@demissuenos
|
HAYAL KIRIKLIĞI Zaman nasıldı? Akıp giderken... Tutamadın değil mi? Elinde sağlam bir kalp, hissedilebilecek bir duygu, ne de olsa sağlığını koruyabildiğin bir aklın kalmadı. Zaman akıp giderken, geriye dönüp baktığında iç çektiğin gençliğin gözlerinin önünde eriyip gitti, değil mi? Ve sen, kara cahil bir izleyici olarak sadece izledin. Sevdiklerin seni sevsin diye bir ömür feda ettin. Değdi mi? Senin sevdiklerin hayatından öylece gelip geçti; tutamadın değil mi? Şimdi bir geri dönüş yapalım hep birlikte. Ne çok "keşke"miz var. Keşke farklı sevseydim, farklı değer verseydim. Daha mı çok ilgi göstermeliydim, yoksa daha mı az? Geçmişteki bu ikilem asla bitmeyecek gibi görünüyor. Yeniden ayağa kalkıyorum, bu kez farklı hissediyorum. Daha güçlü, daha kendimden emin. Ama seni geride bırakamıyorum. Hep benimlesin. Caner İstanbul’a döneli iki hafta olmuştu ve aramız biraz soğuk gibiydi. Aslında soğuk olan benim. O her zaman arıyor, mesaj atıyordu. Görüntülü konuşmalarımızda beni güldürebilmek, gülümsememi görebilmek için türlü şebeklikler yapıyordu. Ama ben, yaşadığımız olaydan sonra utanç duyuyordum. Kendimi ve onu böyle bir duruma düşürmüş olmak çok saçma geliyordu. Okulun ilk yarısının bitmesine az kalmıştı ve sınavlarım da bitmişti. Artık biraz stres atmalıyım diye düşündüm ve babamla konuşup İstanbul’a gitmek istediğimi söyledim. Biraz ikna çabalarıyla halamda kalmak için izni koparmıştım. Aklımda çok fazla düşünce var ve bunlardan kurtulmak için kaynağına gitmeliyim. Ertesi gün erken kalkıp otobüs terminaline gittim ve İstanbul otobüsüne bindim. Caner’e geleceğimi haber vermedim; sürpriz olacaktı ve bu ikimize de iyi gelecekti, biliyordum. Uzun ve yorucu yolculuğun ardından öğleden sonra vardım ve terminalde halamın kızı Sena beni karşıladı. Kendisiyle pek anlaşamasak da, yaşıt olduğumuz için bazen birbirimizi güzel idare ederdik. Bugün de idare sırası ondaydı. Sena, bugün bana İstanbul'u gezdireceğini söyleyerek izin aldı. Akşama birlikte döneceğiz, o yüzden bütün gün beni yalnız bırakacak ve ben de Caner’e gidecektim. Daha önceki konuşmalarımızda bana evinin adresini vermişti. Dünkü sabah kuzenleriyle sabahladığı için hala uyuyor olmalıydı. Sena ile akşam için sözleşip ayrıldık ve ben taksiye binip Esenler’e doğru yola çıktım. Kalbim hızla çarpıyordu; hem onu göreceğim için hem de ilk kez böyle bir sürpriz yapıyordum. Ne tepki vereceğini kestiremiyordum. Yarım saat süren bir yolculuğun ardından kendimi Caner'in evinin kapısında buldum. Elimdeki valizi kenara koyup, hızla çarpan kalbimin üzerine koydum ve derin bir nefes aldım. Sadece tarayıp salık bıraktığım saçlarımı geriye doğru ittim ve zile bastım. İlk çalışında açan olmadı, bir an acaba evde değil mi diye düşündüm ve tekrar çaldım kapıyı. Yavaş yavaş önce kapının kilitleri açıldı, sonra yine yavaşça kapı aralandı. “Kim o?” dedi. Hafifçe eğilerek, “Kim olsun isterdin?” dedim. Hızla kapıyı tamamen açtı; o anki yüzünü hiç unutamayacağım, şok olmuştu. “A-Asya! Nasıl yani? Sen... burdasın?” Ne diyeceğini şaşırmıştı. Gülümsedim ve ona doğru bir adım attım. “Sarılmayacak