23. Bölüm

20. Bölüm

𝓃𝒶𝓏
deusnaz

Parla Yıldızlı’nın Anlatımıyla…

Bazı anlar vardır ki, insanı yaşarken öldürebilir.

Şu an ölmeyi dilerdim.

İnsan, içgüdü ile ilerler. Bir adım attığında devamından onu takip eden gerçekler vardır. Birbiri ardına süregelen hisler, düşler ve gerçekler ölümün kendisi olabilir.

Ve senin elinden sadece beklemek gelir.

Yıllarca gerçeklerimden kaçıp, hislerimi göz ardı ettiğim o yaştayım aslında. Ben ne kadar hızlı koşarsam, ne kadar kaçmak ve kurtulmak istersem o kadar peşimden gelen bir gerçek vardı. Görmek istemediğim, ardıma dönüp bir kez bile bakmadığım bir gerçek. Uzaktaydı. Daha doğrusu uzağımda olduğunu düşündüğüm bir anda karşıma bir çıkmış, bir duvar gibi bütün yolumu karartmıştı.

Hayatımı karartmaya başlamıştı ve benim elimden gelen sadece beklemekti.

İnsanlar, zaman her şeyin ilacı derler. Yalan. Sakın inanma.

Zaman sadece bir aldatmaca. Bir oyun, bir yalan da. Geçmişinde ki yaralar seni aslında olman gereken kişiden oldukça uzak bir insan yaptı. Zaman ise bunu kabullendi ve tekrar gerçekliğini karşına çıkartmak için bir an kolladı.

Benim yaram babam.

Senin yaran ne?

Uzağımda kalan o yabancılaşmış anılar, aynı bir dün gibi karşıma çıktılar. Üstünü örttüğüm o yalanlar, kendimi kandırmak için aklımda gezdirdiğim düşünceler sadece birer aldanmaca. Benim yalanım da sensin, gerçeğim de baba. Söylesene, ben de bu kadar acı niye?

Hislerden uzak, gerçeğe yakın olduğum o an da kaçmayı seçtim. Ardıma bakmamayı ve sadece kaçmayı. Belki de benim en büyük hatam buydu. Yalanlar güvenleri yok eder ve bunu en iyi yalan söyleyen insanlar bilirler.

Benim güvenimi yok etme Tuğkan.

Ardına saklandığım, güvenin kendisi olan kollar bir yalandan ibaret olmasın. Lütfen.

“Tuğkan’ın sana söylediği yalanları bilmek istemez misin Parla?” Tuğkan yalan söylemez.

Tuğkan yalan nedir bilmez.

Haldun Demirsoy, yaralı insanların yara sebebi gibi. Bir baba, çocuğunun yarası gibi. Kendi oğlunun kuyusunu kazan, undan bir kez olsun geri kalmayan o adamdı aslında. Nefreti, kini neye dayanıyordum bilmiyordum fakat içinde ki o kötülük, hem kendini hem de Tuğkan’ı yok edecek kadar büyüktü.

Bir insan nasıl olur da oğlunu yaşatmamayı diler? Acılarında boğmak, öldürmek ister? Yabancı değil. Hiç yabancı değil Tuğkan.

Dudaklarım, zihnime aldanmış olmalı ki yarım yamalak aralandı. Öylesine hırpalanmış ve güçsüz hissediyordum ki, dilediğim tek şey Tuğkan’ın iyi olmasıydı. “Tuğkan nerede?” Şaşırmıştım aslına bakılırsa. Öyle soğuk, öylesine sert sormuştum ki sorumu benim bile nefesim kesilmişti.

Tuğkan’a inanıyor ve güveniyordum. Bana yalan söylediyse vardır bir bildiği. Yalan söylemiş olma.

Kapı kirişine yasladığı bedeniyle birlikte kafasını da aynı şekilde kirişe dayadı. “Çok mu merak ediyorsun onu?” Buradan bile içmiş olduğunu hissedebiliyordum. Gözleri kızarmıştı ve ayakta durmak adına kapıya yaslandığı barizdi.

Kapıdan bir adım daha uzaklaşıp merdiven tırabzanına dokundum. Soğuk metalin hissi bedenime yayıldı. “Senden daha çok olduğu kesin.” Sesime yansımasını umduğum o tiksintiyi sezdiğimde derin bir nefes verdim. Halan deli gibi atmayı sürdüren kalbimi sakinleştirmek için birkaç büyük nefes aldım. “Ne istiyorsun sen Tuğkan’dan?” Kaşlarım çatıldı.

Öfke yüzüme yakışmıyordu fakat Haldun Demirsoy öfkemin başlıca nedeni olunca işler değişiyordu. “Bir şey istediğimi mi düşünüyorsun?” Dudaklarından dökülen sözlere itimadım sıfırdı fakat sesinde ki ima gözerimi kısmama neden oldu. Saf kötülüğün sahibiydi benim gözümde. “Hadi, benim hakkımda ne söyledi sana?” Sesinde eğlenen bir ifade vardı. Benimle dalga geçmiş olduğunu düşündüm. “Düşman olduğumuzu?” Varsayımdan sonra devam etti. “Onu evden kovduğumu?.. Değil mi?”

Sessizliğimi sürdürürken yaslandığı kapıdan doğruldu. Burada durmam sakıncalı mıydı, bana da bir şey yapar mıydı bilmiyordum fakat o Tuğkan’ın nerede olduğunu biliyordu ve bunu öğrenmeden gitmeye hiç niyetim yoktu. “Ne kadar iğrenç bir insan olduğunu mu kanıtlamaya çalışıyorsun?”

Utanmam yoktu ki burada utanması gereken kişi asla ben değildim. Kendi yaptığı kötülükler ona utanç dahi vermiyorsa zaten iğrenç bir insandı.

Sözleri yavaştan idrak etmeye başlamış gibi yüzünde sinsi bir gülümseme oluştu. “İğrenç bir insan olduğum varsayımı, kötüymüş..” Benimle alay eder gibi gülmesi göz devirmemek için zor durmama neden oldu.

“Tuğkan nerede?” İlk sorumu tekrar bastıra bastıra dile getirdiğim de yüzünde ki ifade olduğu gibi kaldı. “Nerede olduğunu biliyorsun.” Saygı çerçevesi yoktu. Nezaket hiç yoktu ve olmayacaktı. O Tuğkan’ın canını acıtmışken nasıl olur da ona nazik olabilirdim?

“Biliyorum.” Usulca kafasını salladığında kirişten uzaklaşarak kafasını içeri doğru çevirdi. Bir şeye baktıktan sonra tekrar bana döndü. “Günah çıkartmaya gitti.”

Ne?

Sözleri bir anlık beni susturduğunda yutkunma ihtiyacı hissettim. “O ne demek?” Sert sesimle açık olmasını istedim. Tuğkan gerçekten nereye gitmişti? “Günah çıkart…”

“Annesinin yanında.” Diye sözümü kesti. O an boğazımda yutkunmamı engelleyecek kadar büyüklükte olduğunu düşündüğüm bir yumru oluşmuştu. Annesinin yanında diye geçirdim içimden. Mezarlıkta. “Söylemedi mi sana?” Alaylı sesi ondan bir kez daha iğrenmeme neden oldu.

Merdiven tırabzanını sıkıca tuttuğumda göğsümde bir sızı hissettim. Dudaklarımı aralayıp tek bir kelime bile edemezken Haldun ile aramızda sadece saniyeleri kovalayan bir bakışma geçmişti.

“Her yılbaşı,” Olarak devam etti. Artık cidden alkollü olduğunu düşünmüyordum. Aksine, aklı gayet yerindeymiş gibi konuştu. “günah çıkartmaya gider mezarlığa, bunu da mı bilmiyorsun?” Cevabını bildiği bir soru sorduğunu anlamış gibi keyifli bir şekilde güldü. “Daha bilmediğin niceleri gibi kızım.”

“Ben senin kızın falan değilim.” Ne kadar rahatsız edici olduğunu tahmin eder misiniz bilmem ama benim için, bir mide bulantısı sebebiydi. “Nereden geliyor bu yakınlığın?” Buradan gitmek istiyordum fakat ayaklarım yere mıhlanmış gibi beni hareketsiz kılıyordu.

Haldun kafasını omzuna düşürürken yüzü tepkisizdi. “Sana da günahlarını çıkartmış anlaşılan.” Söylediği sözlere anlam veremedim. “Günah keçisi.”

Günah keçisi.

Her ailede olan o günah keçisi.

“Sen de günah dağıtan şeytan mısın?” Bu şekilde konuşmak bile yürek isterdi karşısında. Ne idiği belirsiz bir adamın karşısında savunmasız durmak bile kanımı kaynatıyordu. “Ne anlatıyorsun sen?” Sinir bünyeme zarardı aslında.

Gözlerini bir an olsun gözlerim ayırmadı. Dışarıda yağan yağmurun şiddetli sesi kulaklarıma dolsa da bunu umursamadım. Bu yağmur da, o mezarlıkta hasta olmadan dönmesi imkansızdı. Umuyordum ki, çok kalmazdı. “Söylesene,” Az önce söylediklerimi hiçe sayarak soludu. “Hangilerini biliyorsun?”

Dudaklarım düz bir şekilde kalmaya devam ettiğinde en sonunda önüme dönebilmiş ve merdivenden birkaç adım atabilmiştim. En azından Tuğkan’ın yerini öğrenmiştim ve buradan gidebilirdim.

“Bildiğin günahları arasında, uyuşturucu içtiği de geçiyor mu?”

O an kan beynime sıçramış olmalı, bedenim kaskatı kesilmişti. Adımım bile havada kalmış, anlam veremediğim yoğun bir ana bırakmıştı kendini. Ne?

Kendimde çok az buldum o sorgu hissini. Kalbimin deli gibi atmasının nedeni bu gibiydi. Ciğerlerime doldurduğum hava bile bedenimden ayrılmak için can atıyordu sanki. Kanım çekilmiş gibi, duygularım darmadağın olmuştu sanki.

“Söyle Parla,” Arkamda ki sesi, tüylerimi ürpertmişti. Tuttuğum nefesimi bile ne zaman vermem gerektiğini anlayamamıştım. “Tuğkan’ın bir bağımlı olduğunu biliyor muydun?”

Günah, onunla benim arama bir duvar döşemeye çoktan başlamış gibiydi.

Bağımlı.

Tuğkan’a uzaktı. Benim sevgilime çok uzaktı fakat bir o kadar da babama yakındı.

İşte, bahsettiğim gerçek şimdi gözler önündeydi. Karşıma geçmiş, koşmamı ve kaçmamı engellemişti.

