma hemen ulaşmalıydım, bugün bile geri dönebilirlerdi. "Hamiyet Hanım, eşyalarım çantam nerde üzerimde ki kıyafeti nasıl giydim hiçbir şey hatırlayamıyorum?" "Üzerinizdeki kıyafet pek kullanılabilir gibi değildi." Dediğinde içim acıdı. "Attınız mı?" "Elbiseyle, çantanız da kullanılabilir halde olmadıklarından atıldılar ama çantanızın içindekileri şifonyerin ilk çekmecesine koyduk." "Ben o elbiseyi çok sevmiştim." Diyebildim. "Kuru temizlemenin bile kullanılabilir hale getirebileceği şüpheliydi. Ben size sormadan böyle bir şey yaptığım için çok üzgünüm marka ve modelini söylerseniz aynısından aldırabilirim." Aynısı olmazdı ki, o benim ilk doğum günü hediyemdi! Susup üzerimdeki kombinezona baktım. "Çınar Bey eve geldiğiniz gece bizi alışverişe yolladı. Ben zevkinizi bilemediğimden kendimce size uygun olabileceğini düşündüğüm bir şeyler aldım, üzerinizdekini ben giyindirdim." Hamiyet Hanım o kadar mahcup ve güler yüzlü konuşuyordu ki nerden bilsin benim böyle şeyleri hayatımda hiç giymediğimi. Yerimden şifonyere doğru uzandım ve çekmeceyi açtım, kimlik, pasaport, anahtarlar cüzdan ve çantamdaki diğer ıvır zıvırlarım buradaydılar ama telefonum yoktu. Hamiyet Hanım biraz ilerleyip yatağın diğer tarafındaki ceviz kaplama ahşap sürgülü kapıyı açtı. Odanın bağlı olduğu giysi odasına benziyordu içeriyi tam göremesem de hemen karşımdaki rafta asılı halde sıralanmış duran bir sürü kadın kıyafeti vardı. "Bunların hepsini benim için mi aldınız?" "Evet, Feraye Hanım istediğiniz başka bir şey varsa onları da alalım." "Telefon." "Efendim Feraye Hanım." "Telefonum yok. Cep telefonuna ihtiyacım var." "Feraye Hanım, Çınar Beye iletelim uygunsa halleder." "Muhakkak halleder de benim acil de arama yapmam lazım, sizinkini ödünç alabilir miyim?" "Çınar Bey'e sorayım uyguns..." "Anladım Hamiyet Hanım, Çınar Bey'in izni olmadan su bile içemem, kendisi lütfetti de kahvaltı getirdiniz. Teşekkürler, lütfen beni yalnız bırakın." "Peki Feraye Hanım, yalnız birazdan Doktor Selami Bey kontroller için gelecek bilginiz olsun." "Teşekkürler." Belki buradan çıkmayı başarırsam, bir telefon bulabilir ve arkadaşlarıma ulaşabilirdim. Yatağımdan doğruldum incinmiş bileğime de basarak giysi odasına doğru yürüdüm. Bileğim çok acıyordu ama umurumda değildi. Asılı kıyafetlere göz gezdirdim, her biri birbirinden gösterişli, pahalı markalara aitti. Fidelio'nun giymem için zorladığı abartılı elbiseler bile bunların yanında daha giyilebilirdi bence. Bu giysileri nerede giymemi bekliyordu ki Hamiyet Hanım? Çınar'la evliliğimizin sahte olduğunu bilmiyor muydu? Şansıma kıyafetlerin arasında ince triko midi boy sade ekru renkte bir elbise de bulabilmiştim. En sevdiğim renk beyaz ve beyaza yakın ekru tonlarıydı. Bu yüzden teredüt etmeden giymek için elbiseyi askısından çıkardım. Rafların alt kısmında kutu kutu iç çamaşırları da vardı. Birçoğu dantelli fantezi çamaşırlardı. Yine içlerinden en sade olanları seçip üzerime giydim. Bu sade elbise bile o kadar dardı ki Allah aşkına Hamiyet Hanımın aklından bunları alırken neler geçiyordu. Odanın kapısı tıklandı gelmişlerdi. Askıda asılı elbiselere ağırlığımı vererek asıldım ve kendimi yere attım. Yerde sızlanarak kıvanıyordum ve inleyerek odaya girmeleri için onay verdim. Hamiyet Hanım bu yapmacık halime inanmış olacak ki panikle yanıma koştu, "Keşke benden yardım isteseydiniz.", dedi ve odanın dışında bekleyen her kimse gelmesi için seslendi. "Selami Bey lütfen yetişin Feraye Hanım iyi değil!" Ayak bileğimi ovalıyor "Çok ağrıyor, oynatamıyordum", diye yerde kıvranıyordum. Halimi gören Selami Bey duruma beklediğim gibi müdahale etmişti. "Kırık olabilir röntgen çektirmemiz lazım. Hamiyet Hanım hazırlanın acil hastaneye gitmemiz gerekiyor." "Tamam hemen Selami Bey, Çınar Bey'e de haber veriyorum." 