mıyız?” dedim. Yüzüme baktı ve bir anda beni belimden tutup kendine çekerek sarıldı. Öyle bir sarıldı ki, o an kemiklerimin kırılacak sandım. Saçlarımı sevdi, kokladı, öptü. Sonra bir adım geri çekildi ve, “Hala şoktayım, kusura bakma, hadi içeri gel,” dedi. Ben içeri doğru ilerledim, o da valizimi alıp yanıma geldi. “Sen ne zaman planladın bunu? Neden haber vermedin?” diye sordu. “Bana bir telafi borcum vardı yanlış hatırlamıyorsam. İşte telafi,” dedim ve gülümsedim. Ona bakarken gözlerimin içi gülüyordu. “Biraz dinlenmeye ihtiyacım vardı; bu da en iyi senin yanında olurdu. E ailen de burada değil, memlekette biliyorum. Bir şekilde ayarladım ve geldim işte,” dedim. Bana doğru yanaştı, sımsıkı sarıldı ve kulağıma, “Hoş geldin,” diye fısıldadı. Bir süre öylece kaldıktan sonra, “Hadi bir şeyler yiyelim, acıkmışsındır. Sana kahvaltı hazırlayacağım,” dedi ve mutfağa yöneldi. “Sen bana kahvaltı hazırlayacaksın öyle mi? O zaman ambulansı arayayım, kapıda hazır olsun,” dedim alaycı bir gülümsemeyle. “Demek benim kızım benimle dalga geçiyor. Gel bakalım buraya,” diyerek beni kucakladı ve mutfaktaki bar masasına oturttu. “İzle bakalım, senin için neler yapıyorum. Zehirlenirsen panik yapma, panzehirin karşında duruyor,” diyerek gülümsedi ve dudaklarını gösterdi. Tam konsantre bir şekilde kahvaltı hazırlarken, arada bana dönüp öpücük atıyor ve tekrar yaptığı, daha doğrusu yapmaya çalıştığı omlete dönüyordu. “Evet, artık hazır; hadi bakalım güzelim,” diyerek beni kucağına aldı ve masaya oturttu. “Böyle şımaracağım ama ben,” dedim. Bana doğru eğilip boynumdan öperek, “Şımarmak için fazla sebebin var,” dedi.
Galiba rüyadaydım, kendimi dürtükledim; bu kadar romantizm bünyeme fazla geliyordu. O kadar mutluydum ki, sadece ikimiz ve masamıza ortak olan kahkahalarımız vardı dört duvar arasında. O, hazırladığı kahvaltıyla yalnızca karnımı değil, ruhumu da doyurdu. Hızla kahvaltımızı yaptık; birlikte geçireceğimiz gün için sabırsızlanıyorduk. Bugün, mesafeler nedeniyle yaşanamayanları mümkün kılma günüydü. Masayı toplamaya yeltendiğimde, elimden tutup “Seni yormak istemiyorum.” dedi ve elimdeki tabağı alıp mutfağa götürdü. Geri dönüp beni tekrar kucakladı ve mutfaktaki bar masasına oturttu. “Sen sadece dinlen, ben halledeceğim.” dedi, sıcak bir gülümsemeyle. Mutfağı toplarken beni de ihmal etmiyor; her fırsatta dönüp öpüyor, bakışını üzerimden çekmemeye çalışıyordu. İşini bitirdikten sonra hızlıca bana doğru döndü, bir eliyle belimi kavrayıp kendine doğru hafifçe çekti, diğer eliyle de saçlarımı nazikçe kavrayıp dudaklarını benimkilerle buluşturdu. Uzunca bir süre öptü, kendini geri çekerken dudağıma küçük bir öpücük kondurdu. Utançtan kıpkırmızı olmuş, soğuk soğuk terliyordum. “Utanma, güzelim,” dedi gülümseyerek, “Sonuçta, bu bir ilk değil. Ama bu an, her zamankinden farklı. Gözlerinin derinliğinde kaybolduğumda, bu kadar kolay teslim olacağımı düşünmezdim.” “Evet ama bir anda… böyle bir anda öptün.” derken tekrar dudaklarıma yapıştı. “Böyle bir anda öptüm ondan bahsediyorsun sanırım. Çok güzel görünüyordun, içim gidiyor sana, tutamadım kendimi.” dedi, ben hâlâ utanıyor