Bedenimde ki hisler tamamen yabancıydı bana. Hissetmek ve tatmak istemediğim o hisler, beni acıya sürüklemeye çalıştı fakat buna izin vermedim. Veremezdim. Tuğkan bir bağımlı değildi.

“Yalan,” Sesim o kadar kısık çıktı ki, bir anlık nefesimin gerçekten kesildiğini düşündüm. “Yalan söylüyorsun.” Gerçekten yalan söylemiş olduğunu biliyordum fakat dudaklarında zikrettiği o kelimeler bile kanımı dondurmuştu. Babamdan kalma travma veya her neyse bedenimde zibilyon tane acı bırakmasına neden olmuştu.

“Görmek istemez misin?” Yakınımdan gelen sesi ile yutkunma ihtiyacı hissettim. İçinde bulunduğum durum oldukça karmaşıktı fakat daha karmaşık olan şey Tuğkan’dı.

Karmaşanın kendisi Tuğkan’dı.

Yavaşça dönüp Haldun’a baktığım sırada benden birkaç adım uzakta, elinde olan defterle bana bakıyordu. Bir günlük.

Tuğkan’ın günlüğü.

Ne zaman tuttuğumu bile bilmediğim nefesimi sessizce verirken ciğerlerime dolan kasvetle onu izledim. Yüzümde sadece bir tiksinti vardı. Nefret, acıma… Her ne denilirse çünkü ben o kelimeyi dahi seçemiyordum. “Utan.” Dedim sadece. Bedenimde ki kifayetsiz acıma duygusunu ona yansıttım. “Kendi oğlun o senin. Biraz utanman olsun.” Nasıl iftira atabilirdi ki kendi oğluna? Bir baba nasıl olurdu da oğluna bunu yapabilirdi?

Ona olan nefretimi sezmiş gibi gözlerini bir anlık kapatıp geri açtı. Bir şey değişmedi, yüzünde mimik oynamamıştı. “Kayıtsız güveniyorsun ona.” Hayret edercesine konuştu. Tuğkan’a olan bu bağlılığıma hayranmış gibi kaşlarını kaldırdı. “Gerçekten seviyorsun onu.”

Senin aksine demek istesem dahi sustum. Daha doğrusu dudaklarıma gelen kelimeleri tekrar yuttum. Ellerim arasında, sıkıca kavradığım demir, nefretimin toplandığı yerdi bana kalırsa. İçimde ki öfke ve kinin toplandığı o yerdi.

Gözlerini benden ayırıp elinde ki günlüğe indirdiğinde benim de bakışlarım günlüğü buldu. İçinde yazan, Tuğkan’ın özelini okumuştu. Bana bir gün kendisinin anlatmasını umduğum o yazıları izinsiz okumuştu. “Seni nasıl da kandırmış.” Dedi en sonunda. Sesinde hala devam eden bir hayret vardı.

“Sen kendini kandırıyorsun.” Kısık bir sesle konuşmam ile gözlerini tekrar bana kaldırdı. “Delirmişsiniz! Hepiniz delirmişsiniz. Tuğkan ne yaptı sana? Nasıl böyle düşman olabilirsin kendi oğluna, aklım almıyor! Nasıl bir nefret, nasıl bir kindir bu?” Şimdi hayretler içerisine düşme sırası bana gelmiş gibiydi. Nefesim kesilmiş, aklım bile karmaşalarla dolup taşmıştı. “Söyle bana, Tuğkan ne yaptı sana?”

“Doğdu.”

Bedenim kaskatı kesildi o an. Tüylerim bile diken diken olurken nefesimin kesilmesine bir anlam yükleyebilmiştim. Haldun Demirsoy, kendi oğlunun nefesini kesmek istiyordu. Doğduğu için kendi oğlundan nefret ediyordu.

Tuğkan’ı bu hayata getirmiş olan adam, kendi öz babası, oğlundan nefret ediyordu.

Dudaklarım yavaşça aralanırken söyleyecek bir söz bulamadım ve o an Tuğkan’ın acısını bir kez daha hissettim. Kendi babası bile ondan nefret ediyorken bir başkasının onu seveceğine olan inancı yoktu. “Diyorum sana,” Haldun kaşlarını çattı. O kadar Tuğkan’a benziyordu ki, kirli sakallarından kurtulsa tamamiyle Tuğkan gibi görünecekti. “o çocuğu kimse sevmez. Sen nasıl sevdin asıl?”

“Ben onu her şeyiyle sevdim.” Yarasıyla, acısıyla, geçmişiyle ve geleceğiyle.

Sadece tek dileğim, beni pişman etmemesi.

“Emin ol Parla,” Mırıldanmıştı. “Her şeyiyle sevdiğin çocuk sana bile ihanet etti. Ondan nefret etmem iftira atacağım anlamına gelmez.” Elinde ki günlüğü bana doğru uzattı. “Oku ve öğren. Kaç yaşında uyuşturucu içtiğini, kaç kere içtiğini, içerken nasıl hissettiğini.. Bilirsin yazısını, tarihleri bile var.”

Allah’ım lütfen canımı al.

Bu acı, bu kasvet niye? Yüreğimde ki bu sancı, bu kor alevin nedeni bu mu yani? Tuğkan. Bedenime dolan acı, yüreğimi dağladı. Mideme dolan bulandı bir şeylerin habercisi gibiydi. Yutkunmama bile engel bir şey kalmıştı sanki boğazımda. Nefes almamı bile zorlaştırıyordu sanki her şey.

Babam bana kendini tekrar tekrar hatırlatırken, geçmişim yüzüme bu denli vurulurken bu olanlar niye? Tuğkan yapmadı. Tuğkan hiçbir şey yapmadı dedi içimde ki bir ses. Fakat kalbim başka bir şey söylüyor gibiydi. Beni o günlüğe itiyordu sanki. Ellerimin uzanmasını istemediğim o defter, onu almam için beni kendine çekiyordu sanki.

Titrek bir nefes verdim dudaklarım arasında. Sıcaklığa boğulan tenimden aşağı akan terleri bile hissediyor, sanki bulunduğum alanı bana hatırlatma amacı güdüyordu. “Hasan’la olan düşmanlığı neye dayanıyor biliyor musun Parla?” Haldun’un sesi kısıktı fakat oldukça kasvet doluydu.

Gözlerim yavaşça ona tırmanırken nefesimi tuttum.

“İhanet.” Dedi dudaklarım. İhanet. Hasan, Tuğkan’a ihanet etmişti. Neyin ihaneti Parla?

Haldun’un gözleri bir süre gözlerimde kaldığında kafasını yavaşça salladı. “İhanet.. Peki ihanetin nedeni ne Parla?”

Omuzlarım çöktüğünü, yüreğimin artık buradan gitmek için değil de burada kalıp onun ağzından çıkacak sözleri merak ediyor olduğunun bilincine kapılmış gibi kalmayı seçtiğini hissettim. Yarı açık dudaklarım alacağım cevaptan dolayı titremeye başlamışken sadece ona dikkat kesildim.

Bir yanım buradan gitmemi emrederken diğer yanım ise burada kalmam için sanki bana yalvarıyordu. “İhanet sensin.” Deyiverdi bir anda.

Ölüm işte bu kadar yakınımdaydı aslında. Bu kadar dibimde, önümde olan şeyi göremiyordum ve bu beni kasvete boğuyordu. İçime dolan acı ve keder bundan ibaretti aslında.

“Seni ilk seven Hasan değildi.” Bu gerçekler, aslında birer yalan mıydı? Önümde ki gerçeklik abidesi aslında bir yalandan mı ibaretti? Bunları nereden biliyordu? “Seni ilk seven Tuğkan’dı. Aralarında ki düşmanlık bundan ibaret Parla… Tuğkan senin yüzünden kardeşim dediği adamın düşmanı oldu.” Benim yüzümden.

Bütün acının, bütün ihanetin nedeni ben miyim?

Yanmaya başlayan gözlerimi dahi kırpamıyor, genzimi yakan o kavurucu acıya boyun eğiyordum. Karşımda ki adam, elinde tuttuğu bir günlük ile bana gerçekleri anlatıyordu. Kör olduğum bu gerçekler beni öldürmek ister gibi canımı acıtıyordu.

Titreyen dudaklarımdan bir kelime bile çıkartamadığım anda bileğimden tutarak elinde ki günlüğü bir anda elime bıraktı. Dolan gözlerimle birlikte bulanıklaşmış olan bakışlarım elime bıraktığı günlüğe döndüğü an sağ gözümden bir yaş düştü yere.

“Tuğkan’ın gerçek düşmanı ben miyim yoksa sen mi?” Kulaklarıma dolan sesi bir anlık tüylerimi ürpetti. Çöken omuzlarıma inat nefesim kesik kesikti. “Ben miyim onu öldüren yoksa senin ona verdiğin acı mı?” Pürüzlü sesiyle gözlerimi bir anda kaldırıp gözlerinin içine baktım. Gözlerimden akan yaşları fark edebilsem bile söyleyebilecek bir söz bulamadım.

Gözleri bir süre üstümde kaldıktan sonra tekrar günlüğe baktı tekrardan. “Bunları ben söylemiyorum kızım, bu günlük söylüyor.” O an zihnimde, dün Tuğkan ile konuşmamız geldi.

Oku şu günlüğü Parla. Acı çektirme bana.

Bana bu sözleri daha dün söylemişti. Dudaklarından çıkan kelimeleri o an anlamasam dahi şu an anlayabilmek canımı acıtıyordu. Nefesimi kesiyordu.

Bir süre günlük üzerinde kaldı gözlerim. Göğsümün sıkışmasını, kalbimin deli gibi atmasını sağlayan o sözleri bir türlü geçemiyordum. Bir türlü yok sayamıyordum. Gözlerimden akan yaşlar bile bunların bir kanıtı gibiydi. Öğrendiğim gerçekler, geçmişime bir ışık gibi düşerken dizlerim titriyordu. Cevabını öğrendiğimi düşündüğüm sorular bile artık beni boğuyor gibiydi.

“Durma,” Dedi bu defa Tuğkan’a tıpa tıp benzeyen adam. “Oku şu günlüğü Parla. Daha fazla acı verme Tuğkan’a.” Tuğkan’ın acısı ben miyim? Dediği gibi yarası benken aynı zamanda acısı da mı benim?

Kafamı güçlükle kaldırıp ona baktığımda gözlerinde ki ifade kanımı dondurdu. Karşımda ki insan değil, şeytanın kendisiydi fakat ona aldanmak bile o kadar kolaydı ki, susmak bir kaçış oldu. “Yapamam.” Zorlukla konuştum. Kafamı iki yana sallarken yutkunmak istesem de bunu başaramadım. “Yapamam Tu..”