'Hay ben Çınar Beyini senin', diye geçirdim içimden, anlaşılacaktı oyunum. Ayağımı o sarmıştı. Hemen bir şey yapmam lazımdı, "Üzerimi giyerken istemsizce yine yan bastım çatırdamaya benzer bir seste duydum çok acıyor Doktor Bey!" "Feraye Hanım, bileğinizi zorlamamanız gerekirdi. Hamiyet Hanım şehir merkezine varmamız en az bir saati alır vakit kaybetmemekte fayda var yolda haber verelim Çınar Bey'e siz de bize eşlik edin lütfen.". Apar topar Doktor Bey'in aracına bindirildim, Çınar'ın adamları bize katılmamıştı sadece Hamiyet Hanım yanımızdaydı. Doktor Selami Bey de ellili yaşların da uzun boylu kır saçlı geniş omuzları olan yakışıklı bir adamdı. Yaşına rağmen çevik görünüyordu beni arabaya kadar yardım almadan taşımıştı. Ailenin özel doktoru olduğu belliydi. Doktor Selami Beyle Hamiyet Hanım ön tarafta oturuyorlardı bense ayağımı uzatmış bir şekilde arka koltukta yarı uzanır halde oturuyordum. Bir yandan da ayağım için inliyordum "Acaba abartıyor muyum?", diye düşüp ara arada sessiz kalıyordum, hayatımda hiç kırığım olmamıştı. Hastanede bir yolunu bulup arkadaşlarıma ulaşacaktım. Milano'ya dönmeyi başarırsam ondan sonrası kolay olacaktı. Henüz Çınar'ı da aramamışlardı. Kaldığım villa bir çiftlik eviydi, Çiftlikköy çatalca tarafındaydık. Yalnız başıma şehir merkezine ulaşmam hayli zor alacaktı, bu durum her halde benim lehime ilerliyordu. Tam olarak nereye gidiyorduk bilmiyordum. Arnavutköy de Özel bir Hastaneye gelmiştik. Acilden getirilen sedye ile önce muayeneye sonrada röntgene alındım. Röntgen sırası için beklerken odadaki kişiden telefonunu istemiştim. Dışarda beni bekledikleri sırada da Alegra'yı aramıştım. Milano'ya gece uçacaklardı, kaybedecek vaktim yoktu, muhakkak beni yanlarına almalarını ve İstanbul'dan ayrılmam gerektiğini söyledim. Beni hava alnında bekleyeceklerdi, adıma uçuş çıkmaması için bileti de son anda alacaktık. Röntgen odasından çıktıktan sonra sonuçlarım ortopedi uzmanlarınca kontrol edildi. Bileğimin incindiği söylendi ve ağrı için atel takılması yeterli olacaktı. Atel sargı için odaya alındım, bir ara hemşire malzemelerin yeterli olmadığını görüp müsaade istedi, işte bu benim için kaçınılmaz bir fırsattı. Bulunduğum oda ile yan oda arasında odaları birbirine bağlayan bir kapı vardı. Bağlı olan odada da alçı malzemeleri bulunuyordu ve o odanın da ayrı bir giriş çıkış kapısı daha vardı. Selami Bey ile Hamiyet Hanım'a yakalanmadan alçı odasının çıkışından kaçtım. Hastane çıkışında bekleyen taksilerden birine akladım. Koşturmaktan ayak bileğim tekrar ağrımaya başlamıştı. Dayanmalıydım, Alegra ve Fidelio beni hava alnında bekliyor olacaklardı. Uçuşları geç saatteydi ama ben geldiğimde ilk uçuşla Milano'ya geçecektik. Uçuşlarımızı kontrol ettireceklerinden emindim. Her ihtimale karşı ikisinin de uçuş saatimiz