ve konuşamıyordum. “Utanınca daha çok öpesim geliyor. Hadi kaldır başını, ben de gidip üstümü değiştireyim, çıkalım bir şeyler yapalım.” Yarım saat içinde hazırlanıp evden çıktık. Adalara gitmeye karar verdik; eşsiz güzellikleriyle bilinen, kendine has bir büyüye sahip olan o adalarda olmak bana eski zamanları hatırlatıyordu. Sanki orada yaşanan her şeyin bir büyüsü vardı. Büyükada’ya varır varmaz, hafif rüzgârın denizden esmesiyle içimde bir huzur belirdi. Rengarenk çiçeklerle dolu sokakları geçerken, kalabalığın arasındaki butik kafeye yöneldik. Masamız, güneşin altında parlayan bir yüzey gibi ışıltılıydı; içeri girdiğimizde, sıcak ekmek ve taze demlenmiş çay kokusu etrafı sarhoş etmişti. İki kişilik kahvaltı siparişi verirken, gözlerimizin buluştuğu anlar, kalbimde bir melodiyi andırıyordu. Kahvaltımızı beklerken, görüşmediğimiz süre zarfında neler yaptığımızı anlatıyorduk. Birbirimizi ne kadar özlediğimizden, uzak mesafenin bizi ne kadar zorladığından konuştuk. Bazen en ufak konular bile yan yana olamadığımız için o kadar büyüyordu ki, çığ olup üzerimize yıkılıyordu. Sarılmaya ihtiyacın olduğunda, sadece sesine sarılabilmek yetmiyordu. Oysaki sarılmak her sorunu çözmüyordu ama insan, sevdiğinin kokusunda bütün dertlerini unutabiliyordu. Bütün olumsuzlukları rafa kaldırabiliyordu. Kahvaltımızı bitirmek üzereyken uzaktan bir ses ilişti kulağıma. Başımı sağa çevirip baktığımda, az ileride esmer, 165 boylarında, omuzlarına dökülen siyah saçlarıyla bir kızın yaklaştığını gördüm. Şaşkın bir ifadeyle Caner’e bakarken, yanımıza gelen kız bir anda boynuna sarıldı. “Hissettin herhalde yine buraya geleceğimi.” diyerek yanına oturdu. Kız önce beni süzdü, gözlerini devirerek kafasını tekrar Caner’e çevirdi. Ben hâlâ olayın şokundaydım ve bir açıklama bekliyordum. Tabii ki bir tanıdıkla karşılaşılabilirdi ama bu samimiyet biraz fazlaydı. Caner, sonunda suskunluğunu bozarak, “Karşılaşmayı beklemiyordum tabii ki. Tanıştırayım, arkadaşım Asya.” dedi beni göstererek. Nasıl yani? Arkadaşım mı? Arkadaşım Asya? O an başımdan aşağı kaynar sular dökülür gibi oldu; dünya sanki tersine döndü, gezegenler yer değiştirdi. Hiç bozuntuya vermeden devam ettim. “Evet, ben Asya,” dedim, sesimde beliren titrek bir kararlılıkla. “Ama sen kimsin, gerçekten?” dedim. Gözlerimdeki sorunun ağırlığı, tüm masanın üzerindeki sıcaklığı yok etti. Bilmiyorum, ama şu an bu soruyu cevaplamadan rahatlayamayacakmışım gibi hissediyordum. “Ben Kevser,” dedi, sesi biraz ukala bir tonda. “Caner’in sevgilisi.” Gözleri, bana bir yarışçı gibi meydan okurken, içimde bir şeyler paramparça oldu. “Tanıştığımıza memnun oldum, Asya,” diye ekledi, ama gözlerinin ardında bir tür kayıtsızlık vardı; bu, beni tamamen silip süpüren bir sel gibi hissetmeme neden oldu. Elimi uzattım, “Memnun oldum Kevser.” dedim, sesim çıkmaz gibi oldu. Yer yüzünden yok olmak istedim; bu anı hiç yaşamamak için her şeyi göze alırdım. Ne olmuştu? Ne yaşıyordum? Caner’e döndüm ve sadece “Açıklama?” dedim, kaşımı havaya kaldırarak. Tepkili bir ifade vardı yüzümde. Caner, başını öne eğmiş bir şekilde oturuyordu. Kevser, durumu