“Bir kısımda senden bahsediyor.” Diye bir anda sözümü kesti. Kızarmış gözlerini biraz daha kıstı. “Nasıl bahsediyor biliyor musun? Girye diyor. Giryesin sen diyor.” Keskin nefesi tenime değdiğinde dişlerimi sertçe birbirine bastırdım. İçime işlenen gerçekler beni günlüğe itiyordu. Yapmak istemediğim şeyi yapmaya zorluyordu. “Tuğkan, senden bunu okumanı istedi. Kendi isteği, benim değil.” Benden uzaklaşırken elini bileğimden çekmiş ve beni günlük ile baş başa bırakmıştı.

Siyah deri kaplamalı günlüğe baktım. Onu tuttuğum elim bile titriyordu. Zihnimde ise tek bir şey yankılanıyordu.

Girye.

Girye.

Girye.

Girye.

Girye.

Kulaklarıma bir kapı kapanma sesi dolduğunda parmaklarım günlüğün sert kapağı üzerinde gezindi. Girye. Onun acısı bendim. Yavaşça çöktüğüm merdivene otururken titreyen vücuduma çare bulamadım.

Günlüğün ilk sayfasını açtım.

27 Ekim 2022

Ben ölmek için doğmuşum anneme göre…

 

******

Adana/ Kabasakal Mezarlığı

Olanlardan bir buçuk saat öncesi…

 

Tuğkan Demirsoy’un Anlatımıyla…

 

“Acılarımda boğuluyorum, ölüyorum kimse dur demiyor anne.” Yanağımı biraz daha bastırdım adının yazılı olduğu mezar taşına. Vücudumdan akıp giden yağmur, değdiği yeri yakıyor, sanki bana daha fazla acı vermek ister gibi sertçe düşüyordu sırtıma, yüzüme, bedenime. “Oğlunu acıya boğuyorlar kimse iyi misin diye sormuyor anne.”

Burnuma dolan soğuk toprak kokusu yavaş yavaş çamura dönerken yağmur şiddetini daha da arttırdı. Geceye çöken keder, mezarlığı yakıp geçiyordu. Bu saatte burada bulunan bir ben bir de bekçi kulübesinde ki güvenlik olmalıydı.

“Bu saatte burada bulunmak akıl karı değil!” derdi güvenlik Osman amca. Karşılık vermezdim, ne aklımın olduğu ne de karımın olduğu bir zamandaydım.

Havaya zorlukla verdiğim nefesimle, kalbimin hızı yavaşladı sanki. “Dün rüyama girdin..” Buraya geldiğimden bu yana belki onuncu anlatışımdı bu olayı. Bıkmadan, usanmadan anlatıyordum. İçimde ne kadar biriktiyse o kadar atmaya çalışıyordum. “Yanında gelmedim diye kızdın mı bana?”

Bedenime işlendiğini düşündüğüm soğukluk vücudumun her tarafını titretiyor, dişlerim bile sertçe birbirine değiyordu. Soğuk taştan uzaklaşırken gözlerim üstünde yazan yazıda gezindi.

Mihriban Demirsoy

D. 31.12.1984

Ö. 18.09.2022

Parmaklarım yazıların üstünde yavaşça gezinirken kayıyor, yağmurdan ıslanan taşı kayganlaştırıyordu. Derin bir soluk almak istediğimde gözümden akan yaşlar yüzümden akan yağmura karışıyordu. “Özür dilerim, bırakamadım.” Hıçkırıklarım boğazımdan dökülmeden evvel kafamı önüme eğdim. “Yapamadım, onsuz yapamadım. Affet beni.” Hıçkırıklarım boğazımdan dökülürken göğsüm daraldı. Öyle bir acıya boğdurdu ki bu mezar beni, kendime gelemedim.

“Anlatamadım,” Mezar taşına dokunurken hıçkırıklarım boğazıma dizildi. “Bırakacak beni, anlatamadım.” Bırakma beni diyemedim. Gitme diyemedim. Yapamadım diyemedim. Dudaklarımı birbirine bastırırken ıslanmış olan kazağa rağmen yüzümü kapatacak şeyin o olduğunu düşündüm. Yüzümü kazağa bastırdım. “Babasına benzediğimi düşünecek, sevmeyecek beni.” Sevmesi için bütün benliğimi değiştirirdim oysa.

Parmaklarımı adının yazılı olduğu girintilerde gezdirdim. “Nefesim kesiliyor anne.. Nefessiz kalıyorum.” Sağ elim boğazıma doğru uzanırken gerçekten nefessiz kaldığımı düşündüm. Gerçekten ölüp gitmek, bu dünyada ki varlığımı sonlandırmak korkutuyordu beni.

Yanağımı mezar taşına yaslarken nefeslerim kesik kesikti. Yağmur bedenimden akıp giderken titreyen vücudum kalbimi ağrıtıyordu. Dakikalar geçti, onlarca dakika geçti aradan fakat bir kez olsun yanağımı ayırmadım o taştan. Nefesim kesildi yine de uzaklaşmadım.

Dakikalar saatlere dönüştüğünde yavaşlayan yağmur artık canımı acıtmıyordu. Çamura dönmüş toprak, mezar taşından akarak yere doğru süzülüyordu. “Evlat,” Arkamda işittiğim ses Osman amcaya aitti. Dönüp arkamı bakmadım ama söyleyeceği şeye dikkat kesilmiştim. “İyi değilsin, eve git artık.” Düşünceli sesi ile sessizliğimi korumaya devam ettim.

Sabahı sabah etme niyetindeydim nasılsa.

Sessizliğimi sürdürdüğüm sırada derin bir nefes verdiğini işittim. “Çok oyalanmadan gidin.” Sözleri, gözlerimi yavaşça aralamama neden oldu. Yanında bir kişi daha var gibiydi. “Gece yarısına az kaldı, yağmur hızlanır birazdan.” Osman amcanın sesi uzaklaşırken beni, arkamda kalan kişiyle baş başa bıraktığı açıktı.

Araya uzun ve rahatsız edici bir sessizlik girdiğinde yaslandığım mezar taşından uzaklaşarak derin bir nefes verdim. Yüzüme düşen saçlarımı geriye doğru itelerken az önce ki hıçkırıklarım yoktu veya içimde ki ağlama istediği, bir anda yok olmuştu.

“Geldin demek.” Gelen kişinin kim olduğunu bilerek oturduğum yerde doğruldum. Yavaşça ayağa kalkarken çamurda ayağımın kaymaması için temkinli bir şekilde kalktım. “Bunca olandan sonra, yüzün var hala… Şaşırtıyorsun beni.” Yavaşça arkamı dönüp beni biraz ilerimde bekleyen Hasan’a baktım.

Üzerinde ki paltosunun önünü iliklememişti. Dizlerine kadar çamura bulanmış siyah pantolonunu bu karanlığa rağmen seçebiliyordum. Kafasını önüne eğmiş, önüne düşen saçlarını umursamadan kollarını iki yanına bırakmıştı.

Annem öldüğünden bu yana, annemin her doğum günü olan 31 Aralık’ta burada, benimle olurdu. İhanetten önce.

“Neden geldin?” Mesafeli ve soğuk sesim aynı bir mezarlığı andırıyordu. Korkutucuydu. Sıkmaya başladığım yumruğumun titrediğini hissettim. “Seni bir daha burada görürsem gebertirim demiştim.” Dedim. Ona bunu ihanetten sonra, ilk mezarlıkta karşılaştığımız zaman söylemiştim.

Hasan sürekli olarak annemin mezarına gelip çiçek bırakırdı.

Annemin ölüsüne küfür etmeden önce.

Kafasını yavaşça kaldırıp gözlerini bana değdirdiğinde ilk kez bana nefretle bakmadığı bir anına denk gelmiştim. “Biliyorum.” Duymakta zorluk yaşadığım sesi ile konuştu. Gözlerini benden çekerek arkamda bıraktığım mezar taşına döndürdü. Gözlerinde ki ifade yavaş yavaş yok olurken derin bir şekilde yutkunduğunu işittim. “Seni burada bulacağımı düşündüm.” Dedi kısılan sesiyle.

Onunla arama giren sadece yağmurdu ve birkaç metre ilerimde olmasına rağmen onu daha iyi görebilmek için gözlerimi kısmam gerekti. Beni arıyordu demek. “Taşak mı geçiyorsun lan sen?” Öfkeli sesim öyle yüksek, öyle sert çıkmıştı ki kendime hakim olamayarak birkaç adım attım ona. “Gebertmemi mi istiyorsun seni?” Taş zeminde olan kendisine birkaç adım daha attığımda yerinden kıpırdamadı.

Gözlerini önce annemin mezarına ondan sonra bana çevirdi. Gözlerinde ki ifadeyi şimdi daha iyi görebilsem dahi anlam veremiyordum hala. Pişmanlık mıydı bu gördüğüm? Kaygıyla çattığı kaşlarıyla izledi beni. “Tuğkan,” Dedi anlamadığım bir tonda. “İstediğini yap.” Etrafta bir şimşek çaktığında nefesimi tuttum. Arından gelen gök gürültüsü mezarlığı inletti.

“Git buradan.” Diye uyarıda bulundum. Yumruk yaptığım elimi sıkarken bile kendimi zor tutuyordum. Birbirine geçirdiğim dişlerim çenemi ağrıtıyordu fakat bunu umursamadım. Hangi yüzle geliyordu benim annemin mezarına? “Seni gebertirim, siktir git buradan.” Bu kez ciddiydim. İçimde ki o tarifini yapamadığım acı, bana bunu yaptırabilirdi. Onu öldürmeye bile itebilirdi.

“Lütfen,” Dediğini işittim. Bana doğru birkaç adım attı. Gözlerinde seçebildiğim acı ve pişmanlık onu buraya getirmiş olmalıydı. “Öldür beni. Geber, canımı al burada!” Bir anlık her şey sustu. Her şey hareket etmeyi kesti.

Ölüm engel midir sevgiye? Gözler kapandıktan sonra gelen bu pişmanlık niye?

Gözlerim onu izlerken hızlanan nefeslerimi dizginleyemedim. Susturamadım kafamda ki şu sesleri. Pişmanlık ve vicdan azabı onu tamamiyle ele geçirmiş gibiydi. Artık neredeyse iki metre önümde olan Hasan olduğu yerde durdu. Kollarını yavaşça iki yana açarken kendisini bana sundu.

