@demirkalem
|
>>>>>>>IX<<<<<<<
"Kapkara gecelere mahkûmum, yönümü bulamıyorum!
Olurda bir gün varabilirsem kapına, kapıyı açan sen olmazsın diye korkuyorum."
'Fatma TUNCAY'
>>>>>>>IX<<<<<<< Melek Korhanlı
Fidelio'yu İtalya'ya uğurladıktan sonra eve dönmek yerine otelde kalmaya karar verdim. Davette Tomris'e açıktan meydan okumuşluğumun yanı sıra Korhanlılar için ayrılan masaya oturmayışım da elbette evde kaos yaratacaktı. Olası hasarı en aza indirmek üzere eve dönmek için en uygun zamanı kollayacaktım. Emre'nin geri dönüşünün şoku üstüne bir de davette Onur'u görmüş olmak benim için beklenmedik bir olaydı. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de eve dönüp evdeki kaosu soluyacak değildim. Israrla evdekiler tarafından aranıyor olmam da olayın sıcaklığının derecesinin kaynama noktasında olduğunun ispatıydı. Tomris, Ekrem, annemin ve hatta yengem Serap 'ın aramaları, cevapsız çağrı kayıt listemi çoktan doldurmuştu. Hiçbiri şu anda umurumda değildi. Hiçbir zaman, hiçbir olayın tarafı olmak gibi bir arzum da olmamıştı. Eğer Tomris'in umursamazlığı canımı acıtmış olmasaydı, Fidelio ile davete asla katılmazdım. Feraye'ye ne kadar düşkün olursam olayım onunda lanet olasıca Korhanlı'ların kurallarını anlaması ve buna göre hareket etmesi gerekirdi. Feraye davette birilerince öldürülmek istendiğini anlatmıştı. Şüphelendiği kişiler olarak da Ekrem'le Tomris'i göstermişti ama buna inanamıyordum. Bir insanın kardeşini öldürmek istemesine nasıl inanabilirdim ki? Tomris bu kadar ileriye gidemezdi, gitmesinin de kendisine faydası yoktu. Hesapları kitapları olmadan hayatı öylesine yaşayan ben bile bunu görebiliyordum ama Feraye o kadar toydu ki göremiyordu. Bu işin altından Firuze Halam çıkabilir miydi? Holdingin yönetimi için aday olacağından emindim. Bence bu hayatta korkulacak bir şey varsa o da kindar bir kadının yapabilecekleriydi. Feraye'yi bizden ayıran da Firuzeydi. Feraye'nin gözünü korkutarak kendi tarafına çekmiş olmalıydı. Tüm bu karmaşıklığın içinde aklımı kurcalayan bir diğer mevzu da Onur olmuştu. Onur'un o davette ne işi vardı. Cemiyetimizdekiler kadar olmasada varlıklı tanınmış bir aileye sahipti Onur ama yine de bizim cemiyetin insanı değildi ve bu tarz davetlerden cemiyetimizden nefret ederdi. Yıllar onda nasıl bir değişime sebep olmuştu. Üstelik burnu düşse dönüp almayacak olan adam o davette dans için bana elini uzatmıştı. Bana acaba affediliyor muyum sorusunu sorduran o adımı atmıştı! Yıllarca beni affetmeyen, hor gören Onur ile davetteki Onur aynı kişiler olabilir miydi? Görüşmediğimiz bunca zamanda yıllar ona nasıl davranmıştı ki bu hale gelmişti oldukça merak ediyordum. Aşk'ın adı bende hep Onur'du. Yedi yıldır onsuzdum ve Korhanlı ailesinin benim için çizdikleri yolda mecburiyetten ilerliyordum oysa benim çocukluğumda Onur'du. En güzel duyguları hissettiğim, hüznümü kahkahalara gizlemeyip yürekten gülümsediğim zamanlarımın hepsinde Onur yanımdaydı. Benim ruhum kalbim o yıllara hapsolmuş bir umutla tekrar özgür olmak için Onur'u bekliyordu. Eğer Onur Korhanlı ailesinin standartlarına uygun olsaydı belki de şimdilerde kendisiyle evli mutlu ve hatta çocuklu olabilirdik. Ruhum , kalbim ait olduğu yerde, gülüşlerim samimi olabilirdi. Onur'suz geçen koskoca yedi yılın esaretinde böyle yitmezdim, dağılmazdım . Kim bilir belki onun sert duvarlarına çarptığım için nasır tutacaktım! Ama ben Onur'un kahrına da lütfuna da onun yamacında bir ömür kalmak için gönüllüydüm. 'Ben seni hep sevdim , ben seni hep amasız sevdim!' Otel odasının duvarlarına bakarak daha ne kadar olanları düşünerek iç geçirecektim ki! Bu hallerim hiç benlik değildi; başına buyruk, bildiğini okuyan, pervasızlığından cesaret alan Melek'tim ben. Silkelenip o her zamanki Melek olma vaktim gelmişti. Üzerimi değiştirip, saçımı makyajımı yaptım ve arabama aklayıp Darüşşafaka doğru yola koyuldum. Aklımdaki soru işaretlerini ne kadar azaltırsam o kadar hayattan zevk alabilir, kendimi özgür hissedebilirdim. Davette yaşananlarla ilgili Onur'la konuşmalıydım. Şu saatlerde hastanede olmalıydı, öğle molasında onu yemeğe davet edebilirdim ve tabi kabul ederse belki de sohbet bile edebilirdik. Hastanenin park alanına aracımı park ettim. Emniyet kemerimden bir çırpıda kurtulup, dikiz aynasındaki yansımama bakıp araçtan inmeden makyajıma son kez göz gezdirdim, kusursuz gözüküyordu. Çantamı elime aldım, aracımın kapısını açıp sol ayağımı yere sağlam bir şekilde attığımdan emin olduktan sonra araçtan inmek üzere hareketlendiğimde karşımdaki manzara karşısında bir anlık şoke yaşadım. Adımımı usulca geri çektim bir müdeet sessizce aracımda oturmaya devam etmeliydim. Sedayı görmüştüm. Park halindeki arabamın karşı yönünde yine park halindeki araçların arasındaydı ve sanki birini bekliyor gibiydi. Bu kötü tesadüf beni oldukça rahatsız etmişti. Beni görmesinden rahatsız olacağımdan kendisi uzaklaşana kadar aracımda bekleyecektim. Beni fark ederse gereksiz muhabbet açmaktan geri kalmayacaktı. Onun, o gereksiz sanki çok da samimiymişiz gibi sarılıp öpmelerine, her şeyi en iyi bilen kendisiymiş gibi kurduğu ukala cümlelerine, bugün hiç de tahammül edemezdim. Oflaya oflaya arabamda Seda'nın bir an önce gitmesi için dua ederken, telefonunu kulağına dayayıp biriyle konuşmaya başladığına şahit olmuştum. Aynı anda otoparkta bir hareketlilik yaşanıyordu; Range Rover marka siyah bir araç Seda'nın olduğu yere doğru yaklaşıp duraksadı. Sanırım beklediği kişi gelmişti sonunda ondan kurtuluyordum. Yaklaşan aracın açık camından şoför koltuğunda oturan kişinin Onur olduğunu görmemle kalbimin teklemesi bir olmuştu. Evet yanlış görmemiştim bu arabayı süren kişi Onur'du. Onur duraksattığı aracını sürmeye devam etti. Tesadüf olabilir miydi? Kalbimin ritmi değişmişti bir kere ve ben yedi yıl kadar önce bırakmıştım tesadüflere inanmayı... Aracın ilerleyişiyle görüş alanıma tekrar dahil olan Seda'nın konuşmasını sonlandırıp aracına binmek üzere olduğunu gördüğümde sanki bir el kalbimi avuçlamışta parçalamak istiyordu. Onur'un aracı park alanından çıkışa doğru ilerlerken peşi sıra Seda da aracını sürmeye başlamıştı. Bedenim düşünmeden hareket etmeye başlamıştı kendimi onların peşi sıra aracımı sürerken bulmuştum. Tahmin ettiğim şeyin gerçek olduğunu anlamam çokta vaktimi almamıştı, Onur'un aracını takip ediyordu Seda ve bende merakla peşlerindeydim. Yarım saat kadar uzak mesafede daha önce varlığını bile bilmediğim, kuytu bir restoranın önünde artarda araçlarını durdurduktan sonra sırayla araçlarından inip yine sırayla anahtarlarını görevli valelere teslim ettiler. Ben de yolun diğer tarafına doğru aracımı sürmeye devam ettim ve restoranın giriş alanını görebileceğim uygun bir yere arabamı park edip, beklemeye başladım. Seda ile Onur ne sebeple, nasıl bir araya gelebilirlerdi. Davet gecesi ikisi de davetliler arasındaydılar ve ben onları yanyana hiç görmemiştim. Onur davetten ayrılmak üzere Çınar'la vedalaşırken, Fidelio ile davet salonundan ayrılmıştık. Biz ayrıldıktan sonra Seda ile aralarında yakınlaşma olmuş olabilir miydi? Seda Çınar'a bu kadar aşıkken Onur'la yakınlaşmaları mümkün müydü? İnsanların kalbi bu kadar kolay değişebilir miydi? Birini unutmak bu kadar kolay mıydı? Benim kalbim her zaman Onur'a aitti. Çınar benim için sadece bir projeydi, ancak Seda için gerçek tutkulu bir aşktı. Çınar'a bu kadar aşıkken bir başkasıyla ancak çıkarları için birlikte olabilirdi. Onur evet idealist bir doktordu, evet çok da bilindik bir hastanenin başhekimiydi. Tüm bunlar ne Sönmezler Holdingin ticaret faaliyetlerine ne de Seda'nın çıkarlarına hizmet edecek niteleliklerdi. Onur sadece bana göre değil bence herkesçe beğenilecek derecede yakışıklı bir adamdı. Arabamın güneş siperliğini indirip arasına sıkıştırdığım yıllar öncesine ait fotoğrafına bakmaya başladığımda, ondan etkilenmiş olmasının daha yüksek bir olasılık olduğuna kanaat getirdim. Öğrencilik yıllarımızda bir duvarın üzerinde çaresizce beni beklerken bir köşede saklanıp gizlice çektiğim bir fotoğrafıydı. Başka bir fotoğrafı da yoktu elimde. Tüm anılarımızı atmıştık. Şans eseri bozuk kameramın SSD sini bilgisayarıma taktığımda bulmuş ve bir heves fotoğrafçıda bastırıp saklamaya başlamıştım. O masum çocuksu hatları şimdilerde daha keskindi ve daha da yakışıklıydı. Seda'yla yakışmıyorlardı ki bir kere birbirlerine , hem de hiçbir halleriyle yakışmıyorlardı! Hayatım boyunca korkum, bir gün tekrar cesaret edip Onur'un kapısına dayandığımda kapıyı bir kadının açma ihtimaliydi. Sevmeyi sevilmeyi en çok hakkeden kişi oydu üstelik hata yapan da bendim. Hatamın bedelini ödemesi gereken de . Dualarımda kendi duygularıma hırslarıma onu nasıl mahkûm edebilirdim ki ben elmayı seviyorum diye elma da beni sevemezdi ya! Onun mutluluğu için dua edip, bir gün onu bir başkasıyla görme ihtimallerine kendimi alıştırmaya çalıştığımda olmuştu. Nefse ne büyük işkenceydi; Sevdiğimi sevdiği kişiyle bir ömür mutlu et Allah'ım diye dua etmek. Duam kabul mu oluyordu, o gün gelmiş miydi? O kadın Seda mı olmalıydı! Hayır , Allah'ım ne olur Seda olmasın ! Seda'dan başkası olsun istiyordum. Onur'un kalbinde, yanında ve ömründe duracak kişinin ben olması için şüphesiz her şeyi de yapardım ama ben olmayacaksam da yanındakinin onu gerçekten hakkeden ona layık olan birisi olması gerekirdi ki bu kişi asla Seda olamazdı olmamalıydı. Onları beklerken saatin epeyce bir ilerlediğini fark etmiştim, Onur yemekte çok