anlamış olmalı ki, “Sanırım sen bir arkadaştan fazlasısın.” dedi bana dönerek. Ben ona cevap vermeden sadece Caner’e bakıyordum. Bir süre hepimizde bir sessizlik oldu ve ben bir an irkilerek, bütün hayal kırıklığımı o masaya bırakarak kalktım ve vapura doğru yürümeye başladım. Ne kadar yürüdüğümü bilmiyorum ama gittiğim yol vapura gitmiyordu. Aya Yorgi Kilisesi’ne doğru yürüdüğümü fark ettim. Sadece yürüyordum. Nasıl olabilirdi? O, böyle biri değildi; ihanet etmezdi. Beni çok seviyordu. Onunlayken evrenin şahit olduğu en huzurlu dakikaları yaşıyordum. Bu hisler yalan olamazdı; bu sevgi çok kıymetliydi. Bir süre daha yürümeye devam ettikten sonra, artık yorulduğumu hissettim. Bilirsiniz, kiliseye giden yol uzun ve bayırdır. Hem bedenim hem de ruhum yorulmuştu; kenarda gördüğüm bir taşın üzerine oturdum. Kendimi sıkmaktan kasılmaya başlamıştım ve daha fazla dayanamadım; bağıra bağıra ağlamaya başladım. Kendi kendime hem ağlayıp hem konuşuyordum. “Ne eksikti? Neden başkasına yöneldin?” diye haykırdım. “Sevgi vardı, hem de fazlasıyla. Seni sevdim, içimi sana açtım. Güvendim sana, Caner! Kalbim seni benim kadar sevdiğine inandığında, sen neredeydin?” Bağırarak döktüğüm gözyaşları, yaşadığım hayal kırıklığının ağırlığını daha da derinleştiriyordu. “Beni neden harap ettin?” Kendi kendime konuşmaya devam ederken, “Mesafe” dedi biri. İrkilerek başımı hafifçe yukarı kaldırdım; ağlamaktan şişen gözlerimi kısarak karşımda duran Caner’e baktım. “Mesafe eksikti. Seni ben çok seviyorum Asya. Bu hiç değişmedi; kimse de değiştiremez. Ama bir süre yoktun; yani bir süre olmaman, galiba bir anlık gaflete düşmeme sebep oldu.” diye devam etti önümde diz çökerek. “Mesafe öyle mi? O mesafe sana, mesafe de bana değil mi? Aynı mesafeyi ben çekmiyor muyum? Sana ihtiyaç duyduğum her an, sadece sesinle yetinmeyi öğrendim ben. Sen ise bana duyduğun ihtiyacı başkasından karşılamayı öğrenmişsin. Tebrik ederim seni.” dedim ve akan gözyaşlarımı sildim. Ama sanki nefes alamıyordum; ona bağırmak istiyordum ama yapamıyordum. Bağırmaya dahi kıyamıyordum. “Asya, yapma. İki günlük bir şey zaten; inan, bunun pişmanlığını bu sabah seni kapımın önünde gördüğümde yaşadım. O an çok pişman oldum. Bitirecektim ama kötü bir tesadüf diyelim.” dedi ve elimi kaldırıp susmasını işaret ettim. “Asıl sen yapma. Ne yani, henüz iki günlük bir aldatma diyerek bana bunu savunuyor musun cidden? Sen koca bir şaka olmalısın. Sen benim üzerime titrerdin; bana çok kıymet verirdin. En azından ben senden gelen her güzel şeyi iliklerime kadar hissedebilmiştim. Ben buradan ayrılırken, paramparça gidiyorum.” Caner’in gözlerindeki pişmanlık, içimdeki öfkeyi biraz olsun dindirmeye çalıştı ama bu, bir damla suyun çölü serinletmeye yetmeyeceğini biliyordum. Onun diz çökerek benimle göz göze gelmesi, beni daha da savunmasız hissettiriyordu. “Beni dinle, Asya. Bunu istemeden yaptım. Her şey bir anlık zayıflıktı,” dedi. Sesindeki tını, kaybettiği bir şeyin ağırlığını taşıyordu ama ben bunun ardında bir bahane aramak istemiyordum. “Bir anlık zayıflık mı?” dedim, sesimdeki alaycılığın farkındaydım ama kendimi