“Canımı al, sende kurtul bende kurtulayım.” Sesi o kadar istek ve arzu doluydu ki, bunu ondan esirgemeyi kendime veba göremedim.

İstediği bu olsun, hırsla karışık sinirle birkaç adımla bir anda yüzüne sıktığım yumruğumu geçirdim. Sendelese bile bunu umursamadan yakasına yapışmış, yüzüne indirdiğim darbeleri bir an olsun umursamadan sessizliğe gömülmüştü.

“Geber lan!” Diye soludum. Karnına attığım tekme ile yere düşmüş, iki büklüm kalacak şekilde önüne eğilmişti. Dudaklarımdan dökülen kanları seçebiliyordum. “Hayatımı siktin!” Karnına attığım tekmelerin sesi mezarlığın bir kısmından duyulabilirdi. “Hayatımızı siktin attın!” Sözlerim öylesine içimde dolup taşmış olan şeylerdi ki nefesimi tutmak zorunda kaldım.

Tekmelerim artık hırsa dönüşmüş gibiyken daha sert, daha hızlıydı. “Kardeşim dedim lan sana!” İçimde yılların birikmişliği olan acı gözlerimin dolmasına sebep oldu. Nefes nefes kaldığım o an da ona tekme atmayı kesmiş ve kendime birkaç saniye soluklanmak için zaman vermiştim. “Lan,” Söyleyebilecek çok şey olmasına rağmen yapamadım. Bir şey söyleyemedim.

O öksürüp, dudaklarından kaç püskürtürken ayakkabılarıma sıçrayan kan lekeleriyle bir anda yere diz çöktüm. Canı çok mu acıyordu?

Benim canım daha çok acımıştı.

“Ne yaptın lan sen?” Yakasından kavrayıp sertçe kendime doğru döndürdüğümde dudaklarından akan kan boynuna uzandı. “Nasıl yaptın?” Hayret edercesine konuştum. “Annelik yaptı lan sana o kadın!” Annemin mezarını işaret ederken onu kendime yaklaştırdım.

Burnumu sızlatan şey, az sonra ağlayacağım şey olmuştu.

Hasan’ın dolu gözlerinden akan yaşlar kulağına doğru yol aldı. “Öl-Öldür.” Sözleri dile getirmekte zorluk çekmesi bir yana, yüzüne tekrar indirdiğim yumrukla kafasını annemin mezarına doğru düşmüştü.

“Bak!” Yeri, göğü inletecek kadar yüksek bir sesti. “O kadın, benim annem! Bak, daha iyi bak!” Gözlerinden akan yaşlar, acıyla buruşturduğu yüzünden akıp giderken yüzüne indirdiğim sert tokatla hıçkırıkları boğazına dizildi. “O mezarda benim annem yatıyor!”

Yakalarından kavradığımda kendime biraz daha yaklaştırıp diğer elimle yüzünü kendime çevirdim. Dolan gözlerimden akan yaşlar onun yüzüne düşüyordu. Onun gözyaşları ise kendini boğuyor gibi hıçkırıkları boğazında diziliyordu. “Sen, elleri cennet kokan bir anneye küfür ettin.” Bu gerçekliği ona sunarken canım acıdı.

Benim annem cennet kokuluydu.

O da bu gerçeğin farkında gibi gözlerinden şiddetle akan yaşlara engel olamadı. “O kadın sana ne yaptı?” Merak ediyordum. “Söyle, benim annem sana ne yaptı da ona küfür ettin?” Yüzüne hırsla indirdiğim yumruk öksürmesini sağladı. “Lan benim annem öldü öldü! Niye küfür ettin! Annem öldü benim!” Bu gerçeklik beni de öldürüyordu.

Benim annem öldü.

Benim annem öldü.

Gözyaşlarını gizlemeyi bir an olsun düşünmeden Hasan’ın yüzüne bir yumruk daha indirdi. “Neler çektim lan ben!” İhanet o kadar acıydı ki, ölmeyi bile bana haram kıldı. “Neler çektirdin bize..” Şiddetlenen yağmur, peşinden şimşeği de getiriyordu.

Gecenin o karanlığında, gece yarısına saatler kala Hasan’ı öldürmek için dövdüğüm bu mezarlıkta kendimi öldürmek istedim.

Ne Hasan’ı ne de bir başkasını.

Sadece kendimi öldürmek istedim.

“Özür..” Boğazında kalan kanlar yutkunmasını zorlaştırdı ve öksürmesine neden oldu. Yüzüme bulaşan kanlar gözlerimi sertçe kapatmama neden oldu. “Durma.” Dedi ardından. Nefes nefeseydi. “Öl.. Öldür beni, durma.”

Gözlerimi tekrar araladığım o anda karşımda ki manzara Hasan’ı öldürmeye en yakın olduğum o anı tasvir ediyordu. Kaşı ve dudağı patlamış, ağzından akan kanlar ve burnundan akan kanlar birbirine karışıyordu. “Keşke yapabilseydim.” Diyebildim o an.

Keşke Hasan kadar acımasız olabilseydim.

Keşke bende bu kadar hissiz olabilseydim.

Keşke dedim tekrar. Keşke ölen ben olsaydım.

“Neler yaşadım bilmiyorsun.” Titreyen yumruğumu tekrar havaya kaldırdığım o an Hasan’ın yakasından daha sert çektim kendime. “Neler çektirdin bana, bilmiyorsun.” Hayatta tek güvendiğim insandan nasıl bir kazık yedim, kimse bilmiyordu.

Çocukluğum bana sırtını çevirmişti, bize ihanet etmişti ve bunu kimse bilmiyordu. Hasan’ın yüzüne bir yumruk daha indirdiğim an dudaklarından dökülen kanlar etrafa sıçrıyordu. “Benim canımı aldın sen!”

İçimde ki o hissin tarifini yapamazdım. İçimde ki öfke ve keder midemi bulandırıyordu fakat ondan daha öte olan şey Hasan’ı öldürmek ister gibi yumruklamamdı.

Cebimde ki telefonun melodik sesi aramıza girse bile umursamadan Hasan’ın yüzüne bir yumruk daha indirdim. Bayılmak üzere olan o, kafasını yana düşürürken kaşlarımı çattım. “Sevdiğim kızla oldun lan sen.” Dedim dayanamayarak. Parla’yla oldu. Aylarca ona bıkmadan, usanmadan anlattığım kızla sevgili oldu.

Hasan hala beni dinliyor, ne dediğimi duyuyordu fakat kafasını kaldırmaya mecali yok gibi kısık gözlerle öylece annemin mezarına bakıyor, gözlerinden akan yaşları bir an olsun umursamıyordu.

“Cevap ver.” Onuz biraz daha kendime yaklaştırırken boğazıma dolan hıçkırıkları yok saymaya çalıştım. “Susma cevap ver. Kaçma, her zaman yaptığını yapma amına koyduğum! Cevap ver bana!” Gözlerimi hırs bürümüş gibi bir anlık yükselen sesimle yüzüne indirdiğim yumruk bir olmuştu.

Şu an kendimden geçmiş, ayların, yılların acısını çıkartarak onu dövüyordum. Öldürmeyi aklımdan geçirmiş miydim emin değildim ama yüzüne indirdiğim darbeler benim bile canımı acıtıyordu.

Saniyeler geçti, dakikalar geçti ona attığım yumrukların arkası kesilirken nefes nefese baktım. Ellerimin titremesi, yüzüne attığım yumruklardan kaynaklı acıyan eklem yerlerim birkaç saniye soluklanmama neden oldu.

O altımda, yüzü kanlar içinde öylece yatarken ben ise onun üstünde yüzüne baktım. Ciğerlerime doldurduğum derin ve büyük nefesler bile canımı acıtıyordu. Yutkunmamı bile engelliyordu.

Çok mu ileri gittim? Zihnimde dolanan sözler beni dumura uğrattı. Çok mu canını yaktım? Sıktığım ellerimi gevşetirken ne kadar titrediklerini daha iyi anlayabildim. Acıyan kemiklerim yaralarla mezelenmiş, kanlar akmaya başlamıştı. Vücudumdan akıp giden yağmur ona ulaşamıyor, yüzüne damlamıyordu.

“Hasan..” Dudaklarım benden bağımsız hareket ettiğinde ellerim yüzüne uzandı. Kana boyanmış yüzüne dokunan parmaklarım yavaşça boynuna doğru uzandığında gerçekten alamadığı nefesler ile zihnimde bir çok an geçti.

Şah damarına değdirdiğim parmaklarımla birkaç saniye bekledim. Ölmüş olabildiği düşüncesi canımı öyle acıtmıştı ki, nabzının atmayı sürdürdüğünü fark ettiğim o an kesik bir nefes verdim kasvetli havaya.

“Niye yaptın lan?” Kısık bir sesle sordum bu kez. Uzun zamandır ona sarılamamak, arkama yaslanabileceğim bir duvarın olmaması ne kadar canımı acıtıyordu kimse tahmin edemezdi. Peki ya Hasan’ın canı acıyor muydu?

İhanetten pişman mıydı?

Yarı açık gözlerini bana döndürdüğünde gözlerinden akan yaşlar kanına karışarak burnundan uzun bir yol aldı. Dudakları yarım yamalak aralandı fakat konuşamadı. “Sen gittikten sonra kimsem kalmadı, niye yaptın?”

Kendimi bildim bileli tanıdığım bu yüze çok darbe gelmişti. Hasan’ın yediği darbeler için kavga başlatan bendim. Kendisine zarar verilen her yerde karşısına geçmiştim. Onun canını yakmasınlar diye kendi canımı yakmıştım.

Şimdi ona acı verirken kendimi de acıya boğuyordum.

Bir kez daha.

Bedenimi güçlükle kaldırıp kendimi yanında ki toprak zemine attığım da üstüm çoktan çamura bulanmıştı. Sırtımı soğuk toprağa yaslarken yüzümü göğe kaldırdım. Cebimde hala çalmayı sürdüren telefonu bir kez daha yok saymayı başarırken bir gök gürültüsü koptu.

“Acıdı mı canın?” Soruları sormayı istemiyordum. Onun hakkında konuşmak, iyi mi diye sormak istemiyordum. O bana ihanet etmişken hala onu önemsemek, ona vurduğum bu ellerime lanet etmek istemiyordum ama yapıyordum.

Yüzümde soluk bir tebessüm oluştu. Dudaklarımı hareket ettirmek bile canımı yakmışken burnumun ucu sızladı. “Benim de acıdı.”