vakit kaybeden biri değildi, belli ki sohbetleri koyuydu. Daha ne kadar çıkmalarını bekleyebilirdim? Daha ne kadar sabredebilirdim! Mevlana'nın söylediği gibi; "Açlığa sabredersin adı oruç olur, acıya sabredersin adı metanet olur, insanlara sabredersin adı hoşgörü olur, dileğe sabredersin adı dua olur, duygulara sabredersin adı gözyaşı olur, özleme sabredersin adı hasret olur ve sevgiye sabredersin adı AŞK olur.". Peki ben kim uğruna ne için sabretmeye devam edecektim? Sevgisine sabrettiğim adam şu anda iğrendiğim bir kadınla birlikteydi. Arabadan inip masalarını devirmeyi arzuluyordum. Öfkem çoktan boyumu aşıp geçmişti, arabayı çalıştırıp gaza yüklendim ve bulunduğum yerden uzağa doğru aracımı sürmeye başladım, zaten hava kararmak üzereydi gözyaşlarımı gizlemek için zorlanmayacaktım. Kafamı dağıtmaya ihtiyacım vardı. Her zaman eğlenmeye gittiğim gece kulüplerinden birinin önünde durup anahtarlarımı valeye teslim ettim. Mekân sakindi, çok fazla kişi yoktu. Bir saate kalmaz buranın tıklım tıklım dolup taşacağına emindim. Kuytu bir köşeye geçip hafif içeceklerle ağırdan alarak başladım kafamı dağıtmaya. İlerleyen saatlerde alkolün dozunu arttırabilirdim. Bu gece sarhoş olup hiçbir şeyi düşünmeden yatağıma girip uyumak istiyordum. Kafamdaki soruları gidermek için çıkmıştım ya evden soruların cevaplarını bulamadan üstüne yenilerini eklemiştim. Bu kadarı benim bir karış havada olan aklım için çok fazlaydı. Saat epeyce bir ilerlemişti, mekân tahmin ettiğim gibi tıklım tıklım dolmuştu. Alkol üstüne birde dans eden bedenlerin ter kokusuna karışan parfümlerinin kokusu mekânın havasını daha da ağırlaştırmıştı. Sabahtan beri tek bir lokma yemek yiyememiştim, midem bulanmaya başlamıştı. Bence artık eve dönme vaktim gelmişti. Kadehimin dibinde kalan içkiyi ziyan edemezdim, son yudumumu içip zorlukla da olsa oturduğum yerden ayaklanabilmiştim. Yüzüme gelen saçlarımı sol elimin parmaklarıyla geriye doğru taradım, eteği yukarı çıkan elbisemi aşağıya doğru çekiştirerek düzelttim. Çantamı elime aldığımda artık mekânı terk etmek için tam anlamıyla hazırdım. Mekânın çıkışına doğru yöneldiğimde beni bekleyen manzaradan habersizdim. Oysa ki ben kazasız belasız oteldeki yatağıma vararak günü tamamlamayı, uyumadan önce de "bugün de iyi idare ettin Melek" deyip kendimi alnımdan öperek ödüllendirmeyi hayal ediyordum. İnsanın sevmediği ot dibinde bitiverirmiş ya! Kahrolasıca Emre tam karşımda duruyordu. "Bir sen eksiktin!" diye homurdandım. "Gerçekten senmişsin! Uzaktan gördüğümde sen olduğuna ihtimal verememiştim. Malum babanı kaybedeli çok olmadı ama gördüğüm üzere yas sende fazla uzun sürmemiş, gecelerdesin." "Eee ne olmuş yasım erken bittiyse ne olmuş gecelerdeysem. Seni mi sardı derdi tasası be adam! Çekil! çekil git önümden!" Her zamanki iğrençliği mide bulantımın şiddetini arttırmıştı, öğürmemek için kendimi zor tutuyordum. Çantamın zincirini omuzuma astım ve çıkış kapısına yönelmek üzere harekete geçtiğimde Emre kolumdan tutup beni kendine çekti ve kulağıma yaklaştırdığı dudaklarıyla konuşmaya başladı. "Çok sarhoşsun Melek, mekân arkadaşımın dilersen kendine gelene kadar arka taraftaki ofiste dinlenebilirsin." Bedenim buz kesmişti, zerre değişmemişti. O, her zaman ki Emre'ydi. Kolumu elinden kurtarıp kendimi geri çektiğimde yüzüne oturan o sinsi gülüşü görmüştüm. Yedi yıl önce kurduğu cümlesinin hece hece aynısını kurmuştu, bir anlık afallamamım kendisinde yarattığı hazla iğrenç cümlelerini sıralamaya devam ediyordu. "Hatırlıyorsun! Ama zaten ilkler unutulmazlar değil mi Melek. O gecenin her bir detayının aklında olduğunu yüzünden okuyabiliyorum." Karşımda gözleriyle "Geçmişte mahvettiğim hayatını, kaldığım yerden mahvetmeye devam edeceğim!", diyerek bakan bir adam vardı. Onun her bir tavrını, neyi ne için yaptığını, cümlelerini kurarken aslında ne demek istediğini o kadar iyi biliyordum ki! O da beni çok iyi tanıyordu ne de olsa bir zamanlar sırlarımızı paylaşacak kadar birbirimize yakındık ama bilmediği şeyler de vardı Emre'nin! Ben o eski Melek değildim. Karşısında onun iğrençliklerine göz yumacak, o korkak kız yoktu. Kaybetmekten korktuğum bir şeyim kalmamıştı hayatımda. Dişlerimi birbirine geçirip onun bir anlıkta olsa eğlencesi olmuş olmama öfkelenmiştim. Azrail bu gece sakın karşıma çıkma! Sana bile meydan okuyabilirim. Karşımdaki adamı yerle yeksan etmeden canımı alamazdı Azrail. Yüzümdeki şaşkınlığı silip yarım dudak sırıtarak gözlerinin içine baktım. Kendimden emin ama alaylı bir halde tane tane konuşmaya başladım. "Sarhoş bir kadından istifade ettiğin bir geceye çok fazla anlam yüklemişsin ama sende haklısın. Hangi aklı selim kadın ayık kafayla seninle birlikte olur ki değil mi?" Söylediklerime karşılık Emre karşımda alık alık bakakalmış, dumur kesilmişti. Mekândan ayrılmama engel olmak için önüme set kurduğu bedenini ellerimle iteleyerek yolumu açtım. Kendisi hala sesimi duyabilecek yakınlıktayken ardıma dönmeden havaya kaldırdığım elimi sallayarak "Hoşça kal tatlım!" deyip kendisine veda ettim. Kendimle ilk kez gurur duyuyordum. Tüm keyifsizliğime rağmen Emre'ye galip gelmiş olmanın verdiği hazzı yaşıyordum. Mide bulantım tahammül edilebilir seviyesini çoktan aşmıştı. Güçlükle vardığım çıkış kapısından kendimi dışarı atıp açık havayı ciğerlerime doldurmak için yavaşça ve derin derin nefes alıp vermeye başladım. Nafile, soluduğum hava da bulantımı geçirmeye yetmiyordu, öğürmemek için kendimi sıkmaya başlamıştım. Mekân sanki tıklım tıklım değilmiş gibi mekâna insanlar akın akın gelmeye devam ediyordu. İçeri girmek isteyen kızlı erkekli grubun önünü kapatmamak adına yolun kenarına doğru çekilmek gayretinde bulunduğumda dengemi kaybettim. Tam düşmek üzereyken grubun içinden biri dengemi sağlamam için beni omuzlarımdan yakaladı, mide bulantım o kadar şiddetliydi ki başımı doğrultup karşımdakinin yüzüne bakamıyordum. "Hanımefendi iyi misiniz?" "Kerim, içeri giriyoruz." Dedi gruptaki bayanlardan birinin sesi bana yardımcı olmak isteyen gence hitaben ve ben hala kafamı doğrultup yüzlerini göremiyordum. "Tamam siz devam edin ben de geliyorum! Yardımcı olmamı istediğiniz bir şey var mı? Hanımefendi!" Omuzlarımı tutan ellerinden kurtulup üzerine kusmamak için yere çömelmiş ve sonunda istifra etmiştim. Neyse ki karşımdaki kişinin iyi niyetine karşılık pişmanlığı olmamıştım. Bana sorduğu soruya çömeli halde olduğum yerden "İyiyim bennn!" diyerek karşılık verdim. Saçlarımı geriye itip bir miktar da içimdekileri dışarı çıkardığımda, adının Kerim olduğunu işittiğim kişinin ayakkabısına da bir miktar çıkardığımı görmüş, utanmıştım. Kerim yere çömelip doğrulmam için bana yardımcı olduğunda göz göze gelmiştik. Artık yüzünü görebiliyordum. "Özür dile..rim " dedim yerin dibine girip yok olmak isteyecek kadar mahçup bir halde. "Önemli değil siz daha iyi misiniz?" "Çantamda ıslak mendil olacaktı bir saniye, bir saniye sebep olduğum rahatsızlığı giderirsem daha iyi hissedeceğim." Dedim. Çantam küçük olmasına rağmen içinde olduğunu bildiğim ıslak mendil paketini bulmak için epeyce bir aradım. "Önemli değil gerçekten!" "Hayır ! hayır lütfen." dedim ve çantamı kurcalarken dengemi kurmakta zorlandığımdan tekrar yere çömeldim. Sonunda paketi bulmuştum içinden birkaç ıslak mendili çıkarıp çömeldiğim yerden tepemde dikilen Kerime doğru havada mendili sallayarak "Buldum "diye çığlık attım. Kerim tekrar benim olduğum yere çömeldi. Yüzlerimiz aynı hizadayken gözünün içine bakarak, "Buldum" diye tekrarlardım ve salladığım ıslak mendille dudaklarımı silmeye başladım. "Hiç önemli değil ben hal..le..der...dim" dediğinde aslında mendili ne için aradığımı hatırladım ve bu kez ağzımı sildiğim ıslak mendili topak yapıp Kerim'in kirlettiğim ayakkabısını silmeye koyuldum. Başımı kaldırıp tekrar yüzüne baktığımda bana utanç içinde baktığını görmüştüm. Bu bakışı beni rahatsız etmişti. "Tamam, temiz bir mendil daha çı...karıyor...uum. Bir de onla sildik mi eskisinden de temiz olur..." "Lütfen gerçekten önemli değil" diyerek tekrar doğrulmamı sağladığında bu kez de elimdeki kirli ıslak mendili, kulüp girişinin hemen yanındaki yeşil alanda yer aldığını hatırladığım ufak çöp konteynırına atmak için yöneldim. Sendeleyişlerim yüzünden dengemi bulmakta zorlanıyordum. Bu da yetmezmiş gibi yeşil alandaki nemli toprak ve çimenler zemini kayganlaştırmış zorlukla bulduğum dengemin kontrolünü kaybettirmişti, düşmek üzereyken yine aynı kişi tarafından son anda kurtarılmıştım. Elimdeki çöpü attığımda, "Sanırım siz dönüyordunuz taksiye kadar eşlik edeyim ister misiniz?" diye sordu. Kendi başıma yürüyemezken araba da süremezdim başımı kaldırıp bana yaptığı teklife karşılık kafamı aşağı yukarı salladım. Kendisinden destek alarak birlikte mekânın bahçesinin dışında bulunan taksilerin park halinde olduğu yere doğru yürümeye başladık. "Kahretsin! Gazeteciler!" diye kendi duyacağım şekilde homurdandım ve Kerim'in ceketinin içinden kollarımı beline dolayıp başımı göğsüne gömdüm. Benim bu tavrıma karşılık önce duraksamış sonra da üzerindeki ceketi çıkarıp üzerimi örtmüş ve taksiye gitmemde yardımcı olmaya devam etmişti. Taksinin arka yolcu koltuğunu oturttuğunda başım hala ceketiyle örtülü haldeydi. "Size nasıl hitap edeceğimi bilmiyorum, evinizin adresini söyleyebilecek misiniz?" diye sordu. Başıma kadar örttüğü ceketi başımdan kaldırmadan bir miktar yüzüm görünecek şekilde açıp kendisine bakarak, "Teşekkürler bundan sonrasını ben