için bilet almamalarını tembihlemiştim. Saatler sonra Milano'ya dönecektim, her şey hayal ettiğim seyirde ilerlemeliydi. Milano'da okulumu bitirecek stajımı yapacaktım, mimari yapıların restorasyonu için çalışabilirdim. Kendi paramı kazanıp özgürce yaşayabilirdim. Gözlerim dolu dolu oluyordu içimden dualar ediyordum "Ne olur Allah'ım bir an önce bu kabustan uyanayım. Tüm bu yaşadıklarım geride kalsın.". İki saatlik yolculuğundan ardından İstanbul Hava limanına varmıştım. Taksi Şoförüne ücretini ödeyip dış hatların olduğu salona yöneldim. Alegra ile Fidelio beni Sturbucks coffee de bekleyeceklerdi. Telefonum olmadığı için sabit bir lokasyon da buluşmamız gerekiyordu. Bu koca havaalanında aklımda kalan tek nokta orasıydı. Hızla onların yanına vardım. Çok şükür oradaydılar görmüştüm, yanlarına doğru yöneldim. Ayak bileğimin ağrısının şiddeti epeyce artmıştı. Beni fark ettiklerinde onlarda bana doğru yürümeye başladılar. "Alegra, Fidelio sizleri çok özledim", göz yaşlarıma hâkim olamıyordum Fidelio, "Feraye, hai un aspetto orribile!*" Evet, öyleydim, üzerime hastane kokusu sinmişti bir de yorgunluk ayağımın acısından yüzüm berbat haldeydi ve en son ne zaman taradığımı hatırlamadığım saçlarım birbirine girmiş haldeydi. Hiç önemli değildi buradan kurtulur kurtulmaz her şey yoluna girecekti. (*Berbat görünüyorsun) "Sizler gayet iyi görünüyorsunuz.". Alegra'nın yüzü kireç gibiydi, halime çok üzülmüş olmalıydı. Telefonda anlatamadıklarımı anlattım onlara ve vakit kaybetmeden ilk Milano uçuşuna biletlerimizi aldık. Uçuş kapılarının olduğu salona alınmamız için yarım saatimiz vardı. Birazda olsa kendimi toparlamak için lavaboya gitmek istemiştim. Alegra yardım etmek istedi ama Fidelio bedensel olarak daha güçlü olduğu için Alegra'ya fırsat tanımadan beni kollarına aldı. Alegra da valizlerin başında, bekleme salonunda kaldı. Fidelio beni dışarda beklerken bende lavaboda elimi yüzümü yıkadım. Parmaklarımla birbirine dolaşan saçlarımı taradım ve saçlarımı tek omuzumda toparladım. Göz altlarım torbalanmıştı, onun içinde yapacak bir şeyim yoktu. Bir öncekine göre daha iyi görünüyordum. Lavabodan çıktığımda Fidelio üzgün bir halde beni bekliyordu. Yardımcı olmak için tekrar beni kucaklamak istediğinde kendisine yürüyebileceğimi söyledim. Koluna girerek kendisinden destek aldım ve birlikte konuşa konuşa Alegra'nın beklediği salona doğru yürümeye başlamıştık. Karnım guruldamıştı. Fidelio ile birbirimize baktık. Günlerdir doğru düzgün bir şey yiyememiştim. Fidelio en azından bir sandviç yemem gerektiğini düşündüğünden beni de yormamak için onu beklememi söyledi, geri dönüp kafeden yemem için sandviç almaya gitti. Bense yavaş yavaş ilerlemeye devam ettim. Alegra artık görüş alanımdaydı, kahretsin yanında takım elbiseli iki adam vardı ve Alegra ile konuşuyorlardı. Eminim ki şu anda beni arıyorlardı, hızla geldiğim yöne doğru geri döndüm. Fidelio'nun yanına gitmeliydim. Ters yönden de takım elbiseli, şüpheli görünen bir grup adam bana doğru geliyordu. Sağ tarafımda hamburger satan büfeyi fark edince, oradaki kalabalığı bedenimr kamuflaj olarak kullandım. Adamlar beni görmeden ilerlediklerinde ise yolumdan devam ettim. Fidelio'yu görmüştüm hemen yanına yaklaştım. Fidelio hiçbir şeyin farkında değildi, hemen ona olanları anlattım, Alegra'nın