Onun öksürükleri bana karşılık verse de dönüp ona bakmadım. Yapamıyordum. “Ya… Yapma.” Sesi hemen kulağımın dibindeydi. Soğuk nefesi tüylerimi ürpertse dahi dişlerimi birbirine geçirdim. “Öldür be… beni. Bundan pişman olma.” Onu öldürmem için bana yalvarıyordu.

Hasan kendisini öldürmem için bana yalvarıyordu.

O an bir şeyler koptu.

Neyin koptuğunu veya neden koptuğunu kestiremedim ama içime işleyen acı sanki bütün bedenimi ele geçirmiş gibi kanımı kaynattı.

Boğazımdan tırmanan hıçkırıklar boş alanda yankılanmaya başladığında dur durak bilmiyordu. Öylesine ağlıyordum, öylesine hıçkırıklarımda boğuluyordum ki nefesim kesiliyordu. “Öldür diyor lan!” Hıçkırıklarım arasında zorlukla konuşurken yüzüme düşen yağmur tanelerini umursamadım. “Sen beni öldürdün, öldür diyor!”

İki yanıma düşürdüğüm ellerim yüzüne uzandığında hıçkırıklarım boğazımda kaldı. İlk kez böylesine ağlamak hem rahatlatıcı hem de acı vericiydi. İlk kez tattığım duygular beni öldürüyordu sanki.

“Neden yaptın,” Sağ elim kendimden bağımsız bir yumruk şeklini aldığında kafama kendiliğinden bir darbe indirdim. Kafamda ki sesler bir türlü susmuyor, bu beni bir kez daha kahrediyordu. “Neden, neden, neden?” Ardı arkası kesilmez bir yumruktu bu.

İçimde kaybolan bazı hisler bedenimi yok ediyor gibiydi. Kafamda yarattım her bir darbe hıçkırıklarıma karışıyordu.

Sahiden mi anne?

Gerçekten delirdim mi ben?

“Yapma..” Kolumu tutan güçsüz el ve titreyen bir ses ulaştı kulaklarıma. “Yapma, yapma Tuğkan!” Güçsüz bir şekilde sarıldığı kolum yavaş yavaş durduğunda nefesimi tutmuş bir şekilde yutkundum. “Özür dilerim, çok özür dilerim.” Hasan’ın sesi kulaklarıma dolduğunda sessizliğim devam etti.

Yağmur şiddetini arttırmış gibi üstümüze daha sert yağarken kolumu sertçe çekerek onun ellerinden kurtardım. “Keşke,” Dedim fakat devamını getiremedim. Getirecek gücü kendimde bulamadım. Ben Hasan gibi değildim. Bize kıyamazdım. “Keşke kıyamasaydın bize.” Diye kestirdim. Dilimin ucuna gelen sözleri yuttum.

Söyleyecek çok şey vardı fakat tekrar yutmayı seçtim.

Susmayı.

Kahrolmayı.

Ve belki o mezarın için tekrar kalmayı.

 

******

Saatler geçti. Belki de dakikalar geçmişti, kestiremedim. Kendimde bu gücü bulamadım.

Saatler geçmişti ama ben orada, o soğuk toprak üstünde Hasan ile öylece kalmayı sürdürdüm. Ne o tek bir kelime etti, ne de ben ağzımı açıp bir şey söyledim. Sustuk. Her zaman en iyi yaptığımız şeyi yapıp sustuk. Kahrolduk.

Telefonlar çalmayı sürdürüyordu. Benim telefonumun yanında, onun telefonundan da sesler gelmeye başlamıştı. Sırılsıklam olmuş olan bedenim, çoktan hastalığın habercisiydi.

En sonunda kendimde bulduğum biraz güçle yerimde doğrulduğumda gözlerimi kapatıp açmak bile ne kadar acı verici olduğunu bana hatırlattı. Kafamı çevirip hemen yanımda, çamurun içinde öylece yatıyor olan Hasan’a döndü gözlerim. Bakışları benden uzakta, herhangi bir yere odaklanmıştı.

“Arabayla mı geldin?” Kısılmış olan sesimi yok saymaya çalışarak ona sorduğum soru ile gözlerini yavaşça bana döndürdü. Kanlar durmuştu fakat yağmur suyuyla karışık bir şekilde gözler önündeydi.

Gece yarısına az kalmış olmalı diye geçirdim içimden. Uzun zaman olmuştu. Saatlerdir burada kalmak bile iliklerime işlenmiş olan acıyı tasvip ediyordu. “Evet.” Dedi. Güçsüz bir evetti fakat konuşma yetisini kaybetmemiş olması güzeldi.

Saatler önce birbirimize girmemiş gibi, sanki onu hiç dövememişim gibi olan konuşmamız birbirinden oldukça uzaktı. Soğuktu. Öylesine konuşuyor gibiydik.

Bunca zaman susmayan telefonuma uzandım. Cebime attığım elime gelen telefon ıslaktı fakat hala çalışıyor olması iyiydi. Ekranda yazan yazıya baktı gözlerim. Akın’a aitti. Telefonu açıp yavaşça kulağıma götürdüm.

“Söyle,” Yüzüme düşen saçları geriye atarken bile bedenim titriyordu.

Akın’ın olduğu taraftan heyecanlı bir ses geldi. “Açtı! Açtı telefonu! Tuğkan?” Saatlerdir arayanının onlar olduğunu bilmek normaldi.

“Efendim Akın?” Yağmur yavaş yavaş çiselenmeye başladığında soğuk havaya bir nefes verdim. Çok merakta bırakmıştım onları.

Akın’ın tarafından bir anda kulağıma Kadir’in yüksek sesi geldi. “Irzını siktiğim neredesin lan sen?! Sabahtan beri arıyorum açmıyorsun! Öldüm öldüm dirildim.” Sonlara doğru kısılan sesi ile alnımı karışladım.

Yüzüme indirdiğim sert darbelerden kaynaklı yüzümde dehşet bir ağrı vardı. “Mezarlıktayım Kadir.” Diye kestirirken dizlerimi kendime çekerken. Hasan hala öylece yerde yatıyordu.

“Mezarlık mı?” Akın’ın şaşkınlık dolu sesi geldi bu kez. “Evde değil misin lan sen?” Endişeye kayan sesi ile yükseldi bir anda.

O an kaşlarımı çatmış bir süre öylece beklemiştim. “Değilim. Mezarlıktayım diyorum. Ne evi?”

Bir sessizlik girdi aramıza. Arkamda kalan Hasan’ın uzandığı yerden yavaşça kalkmaya çalıştığını fakat hala öksürdüğünü duyabiliyordum. “Sen mezarlıktaysan Parla nerden o zaman?”

Bir anlık bütün sesler kesildi.

Kulaklarıma dolan sesler bile bir uğultu niteliğine gelmişti. Kalbimin hızlanmaya başlaması bile içimde ki gizli kalan endişeyi ortaya çıkartıyordu. “Ne?” Bulunduğum boş alanda bile nefes almakta zorlandığımı hissettim o an. Parla neredeydi? “Parla nerede?” Derken sesimin yüksekliğini dengeleyemedim.

Hasan’ın da dikkatini çekmiş olacak, gözlerini bana çevirdiğini hissettim. “Lan kız senin yanına geliyorum diye çıktı evden!” Akın’ın dileye dönen sesi doldu kulaklarıma. O an bir şeyler daha koptu.

Oturduğum o çamurlu alandan bir anda kalkarken göğsüm daraldı. “Mal mısın sen Akın! Niye çıkartıyorsun? Nereye gitti?” Aklımdan geçen her bir olasılık içimi karamsarlığa sürüklüyordu.

“Sizin eve.” Akın’ın sesi beynimden vurulmuşa döndürdü beni. Parla eve gitmişti.

Babam evdeydi.

Onların karşılaşmış olmaları ihtimalleri bile kalbimin deli gibi atmasına neden oluyordu. Babamla karşılaşmış olabilirlerdi.

Hassiktir.

“Ne demek eve gitti?” Gözlerim etrafta gezindi. Bir şeyler aradım, neyi aradığımı bile bilmeden. Hasan ise bana anlamayan bakışlarla bakıyor, neler olduğunu sorguluyordu. “Nasıl eve gitti? Nasıl izin verdin eve gitmesine!”

Delirmiş gibi yüksek çıkan sesim, ne tarafa ilerleyeceğimi bilemediğim adamlar bir o yana, bir bu yana götürüyordu beni. “Bilmiyorum amına koyayım bilmiyorum! Evden çıkıyorum deyip çıktı! Trafik var, yılbaşı kutlamaları başlamış gidemiyoruz.” Akın’ın düzensiz nefesleri onun da strese sürüklenmiş olduğunu gösteriyordu.

“Kapat.” Dedim son gücümle. Hasan’ı bile yok sayarak çamurlu yolda ilerlemeye başladığımda Kadir’in endişemin nedenini biliyor gibi sesi doldu kulaklarıma.

“Baban evde.” Dedi hayretler içinde. Onun da bildiği gerçekler, babamın evde olmasıyla gün yüzüne çıkacağı kesindi. “Tuğkan, eve git. Hemen eve git!”

Kadir’in sözleri beni daha da hızlandırmış olacak ki hızla mezarlık girişine doğru koşmaya başladım. Ardımda bıraktığım Hasan ve annemin mezarını umursamadım.

Parla’yı umursadım.

Kayan ayakkabılarım, çamura ve su birikintisine basan ayaklarım aynı zamanda koşuyor, arabaya kısa sürede yetişmeyi amaçlıyordu. Elimde ki telefonu kapatıp cebime atarken bir yandan da mezarlığın girişinde olan galeriden almış olduğum arabanın anahtarını arıyor, bulmaya çalışıyordum.

“Tuğkan?” Osman amcanın şaşkın sesi ve elinde tuttuğu güçlü fener benim üzerimdeydi. “Ne oldu oğlum, ne bu acele? Arkadaşın nerede?” Gözleri, yanımda Hasan’ı bulmak ister gibi gezindi fakat bulamamış olacak kaşlarını çattı.

Ona herhangi bir yanıt vermeden cebimden çıkarttığım araba anahtarına basıp arabanın kapılarını açtığımda hemen aralanmış olan arabaya bindim. Kafamda dönüp duran, bir kez olsun bana izin vermeyen düşünceler aklımı kaçırmamı sağlayacak kadar büyüktü.

“Lütfen,” Dedim sesli bir nefes verirken arabayı çalıştırıp mezarlık girişine doğru ilerledim. “Lütfen aklımda ki şey olmasın.” Parla’nın öğrendiğini düşündüğüm gerçekler beni öylesine korkutuyor, öylesine acıya sürüklüyordu ki tüylerim ürperiyordu.

İçimde ki korkunun tasviri bu olsa gerek diye düşündüm.