hallederim, ismimi adresimi öğrenmek istiyorsunuz anlaşılan, hiç yakışmadı size Kerim. O kadar da sarhoş değilim siz gidebilirsiniz ben tarif ederim şoför beye! " "Yanlış anladınız ben sa...dece" Kerim'in konuşmasını tamamlamasına müsaade etmeden, şoför beye aracı sürmeye başladıktan sonra adresimi söyleyeceğimi söyledim ve Kerim'e gözlerimi kısıp manalı bir bakışla veda ettim. Taksi Şoförüne önce otelin adresini vermiştim, sonra kararımı değiştirip Eyüp Sultana doğru sürmesini istedim. Benim karasızlıklarım yüzünden epeyce bir uzun sürmüştü yolculuğumuz. Sonunda Eyüp'e varmıştık, ücreti ödeyip taksiden indiğimde taksicinin benden kurtulmuş olma sevincini yüzünden okumuştum. Sabah ezanı okunuyordu, mezarlığa doğru ilerlemeye başladım. Hala omuzlarım üzerinde örtülü olan cekete kollarımı geçirip üzerime iyice giyindim düğmelerini de ilikledim. Ceket, benim bedenime göre bir haylice büyüktü ama rahatsız değildim, gösterişli elbisemi kamufle etmede gayet başarılı olmuştu. Hayatımda ilk defa bir mezarlığa bu saatte gelişimdi, bazı arkadaşlarım mezarlıklardan korktuklarını anlatırlardı, onların aksine karanlığa bile aldırış etmeden mezarlığa girmiştim, çok kıymet verdiğim biri buradaydı ve kendisine anlatacaklarım için günün aydınlanmasını bekleyemezdim. Yıllar önce yaşadığım sıkıntılı günler şiddetli ataklar yaşamama sebep oluyordu. Ne zaman ne şiddette nüksedeceğine dair öngörümüzün olmadığı ataklara güç yetirmek benim için oldukça zorluydu. Sorunlarımın hepsinin üst üste geldiği o günleri, hala ilk günkü tazeliğiyle hatırlıyor olmam güçlü bir hafızaya sahip olduğum için hediye mi yoksa lanetten mi sayılmalıydı? Kâbus gibi zamanlardı. Mesleğimi icra etmek için aileme direnip asilik ediyor her gün eve sarhoş geliyordum. Onur'u da o günlerde kaybetmiş, bana saplantılı olan Emre'den de o günlerde işkence çekmiştim. Yaşadığım acıları hatırladığımda bugün bile hala canımı şiddetle yakabiliyorken o yıllarda bana hissettirdiklerini tarif etmeyi denesem kelimelerim yetersiz kalacaktı. Ne kadar çabalarsam çabalayayım anne babamdan dahi rahatsızlığımı sakladığım için midir ki bugün dahi içim bu kadar sancıyor, acım son bulmuyordu. Acılar paylaştıkça azalır demezler mi? Yaşadıklarımı tamamıyla olmasa da ailemden bir tek Tomris biliyordu. Tek gerçek aşkım Onur dan ayrıldığımı, Emre'nin çocukluğumuzdan beri bana olan ilgisinin takıntılı bir hal aldığını ailemden bir tek Tomris'e anlatabilmiştim. Onun ablalığına en çok muhtaç olduğum zamanlardı aynı zamanda da ona en çok güvendiğim zamanlarımdı. Tomris, anne ve babamdan dahi sorunlarımı saklamamı söylemişti ve dahi ataklarımı da saklamıştık. Babam yaşadığım rahatsızlığımdan habersiz hayatımla ilgili aldığım kararlarıma, karşı duruş sergilemeye devam etmiş, bana olan baskılarının şiddetini günden güne arttırmıştı. Nihayetinde babam, çok güvendiği Tomris'in önerisiyle ile evden uzaklaşmamın sorunlarımızı aşmamız için uygun olacağı fikrini benimseyip beni Yalova'ya sürgüne gönderme kararı almıştı. Tomris olası skandallara karşı hassas davranıyor gözlerden uzak bir yerde kalmamın daha uygun olacağını düşünüyordu. Rahatsızlıklarımın duyulmaması için Tomris'in önerisiyle rahmetli dedemden kalan Yalova'daki eve sığınmıştım. Rahmetli dedemden kalan bu ev, oldukça eski ahşap ve tuğlalardan yapılma iki katlı bir yapıydı. Çokta geniş olmayan bir bahçesi ve bahçenin etrafında sarmaşık gülleriyle sır olmuş bahçe duvarları vardı. Bulunduğu mahalledeki kentsel dönüşüm bu binayı es geçmişti. Gelişen yapılar arasında sıradanlığıyla göz tırmalıyor bir o kadar ürkünç bir o kadar avam duruyordu. Kendimi bildim bileli Malikanede kalıyorduk ve bildiğim kadarıyla babaannemde malikaneye gelin gelmişti ve dedemin annesi de... Yalova'da sahip olduğumuz, bizim aile geçmişimize pek de yakışmayan bu mütevazı eve babam ve halamın verdiği öneme pek de anlam veremiyorduk. Evin mali olarak hiçbir değeri olmasa da sanki içerisinde yaşam varmışçasına tüm maliyetine rağmen özenle bakımı yapılmaya devam ediliyordu. Tarihi bir yapı olsa kendisine harcanan masrafları e ayakta tutulma çabalarını hak ettiğini düşünebilirdim. Belki de babam ve halamın babalarının emanetine sahip çıkma arzuları sebebiydi bu evi değerli kılan. Babamın kararıyla Yalova'daki o evde acı tatlı hatıralar yaşadığım günlerim başlamıştı. İşte Ayşe Hanım'la da o yıllarda tanışmıştım. Yalova'daki evin bakımıyla ilgilenirmiş meğer Ayşe Hanım. Yalova'da kaldığım sürede sadece evle değil benimle de eksiksiz ilgilenmişti. Ayşe Hanım ki ben kendisine hep teyzem derdim, Ayşe Teyzem bana yeryüzünde hiçbir mali karşılığı olmayacak özveri ve sevgiyle yaklaşırdı. Samimiyetin maddi karşılığı olabilir miydi? Ya da sevginin! Ayşe Hanım'a hizmetlerinin karşılığı ödeniyor olsa da ben onun hakkının karşılığını asla ödeyemeyeceğimi biliyordum. Gece ibadetlerinde benim içinde hıçkırıklarla dua ettiğini işittiğim olmuştu. Sevmeyi değer vermeyi o kadar iyi biliyordu ki! Bana verdiği sevgisi sayesinde sevilmenin ne kadar sıcak bir duygu olduğunu tatma fırsatım olmuştu. Onunla tanıştığım için oldukça şanslıydım. Ah Ayşe Teyzem! "Sevginin kıymetini bilmek lazım kıymet bilen insanlarla karşılaştırsın Rabbim seni.", demişti bir keresinde gönül kırıklığımı kendisiyle paylaştığımda. O, sevginin kıymetini bilenlerdendi. Çok sevdiği ve çok sevildiği içindi belki de. Bakışında, sesinde kısacası tüm beden hareketlerinde hala tazeliğini hissettirdiği aşkını anlatırken o çok sevdiği eşini çok erken yaşta kaybettiğini öğrenmek, nerdeyse onun kadar beni de kedere boğmuştu. Yaşına rağmen güzelde bir kadındı Ayşe Teyzem. Emre'nin bana takıntısını anlattığımda güzellik de zor bir imtihan demişti. Beni güzel gördüğüne sevinmeli miydim, imtihanım olan Emre'nin yaşattıklarına üzülmeli miydim hala bilemiyordum. Onun gibi kimsesiz bir kadın içinde güzel olmak zor geçen bir imtihandı. "Dul kadın olmak hele güzel ve genç dul kadın olmak ne kadarda zor bilemezsin." Dediğini anımsadım. İnsan rabbine beni çirkinleştir diye dua eder miydi? Tarih boyu kadınların güzellik uğruna yaptıklarını düşününce Ayşe Hanım'ın rahmetli eşine duyduğu aşkına olan sadakati görüp de hayran kalmamak mümkün değildi. "Duama karşılık rabbim yüzüme çiller verdi, o eski güzelliğim kalmadı.", dediğinde hala ne kadar güzel olduğunun farkında bile değildi. Eşinden sonra etrafındakilerin baskısına rağmen bir daha asla evlenmemiş ve kimseyi hayatına almamıştı. Kendisini tanıdığımda o kadar yalnızdı ki ne bir evladı ne de bir ailesi vardı, acılarına rağmen dimdik, tek başına mutlu ve güçlü bir şekilde hayatta kalmayı başarmıştı. Bana iyi geldiğini söylediğimde benimde ona iyi geldiğimi hiç sahip olmadığı evladı gibi olduğumu söylemişti. Onur'a olan aşkımı, hayal kırıklarımı onunla paylaşırdım. Kâbusum Emre'nin bana yaşattıklarını da ... Tomris'e dahi anlatamadıklarımı da onunla paylaşmıştım. Hissettiklerimi anladığını gözlerinde görürdüm. O kadar iyi bir dinleyiciydi ki Ayşe Teyzem. Kullandığım antidepresan ilaçları değil de Ayşe Teyzemin muhabbeti sevgisiydi beni iyileştiren. Ölümü dahi düşündüğüm kendimden nefret ettiğim zamanlarda bana kıymetli olduğumu hissettirmişti. Beni karanlıktan aydınlık olan tarafa çekmiş, yaralarımı iyileştirmişti. İki yıl önce kaybetmiştim kendisini, ona karşı son vazifemi yerini getirip, çok sevdiğini söylediği Eyüpsultan mezarlığına defnedilmesi için Firuze halamın da desteğiyle elimizden geleni yapmıştık. Ayşe Teyzemin mezarını benden başka ziyaret edecek kimsesi yoktu. Gecenin bu vaktinde mezarında ona anlatacaklarım için ziyarete gelmiştim; "Ben geldim Ayşe Teyzem, sana anlatacaklarım vardı, bekleyemedim. Onur'u görmeğe gittiğimi anlatmıştım, biliyorsun, bir davette tekrar karşılaştık ve o buz adam bana dans için elini uzattı inanabiliyor musun? Onur bana elini uzattı! Ben hala inanamıyorum. Tam bir şeyler değişiyor deyip tekrar hayallere umutlara sarıldığımda da ne oldu dersin? Onu başkasıyla gördüm Ayşe Teyze. Hem de o kadar değmez biriyle gördüm ki en çok da bu beni üzdü. Olanlara anlam veremiyorum. Bir de Kâbusum da geri döndü Ayşe Teyze ama bu kez o kabusla yüzleşecek kadar güçlüydüm. İlk kez bu kadar güçlüydüm! Dimdik karşısında durup ona meydan okuyabildim. Meğer ne çok şey biriktirmişim içimde ve ne kadar da hafiflemeye ihtiyacım varmış. Söylemek isteyip söylenmemiş haykırmak isteyip haykırılmamış her bir duygu yükmüş insana. Unutulmuyormuş, yok sayılmıyormuş üzerine sünger falan çekilmiyormuş. Kabından sızmak için fırsat kolluyormuş duygularım. İşte bu yüzden şimdi daha da çok korkuyorum! Emre'ye söylediklerimden değil. Onur'a söyleyemediklerimden korkuyorum. Bunca yıl sabredip içimde tuttuklarımı kontrolümü kaybedip etrafıma saçmaktan korkuyorum. Bir volkan misali lavlarını kusup kendimde dahil etrafımdakileri ve en çokta sevdiklerimi kavurmaktan korkuyorum. O gün gelmesin istiyorum olur da gelirse yanımda beni hayatta tutacak dayanma gücü verecek bir Ayşe Teyzem olmayacağını biliyorum. Çok yalnızım Ayşe Teyzem sende bırakıp gittin ben şimdi kimin kollarında teselli bulayım. Allah'ım çok günahkârım biliyorum, Ayşe Teyzemi çok mu sevdin de yanına aldın, beni neden kimsesiz, bıraktın dayanamıyorum. Ağır, bu duygular kalbime çok ağır, kurtulamıyorum. Yardım et! Ya içimden karşılığı olmayan bu aşkı sök ya da kalbimdekileri aşık olduğum adamın kalbine ulaştır. "... Sözcüklerim dilime dolanıyordu, gözyaşlarımla suluyordum Ayşe Teyzemin mezarlığını. Ne