tutamıyordum. “Sana ne kadar güvendiğimi bilmiyor musun? Bunu nasıl yaparsın?” “Çünkü seni o kadar çok seviyorum ki, seni kaybetme korkusu yüzünden kendimi kaybettim,” dedi. Gözleri, güneşin altında parlayan tuzlu deniz gibi derin ve karmaşıktı. “Ama biliyorum ki bu yaptıklarımın hiçbir açıklaması olamaz. Yanlış yaptım.” Bir süre sessiz kaldık. Kalbimdeki fırtına, yüzümdeki gözyaşlarıyla birleşip daha da büyüdü. “Beni affet, lütfen. Bu benim için çok büyük bir ders oldu,” diye ekledi. “Bilmiyorum, Caner. Her şey çok karmaşık,” dedim. “Güven, bir kez sarsıldığında, geri kazanmak çok zor. Ama sana olan hislerim de bir o kadar derin.” Caner, başını yere eğdi. “Yine de bir şans vermek ister misin?” dedi. “Belki bu yaşadıklarımız, bizi daha güçlü kılar.” Bir an duraksadım. Kalbim, mantığımın sesini bastırarak Caner’in yanına dönmek için çarpıyordu. “Bir şans daha verebilir miyim? Bilmiyorum. Ama her şans, birlikte daha fazla şey yaşamamız gerektiğini anlamamı sağlayabilir,” dedim. “Ama bunun için önce gerçek bir açıklama ve içten bir özür istiyorum.” Caner, gözlerimin derinliklerine bakarken, bir anlaşma yapar gibi başını salladı. “Tamam. Önce her şeyi açıklamakla başlayacağım. Bu hislerin arkasında yatan gerçek sebebi sana anlatmalıyım. Önce, beni dinlemene ve bana zaman tanımana ihtiyacım var.” O an, içimdeki korkular bir nebze olsun azalmıştı. “Tamam, dinlerim,” dedim. “Beni bir daha hayal kırıklığına uğratmamalısın.” İkimiz de ayağa kalktık ve Aya Yorgi Kilisesi’nin yokuşunu inmeye başladık. Yavaşça, güneşin batışına doğru yürüdük, bu yürüyüşün yeni bir başlangıç olduğunu hissettim. Belki de bu, ikimizin de içinde bulunduğu karmaşık duyguları çözümleme yolculuğuydu. Her adımda, kalbimdeki çatışmalar hafifliyordu. Caner’in ellerindeki sıcaklık, yeniden inşa edilebilecek bir şeylerin habercisi gibiydi. Adımlarımızı sürdürürken, adalar üzerindeki hafif esinti ve gün batımının sıcak renkleri ruhumuza bir nebze olsun huzur veriyordu. Ancak içimdeki karmaşa hala tam anlamıyla geçmemişti. Caner’in yanımda yürüdüğünü bilmek, ona duyduğum duyguları karıştırıyordu; özlem, kırgınlık ve sevgi birbirine girmişti. Bu hikayenin sonunu yazmak için ikimizin de cesarete ihtiyacı vardı. Büyükada’nın köşkleri ve deniz manzarası arasında yürürken, içimden geçirdiğim düşünceler bir yandan Caner’in konuşmasını beklemekten kaynaklanan bir merak ve sabırsızlıkla çarpıyordu. Ne kadar zaman geçerse geçsin, aramızdaki duygusal bağın hala güçlü olduğunu hissediyordum. Ama geçmişteki yaralarımın açılmasına neden olan bu yeni durum, kalbimdeki karanlık gölgeleri daha da büyütüyordu. Bir kafeye doğru yöneldik. Masanın üzerine oturduğumuzda, Caner’in gözleri bende kaybolmuş gibiydi. “Asya, her şeyin bir açıklaması var. İnan, bunu yapmak istemezdim,” dedi, sesi ciddileşerek. “Öyleyse neden yaptın?” diye sordum, kalbim çarpıyordu. “Bunu hak edecek birisi değilim.” Caner derin bir nefes aldı, sanki her kelimeyi tartarak söyleyecek gibiydi. “Bir anlık zayıflık, bir süre yoktun. Beni yalnız bıraktın. O an, bir şeylerin kaybolduğunu hissettim. Belki de bunun bir tesadüf olduğunu düşündüm. Ama