Mezarlıktan çıkmış, erkenden başlamış olan yılbaşı kutlamalarına ait havai fişeklerinin gökyüzünde ki mezelenmiş olan görüntüsünü izledim. Ben ise herkesin bu eğlendiği zamanda nasıl yıkılıp gittiğimi düşünüyordum.

Vücudum hala titriyordu. Direksiyonu kavradığım ellerim bile titrerken derin bir nefes alıp verdim. Bir şeyin olmadığını, Parla’nın iyi olduğunu düşündüm. Birkaç kez alıp verdiğim derin nefesler dudaklarımı sertçe birbirine bastırmama neden oldu.

Titreyen çenem sayesine birbirine değen dişlerim canımı sıkarken sertçe yüzümü sıvazladım. Aklıma düşen şeyle elimi hızla telefonumu bulmak için cebime atmam olmuştu.

Çıkarttığım telefon ile hemen açmış ve titreyen parmaklarım arasından babamın numarasını bulmaya çalışmıştım. En sonunda bulduğum numaraya tıklayarak telefonu kulağıma götürdüm.

Düşündüğüm şeyleri yok saymaya çalışıp derin bir nefes alıp verdim. Açılan telefonla direksiyonu daha sıkı kavradım.

“Vay vay, Tuğkan beyimize de bakın.. Aramazdın sen beni, hayırdır?” Sesinde ki alaycı tavrını ile kaşlarımı çattım.

“Parla nerede?” Sert sesim öyle soğuk ve temkinli çıkmıştı ki, beni bile şaşırtmıştı. “Sen neredesin?” Hem onun nerede olduğunu bulmak hem de Parla’nın nerde olduğunu bulmak istiyordum.

İlk başta sesi gelmese bile işitebileceğim kadar yüksek bir sesle güldü. “Aklına gelebilmiş demek..” Derken sesinde anlayamadığım bir alaycı tını vardı. “Nerede olmasını istersin?” Derken benimle alay ettiği açıktı.

“Haldun!” Sinirime hakim olamamak işte bu kadar basitti. Direksiyona sertçe geçirdiğim elime rağmen konuştum. “Lafı dolandırma, söyle!” Babamla ilk kez böyle konuşmak umursadığım bir şey değildi. Daha öncesinden yapmam gereken şeyi yapıyor olmak öfkemi alevlendiriyordu.

Ona sinirlenmemden hoşnut olmuş olan bir sesle güldüğünü işittim. “Evde.” Dedi sakin bir sesle. Fakat hala alaycı tavrı üstündeydi. Evdeydi demek. Ne söylemişti, biliyor muydu? Nefesimi tuttuğum o dakikalarda ondan ses gecikmedi. “Senin ondan sakladığın gerçekleri öğreniyor diyelim.”

O an içime işlenen acı içimde bir şeylerin parçalanmasına neden olmuştu. Öfke ve nefret miydi bu içimde ki yoksa endişe ve korku muydu bilemedim ama korku bariz belliydi. Gözler önündeydi.

“Ne oldu?” Tekrar sesi kulaklarıma dolduğunda suskunluğumu sürdürdüm. “Kızdan sakladığın gerçekleri öğrenecek diye ödün kopuyor değil mi Tuğkan?” Keyfi yerinde gelen sesi içimi dağlıyordu. Bana karşı olan nefreti, gittikçe artıyor aklı sıra benden böyle intikam alıyordu.

Başarıyordu da.

Çevremde ki herkesi benden uzaklaştıracağına yemin etmiş olan adam gerçekten herkesimi benden uzaklaştırıyordu.

Kalbime giren ağrı ile yüzümü buruşturduğum o an da dudaklarım aralandı. “Ne söyledin ona?” Korkuyordum. Alacağım cevaptan, karşımda göreceğim Parla’dan. Korkuyordum.

Haldun Demirsoy sinsi bir adamdı. Hayatta görüp görebileceğim herkesten daha sinsiydi ve o bunun farkındaydı. Elinde biriktirdiği kozları bir gün benim lehime kullanacağını bilmeden hareket etmek beni bir aptal yapardı. Hatta belki bir geri zekalı.

“Gerçekleri oğlum.” Şehir merkezine uzanan yola saptığımda dişlerimi daha da sıktım. Çenemi daha sert birbirine geçirdim. Aklımda canlanan Parla, sevdiğim ve beni seven kadınla uzaktan yakından alakası olmayan bir şeye dönüşmüştü. “Senin ondan sakladığın gerçekleri.” Sesi sanki onur duyulası bir şey yapmış gibi huzur doluydu.

Kafamı omzuma doğru eğerken içimde ki o bunaltıcı hislerle dolup taşıyordum. “Allah senin belanı versin.” Sesim tamamen nefret doluydu.

“Senin de belanı veriyor.” Sözleri öyle acımasız öyle ağırdı ki bir kez daha kaşlarımı çattım.

Parla’nın bana olan her düşüncesi çoktan değişmişti benim gözümde. Çoktan bitmişti. Bitirmişti ilişkimizi. “Hayatımı siktiniz! Hepiniz hayatımın amına koydunuz!” Yüksek çıkan sesimle arabanın hızını biraz daha arttırdım. “Ne söyledin ona? Uyuşturucu kullandığımı anlattın mı?” Anlattığını biliyordum, her şeyden bahsettiyse bunu en başında söylemiş olması gerekirdi.

“Daha iyisini yaptım.” Keyifli çıkan sesi, beni sessizliğe gömdü. “Kendi ellerinle yazdığın o günlüğü sundum ona. Bu acı sana yeter de artar bile.”

Günlük.

Bütün acılarımı anlattığım o günlük.

Parla’nın bana verdiği acıları yazdığım o günlük.

Girye’nin kendisi.

Kollarım yavaşça işlevini yitirmiş gibi hareketini yitirmişken elimde ki telefon dizime düştü. Direksiyonu tutan elimin yanına diğerini de eklediğim de biraz daha gaz bastım. Kadir ve Akın’ın da dediği gibi etrafta ki yılbaşı kutlamaları için insanlar sokaklara dökülmüş, arabaların etrafta çoğalmaya başladığı o alana gelmiştim.

“Günlüğü okumaya çoktan başladı.” Sesini duyduğum o an da yutkunma gereksinimi gördüm. Çamura bulanmış bedenim o kadar kötü bir durumdaydı ki karşına böyle çıkacak olmam bile kendimden nefret etmeme neden oluyordu. “Zamanın daraldı. Hızlı gel annenin yanından.” Dudaklarımı birbirine bastırırken nefesimi tuttum.

Telefonun kapanma sesi arabayı doldururken kestirme yola sapmış, arazilerin olduğu alandan ilerlemeye başlamıştım. İleride Toki apartmanlarının gözüktüğü alana hızla ilerlerken gözlerim dizlerim üzerinde ki telefonun ekranına kaydı.

23.16

Gece yarısına bir saatten az kalmış olması içimde ki huzursuzluğu arttırdı. Dakikalar sonunda vardığım Toki konutları beni karşılarken bizim sitenin olduğu yola sapıp birkaç dakikanın sonunda kendimi sitenin içinde bulmuştum.

Arabayı apartmanın yakınına bıraktıktan sonra hızla arabadan inmiş, koşar adım apartmana girmiştim. Gittikçe Parla’ya yaklaştığımı hissettiğim o zaman diliminde bedenim tamamıyla uyuşmuştu.

Merdivenlerden koşarak çıkıp yarısı açık olan dairenin kapısı ile karşılaşmıştım. O an kalbimin, göğüs kafesimi delip geçmek istercesine hızlı attığını fark ettim.

Adımlarım yavaşlamış, bacaklarım bile tutmaz olmuştu. Kapıya yaklaştığımda duvardan destek alarak kapıdan içeri girmiştim. Ayakkabılarımı çıkartma zahmetinde bulunmayıp odamın olduğu yere doğru ilerledim. Nefesimi tutmuştum. Parla’yı orada görmemeyi umdum fakat umduğum olmamış olacak ki yatağımın ucuna oturmuş olan Parla elinde ki günlüğü gözyaşları içerisinde okuyordu.

Allah’ım canımı al.

Bu kimsesiz çocuğun canını al.

Parla, geldiğimi fark etmiş olacak ki kafasını elleri arasında ki günlükten kaldırıp bana döndürdüğünde kalbimin neden böyle deli gibi attığını daha iyi anlamış oldum.

Gözlerinde ki o ifade beni öldürdü.

Ağlamaktan kızarmış gözleri ve burnu, titreyen elleri benden bile daha kötü olduğunu düşündürdü bana. O kadar mı canı acımıştı okurken?

“Tuğkan..” Dudaklarından belki son kez adımın geçtiğini düşündüm. Daha çok dedim, daha çok adımı söylesin. Daha çok dudaklarından dökülsün ismim. Daha çok zikretsin adımı.

Dengemi sağlamak için tutunduğum masa ile sessiz kaldım. Ne söyleyeceğimi, nasıl tepki vereceğimi bilemedim.

Gözleri önce yüzümde ardından yavaş yavaş bedenimde gezindi. Dehşete kapılmış gibi oturduğu yerden kalkarken gözyaşları akmayı sürdürüyordu. “Bu halin,” Hayretler içinde soludu. Yanıma gelirken gözleri tekrar yüzümü buldu fakat bu kez ben bakamadım yüzüne.

Yüzüne bakamadım.

“Ne oldu sana?” Titreyen elini bana uzattı, yüzüme dokunmak istedi fakat sanki bunu yapmak istemediği için eli havada kaldı. Dokunmadı. Hareket etmedi.

Yutkunmak bile ıstırap gibi geldi o an. Söylediğim yalanlar, gizlediğim gerçekler beni öldürüyordu sanki. “Neredeydin?” Dedi bu kez. Konuşmakta bile zorluk çekiyor gibiydi. Nefesi kesiliyordu sanki. Hıçkırıklarını gizli tutmayı amaçlıyordu.

Sanki bana güçsüz görünmekten korkuyordu.

Karnımda kasılıp gevşeyen şeylerin bir acı olduğunu düşündüm. Dudaklarım aralandı fakat cevap veremedim. Sesim dökülmüyordu sanki dudaklarımdan. “Mezarlık.” Kısık bir sesle yanıtladım yüzüne bakmadan. Bu daha acı verici olmalıydı. Yüzüne bakmaya doyamadığım kadının yüzüne bakamamak, ölüme sebepti sanki.