kadar da ağladığıma şahit olmuştu Ayşe Teyzem. Oysa tanıdığım insanların yanında göz yaşlarımı içime akıtıp sahte gülücükler dağıtırdım etrafıma. Çocukluğumda bile göz yaşlarımı saklamıştım, malikanenin kuytu bir odasında. Öğrencilik yıllarımda lavabolarda, yetişkinliğimde kulüplerden sarhoş çıktığımda bindiğim herhangi bir taksinin arka yolcu koltuğunda... .... Burnuma vuran naftalin kokusu genzimi yakmaya başlamıştı. Kulağıma çalan fısıltılı cümleler ve tıkırtılar eşliğinde gözlerimi güçlükle aralayabilmiştim. Bir çift zeytin göz yüzüme dikkat kesilmiş bakıyordu. "Anneanne Melek uyandı sonunda uyandı!",diye bağırdı aralanan gözlerimle buluşan zeytinlerin sahibi. "Sana ses yapma odada uyandıracaksın kızcağızı dememiş miydim İpek?" , cevap gelmişti bulunduğum odanın dışından. Bilmediğim bir evin oturma odasının koltuğunda yatıyor olduğumu gördüm. Üzerime naftalin kokusu sinmiş çiçek desenli pike örtülüydü. Başımda üç dört yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim kısa saçlı bir çocuk vardı. Hayretler içerisindeydim, hala uyuyor ve rüya görüyor olabilir miydim? Dilim lal olmuş tek kelime edemiyor sadece etrafıma bakınarak gördüklerimi anlamlandırmaya çalışıyordum. Başucumda dikili halde bana bakan çocuk hoplaya zıplaya "Melek uyandı" diye etrafına gülücükler saçarak nareler atıyordu. İçeriden çatırdayarak gelen yaşlı bir kadın sesi de "İpek diye" yanımdaki çocuğa sesleniyordu. İpek miydi bu kısa saçlı çocuğun adı? Saçları o kadar kısaydı ki İpek diye seslenilmese kendisini erkek zannederdim. Ağır adımlarla odaya girdi sesin sahibi ve çocuğu sakinleştirmeye çalıştı. Yaşlı, başı yarım bağlı, ayakta durmakta güçlük çeken bu elma yanaklı tonton kadın, halime bakıp mahcup bir şekilde başıyla beni selamlamıştı. Dilim çözülmemişti ki soru sorayım, bende teyzenin selamına sessizce başımı aşağı eğerek karşılık verdim. "Kusura bakma bizim torun misafirlere alışık değil, başından ayıramadık uyandırdı seni.". Ninesinin konuşmasını bölen İpek; "Neden ayrılacakmışım, misafir değil ki o Melek, annem gönderdi beni korusun diye. Dua etmiştik ya kandilde, kabul oldu işte Allah göklerden bana Melek gönderdi.", diye anlatırken İpek bende aklımda kalan görüntüleri birleştirmeye başlamıştım. Gece yine çok fazla içmiştim, tabi biriktirdiklerimi Ayşe Teyzeye anlatmak istemiş olacaktım ki anımsadığım son şey taksiciye mezarlığa gitmek için ısrar edişimdi, sonrasını hatırlayamıyordum. Utana sıkıla, "Ben buraya nasıl geldim.", diye sordum. "Kızımın mezarlığına sarılmış bir halde bulduk kızım seni. Uyuyordun uyandıramadık öylede bırakamadık. Asım Efendi ile buraya getirdik seni. Kendisi İpek'in dedesi olur. Pek bir bitkindin." Sarhoş halimle mezarlığa gitmek gibi bir saygısızlığın üstüne Ayşe Teyzem zannedip de hiç tanımadığım birinin mezarında kim bilir ne büyük densizlikler yapmıştım. Sarhoşluktan kızlarının mezarının başında sızmış bir kızı kovalamak yerine birde evlerine kadar taşımışlar mıydı? "Size zahmet verdim. Bben , ben çok mmahçubum." "Yok kızım ne demek, kızımı tanır mıydın?" Bu sorunun üstüne daha da mahcup olmuştum ne diyebilirdim ki? Çakır keyif mezarları mı karıştırdım diyecektim. "Çok kötü hissettiğim bir zamandı kıymet verdiğim birinin mezarına gitmek istemiştim meğer çok yanlış bir zamanda yanlış bir yere gitmişim." "Nasıl yani sen Melek değil misin şimdi? Anneanne Melek değil miymiş gökten gelmemiş mi?" "İpek ama Melekler öyle bizlerin görebileceği varlıklar değiller. Artık altı yaşındasın, bebek de değilsin ki." Anneannesi torununu yatışmaya çalışırken bir anda gözümün önüne çocukluğum gelmişti. Çocuk gözlerle bakmak varken hayata erkenden büyümek niyeydi ki. Büyüdükçe kirlenmiyor muydu dünya? "Meleğim ben" deyiverdim. "Kızım ne diyorsun." Diye gülüverdi yaşlı teyze torununa sarılıp şaşkın bir halde. Çocukla çocuk olan biri gibi görünmüştüm gözüne, belki de hala sarhoş olduğumu düşünüyordu. "Adım Melek, İpek yanılıyor sayılmaz." "Bak gördün mü anneanne dedim sana o Melek diye.", dedi İpek anneannesine ukala bir edayla ve cilveli cilveli ellerini sallayarak. Bu haliyle tam da bir kız çocuğu gibiydi gözümde kısa saçına rağmen: Gözlerini kırpışı, konuşurken dudaklarını büzüşü belini hafif kıra kıra konuşuşu.... "Kızım ciddi misin sen?" "Evet, benim adım Melek ama gökten gelmedim." dedim Teyzenin sorusan cevaben hepimiz gülüşüyorduk. Yattığım yerden ayaklandığımda "Kahvaltı hazır, Asım Efendi de eli kulağındadır gelir birazdan." "Dedem fırına gitti ekmek alacak ımmm bir deeee simit. Ben simidi çok severim." O kadar samimi ve içtendiler ki daha da mahcup hissetmiştim. "Ben daha fazla rahatsızlık vermeseydim sizlere." "Olur mu Melek Kızım ne demek. Benim adımda Emine." "Memnun oldum Emine Teyzem." Bulunduğum daire oldukça küçüktü. Misafir odaları olmadığından olsa gerek oturma odalarındaki koltuğu benim için yatağa çevirmişlerdi. Emine Teyze Kahvaltı öncesi kendimi düzeltmem için banyoyu göstermiş birde bedenime uygun çiçekli basma bir elbise vermişti. Rahmetli kızından yadigâr olan bu elbiseyi kızlarının hatırasına saygımdan giyinmemek için dirensem de ısrarlarına karşı koyamamıştım. Peşimden İpek hiç ayrılmıyor sanki bir mucizeymişim gibi gözlerini kırpıştıra kırpıştıra bana bakıyordu. Kendimi hiç bu kadar önemli biriymiş gibi hissetmemiştim. Banyoya girdiğimde hala peşimdeydi İpek. Bu halleri Emine Teyzeyi rahatsız etmişti ki torununu paylama ihtiyacı hissetmişti. "İpek rahat bırak Melek Teyzeni." "Tamam o zaman bahçeye çıkabilir miyim dedem gelene kadar anneanne lütfen!" "Tamam ama bahçe kapısından dışarı çıkmak yok camdan seni izliyorum haberin olsun." Camdan dışarı baktığımda tek katlı müstakil bir evde olduğumuzu görmüştüm. Dediğim gibi çok büyük bir ev değildi. Gecekondu diye nitelendirilen özensiz yapılmış bir yapıydı. Banyoya girdiğimde burnuma rutubet kokusu vurmuştu. Kimi kimseleri yok muydu? Bu kadar yaşlı bir kadın, küçük bir torun... İpeğin dedem dediği kişide teyzeden büyükçe ise epeyce bir yaşlı olmalıydı. Böyle bakımsız bir evde nasıl kalabiliyorlardı. Böylesi küçük evlerinde üstelik hiç tanımadıkları birini misafir edebilecek kadar da gönülleri büyüktü besbelli. Banyoda elimi yüzümü yıkayıp, dünden kalma makyaj kalıntılarından yüzümü temizlemiş verdikleri elbiseyi de giyip tazelenmiştim. Banyodan çıktığımda çekinerek Emine Teyzenin yanına mutfağa gittim ve kendisi ile sohbet etmeye başladık. Tahmin ettiğim gibi yetmişlerindeymiş Emine Teyze, Beyi de kendisinden beş yaş büyükmüş. Tek çocukları Asiye İpeğin annesiymiş. Çok geç anne oldum çok erken kaybettim evladımı dedi Emine Teyze gözleri dolarak. İpeğin anne babası tatile gittikleri yerden dönerken trafik kazası geçirmişler. Babası olay yerinde vefat etmiş. Varlarını yoklarını hastanedeki kızlarını hayatta tutmak için harcamışlar ama çabaları sonuç vermemiş kızlarını kaybetmişlerdi. Kazadan mucize bir şekilde İpek kurtulabilmişti. Kısacık zamanda tüm hikâyeyi bir solukta anlatmıştı Emine Teyze. "Ya böyle işte Melek kızım. Asiye'min yadigarı İpek. Ailesini kaybettiğinde üç yaşındaydı, yakında altı yaşında olacak ama sanki bir yerden anne babası çıkacakmış gibi bekler durur. Senide öyle mezarlıkta görüverince anne diye bağırdı bir an tutamadık. Sonra da gökten düşen Melek oldun! " dedi bir güler bir ağlar halde. Çok geçmeden kapı çaldı çekinerek Asım Amcayı selamladım, yanında da İpek vardı dedesinin aldığı simide dayanamayıp dişlerini geçirmişti bile. "Demek Melek'imiz sensin ha!" dedi en az Emine Teyze kadar tontondu Asım Amca da. Birlikte hoş sohbet kahvaltı yapmıştık Hayatımda gördüğüm en mütevazı sofraydı belki de ilk kez bir sofradan doyarak kalkıyordum. Bir şeylerin ucundan tutmak için hareketlenmiştim müsaade etmemişti Emine Teyze, ısrar edip çabaladığımda da elime yüzüme bulaştırmıştım. Ev işlerinde becerikli biri olduğum söylenemezdi, malikanede ya da otellerde hep yanımızda hizmetlerimizi gören görevliler olurdu, üniversiteyi de şehir dışında okumamıştım yalnız yaşama deneyimim olmamıştı. Kahvaltı faslından sonra mutfak derlemesi de bitince müsaade istemiştim. İpek ayrılacağıma çok üzüldü. Kendisini ziyaret edeceğimi söylesem de ikna edemedim. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. "İpek kızım yapma bak Melek Teyzeni de üzüyorsun." dedesi de susturamamıştı ne yapacağımı şaşırmıştım içli içli ağlıyordu İpek. Bir anda ağlaması kesilmek bilmez öksürüğe dönüştü. Emine Teyze, "Efendi hastaneye gitsek", dedi telaşla. Hep birlikte panik olduk derken nefesi kesilir gibi oldu İpek düzeleceğine morarıyor daha da kötüye gidiyordu. Kucakladım ve acile gidelim diye haykırdım. Apar topar Eyüpsultan Devlet Hastanesinin aciline gittik. İpek'i hızla sedyeye yatırıp muayeneye aldılar. Bir saniye torunlarının yanından ayrılmıyorlardı Emine Teyze ile Asım Amca. "Melek kızım senide yorduk.", dedi Asım Amca. "O ne demek öyle İpek iyi olsun da!" diyebildim. Hayatımda yaşadığım en tuhaf gündü. Hiç tanımadığım bilmediğim insanların sofrasına konuk olup onlarla birlikte gülüp üzülüyordum. Acildeki doktor yanımıza geldi. "İpek şimdi gayet iyi gidebilirsiniz ama ameliyata kadar kalbi yoracak aktivelerden aşırı heyecan ve üzüntüden uzak tutmaya çalışın." "Dediğiniz gibi yapmaya gayret ediyoruz da çocuk bu, kestiremiyoruz neye nasıl tepki vereceğini.", dedi Emine Teyze içerleyerek. Konuşulanlara yabancıydım, İpek'in bir rahatsızlığı vardı ve ninesiyle dedesi de durumu biliyorlardı. Dayanamayıp konuşmaya dahil oluvermiştim. "Ne ameliyatı, İpek'in nesi var." Asım Amca yorgun bir sesle soruma cevap verirken Emine Teyze'nin gözlerinden yaşlar dökülüyordu. "İpek'imizin kalbinde meğer delik varmış. İki ay sonra ameliyat olacak. O zaman kadar doktorların dediği gibi dikkatli olmamız gerekiyor, seni de telaşlandırdık kusurumuza bakma." "Yok Asım Amca ne demek, kusur olur mu hiç." Bu yaşlı halleriyle bu kadar hassas bir çocuğa nasıl bakacaklardı, üstelik hastane anlık müdahale edip telkinden başka bir şey yapmıyordu. "Neden iki ay bekliyoruz," dediğimde Asım Amca soruma cevap verdi: "Hastane en erken iki ay sonrasına gün verdi kızım bekliyoruz mecburen.". "Bu hayati bir durum ne demek iki ay sonrasına gün vermek!" duyduğum cevap karşısında serzenişte bulunmuştum. Bu yüksek sesle dillendirdiğim cümlem üzerine acildeki doktor; "Hastanın hassasiyetini bilmiyor değiliz ama ameliyat olmak için bekleyen kaç tane hastamız var, prosedürlerimiz böyle öncelik sırasına göre hastalarımızın ihtiyaçlarını belirleyip olabildiğince erkene tarih veriyoruz. Mümkün olsaydı inanın daha da erken tarihe yatış verilirdi. " ,dedi. Doktora söyleyecek sözüm kalmamıştı. Doktor çıkış belgelerini verip yanımızdan ayrılmıştı. İpek'i çıkarıp Asım Amcanın kırmızı eski model Opel aracına binmiştik. İpek güçsüz ve sessizdi. Asım Amca kızım seni de yorduk istersen eve bırakalım dediğinde, "Asım Amca eğer müsaade edersen Maslak Hastanesine götürelim İpek'i. Orada yeteneğine güvendiğim doktorlar var, bir an önce ameliyatının olması için elinden geleni yaparlar.", dedim. Asım Amcanın yüzüne mahcup bir tebessüm oturmuştu. Emine Teyze, "Efendi neyi bekliyoruz! İpek için iyi olacaksa Melek kızımı dinleyelim", dedi. Asım Amca arabasını çalıştırıp sürmeye başladığında tarif ettiğim güzergahtan Darrüşşafaka'ya doğru yola koyulduk. Hastanenin park alanına aracı park etmiştik. Ben arabadan indiğimde Asım Amca ve Emine Teyze daha arabadan inememişlerdi. Arka yolcu koltuğunun kapısını açıp Bitkin halde duran İpeği kucakladım. Altı yaşındaki bir çocuğa göre oldukça minyon, çelimsizdi. Belli ki rahatsızlığı fiziksel gelişimini de etkiliyordu. Asım Amca yorulmamam için İpeği kucağımdan almak istediğinde ona müsaade etmedim. Emine Teyze yaşlılığı sebebiyle oldukça ağır hareket ettiğinden park halindeki arabadan henüz iniyordu. Asım Amca ile Emine Teyzeyi beklerken üzerinde güvenlik üniforması olan birinin yanımıza yaklaştığını görmüştük. "Geçmiş olsun, aracınızı buradan almanızı isteyeceğim, buraya park etmek yasak." Şaşkındım. "Nasıl olur burası park alanı değil mi?" "Evet ama burası hastane Personellerinin park alanı, maalesef buraya araç park ettiremiyoruz." "Ön tarafta park alanı doluydu, daha önce buraya aracımı park ettiğimde sorun olmamıştı." "Gözden kaçmıştır buraya park ettirmiyoruz." Her geldiğimde aracımı buraya park etmiştim ve fark edilmeme gibi bir durum olabileceğine ihtimal vermiyordum, tam yükselmek üzereyken Asım Amcanın sözüyle durulmuştum. "Melek Kızım, evladımız da emir kulu, ben arabayı çekeyim Siz Emine Teyzen ile devam edin size yetişirim.", dedi. İpek'in elimde daha fazla hırpalanmasını istemiyor, bir an önce sağlığına kavuşmasını arzu ediyordum. Bu yüzden içime sinmese de durumu üstelemedim. Emine Teyze ile hastanenin giriş kapısından içeri girdiğimizde İpek kollarımdan ayrılmak istemiyordu. İpek'i kucağımda taşıyarak lobideki danışmaya yardımcı olmaları için gittim. "Merhabalar" diye danışmadakileri selamladığımda danışmadaki bayan gayri ihtiyari tepeden tırnağa bizi süzmüştü. O sırada aceleyle evden çıktığımız için üzerime basma çiçekli elbise ve elbiseme absürt kaçacak gösterişte ayakkabı ve çanta tuhaf bir görüntü çizdiğimi fark edebilmiştim. Umurumda da değildi. "Merhabalar, nasıl yardımcı olabiliriz." "Hasta altı yaşlarında kalbi delik bir çocuk Eyüpsultan Devlet Hastanesinde tetkikler yapılmış ameliyata karar kılınmış. İki ay sonra ameliyat olması istenmiş biz buraya ameliyat olması için geldik çocuk kardiyoloji uzmanı doktorunuzla görüşebilir miyiz?" "Doktorlarımızla randevusuz hasta kabul etmiyorlar, gün içerisinde de boş bir randevu saatimiz yok... "Danışmadaki bayanın hali hoşuma gitmemişti, daha birkaç gün evveli buraya geldiğimde farklı bir üslup ve muameleyle karşılaşıyorken bu kez ki tepeden bakma halleri canımı sıkmıştı. Evet çok duygusaldım ama şu anda hissettiğim hassasiyetim yüksek oluşundan kaynaklanmıyordu. Karşımdakilerin tavırlarını açıkça görebiliyordum ama Ayşe Teyzem rahatsız olmasın diye sabır gösteriyordum çünkü onları buraya sürükleyen de bendim. "Bir baksanız belki muayeneye gelmeyen bir hastanız vardır, daha önce kabul etmiştiniz. Durum acil..." "Hangi doktora gelmiştiniz." "Ben ... Kendim için gelmiştim... Onur Akın..." "Doktor Onur'un bugün hastane günü değil, kendisi izinli ,hasta kaydı oluşturalım önce sonrada randevu ayarlayalım." "Bakın durum acil tetkikler yapılmış, ameliyat gününü erkene alamadığımız için buraya geldik." "Ben size yardımcı olmaya çalışıyorum." Dediğinde sesimin çoktan yükseldiğini danışmadaki bayanın beni ikaz edişinden anlamıştım. Çok geçmeden güvenlik yanımıza gelmişti ki bu durumda hoşuma gitmemişti. Kısa bir anlık yükselen tansiyonumuz çevremizdekilerinde dikkatini çekmişti. "Ne oluyor burada Özge." "Doktor Kerim Bey hastanın randevusu bulunmuyor..." danışmadaki bayan açıklama yaparken doktora döndüğümde karşılaştığım manzara karşısında bir kez daha anlamıştım ki hayatta tesadüf diye bahsedilen ama kader diye adlandırdığımız İlahi yaratıcı tarafından kurulmuş mükemmel bir denge vardı. Dün gece kulüpten çıkarken karşılaştığım adam şu anda tam karşımda doktor önlüğüyle duruyordu. O da şaşkın bir ifadeyle bana bakakalmıştı. Bu halinden onunda beni tanıdığını anlamıştım. Onur hastanede yoktu ve benim İpek için kaybedecek zamanım yoktu. "Lütfen Kerim, bir kez daha bana yardımcı ol. " kelimeleri döküldü dudaklarımdan tükenmiş bir halde. "Özge, hastanın kayıt işlemlerini hallet biz odama geçiyoruz." "Ppeki Kerim Hocam." Dediği gibi Asım Amca da bize yetişmişti hep birlikte Hastanenin ikinci katındaki odaya gittiğimizde Kerim bize odasında yer vermişti. Odasındaki sedyeye İpek'i yatırmam için bana yardımcı olduktan sonra, "Ben Kerim Avaz ,çocuk hastalıkları uzmanıyım, küçük hanımı tanıyabilir miyiz?" İpek sessiz sessiz bakıyordu, yeterince hırpalanmıştı çocuk. Emine Teyze, "Yabancılarla konuşmaz pek." deyince şaşırmıştım benimle konuşmuştu. "Siz hastanın neyi oluyorsunuz?" "Ben anneannesiyim bu efendide dedesi olur." "Siz de annesisiniz sanırım?" diye sormuştu Kerim bana dönüp, cevap veremedim. Gözüm hemen İpek'e kaymıştı. Kimdim ki ben hiçbir şeyleri değildim. "Aile dostlarıyım.", diyebildim. Asım Amca da beni destekledi. "Anne babasını kaybettik." İpek dedesinin sözleri üzerine atıldı elimi kavrayıp. "Hayır benim koruyucu Melek'im o. Annem gönderdi..." Kerimle göz göze gelmiştik. "Çok şanslıyız, daha önce hiç melek görmemiştim. Bu meleğin koruduğu şanslı kişinin adını öğrenebilir miyim?" "İpek, benim adım İpek." "Memnun oldum." Kerim'e İpek'in rahatsızlığını anlattığımızda, süreçle alakalı bildiklerini anlattı. Hastanede tetkiklerin yinelenmesi gerektiğini söylemişti. "Uzak yerden geliyoruz tetkikleri için hastanenizde yatış yapılabilir mi?" "Tabi. Hasta kabul için kayıt işlemlerini halletmemiz lazım. " "Ben gideyim halledeyim o işleri siz tetkiklere başlayın.", dedi Asım Amca bizde çocuk hastalar için tahsis edilen kattaki odalardan birine götürüldük. İpek'le ninesini tekrar yanlarına dönmek üzere baş başa odada bırakmıştım. Asım Amcayı hasta kabul kısmında gördüğümde bitkin gözüküyordu. Yanlarına vardığımda konuşmalarına şahit oldum. "Ödemeleri işlem sonrası nakit ya da karta tek çekim alıyoruz. Taksit yapamıyoruz maalesef." Asım Amca duyduklarımdan ötürü rahatsız hissetmişti. "Asım Amca İpek seni görmek için tutturdu, sen bir yanlarına gitsen. Benim soracaklarımda var burayı bana bırak." "Ama Melek kızım daha ..." "Ben prosedürleri öğrenip geleceğim, İpek huzursuzlanmasın şimdi.", dediğimde aslında ikimizde birbirimizi anlamıştık, ikimizde birbirimize karşı mahcup hissetmiştik. Asım Amcayı zar zor İpek'in yanına gitmeye ikna ettiğimde kayıt işlemleri için artık ben vardım. Kayıt işlemlerindeki görevli kadın önce beni göz ucuyla süzdü sonra yapılacak tetkiklerin olduğu listeyi ve işlem ücretlerinin belirtildiği dosyayı bana uzattı. Asım Amcaya söylediklerini bana da deklare etti. Ödeme yapmadan dosya kayıt işlemlerine geçmemişti. Elimi ödeme yapmak için çantama attığımda konuşmasına devam ediyordu. "Bu ücret sadece tetkiklere ait, ne kadar süre yatış olacağını bilmediğimiz için oda masraflarını sonrasında faturalandıracağız ve gerekli görülen tüm tetkik ve müdahalelere ait ücretlendirmeyi de." Cüzdanımın kartlığından kredi kartlarımın arasındaki in black kartı seçip uzatmak gibi bir görgüsüzlük yaptım. Kadının sürekli imalı bakışları beni bu duruma itmişti ki kartı gördükten sonra tek kelime edemedi. Daha önce karşılaşmadığım bir yüzünü görüyordum insanların. Kendimi sorgulamaya başlamıştım, ben miydim gerçekten hassas olan. Ödemeyi yaptıktan, sonra sen diye hitap eden kadın sizli hitabına en kibar ses tonuyla geçiş yapmak zorunda kaldı. İpek'in yanına doğru ilerlerken lüks giyinimli iki kadının bana bakarak gülüştüklerini gördüğümde hallerine anlam veremedim, biri diğerine fısıldar ama duyabileceğim tonda. "Baksana senin o kadar