yanına gitmeliydi ben yalnız devam etmeliydim. "Fidelio, adamları diğer yönde olduğuma dair manipüle etmelisin. Böylelikle bende çıkış tarafından ayrılmak için yeterli zamana sahip olacağım, hava kararmak üzere ve dışarısı da burası kadar kalabalık, beni tanımayacaklardır.". "Feraye, çıkışa kadar yanında durayım sonra dönerim bu şekilde yalnız gitme." "Vaktimiz yok sen onları aksi yöne yönlendirirsen daha fazla zaman kazanırız. Alegra'yı da seni de bu duruma soktuğum için üzgünüm, lütfen Milano'ya dönünce mail atın.". Fidelio ve Anlegra bana kardeşlerimden daha yakındılar artık, onlara veda ediyor olmak benim için çok zordu. Fidelio uzun boylu olduğundan, parmak uçlarımdan destek alarak boynuna sımsıkı sarıldım. O da sarılmama en az benimkisi kadar samimi ve içten bir şekilde karşılık verip beni belimden kavradı ve havaya kaldırarak ona daha rahat sarılmam için yardımcı oldu. Belki de bu son görüşmemizdi. Gözlerim dolmuştu, yanağına bir adet buse kondurdum. Beni yere indirdi. Tam ayrılacakken tekrar geri döndüm ayak uçlarımdan destek alarak diğer yanağına da bir buse kondurdum "Bu da Alegra için lütfen ona ilet.", dedim. Üzücü de olsa vedalaşmıştık. Hızla çıkışa doğru ilerledim, ayak bileğimin ağrısına artık alışmış gibiydim ya da daha büyük endişelerim olduğu için onun ağrısı hafif kalıyordu. Hava limanı kapısından dışarı çıkmıştım. İlk gördüğüm taksiye doğru binmek üzere yöneldim. Sonunda taksi başıyla uygun olduğunu işaret edince hızla arka kapısına binmek üzere kapıyı açtım. Tam binecekken biri bileğimden beni kavradı. Kahretsin yakalanmıştım. Taksiye attığım adımı geri çektim ve arkama döndüm. Lanet olsun karşımdaki kişi Ekrem Eniştemdi. Bedenim titremeye başlamıştı. Taksiciye "Baldızım bizi görememiş ben bırakacağım kusura bakmayın.", dedi. Korkudan dilim lal olmuştu, halbuki etraf oldukça kalabalıktı bir yolunu bulup bağırabilirdim kaçabilirdim. Sesimi bulamıyordum, konuşamıyordum. Kendimi toparlamaya çalışışım nafileydi. "Gel bakalım küçük hanım, ailen seni özledi birlikte son akşam yemeğimizi yiyelim sonra zaten bir daha dönmemek üzere seni yolcu edeceğiz.". "Sapıkkk! Bırak bırak beni imdat taciz ediyolar, imdattt " Bağırmaya başladım, dışardaki kalabalığın dikkatini çekip etrafımıza toplanmasını sağlayabilmiştim. Minik çaplı bir arbede oldu ve ben eniştemin kolundan kaçıp hızla uzaklaşmaya başladım. Bu seferde takım elbiseli adamlar üzerime doğru geliyordular. Sağ tarafımda boş olan taksiye akladım ve hızla beni uzaklaştırmasını istedim. Taksi şoförü şaşkındı ama sorgulamadan isteğimi dinledi. Hava limanının protokol yolunda ilerliyorduk, arabalarda peşi sıra bizi takıp ediyorlardı. Takipteki araçlar ilk fırsatta yolun tenhalığından cesaret alarak taksinin etrafını çevirdiler. Taksiciye durmaması için yalvardım ama beni dinlemedi arabayı sağa çekti. "Hanım abla beni karıştırmayın çoluğum çocuğum var benim.". Kapıyı açıp dışarı çıkmaya korkuyordum. Takipteki arabalardan birinin kapısı açıldı arabadan inen kişi beni almak üzere olsa gerek bize doğru geliyordu. Derin bir nefes aldım adamın yaklaştığı yönün tersi yöndeki kapıyı açıp taksiden fırladım. Artık bu mevzu ölüm kalım meselesiydi. Ayak bileğim ne kadar acırsa acısın umurumda değildi. Hava limanına giriş yoluyla ile bulunduğumuz yolu ayıran