“Yüzün,” Bir elini dudağına götürdüğünde o an kafamı biraz kaldırıp ona baktım. Gözleri yine yaşlarla dolmuş, ağlamaya hazırlanır gibi pamuk ipliğine dokunmuştu sanki. Çok mu kötüydü yüzüm? O kadar mı?

Sol elim yüzüme doğru uzandığında gözüme yakın olan o kısma dokundum. Acı vericiydi. Yüzümü buruşturmak bile ıstırap verirken bir an da bileğimden yakaladı. “Canın acıyor, dokunma.” Endişeli sesi burnumun ucunu sızlattı.

Beni bu kadar düşünürken ben sana ne yaptım Parla?

Gözlerimi ondan kaçırıp bileğimi tutan eline döndüğünde yanağımın içini ısırdım. “Acımıyor.” Derken yalanım bariz ortadaydı. Aklım sıra yine o güçlü çocuk taklidini yapıyordum.

Bu da yalandı.

Dudaklarından bir hıçkırık koptuğunu duydum o an. Gözlerim anında onun gözleriyle buluştu. Karşımda ağlıyordu. Benim yüzümden, bana ağlıyordu. “Ağlama..” Parmaklarım ona doğru yükseldiğinde kirli olan ellerime lanet ettim. Bendim işte.

Kirli olan bendim ve onu kirletiyordum.

Ona dokunmadan elim havada kaldığında kafamı omzuma doğru düşürdüm. “Ağlama, lütfen… Dokunamıyorum sana.” Havada kalan elimi bir yumruk yaptığımda onun hıçkırıkları dolduruyordu odayı. “Parla, ağlama.. Çok mu kötü?” Yüzüm çok mu kötüydü? Benim canımı o kadar acıtmayan şey onun canını o kadar mı acıtıyordu?

Kafasını iki yana sallarken bir anda beni kendisine çekip sarılmıştı. Ne olduğuna bile anlam veremediğim o an da dumura uğramış gibiydim. Gözlerimi kapatıp bana sarıldığı anın acısını çıkartmak istedim.

“Korktum.” Sözleri kulaklarıma dolarken beni daha da çekti kendine. Kollarım havada kalırken kalbim sanki ağzımda atıyor gibiydi. “Çok korktum, ne oldu sana?” Hıçkırıkları arasında konuşurken yanan gözlerimi birkaç kere kırpıştırdım.

Ellerim yavaşça onun sırtını bulduğunda gözlerimi kapattım. Sadece bir anlık her şeyi yok sayıp tekrar onun kokusunu içime çekmek istedim ve kafamı omzuna doğru bastırdım. Kokusu burnuma dolduğunda sanki cennette olduğumu düşündüm.

Cennet kokusu.

“Hiçbir şey.” Diye fısıldadım. Benden nefret etmiyor mu yani diye düşündüm bir an. “Hiçbir şey olmadı bana.. Bak, yine geldim sana.” Hıçkırıklarını, sıcak nefesini soğuk tenimde hissetmek bile bana iyi geliyordu.

İsterdim ki, benden hiç uzaklaşmasın. Hiç ayrılmasın fakat ayrıldı. Yavaşça benden ayrılan kolları sanki nefesimi benden almış gibi uzaklaştı. Gözlerini benden çekerken burnunu çekti. Ben onu izlerken o ise bana bakmıyordu şimdi.

Geldik mi o saate?

Beni terk edeceğin o ana?

Gözleri etrafta gezindi, bir şey aradı ama ne aradı bilemedim. Gözlerini bir kez olsun bana çevirmedi. Ne o konuştu ne de ben.

Gözlerim günlüğe döndüğünde açık olan sayfasına baktım. Yazıları seçemedim ama onu ağlatacak kadar büyük bir şey okuduğu açıktı. Ben de yazarken ağlamıştım. “Okuyorsun.” Dedim kendime bulduğum bir anlık cesaretle.

Gözlerini bana kaldırıp birkaç saniye gözlerimin içine baktı. Bir şey görmek ister gibiydi. Sessiz kal bir an ama daha sonra günlüğe çevirdi başını. Birkaç adım atıp yatağın üzerine bıraktığı günlüğü alarak okuduğu sayfaya göz gezdirdi. Tekrar dolan gözlerini görsem dahi herhangi bir müdahale yapamadım.

“6 Temmuz,” Dedi kısık bir sesle.

Hayır.

Hayır o günü okuma.

Ne zaman sıktığını bilmediğim yumruklarım bana kendilerini hatırlatırken nefesimi tuttum. “Tattığım ihanete karşı bir söz edemiyorum. Neden diye soramıyorum. Hayatta ki tek ailem bana ihanet etti. Şu dünya da kimsem kalmadı ve bunu bana bütünüyle hissettiriyor.” Bir anlık sustu. Okumayı kesti çünkü dudaklarını birbirine bastırmıştı. Gözyaşları yanaklarından geçerken hıçkırıklarını gizlemek istedi sanki. “Bana olan nefretinin nedenini merak ediyorum.” Diye devam etti bu kez. Kendini zor tutuyor gibiydi. Gözyaşları yanaklarından süzülürken birkaç damlası günlüğün üstüne düştü.

Gözlerini bir saniyeliğine kapatıp kendine zaman tanıdığında geri açtı. Kendisine yazdığım o kısmı okuyordu. “Benden neden tiksiniyorsun bilmiyorum ama bakışların can acıtıyor Parla. Yemin ederim canımı acıtıyorsun. Hasan’a baktığın gibi bana bakmayacağın gerçeği, ıstırap veriyor kalbime.” O kısımları yazdım her bir anı için kendime lanetler ettim.

Ben, benim canımı ne kadar acıttığını yazmıştım, o ise benim canımı ne kadar acıttığına ağlamıştı. Biliyordum. Görüyordum.

“Parla,” Derken ona karşı bir adım attım. “Okuma, bırak.” Elinde ki günlüğe uzandığımda bir tereddüt etmeden bana doğru uzattı defteri. Gözyaşlarını saklama gereksinimi göstermeden yüzüme baktı.

“Nasıl?” Dedi hayretle. Sesinde, yüzünde olan hayreti görebiliyordum. Neyden bahsetti anlayamadığım ama bakışlarında ki acıma duygusunu iliklerime kadar hissettim.

Alışkanlık.

Gözlerim benim üstümdeyken kaşlarını kaygıyla çattı. “Nasıl dayandın bu acıya?” Onu Hasan ile gördüğüm her bir saniye benim için acıydı ve o bunun farkında olarak konuşuyordu.

Yüzümde, ona göstermek istemediğim bir kırgınlık vardı. Garipti aslında. Ben Parla’ya kırgındım. Kırılmıştım. “İnan bana Parla,” Derken yüzüme yorgun bir gülümseme yerleşirdim. “Bana nefretle bakarken beni sevmeni beklemek, aptallık olurdu.”

Aptaldım.

Bunca şeye rağmen beni seveceğini düşünmüştüm.

Sevdi mi? Seviyor mu bilmiyordum fakat gözlerinde ki, az önce gördüğüm acıma duygusu sevginin de önüne geçmişti benim için. Kısa bir nefes alıp verdiğimde gözyaşları akmayı sürdürüyordu. Ona dokunamamak, onun kirlenmemesi için ona dokunamamak ne kadar acı. Dokunsam acaba, tiksinir mi benden?

Burnunu çektiğinde derin bir nefes verdi havaya. Saat gece yarısına yavaş yavaş yaklaşıyor olmalıydı. Havai fişek sesleri kulaklarıma halen geliyordu.

Bir şey demesini bekledim. “Seviyorum.” Demesini bekledim. Sadece tek bir kelime için dakikalarca bekledim ama demedi.

Seviyorum seni demedi.

Bu kalbime bir ağırlık çökmesine neden olmuş olacak ki kafamı önüme eğdim. Yüzleşme, bedenimde ki bütün gücü yok etmeye yemin etmiş gibiydi. Masadan destek alıyor olmasam yere yığılıp kalırdım fakat o bunu da fark etmedi. Bacaklarım titriyordu, o bunu bile fark etmedi.

Sen beni hiç fark etmedin Parla.

Karanlığın içinde herkesi gördün bir beni göremedin.

“Bacakların,” Dedi o an. Zihnimden geçen her şeyi bir anda alaşağı etti. Kafamı yavaşça kaldırıp ona baktığımda gözleri tam olarak gözlerimdeydi. “Bedenin neden titriyor?” Bu soruyu beni önemsediğinden değil, bir şeyleri öğrenmek amacıyla soruyordu. Gözlerime dikkat kesildiği o anda kafasını omzuna doğru eğdi. “Gözlerinin içi neden gereğinden de fazla kırmızı Tuğkan?”

Uyuşturucu.

Uyuşturucu aldığımı düşünüyordu.

Ondan böylesine sözler duymak ölümlerden ölüm seçmek gibiydi. Bana her zaman fevri olan Parla, şimdi sorguluyordu. Gerçekliğimi, benliğimi sorguluyordu.

Gözlerimi ondan zorlukla çekip bacaklarıma doğru indirdiğim de gerçekten titrediklerini görebiliyordum. Fark etmişti.

Karanlığın içinde ilk kez fark edebildi beni.

Bu kendisine olan bağlılığı veya her ne denirse oydu. Bana olan hisleriyle gram alakası yoktu ve bunu bana hissettirmeyi amaçlıyordu. O an yüzümde bir tebessüm oluştu. Her şeyi öğrenmek istiyordu ve ben de ona anlatacaktım. Bütün yalınlığıyla.

“Dinle Parla,” Dedim o an. Gözlerim ona tırmandığında benim gibi onun da bedeninin titrediğini görebiliyordum fakat gözlerinde ki o ifade benden oldukça uzaktaydı. “Annemin beni nasıl hayal kırıklığı ilan ettiği o anı sana anlatmama izin ver.” Zihnimi dolduran anılar boğucu, yakıcı ve gericiydi.

Gözlerini benden bir an olsun ayırmazken masanın önünde ki sandalyeyi çekip oturdum. Elimde ki günlüğü masaya bırakırken beni biraz sonra burada bırakıp gideceği için kabullenmiş bir şekilde köşeme sinmiştim.

“On üç yaş sendromu.” İç çekerken kafamı ona kaldırdım. Gözlerinden akıp giden yaşlar benim bile canımı acıtırken onun canını hiç acıtmıyor muydu? “İlk içtiğimde on üç yaşındaydım.” Diye gerçekliğin ilkini ona sundum. “Ne babam, ne Hasan ne de bir başkası…” İlk kez kendimi böylesine birine açıyordum ve bu kişinin Parla olması içimi yakıp kavuruyordu.