para verdiğin çantanın modeli de kapalı çarşının merdiven altına düşmüş." Diye beni ima ederek alt tondan konuşup gülüştüler. İnsanlar, bedenlerinin içinde taşıdıklarının kalitesi yerine bedenlerinin üzerinde taşıdıklarının kalitesiyle ne zaman övünür olmuşlardı. Tetkikleri tamamlanması bir saatimizi almıştı. Kerim bir çoğun da yanımızdaydı bize yardımcı oluyordu. İşlemler sırasında baş başa kaldığımız bir anda. "Demek adın Melek." Dedi. "Melek Korhanlı". Elimi uzatıp geçte olsa resmi olarak kendimi tanıtmıştım. "Şaşırtıcı bir tesadüf oldu." "Ah , dün gece olanlar için mahcup ve üzgün hissediyorum." "Öyle hissetmeniz için dememiştim. Sizi tanıdığıma memnun oldum İpek'in koruyucu Melek'i. Sizi çok seviyor olmalı." "Teşekkür ederim. Çocuk işte. Bir anda birilerine körü körüne bağlanabiliyorlar." "Çocuklar dünyayı en saf halleriyle gören gözlere sahiptirler Melek. Bir çocuğa sevdiği birini asla kötü, sevmediği birini de asla iyi biri gibi gösteremezsin." "Anlamadım." "Sevilmeyi hak ettiğin için seni seviyor." Kerim'in söyledikleri birkaç saattir tanıdığım bu insanlarla, İpek'le tuhaf bir bağ kurmuş olduğumun kanıtı gibiydi. "İşlemler tamamlanmak üzere odaya geçip dinlenebilirsiniz." "Peki, her şey için teşekkürler Kerim." Emine Teyze ve Asım amca İpek için kıyafetler almaya eve gittiklerinde biz İpek'le birlikte hastane odasında bize ait olan odada kalıyorduk. İpek uyuyakalmıştı. Uykusuzluktan ölüyordum, iki saatlik uyku sonrası tüm yaşananlar epeyce ağır gelmişti. Havanın sıcaklığının da etkisiyle mayışmıştım. Oturduğum yerde gözlerim kapanmak üzereyken oda kapısının tıkırtısıyla dikkat kesilmiştim. Odaya Kerim , yanında iki kişiyle birlikte girmişti. "Melek selam, kalp hastalıkları uzmanımız Aslı ve kalp ve damar cerrahımız Onur, İpek'i görmek için buradalar. " dedi eliyle yanındakileri işaret ederek. Kerim, Onur'la tanışıklığımızdan habersizdi. Onur beni karşısında gördüğünde çok kısa bir an duraksadı, beni baştan ayağı göz ucuyla inceledi ve o her zaman ki duygusuz ifadesiyle profesyonelce mesleğinin gereğini yapmaya başladı. Dosyasını son kez kontrol edip aralarında konuştuktan sonra, kalp hastalıkları uzmanı Doktor Aslı odadan ayrıldı. "Hastanın yakını mısınız?" , dedi Onur resmi bir dille. "Aile dostuyum, İpek'in ailesi eve kadar gittiler birazdan gelirler, söyleyeceklerinizi ben kendilerine iletebilirim." "Kerim genel muayenesini yapmış herhangi bir enfeksiyon hastalık durumu bulunmuyor İpek'e yapılan tetkiklerden elde ettiğimiz sonuçlarla tanıyı doğrulayabildik. Bir iki saat içinde ameliyathane hazır olur, operasyonu gerçekleştirebiliriz." Onur'un söylediklerini algılamakta zorlanmıştım, bir iki saate İpek ameliyat olabilecek miydi? Bu kadar çabuk olabiliyor muydu? Donakalmıştım, kerim yüzümdeki soğukluğu, tedirginliği hissetmişti. "Melek endişe etme Onur Hocam işinde uzmandır, İpek emin ellerde." "Melek Hanım hastamız için iki ile dört ünite kana ihtiyacımız var, hastanemizde mevcut ama her ihtimale karşı kana bağışı lazım ek kana ihtiyacımız olabilir, hastanın kan grubu sıfır pozitif yakınlarınızdan bağış için talep yapabilir misiniz?" dedi Onur, Kerim'in beni telkin etme çabasını değersiz görüp kesmek istercesine. "Benim kan gurubum uyuyor ben verebilirim." Dedim düşünmeden, Kerim yanıma sokulup yarım ağız ve çekingen bir tavırla beni düzeltti. "Melek kan bağışı için uygun koşulları sağlamıyor olabilirsin, her ihtimale karşı uygun kan gurubu olan birine haber vermende fayda var." "Ah dün gece!.. Haklısın" diye söylendim seslice boş bulunduğumda. Onur'un Kerem'le benim aramda gidip gelen bakışları aradığı hedefi sonunda bulmuş kurşun gibi üzerime kilitlenmişti. Onur'un ateş eden bakışı karsında çenemi kapatma vaktimin geldiğini anlayınca dudaklarımı birbirine bastırdım. "Bir saat içinde bu evrakların doldurulup imzalanması gerek, sonrasında odama getirir misiniz? Melek Hanımmm. Ameliyathane hazırlanır hazırlanmaz İpek'i ameliyata alacağız daha fazla vakit kaybetmemeliyiz." , Onur'un "Hanım" hitabının son harfine bastıra bastıra söylediği cümlesinden sonra bende başımı aşağı yukarı sallayarak çekingen bir halde kendisine karşılık vermekle yetinmiştim. Kendisini onaylamamla birlikte vakit kaybetmeden odadan dışarı çıkmıştı Onur. Kerim: "Sen Onur Hocamın sertliğine aldırma, işinde çok profesyoneldir. Ağabey kardeş ilişkimiz var kendisini iyi tanırım, normalde bu kadar sert değildir." "Bugün izinli olduğunu söylemişlerdi." "Evet izin günü İpek'ten bahsettiğimde tereddüt etmeden geldi, bir dakika sen Onur Hocam dan mı randevu almaya çalışıyordun." "Evet, methini duyduğum için gelmiştik." Diyebildim, Onur'la olan tanışıklığımızı söylemedim keza Onur'da beni tanıdığına dair bir ima da bulunmadığından geçmişte kalan samimiyetimizin bugün için bir önemi yok görünüyordu. Ne kadar iç acıtıcı olsa da! "O zaman Onur Hocamı methederek seni sakinleştirmeme gerek kalmadı." Gülümseşmiştik. "Dün gece alkol almasaydım kan bağışına engel bir durum olmayacaktı. Bir an önce arkadaşlarımı arayayım. Ameliyatın bu kadar çabuk gerçekleşebileceğini tahmin etmiyordum, İpek'in ninesi ile dedesi epeyce bir yorgunlardı." "Kendilerine bir an önce haber versen iyi olur. İmzalanacak evraklar var, müsaadenle sonra görüşürüz." "Teşekkürler." Zaman akmasını istediğim zamanlarda yavaş, durmasını istediğim zamanlarda hızlı ilerliyordu. Emine Teyze ile Asım Amca henüz gelememişlerdi ve ameliyathanenin hazırlanması için imzalanmayı bekleyen evraklar vardı. Çare yoktu zaman kaybedemezdik evrakları imzalayıp teslim etmek için Onur'un odasına doğru ilerledim. Derin bir nefes alıp kapıyı tıkladım, içeriden gelen onay sesini duyduğumda çekinerek de olsa odaya girebilmiştim. "İstediğin ameliyat evraklarını getirdim. İlgilendiğin için teşekkürler.", deyip elimdeki dosyayı Onur'un oturduğu masaya bıraktım. Onur masasındaki kağıtlardan gözünü kaldırıp bu kez de getirdiğim evraklara dikkat kesilmişti, bir masası üzerinde daha önceden bulunan kağıtlara bir verdiğim evraklara bakıyordu. Evrakları masaya bırakıp sırtını oturduğu koltuğa dayayıp bakışlarını üzerimde dolaştırdı, göğüslerini havaya kaldıracak kadar derinlikte soluklanıp nefesini verirken alt dudağını ısırdı, nihayetinde gözlerime bakışlarını kilitleyip konuşmaya başladı. İçimden imzalayanın ben olduğumu anlamamış olsun diye dualar sıralıyordum. "Hasta senin neyin oluyor Melek?" diye sordu Onur düz bir tonda tane tane söylediği kelimeleriyle. "Aile dostlarıyım.", diyebildim içime kaçmaktan son anda kurtardığım sesimle. "Ameliyat olacak hasta senin neyin oluyor İpek?" diye daha keskin bir şekilde sorusunu yinelerken iyice gerildiğimden oturduğum yerden ayağa kalktım. Verecek cevabım yoktu bu yüzden gözlerimi de kendisinden kaçırdım. "İpek senin kızın mı?", diye sorduğunda afallayıp, kaçırdığım gözlerimi Onur'un gözlerine kilitleyerek alay eder gibi kurduğu cümlesiyle ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalıştım. "Yatış işlemlerindeki evraklarla, faturalardaki ve son olarak getirdiğin evraklardaki imzalar aynı. Melek sen İpek'in nesi oluyorsun da böyle bir inisiyatif alıyorsun." diye devam etti Onur cümlelerine tek bir es vermeden. "Çok yorgunlardı henüz dönemediler, evrakları ben imzaladım evet ama vakit kaybetmemek içindi. Bilseydim ya da tahmin edebilseydim gitmelerine engel olurdum, numaralarını kaydetmeyi unutmuşum, kendilerine ulaşamıyorum." deyiverdim. "Aile dostu olduğun ailenin numarası sende yok öyle mi Melek. Aile dostum dediğin kişilere sen ulaşamazken Hastane nasıl ulaşacak Melek! Sen kim oluyorsun da bir kızın hayati bir operasyonuna inisiyatif alıp imza atıyorsun. Düpedüz evrakta sahtecilik bu yaptığın, ya ameliyatta bir komplikasyon gelişirse ya hayati bir karar alınması gerekirse, kimin onayını almamız gerekecek senin aklın başında mı!" diye her bir cümlesini bir öncekinden daha yüksek tonda vurgulayarak sıraladı. "İpek'in yardıma ihtiyacı var! Ona yardımcı olmaya çalışıyordum. Anne babası hayatta olmayan küçük savunmasız bir kız çocuğu o. Dedesi ve anneannesi çok yaşlılar, kendileri bakıma muhtaçken birde bu küçük kız için çırpınıyorlar, her insanın yapacağı şeyleri yapıyorum birinin can sağlığını düşünmem için kızım mı olması lazım? kan bağım mı olması lazım?" Onur söylediklerime karşılık kaşlarını kaldırarak bir öncekinden daha soğuk bir ifadeyle bana bakıyordu. "Anlamak mı istemiyorsun olayın ciddiyetinin farkında mı değilsin? " deyip önce boş verecekmiş gibi nefes verdi sonra devam etti yıkıcı cümlelerine. "Seni tanımasam OHAL ilan edişine tav olurdum ama karşımdaki sen olunca yaptıklarını ciddiye alamıyorum Melek. Kendi evladından vazgeçmiş bir kadın bir başkasının evladın için evrakta sahtecilik yapıyor öyle mi!" İşittiklerimle alaşağı olmuştum, tüm bedenim buz kesmişti. Emre'nin bile varlığını hiçbir zaman bilmediği bebeği, nasıl öğrendiğini bilemesem de Onur biliyordu? Üstelik böylesi hassas bir konuda alay eder gibi kurduğu cümlesiyle sırrıma vakıf olduğunu öğrenmiştim. Cümleyi tamamladığında yüzünü kaplayan pişmanlığını görmezden geldim. Böyle bir cümleyi kurmuş olmasını sindiremezdim, artık bu kadarını sindiremezdim! Bu haddi ona veren bendim belli ki. Neden her seferinde ben, ne söylerse söylesin Onur'a karşı sessiz kalabiliyordum. Ona karşı hatalı olduğum için boynum hep eğikti, Onur'a karşı Melek hep yenik olacaktı ama hangi kadın anneliğine edilen lafı yutabilirdi: Anne olamamış bir kadın bile olsa!