uzun bir refüj vardı. Refüjün üzerinden araçların geçmesi mümkün değildi, diğer yöne araçlarla geçmeleri için kavşaktan yolu dönmeleri gerekirdi bu da bana zaman kazandırabilirdi. Vakit kaybetmeden tersi yöne geçtim. Artık nereye kaçacağımı da bilmiyordum çünkü yol oldukça tenhaydı. Yine de bilinmezliğe doğru umutla koşmaya devam ettim. Bana doğru gelen arabaya, el kol hareketi yapıp yardım istedim ama araba bırakın durmayı yavaşlamadı bile. Diğer yönden arabaların beni takip ettiklerini görüyordum. Hava kararmak üzereydi, bana doğru hızla gelen arabayı fark ettiğimde, yaklaşan aracın siyah renkte Porsche Cayman model bir araç olduğunu gördüm. Tozu dumana kata kata hızla benim koştuğum yönün aksi istikametince son sürat ilerliyordu araba. Belli ki bu araba da durmayacaktı ama ben yine de şansımı denemeliydim. Yerimde zıplayıp kollarımı havaya kaldırarak yardım istedim. Araba tam olarak bulunduğum yerde ani bir frenle durdu öyle ki frenin sebep olduğu sürtünmenin etkisiyle kulaklarıma dolan acı ses ve yolda iz bırakan lastiklerin kokusu vurmuştu burnuma. Arabanın kapısı derdimi anlatmama fırsat tanımadan açılmıştı, içerden çabuk olmamı söyleyen büyük harflerle konuşan sesi işitmemle arabaya binmem bir oldu. Arabaya biner binmez şoför koltuğunda oturan kişinin Çınar olduğunu görmüştüm. Öfkeyle kemerimi bağlamamı emretti. Onu gördüğüme bu kadar sevineceğim hiç aklıma gelmezdi. Ellerim birbirine dolanmıştı. Ben kemerimi takmaya çalışırken, o arabanın gazına yüklendikçe yükleniyordu. Araba da adının hakkını veriyordu hani. O kadar hızlanmıştık ki bedenim oturduğum koltuğa gömülmüştü. Hava limanı yönü ilerliyorduk karşımıza çıkan ilk virajdan hızlı u dönüşü yaptık. Hava kararmaya başlamıştı. Beni az evvel takip eden araçlar, artık ilerimizdeydi. Çok endişeliydim, onların arasından nasıl geçecektik. "Çınar beni takip eden üç araba vardı, geçmemize izin vermezler." dedim. Çınar tek kelime etmedi. Daha da gaza yüklendi, kalbim göğüs kafesimi zorluyordu. Gözlerimi yummuş yetmemiş birde ellerimle yüzümü kapatmıştım. Çınar'ın bana bağırmasıyla gözlerimi açmak zorunda kaldım. "Feraye koltuğunu yatır hemen!!!" Koltuğu yatırmak için koltuk ayar düğmesini aramaya başladım, lanet olsun panik olmuştum, bu kadar düğmenin arasından doğru olanı hangisiydi bulamıyordum. Bir yandan da Çınar bağırmaya devam ediyordu. Arkamızdan da bir arabanın bizi takip ettiğini görmüştük. Çınar bizi takip eden arabayla aramızdaki mesafeyi açıyordu. Bu sebepten olacaktı ki arkamızdaki arabadakiler bize yetişemeyeceklerini anladıklarından bize doğru ateş açtılar. Önümüzde de bizi bekleyen arabalar vardı. Çınar torpidoya doğru uzandı ve orada bulunan silahı çıkardı. Lanet olsun, gidişat hiç iyi değildi. Sonunda koltuk ayar düğmesini bulmuştum koltuğu yatırmaya başladım. Çınar hızını düşürmeden arabayı sürmeye devam ederken bir yandan da camını aralayıp kolunu dışarı çıkardı ve bize açılan ateşe karşılık verdi. Kurşun yağmuruna tutulmuştuk. Önümüzdeki araç yoldaki hakimiyetini bir an kaybetti, ani bir direksiyon kırışıyla aracın bize çarpmasından kurtulduk. Fakat arkamızdaki araç bizim kadar şanslı değildi, çarpışma seslerini duymuştuk. Hala önümüzde iki araç vardı. Çınar ikinci sefer atış için hazırlandı, "Feraye yardımın lazım! Direksiyonu sabit tutamama