Arkasında ki yatağa otururken yavaştı. “Kendi ellerimle aldım, kendi ellerimle içtim.” Bu geçmiş beni öldürüyor, yok ediyordu. Günlüğün ilk sayfalarını okuyan kendisi zaten bunları biliyordu ama benden duymak istediğini o kadar iyi biliyordum ki bu isteğini ondan esirgeyemedim. “Birkaç kez.. Annem öğrendiğinde hayal kırıklığı olduğumu düşündü. Şu an senin düşündüğün gibi.” Hayır demedi. Öyle düşünmüyorum demedi.

Yutkundum. Zor bir yutkunuştu.

Gözlerini benden ayırmadan sadece söyleceklerimi dinliyordu. “Bağımlı değilim.” En azından bunu söyleyebildim. “Yemin ederim.” Bana inanmasını istedim. Gerçekten bana inanmasını ve güvenmesini. Eskisi gibi.

Gözlerinden akan yaşlar bu kez hissizlikle mezelenmişti. Dudakları aralandığında canımı acıtacak bir şey söyleceğini biliyordum. “İçiyor musun?” Dedi fısıltı tonunda.

“Hayır.” Dedim kısa ve net bir şekilde. Birkaç saniye baktı yüzüme. Bir şey söyleyecek gibi oldu ama söylemekten vazgeçti.

Gözyaşlarını elinin tersiyle silerken burnunu çekti. Onunla bu gerçekleri konuşmak canımı acıtıyordu ama onun da canı acıyordu, biliyordum. “Biz,” Dedi titreyen sesiyle. “Sevgili olduktan sonra hiç içtin mi?” Sorusunun cevabını bilmek istemiyor gibi gözlerini kaçırdı benden.

Dudaklarım bir süre kapalı kaldıktan sonra aralanmıştı fakat o daha başlayamadığım sözümü kesti. “Lütfen Tuğkan. Lütfen içmedim de. Yalan söyle, yemin ederim inanacağım. Yalan söyle.” Sesinde ki muhtaç tını ile yumruğumu sıktım.

Zihnim ona istediğini verirken kalbim hayır diyordu. Söyle. Siktir et, onu kaybetmeye dayanamazdım. “İçmedim.” Dedim fakat o da biliyordu içtiğimi. İkimiz de kendimizi bu yalan inandırıyorduk ve bu bizi daha da mahvediyordu.

Gözyaşları yanağından süzülüp giderken başıma giren keskin ağrıyı hiçe saymaya çalıştım. “Parla, sandığın kadar kötü değilim.” Derken ona muhtaç olduğumu belli eden bir sesle konuştum. Gözleri beni bulmadı ama ağlamayı da kesmedi. “Yemin ederim kötü değilim. Herkes kötü biliyor ama…” Annem bile kötü bilirken beni sevmesini beklemek, sadece boşa çabadan başka bir şey değildi.

“Annen,” Dedi bu kez kanayan yaramı deşerken. “O seni hiç sevmedi değil mi?” Bildiğim gerçekliği yüzüme vurması nefessiz kalmama neden oldu.

Farkında değil miydi acaba? Parla hep böyleydi, pat diye sorardı. Gözlerim bir süre yüzünde gezindiğinde sessizliğimi korumayı sürdürdüm. İçimde kopan bazı şeyler vardı ve bu, bu gece ki kaçıncı darbeydi kestiremedim. “Sözlerin dokunduğu yeri yakıyor, sen farkında bile olmuyorsun.”

Genzimi sızlatan bir acı vardı. Gözlerimin yanmasını sağlayan bir şeydi.

Bilerek değil.

Canımı acıtmak için sormadı.

Parla bilerek yapmadı.

Sözlerim sanki ona dokunmuş olmalı, gözlerini utançla kaçırdı. “Özür dilerim.” Dedi. Cılız bir özürdü. Nefesini bile kesik kesik verdiğini düşünürsek ona bir suç yükleyemezdim. Gözlerimi ondan kaçırırken günlüğe çevirdim bakışlarımı. “Özür dilerim Tuğkan.” Burada özür dilemesi gereken kişi benim ve o mu özür diliyordu?

Gözlerim tekrar onu bulduğunda kafamı iki yana salladım. “Yapma.” Derken sesim beklenmedik derecede iyi çıkmıştı dudaklarımdan. “Özür dileme Parla. Ne kendinde gör bu eziyeti ne de ben de.” Kafasını başka bir tarafa çevirmeden önce son kez bana baktı.

Bakışları bu defa günlüğü bulduğunda bir süre izledi. Dışarıda yağan yağmur bana az önceyi hatırlatıyordu. “Girye.” Dedi bir anda. Öyle bir anda söyledi ki bunu nefesimi bile tutmuştum.

Etrafta ki bütün sesler kesildi sanki. Dudaklarından dökülen kelimeler beni ona bakmaya zorladı fakat o bana bakmıyordu. Kafasını çevirmiş, gözleri hala günlüğe odaklıydı.

Girye.

“Ne?” Anlamadığımı düşündürmek isteyerek sorduğum soru ile Parla’nın bakışları beni buldu. Cevabını merak ettiği bir şeyi dile getirmiş gibiydi ve ben neden bunu sorduğunu biliyordum.

Dudakları aralanırken bile titriyordu. Sanki duyacağı şeylerden korkuyor gibi çekingendi. “Günlükte, giryenin ta kendisi demişsin.” Dedi çekinceyle. Duyacağı cevabın onu kahretmesinden korkuyor gibiydi.

Girye’nin ta kendisi. Sensin Parla.

Yüzümde ki tebessüm yavaş yavaş ortaya çıkarken kalbime bir ağrı girdi. “Günlükte yazanlar seni hıçkırıklara boğduğunda görmedin mi?” Dedim kısık bir sesle. Ona bunları söylemek acaba benim canımı acıttığı gibi onun da canını acıtır mıydı? “Sen giryenin kendisi olmuşsun ama yeni farkına varıyorsun.”

Sözlerim canını acıtmış gibiydi. Tekrar dolmaya başlayan gözlerini benden ayırmadı. “Hayır Tuğkan.” Derken kafasını iki yana salladı. “Ben girye değilim. Ben giryenin kapanmasını sağlayanım, nasıl gireyenin kendisi olabilirim?” Sesinde bile bana bunu kanıtlamak istercesine bir ifade oluşmuştu.

“O gün,” Diye araya girdim. Acım o kadar kalbimi yakıyordu ki yutkunmayı haram kıldı bana. “Bana kendi günahın gibi baktığında emin ol girye de sendin. Giryenin kapanmasını sağlayan da.” Bu sözler onun beklediği şekilde değilmiş gibiydi ve derin bir nefes almasına neden oldu.

“Ya sen?” Dedi bu kez cüretkar bir edayla. İşte acımın kaynağı buradan geliyor olmalı diye düşündüm. “Sen de annenin giryesi değil misin Tuğkan?” Öyleydim.

Değildim diyemezdim.

Girye aslında bendim.

Yüzümde ki tebessüm öylece kalırken bulanıklaşan görüşüm gözlerimin dolduğunu gösteriyordu. Bundan nefret ettim ama ses de etmedim. “Giryeyim.” O uyuşturucuyu ilk içtiğim an annemin gözünde girye de bendim yara da. “Annemin ahını taşıyorum ben.” Ah etmiş bir insanın dileği gerçek olmaz mıydı?

Annem benim mutluluğumu istemedi bende mutlu olamıyordum işte.

Yerimde doğrulurken dizlerime dayadığım dirseklerimle yakınlaştım ona. Gözlerini benden ayırmazken aynı hizadaydık. “Bedenimde onca annenin ahını taşıyorum Parla. Düşünsene, kendi annemin ahı var bedenimde… Sence ben girye değilim de neyim?”

Bir süre gözlerle beni izlemişti. Gözlerimi, dudaklarımı, yanaklarımı… Her zerremi inceliyordu sanki doymak ister gibi. Bakmaya doymak ister gibi izledi beni. “Olma.” Dedi elleri yüzüme uzanırken. Sağ güzünden bir damla yaş düşerken tebessüm etti zorla. “Ben öyleyim ama sen olma.” Kısık sesine inat konuştu bu defa.

Dudaklarım aralandı fakat bir şey söyleyemedim. O da bunu fark etmiş gibiydi. “Korkuyorsun.” Fısıldadı. Sesi sanki benden uzakta bir yere gitmesin der gibi kısıktı. “Seni bırakıp gitmemden ölesiye korkuyorsun Tuğkan.”

Korkmak mı?

Bu düşünce canımdan can alıyordu.

“Korkunun önüne geçemezsin.” Bir elini tutup avuç içine bir öpücük bıraktım. “Gideceksin biliyorum, bırakacaksın. Sadece yüzüne doymak istiyorum. Gözlerine, sesine.” Ona muhtaçtım.

Yaşamak için ona muhtaçtım ve o bunu biliyordu.

Benim onu izlediğim gibi o da beni izledi. Gözlerinden akan yaşlar aramıza giriyordu fakat bu beni ölesiye korkutuyordu da. “Gitmeyeceğim.” Nefesimi kesen o sözleri söylediğinde kalbim bile atmayı bırakmış gibiydi. Diğer her şeye kapanmıştı duyularım. Sadece onu dinliyor, onu izliyordum. “Yemin ederim, gitmeyeceğim… Nasıl bırakırım seni?”

Bırakmayacaktı.

Gitmeyecekti.

Dudaklarım yavaşça aralandığında tebessüm etti. “Gitmeyeceksin..” Kendime tekrar tekrar söylüyor, bunu inandırmak istiyordum. “Nasıl?” Hayretler içindeydim hala. Gitmeyeceğini söylüyordu bana.

Gözyaşları arasında gülerken gözlerinden akan yaşlar yanaklarından süzüldü. “Bas baya işte. Gitmeyeceğim. İnsan evini terk edebilir mi Tuğkan?”

Ev.

Ev.

Bir çatısı ve dört duvarı olmayan o ev.

Ona şaşkınlıkla bakmayı sürdürürken ne yaptığımı bile bilmeden bir anda sarılmış ve kendime iyice çekmiştim. Gideceğinden ölesiye korktuğum o kız, gitmeyecekti.

Beni bir kez daha terk etmeyeceklerdi.

“Gitmeyeceksin.” Sanki bu sözlerdi beni ayakta tutan. Kollarımla onu iyice sardığımda kendime biraz daha çekmiştim. O dizlerim üzerine otururken kokusunu doya doya ciğerlerime doldurdum.

“Ben senden gidemem Tuğkan…”

Benim de senden gidemeyeceğim gibi.

Bölüm : 19.08.2025 22:27 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...