Burnumun direği sızlıyordu, gözlerime dolan yaşı akmaması için zar zor tutuyordum. Ben hiçbir zaman beni tanıyan insanların yanında göz yaşlarımı dökmemiştim, bu kez de dökülmemeli yerinde durmalıydı o yaşlar. Onur'un kurduğu cümle ile yedi yıl öncesine gitmiştim adeta o günü tekrar yaşıyordum. Göz yaşlarımı tutmak için kendimi zorlarken kalbimden gelip dilimden dökülmek üzere olanlara karşı hazırlıksız yakalanmıştım.
"Bben vazgeçmedim, ben ona tutunmak istedim ama o tutunamadı! O beni annesi olarak istemedi." Dudağımdan güçsüz sesimle kontrolsüzce dökülen kelimelere engel olamamıştım, Onur'un karşısında olduğumu hatırladığımda ellerimle dudaklarımı örtmüştüm. Gözlerimden dudaklarımı örten ellerime süzüldü: Bu kez de kontrolünü yitirdiğim gözyaşlarımdı. Bu halimi görmemeliydi Onur en azından daha fazlasına şahit olmamalıydı, yüzüne göz ucuyla dahi bakmadan hızla odadan dışarı attım kendimi ve arkama bakmadan oradan uzaklaştım.
İpek'in yanına gidip uyuyuşunu izledim hıçkırıklarımla. Sakinlemeye başladığım anlarda Emine Teyze ve Asım Amca da geldiler. Bitkinliğimi gördüklerinde İpek için çabalarımın buna sebep olduğunu düşünüp mahcup hissetmeleri yaramı dağlamıştı. Kaybedecek vaktimiz yoktu, basit cümlelerle üzüntümü geçiştirdim. Prosedürleri halledip ameliyatın sona ermesini dualarla bekledik. Planlanan başlangıç saatini geciktirmiş olsak da herhangi bir aksilik yaşamadan ameliyatın başarılı bir şekilde tamamlandığını öğrendik. Tüm bu süreç boyunca ben mümkün olduğunca Onur'la yalnız kalmamaya gayret ediyordum. Ameliyat sonrası İpek'in durumu hakkında Onur'dan bilgi alırken kendisinden uzakta durmaya özen gösteriyordum. Operasyon başarılı geçse de İpek uyanmadan her şey yolunda diyemiyorlardı. Gece Olmuştu ve İpek hala uyanmamıştı, dualarımız İpek'in uyanması içindi. "Bana kanat veren sensin İpek, sakın bizi bırakma, sen de gidersen kanatsız kalır meleğin."
Feraye Yalçınkaya
Çınar arabayı sürerken gayet sakin görünüyordu, bende ön yolcu koltuğunda otuyor bazı bazı bakışlarımı kendisine çeviriyordum. Yolculuğumuz sona erdiğinde neredeyse gün doğmak üzereydi. Hava buz kesmişti üzerimdeki giysiler kurumuş olsa da saçlarım hala nemliydi. Çınar villanın kapısını anahtarla açıp içeri girmem için bekledi ve sonra kendi de ardımdan içeri girip kapıyı örttü. Sessizce merdivenlerden çıkıp odalarımızın olduğu kata geldik. Merdivenler son bulduğunda karşımıza çıkan koridorun solundaki ilk oda Çınar'ın odasıydı hemen yanındaki oda da benim için hazırlanandı. Odamın kapısına geldiğimde duraksadım, odaya girmeden önce son kez Çınar'ın olduğu yere doğru başımı ürkerek çevirdiğimde onun da kapısının önünde bekliyor olduğunu gördüm. Göz göze gelmiştik iyi geceler der gibi konuşmadan başını aşağı yukarı hareket ettirdi ve ardından odalarımıza girdik. Kendimi yatağa attığımda göz kapaklarımda bir gram uyku ağırlığı yoktu. Bir tarafım hala deli gibi Çınar'ı arzuluyor bir tarafım da bu arzunun sadece kaybedeni sen olursun diyordu. Aklımdan çıkaramıyordum, bunun adına kıskançlık, çocukluk ne denebilir bilmiyordum ama aklımdan çıkartamıyordum. O yatakta kim bilir kimler uyumuştu: İlk kalp çarpıntım, ilk öpücüğüm ilk heyecanım ucuz değildi... Dakikalarca yatakta dönüp durmuş saatin kaç olduğuna bakmaksızın dertleşmek için Fidelio'ya mesaj atmış ama kendisinden ne dönüş alabilmiş ne de uyuyabilmiştim. İçimde sanki bir ateş vardı da kavruluyordum, doğrulup komodinin üzerindeki sürahiye uzandım, içerisinde su kalmamıştı. Susuzluğumu gidermek için üşenerek de olsa ayaklandım. Elime cam sürahiyi alıp mutfağın yolunu tuttum. Hava tam olarak aydınlanmamıştı. Odamdan çıkıp Merdiven korkuluklarına doğru yanaştığımda korkuluğun yan tarafında kapısı aralık odadan sızan ışığı görmüştüm. Hamiyet Hanım'dan yalıyı gezerken, Çınar'ın boş vakitlerinde o odada parfüm hazırladığını öğrenmiştim. Parmak uçlarımla adımlayarak sızan ışığa doğru ilerledim kapının aralığından odayı seyre koyuldum. Birini gizlice izlemenin yanlış olduğunu bilsem de merak duyguma karşı koyamıyordum. Bir şeyin yanlış olduğunu bilmeniz o yanlışa düşmemenize güç yetirebileceğiniz anlamına gelmiyordu. Bende merakıma yenilmiştim. Odada kim olduğunu görmem çok vaktimi almamıştı. Altına giydiği lacivert düşük bel şort, üzerine giymeyi unutup sol omzuna attığı tişörtü ile yarı çıplak arkası dönük halde odanın ortasında bulunan üzeri şişelerle dolu tezgâha doğru yürüyordu Çınar. Saçlarından kaslı bedenine doğru yolunu kaybetmiş şekilde akan su damlaları sanki dile gelmişler de Çınar'ın duştan yeni çıktığına şahitlik ediyordular. Omuzundaki tişörtü üzerine ne zaman giymeyi planlıyordu! Yetmişlerin anahtar deliğinden bakarak karı kız kestiği, döneminde nasıl gişe yapabildiğini anlamlandıramadığım şimdilerin talkshow programlarında konu edilip tiye alınırken dahi ucuz komedi olarak gördüğüm filmlerin başrollerinden farksız mıydım şimdi ben? Çınar yürek yakan görüntüsüyle tezgâhın yanında dururken kendimi onu izlemekten alıkoyamıyordum. Tezgâhın üzerinden alıp kapağını açtığı şişeyi dairesel hareketlerle sallayarak burnuna doğru yaklaştırıyordu. Diğer şişelerdeki aromaları da benzer şekilde itinayla kontrol ettikten sonra şişelerden birkaçında karar kılmış olacaktı ki onları ayrı bir tarafa koyuyordu. Eline aldığı boş olduğunu buradan dahi fark ettiğim şişeye ayırdığı şişelerden kontrollü şekilde ekleyerek karışım hazırlamaya başladı. Bir süre sonra şişeye artık bir şey eklememesi gerektiğine karar vermiş gibiydi. Son halini kontrol edip kapağını kapattığı şişeyi tezgahtaki şişelerden uzak en ücra olan yere koydu. Bu kez içerisi yarısına kadar dolu bir şişe alıp yine ayırdığı şişelerden bu şişe içerisine aromalar karıştırdı. Yüzünde memnuniyetsiz bir ifade vardı, yaptığı karışımları beğenmiyor kapağını kapattığı şişeleri âtıl olarak kenara ayırıyordu sanki. Bir kez daha aynı işlemi tekrarladı bu kez de elindeki şişeyi tezgahtaki lavaboya sinirli bir yüz ifadesiyle döktü. Boştaki eliyle saçını geriye atarken elindeki şişeyi öfkeyle lavaboya attı. Cam şişenin lavaboya atıldığında çıkardığı sesle irkilerek kendime geldiğimde Çınar'ı izlerken zamanın nasıl geçtiğini fark edemediğime dertlendim. Oysa yatakta debelenirken zaman geçmek nedir bilmiyor da sanki saniyeler kendini dakika, dakikalarda saat zannediyordu. Burada daha fazla oyalanamazdım. Kendisini gizlice izlerken Çınar'a yakalanma ihtimalimi düşünmek dahi istemiyordum. Sessizce bulunduğum yerden hareketlendim. Susuzluğumu unuttururken aynı anda arttırmayı da başaran bu görsel şovun üzerine, bu kez kesin kez içimdeki kuraklığı gidermek niyetiyle parmak uçlarımla adımlayarak mutfağa doğru yola koyuldum. Bir elimde cam sürahiyi taşıyor, merdiven trabzanına da boştaki elimi süre süre, camdan vuran kızıl mavi ışığın aydınlattığı basamaklardan aşağıya doğru aheste aheste adımlıyordum. Basamakları tek tek adımlarken aklıma hayatımda birkaç basamağı tek seferde adımlayışım gelmişti. Hayatımda lafla flört etmede bile deneyimi olmayan ben dakikalar önce neredeyse Çınar'ın kollarında alevden korluğa terfiimi alacaktım. Üstelikte korluk mertebesine pek de bir gönüllüydüm. Hormonlarımda bir sorun olabilir miydi? Ben ne zaman böyle biri olmuştum? Melek Ablamın bana olan takılmaları lehime sonuçlanmış çocuk görüntümden sıyrılmayı başarabilmiştim. İlk seneme oranla değişen görüntümün de büyük katkılarıyla Milano'daki ikinci yılımda istemesem de erkeklerin ilgisini çeker olmuştum. Beğenilme duygusu hoşuma gitmiyor değildi ama utanma duygumda beraberinde bana işkence çektiriyordu. Son bir yılda sayamayacağım kadar erkeğin ilgisine, kuruna maruz kalmıştım. Derslerin yoğunluğundan fırsat bulduğum zamanlarımı Alegra ve Fidelio ile birlikte geçirmesem muhakkak içlerinden birine aldanabilirdim. Alegra ve Fidelio her fırsatta erkekler konusunda beni uyarıyordular. Çünkü tecrübesizliğimi, kırılganlığımı, duygusallığımı ve aşkı arayışımı çok iyi biliyorlardı. Ben erkeklerin dikkatini fiziksel değişimimle çekmiştim. Fikirlerimle, muhabbetimle değil. Çoğuyla öyle bir ortak paylaşımım da olmamıştı. Kişisel gelişimim için ne kadar çabalarsam çabalayayım hala kendimi sosyal, kendinden emin biri olarak hissedemiyordum. Cümlelerim ağzımdan duygusallığımla hesapsız dökülüyordu. Hissettiklerimi