yardım etmelisin.", dedi. "Ben bu hızla yerimde sabit duramıyorken direksiyonu nasıl sabit tutabilirim!" "Feraye yardım et!" diye bağırdı. Bu adam bu tonda her bağırışında bedenime beynim değil kendi sinyal gönderiyordu ve ben kendimi onun istediğini yaparken bulu veriyordum. Hızla koltuğu doğrulttum ve direksiyonu sabit tutmaya çalıştım. Çınar bedenini dışarı çıkardı ve ilerimizde bulunan araçların lastiklerine ateş etmeye başladı. Hedefini vurmayı başarmış olacak ki solumuzdaki araba yalpalamaya başlamıştı. Çınar beni itip yerine yerleşti ve tekrar kontrolü eline aldı. Solumuzdaki arabanın etkisiyle içinde bulunduğumuz arabayla önce sağa sonra sola doğru savrulduk. Dört şeritli yolda ilerliyorduk, hızında etkisiyle içinde bulunduğumuz araba şeridinden çıktı ve dönmeye başladı. Her şeye rağmen Çınar direksiyon hakimiyetini kazanıp aracı durdurmayı başardı. Bu adam hobi olarak ralli pilotluğu mu yapıyordu? Tekrar motoru çalıştırıp vakit kaybetmeden direksiyonu gideceğimiz yöne kıvırıp hızı arttırarak yola devam etti. Tek kelime etmiyordu Çınar, fırtına öncesi sessizlik gibiydi. Ellerim buz kesmişti. Çiftlik evine gitmiyorduk, Anadolu yakasına geçmiştik. Çınar'ın nefes alışverişlerinin hızı artmıştı. Bir şey sormaya da korkuyordum. Ataşehir'e gelmiştik. Nereye gittiğimiz hakkında fikrim yoktu, bu bilinmezlik ve sessizlik gittikçe korkularımı arttırıyordu. Sonunda Dudullu Yolu üzerinde bir siteye giriş yaptık. Çınar rezidansın parkına arabayı park ettikten sonra torpido gözüne silahı geri bıraktı. O hızla araçtan inerken ben araçtan inmek için oldukça ağır hareket ediyordum. Korkudan bocalayarak onu takibe koyuldum. Çınar arabanın bagajında bir şey arıyordu. Bagajın kapağını kapattığında gerçekle yüzleştim. Çınar vurulmuştu ve beyaz olan gömleğinin sol tarafı kanlar içindeydi. Hemen yanına gittim. Eline aldığı siyah ceketini üzerine giymesi için yardım ettim. "Hastaneye gitmeliyiz Çınar." "Haklısın , yalnız hastanede bileğine bakan doktor her kimdiyse beni de ona götür. Sihirli elleri sayesinde bileğin hiç incinmemiş gibi iyileşmiş olacak ki ortalıkta tazı gibi koşuşturuyordun. ". Yutkundum, tüm bu yaşananlar benim yüzümden olmuştu. Çınar'ın alnı boncuk boncuk ter içindeydi, "Bu olayın duyulmaması lazım sen tanınmıyor olabilirsin ama bu durum benim için geçerli değil! Bu yüzden hastaneye falan gidemeyiz Feraye.". O önde ben arkasında birlikte park alanındaki asansöre doğru ilerledik ve bindik. Otuzuncu kata basmıştı Çınar. Ceketinin ilikli oluşu gömleğindeki kanı gizlemek için yeterli görünmüyordu, asansörde baş başaydık ama otuzuncu kata kadar birilerinin asansöre binmesi büyük bir ihtimaldi. Tahmin ettiğimiz gibi yirminci katta asansör durduğunda asansöre binmesi muhtemel olan kişilere karşı kapı açılmadan hızla Çınar'ın boynuna atıldım. Kollarımı Çınar'ın boynuna asarken bacaklarımı da beline doladım. Çınar neye uğradığını şaşırmıştı ama refleks olarak kollarıyla beni kalçalarımdan destekledi. Dudaklarımla Çınar'ın dudakları arasında milimlik mesafe vardı. Nefeslerimiz birbirine karışırken, saçlarımla birbirine değmeyen dudaklarımızın görüş açısını kamufle ediyordum. Asansörün kapısı tamamen açılmış olacak ki öksürme sesleri duyulmaya başladı, tabi ki biz halimizden taviz vermiyorduk. Amacıma ulaşmıştım. Asansöre