bu yanlış bir düşünceydi.” O sırada gözlerim Caner’in yüzünde gezindi. Her kelimesinde içtenlik bulmaya çalışıyordum ama içimdeki ses, hala onu affetmeye hazır olup olmadığımı sorguluyordu. “Ama ben seni böyle severken, Caner. Kalbimdeki boşluğu sadece sen doldurabilirsin, bunu bilerek başkasına yönelmen, benim için çok ağır.” “Bunu asla bilerek yapmadım,” diye ekledi, sesi yalvarır gibiydi. “O anlık zaafım, duygusal bir boşluktan kaynaklandı. Seni seviyorum, bu hiç değişmedi. Yalnız kalmaktan korktuğum için bir anlık yanlış bir seçim yaptım.” Cevap vermeden önce bir süre durdum. Duygularım karmaşıktı; sevgi, nefret, hayal kırıklığı… Hepsi birbirine karışıyordu. “Peki, bu kadar özlem ve aşk varken neden bir başkasıyla birlikte olmayı düşündün?” dedim. “Güvenimi yok saymanın bir bedeli olmalı, değil mi?” “Evet, olmalı,” dedi Caner, yüzü mahcup bir ifadeyle. Tam o anda, garsona siparişimizi vermesi için el kaldırdım. İçimdeki kaygılar ve belirsizlikler, bu sessiz anların ortasında daha da derinleşiyordu. Birkaç dakika sonra, yemeğimiz masaya geldi. Ama her bir lokma, o anı hatırlatıyordu. “Biliyor musun,” dedim, bir yudum kahve alarak. “Bazen içten gelen hislerimizi açıklamak yerine, olayların akışına bırakıyoruz. Ama bu, aradaki mesafeyi ve sorunları daha da derinleştiriyor.” Caner, bir an düşündü. “Haklısın. İnsan bazen duygularını anlamak yerine kaçıyor. Ama ben, bu ilişkiyi kaybetmek istemediğimi anladım.” Bir an göz göze geldik. Caner’in gözlerindeki samimiyet, bir parça güven hissi vermişti. Ama tam olarak ne hissediyordum? Onu affetmek ve yeniden başlamak mı, yoksa bu anı sonsuza dek zihnimde saklamak mı? “Bilmiyorum, Caner. Bir şans daha vermek kolay değil. Ama bunu tartışmak, ilişkimizin geleceğini düşünmek adına önemli,” dedim. “Belki de bir süre uzak kalmalıyız. Her ikimiz de duygularımızı yeniden değerlendirmeliyiz.” Caner’in yüzü soldu ama gözlerinde bir umutsuzluk görmek istemedim. “Eğer senin için doğru olan buysa, bunu kabul ederim. Seni çok sevdiğimi de hiç unutma.” Masamızın üzerindeki yemeklerin artık soğuduğunu fark ettim. Gözlerim Caner’in gözlerinden kayarak masanın ortasına kaydı. Kalbimdeki çatışmaların ve belirsizliklerin arasında, duygularımın yoğunluğu beni boğuyordu. “Belki de bu, bize bir ders olmalı,” dedim, biraz daha sakinleşerek. “Bu duygusal fırtına dinmeden de, doğru karar veremeyeceğimi düşünüyorum.” Caner başını salladı ve “Tamam, ne gerekiyorsa yapacağım. Seni kaybetmemek için elimden geleni yapacağım,” dedi. Birlikte kalktık ve dışarı çıktık. Adanın yürüyüş yollarında ilerlerken, ikimiz de içinde bulunduğumuz duygusal karmaşanın ağırlığını hissetmeye devam ettik. Ama bu yolculuk, belki de yeniden başlamanın ilk adımı olabilirdi. Bu gerçek bir karmaşaydı işte. Biri için kendi karakterinden bu kadar ödün vermek ne kadar doğruydu. Yaşadığım durumda bir başkası olsa dünyayı ters düz edebilecekken. Ben nasıl oldu da içimde kopan fırtınalara, üzerime çöken karanlığa rağmen yine de onu dinleyip anlamaya çalıştım. Bu yaptığının affedilir yanı olmamalıydı. Ama bu benim ilk hatam olmayacaktı. Onunda... |
0% |