açıklamak için seçtiğim kelimeler sanki hep yetersiz kalıyordu da karşımdakiler beni anlamıyorlardı. Anlamadıkları bir şeyler paylaşmadıkları bir insanın kalbine değil bedenine talip olunabilirdi. Milano'da etrafımdaki erkeklerin bana hissettirdikleri de tam olarak buydu. Oysa benim bu konuda ki fikrim de gayet netti. "Kalpler sevişmeden bedenler ASLA!" Sadece kavrulan tenleri serinletmek için bedensel dürtülerine teslim olan ilişkileri her zaman iri puntolu sözcüklerimle en sert şekilde eleştirmiş, ucuz görmüştüm. Son yirmi dört saatte neler değişmişti: Duygularımda, bedenimde ruhumda... Tüm tabularımı yıkmış kendimi duygularıma teslim bırakmıştım ve de bedenimdeki dürtülere... Hayatımda olmadığım kadar cesur hissetmiştim ve bir o kadar umursamaz. Ben elmayı seviyordum, elmanın beni sevip sevmemesini umursamıyordum. Tahir ile Zühre şiirindeki gibi cesaretti Aşk Nazım Hikmet'in mısralarından anladığım kadarıyla... Ben de duygularımın seline kapılıp suyun aktığı yöne bırakmıştım kendimi. Oysa duygularımız karşılıklı olmalıydı, o da beni sevmeliydi ki gecelerimiz bir bedende sabaha uyansın! Kalbime ve bedenime sorumsuzluğumdan dolayı özür borçluydum ama eminim ki kalbim dile gelse Love Story filmindeki o meşhur repliği söylerdi: "Özür dileme. Aşk asla pişmanlık duymamaktır." Trabzanın üzerinde gezdirdiğim elim boşa düşünce basamaklarında son bulduğunu fark etmiştim. Gözüm merdivenin sona erdiği holün karşı tarafında bulunan çıkış kapısına takılmıştı. Bu evde gözümü ilk açtığım gün aklıma geldi. Evden kaçmak için kapıyla merdiven arasındaki mesafeyi nasıl aşacağımı hesaplıyordum. Çınar tarafından derdest edilene kadar Milano'ya hayallerime ulaşabileceğimi düşünüyordum. İnsanın kalbi bu kadar kısa sürede değişir miydi? Kaçmak istediğim bu eve Çınar'ı getirmeye gitmiştim. Söyle kalbim, sen nasıl oldu da böyle bir vurgun yedin? Merdivenin sona erdiği holün bağlandığı uzun koridora yönelip mutfağa doğru ilerlemeye devam ettim. Aydınlatmayı açmadığımdan ve hava da henüz yeterince aydınlanmadığından koridor araca karanlıktı. Sonunda mutfağa varabildiğimde, içeri girip mutfağın aydınlatmasını açtım. Elimdeki sürahiyi suyla doldurmak için geldiğim mutfağın daha önce bu kadar geniş olduğuna dikkat etmediğimi fark ettim. Kapısının önünde durduğum mutfağın sol tarafındaki duvardan başlayıp karşı duvarın sağ köşesinde bahçeye açılan kapının olduğu alana kadar L tezgâh ve dolaplar bulunuyordu. Sağ duvar da dolaplar vardı ve mutfağın ortasında da uzunca bağımsız bir tezgâh bulunuyordu. Mutfakta bir süre aranmama rağmen ne tezgâhta su arıtma tesisatı nede etrafta damacana görebilmiştim. Sağ köşede epeyce büyük kilden yapılma küp olduğunu fark ettim. Üzerindeki ahşap kapağı kaldırdığımda içerisinde su olduğunu görmüştüm. Küpün sapında kalın sicimle bağlı yine topraktan yapılma cezveyi andıran bir kap vardı içinden bu kapla su aldıklarını varsayarak bende özenle içerisinden su alıp sürahiye doldurdum. Sürahinin kapağını kapattıktan sonra raftan aldığım bardağa su aldığım kapta kalan suyu boşalttım ve küpün de kapağını örtüp aldığım şekilde kabı yerine astım. Bardaktaki suyu yudumlarken suyun tadına mest olmuştum. Bir su ne kadar lezzetli olabilirdi ki? Bardağı tezgâha bırakıp sürahiyi elime aldım ve odama dönmek üzere ardıma döndüğümde ayağıma bir şey değdiğini fark ettim. Bana mı öyle gelmişti huylanmış mıydım bilmem ama yere doğru bakınıp göz gezdirdiğimde karşılaştığım manzaranın şokuyla çığlık çığlığa kaldım ve o korkuyla elimdeki sürahinin kontrolünü yitirmiştim. Elimden düşen sürahi yere çarpmasıyla parçalanmış kum gibi etrafa dağılmıştı. Mutfakta fare vardı ve ben fareden çok korkardım. Bulunduğum yerde donakalmış inliyordum. Çıkardığım sesler evin sessizliğiyle yankılanmış olacaktı ki koridordan gelen seslerle donmuş bedenimi hareket ettirmeyi akıl edebildim. Neden bilmiyorum kendimi mutfağın orta tezgahının olduğu yerde saklanmış halde buldum. Mutfağa ilk gelen tahmin ettiğim üzere Çınardı. Onunla karşılaşmamam gerektiğine öyle konsantre olmuştum ki bedenim ondan saklanmam gerektiğine beynim komut vermeden karar verebilmişti. O dağılan sürahi parçalarının olduğu yere doğru söylene söylene adımlarken ben adımlarının çıkardığı sesin aksi yönüne doğru emekler adımlarla ilerliyordum. Sessizce mutfak kapısına erişip odama saklanmak gibi bir plan yapıvermiştim oracıkta, Çınar'ın varlığından farenin varlığını unutmamla. Çınar bir ara duraksayıp, "Kim var orada?", dediğinde ben hala saklanabileceğimden eminmişçesine sessiz kalmıştım. Emeklememi durdurup biraz daha bekleyecek ve planıma sadık olarak mutfak kapısından dışarı fırsatını bulduğum ilk anda fırlayacaktım. Tüm planım mutfakta varlığını unuttuğum farenin kendini bana hatırlatmasıyla son bulmuştu. Yerde kedi pozisyonunda durur haldeyken fareyle göz göze geldiğimizde, değil evdeki insanları, çiftlikteki tüm hayvanları uyandıracak yükseklikte sesimle çığlık atmaya başladım. Benim nidamla karşı karşıya kalan fare etrafta fink atmaya başladığında nefesim hala tükenmemiş aralıksız çığlığıma devam ediyordum. Ardıma gelen Çınar'ın varlığını hissettiğim an kendimi Çınar'ın ardına saklanıp aynı anda da yerle bağlantımı kesmek için sırtına tırmanır halde buldum. Soluğum kesilip karnıma kramp girene kadar çığlık atmaya devam ettim. "Ne oluyor burada!" diye panik halde söylenen sesten mutfağa ilk gelenin Hamiyet Hanım olduğunu anlamıştım. Ben Çınar'ın bedenine tırmanmaya çabalarken Çınar fareyi görmemiş gibi ne olduğunu algılamaya çalışıyordu. O esnada Hamiye Hanım'ın yanına Muhsin Bey'le Yasemin'in de geldiklerini gördüğümde, tükenen nefesim yerine ciğerime yenilerini toplayarak, "Fare , Mutfakta fare var!" diyebildim. Bu kez de Hamiyet Hanım çığlık çığlığa Muhlis Bey'in üzerine tırmanmaya başlamıştı. Yasemin ise daha uyanamamış olacaktı ki olduğu yerde en az Çınar ve Muhlis Bey kadar sakin durabiliyorlardı. Çınar, "Muhlis Bey siz Hamiyet Hanımı çıkarın mutfaktan, Yasemin sende dışarı." deyip, tırmandığım sırtındaki yerimi sabitlemek istercesine arkasına doğru bağladığı kollarıyla kalçalarıma destek vererek beni bulunduğumuz yerden mutfağın dışına doğru taşımaya başladı. Yasemin, "Çınar Bey siz çıkarken ardınızdan kapıyı da örtün, memleketten tanışığız bunların sülalesiyle. O iş bende hakkından gelirim ben merak etmeyin." ,dedi. "Yasemin kendine dikkat et!" diyebildim, tarihi dizilerde gazan mübarek olsun diye sevdiklerini savaşa uğurlayan kadınlar gibi acıklı çıkmıştı sesim. Fare'den korkmam mı Yasemin'e söylediklerim miydi komik gelen Çınar'a bilmiyordum hala sırtında taşınıyor olmama rağmen gülüşünü kıkırdayışının verdiği hareketlilikten yüzünü görmesem de fark edebiliyordum. Mutfaktan çıkmamızla Çınar'ın omzuna dayadığım çenemi çekip çenemi dayadığım yeri dişlemem bir olmuştu. Çınar kıkırdamayı bırakıp omzuna verdiğim acıyla ahlamıştı. Bu kez de acının etkisiyle kalçamı destekleyen kollarının gevşemesini fırsat bilip sırtından yere akladım hızla bulunduğum yerden odama doğru koşmaya başlamıştım. "Feraye!" Çınar'ın sinirle ardımdan seslenişine kulak asmadan adımlarımı hızlandırmaya devam ettim, arkamdan gelen haykırışlarından Çınar'ın da peşime düştüğünü anlamıştım. "Feraye!" "Feraye değil fare! Benim değil Farenin peşine düş farenin!" Nefes nefese odama varıp kapıyı kapatıp kilitlemiştim. "Feraye! Aç kapıyı, ne diye kaçıyorsun." "Ne diye gülüyorsun!" "Feraye, kapıyı aç yerlerde kan var, bir yerini kesmiş olmalısın aç kapıyı" Çınar haklıydı üzerimde tunik tişört ve şortlu pijamam vardı yerdeki cam parçalarına aldırmadan şokla yerde emeklemiştim. Korkuyla, yoklamayı unuttuğum bedenimi hızla kontrol ettiğimde dizim elim ve ayaklarımda birkaç yerin kesildiğini görmüştüm. Çınar'ın sırtına tırmanmak için yerde zıplarken en derin kesiğimi de ayağımdan almıştım. Kesikler küçük olmasına rağmen kanım durmak bilmeyen arsızlığından adımladığım yerlere akıyordu. "Feraye kapıyı aç!" "Mühim bir şey değil, çok yorgunum. Kendim halledebilirim sonrasında da uyuyacağım." dedim. Sözlerimin üstüne Çınar tek kelime söz etmedi. Bu kez sebep olduğum yaralarımla kendim ilgilenecektim. Elimdeki, dizimdeki, ayağımdaki yaralarımla ve en zoru da kalbimdeki yaramla kendim ilgilenmeliydim.
Dokuzuncu bölüm sonu devam edecek...
|
0% |