bu uygunsuz halimiz sebebiyle binmekten vazgeçmişlerdi. Başımı çevirdiğimde de bulunduğumuz durumu doğruladım. Çınar yaptığım şeyden rahatsız olmuş gibi hızla kollarını kalçamdan çekip aynı hışımla boynundaki kollarımı çözüp beni fırlatırcasına yere bıraktı. Okyanus mavisi gözlerinin karası iyice büyümüş bana adeta kırmızı gören boğa gibi bakıyordu. Bu tavrına anlam veremiyordum, bunu kendi için yaptığımı biliyor olmalıydı. Beni öldüresi var gibiydi. Asansörün kapısı açıldığında hızla beni bileğimden kavrayıp koridora doğru çekiştirmeye başladı. Onun adımlarına ayak uydurmakta zorlanıyor, ayaklarım birbirine dolanıyor sendeliyordum. Çınarsa her sendeleyişimde bileğimi daha fazla sıkıp beni kendine doğru çekiştiriyordu. Bu kez de Çınar'ın ellerinde ecel terleri döküyordum. Koridorun sonundaki kapının önünde durduk, Çınar parmağını okutup kapıyı açtı. Kapıdan içeriye doğru beni çekiştirmeye devam etti. Ayağıyla ardında kalan kapıyı kapattı. Koridorda yürüdükçe hareketimizi algılayan holün spotları sırayla yanmaya başladığında holde loş bir aydınlanma oldu. Sürüklemelerine daha fazla dayanamayıp zor bulduğum sesimle, "Çınar, canım yanıyor.", diyebildim ama nafile Çınar beni dinlemiyor sürüklemeye devam ediyordu. Koridorun sonundaki odanın kapısını boştaki eliyle iterek açtı. İçeri girdikten sonra diğer eliyle hala tutmakta olduğu bileğimden beni hızla odanın içerisine doğru çekti ve aniden bileğimi bıraktı. Dengemi kaybedip önümdeki yatağa savrulmuş halde buldum bedenimi. Ne olduğunu anlamaya çalışırken endişeyle Çınar'ı izliyordum, Çınar gözleri üzerimden ayırmadan sol eliyle yerini ezbere bildiği, duvardaki düğmeye uzanıp bastığında eş zamanlı olarak odanın tavanındaki led lambanın ışığını açıp odayı holdeki aydınlanmanın aciz ışığından kurtarıp aydınlığa kavuşturmuş oldu. Üzerimdeki bakışların ağırlığından kaçabilirmişim gibi yatağın üzerinde kalçamı sürerek kendimi geriye doğru çekerken Çınar'ın üzerindeki ceketi çıkardığını gördüm. Hala öfke soluyordu, çıkardığı ceketi hızla ayağımın ucuna doğru fırlattı. Üzerime doğru ağır adımlarla yürüyordu yanıma yeterince yaklaştığında, avucunun içine aldığı çenemi parmaklarıyla sıkıca kavradı ve yüzümü yüzüne doğru çekti. Gözlerimi gözlerine hapsederken , parmaklarıyla çenemdeki baskıyı arttırmaya devam ediyordu. "Eğer bir daha kaçarsan, bir daha böyle bir olayın sebebi olursan, bu kadar anlayışlı olmam. Anladın mı Feraye!" Bedeni tüm heybetiyle bir yandan üzerime öfke saçarken diğer bir yandan acizce titriyor alnından süzülen terleri yüzünün hemen altındaki yüzüme doğru damlıyordu. Çınar'ın titreyen bedeniyle birlikte nefes alıp verişleri gitgide düzensizleşmeye başlamıştı. Çenemi tutan eli de gevşedi. Ayakta durmakta zorlanan bedenine yenilmiş gibi eğilirken güç almak ister gibi alnını alnıma dayadı. Teri yüzümü bulaşmıştı ama beni hiç mi hiç tiksindirmiyordu. Güçlükle konuşmaya çalışarak "Artık endişelenmek istemi...yo...rum."dedi. Cümlesini tamamlayamadan koca bedeni bedenimin üzerime yığılıp hareketsizleşti. Geçmişimi, geleceğimi kısacası kendimi unutup da bir başkası için endişelenmeye başladığım ilk o andı... Hepsi benim suçumdu, her şeyin sebebi benken kanayan oydu. "Çınar, kendine gel! Çınar, özür dilerim... Çınar özür dilerim..."
Devam edecek...
|
0% |