@devranemirdevran
|
Ejder, çocukluğundan beri sıradan bir hayat yaşamıştı. İstanbul’un tarihi dokusuyla modern yüzünü harmanlayan bir semtinde, anne ve babasıyla mütevazı bir apartman dairesinde büyümüştü. Babası Ali, uzun yıllar marangozluk yapmış, el emeğiyle geçim sağlayan biriydi. Annesi Zeynep ise bir ilkokul öğretmeniydi; her daim güler yüzlü, sabırlı bir kadındı. Ailesiyle olan bağı güçlüydü; sıcak bir yuva, samimi bir çevre… Ejder’in hayatı tam da olması gerektiği gibiydi.
Fakat bir gece, her şey değişti.
On sekiz yaşına bastığı gün, Ejder uykusundan sıçrayarak uyandı. Kalbi hızla çarpıyordu. Rüyasında bir savaş alanı görmüştü; ateşler içinde kavrulan bir orman, gökyüzünde dolaşan devasa bir ejderha ve kan kokusuyla dolu bir hava… Uyandığında, vücudundaki değişimi hissetti. Kasları, damarları sanki yanıyordu. Nefesi düzensizdi ve avuçlarının içinde garip bir sıcaklık vardı. Ayağa kalkmaya çalıştı ama sendeledi. Aynaya baktığında göz bebeklerinin kızıl renkte parladığını fark etti. Bu, sıradan bir şey değildi.
İlk başta hastalandığını düşündü. Belki de gördüğü kâbus, sadece bir yorgunluk belirtisiydi. Ama bu his, ertesi gün daha da belirginleşti. Normalde kaldırmakta zorlandığı eşyalar artık neredeyse hiç ağırlık hissettirmiyordu. Hareketleri hızlanmış, duyuları keskinleşmişti. Mutfağa indiğinde, annesi Zeynep onun buhulu bakışlarını fark etti.
“Ejder, iyi misin oğlum? Sanki yorgun gibisin,” dedi, hafifçe endişelenerek.
“İyiyim anne… galiba,” dedi Ejder, emin olmayan bir sesle.
Fakat iyi değildi. Bir hafta boyunca bu garip değişimler devam etti. Gece gördüğü kâbuslar, gündüz hissettiği garip enerjilerle birleşti. Derken, bir gün mutfakta elini hafifçe kestiğinde, içini garip bir susuzluk kapladı. Akan birkaç damla kan, kalbinde tarifsiz bir arzu uyandırmıştı. Hemen irkilip elini geri çekti, ama bu durum onu korkutmuştu.
Bir akşam, cesaretini toplayarak ailesiyle konuşmaya karar verdi. Babası Ali, eski bir sandalye üzerinde oturmuş, elindeki ahşap parçasını zımparalıyordu. Annesi ise mutfakta akşam yemeği için hazırlık yapıyordu.
“Anne, baba… Size bir şey sormam lazım,” dedi Ejder, sesi titreyerek.
Ali, işini bırakarak oğluna döndü. “Neyin var oğlum? Bir şey mi oldu?”
Ejder derin bir nefes aldı. “Ben… bir süredir kendimi çok garip hissediyorum. Sanki başka birine dönüşüyorum. Geceleri kâbuslar görüyorum, gözlerim kırmızı oluyor. Bazen kendimi… bir canavar gibi hissediyorum.”
Bu sözler, odadaki havayı bir anda değiştirdi. Annesi Zeynep, elindeki sebzeleri bırakıp sessizce oturdu. Babasının yüzü ise bir gölge gibi karardı. Ali, uzun bir süre hiçbir şey söylemeden oğlunun gözlerine baktı. Sonunda, derin bir nefes alarak sandalyesine yaslandı.
“Ejder,” dedi Ali, sesi ağır ve ciddi bir tonla. “Bize ait bir sır vardı. Ama doğru zaman gelene kadar bunu sana anlatmayacaktık.”
Ejder şaşkınlıkla bakıyordu. “Ne sırrı? Ne oluyor baba?”
Ali, bir çekmeceye giderek eski, deri kaplı bir kutu çıkardı. Kutuyu açtığında içinden gümüş bir yüzük ve sararmış eski bir mektup çıktı. Yüzüğün üzerinde ejderha desenleri işlenmişti, mektubun ise üzerinde Osmanlıca yazılar vardı.
“Bu yüzük,” dedi Ali, yüzüğü Ejder’e uzatarak, “senin mirasın. Ve bu miras, Kızıl Ejder Laneti’nin simgesi.”
Ejder yüzüğe baktı. “Kızıl Ejder Laneti mi? Bu da ne demek oluyor?”
Annesi Zeynep derin bir iç çekerek konuşmaya başladı. “Oğlum, bizim soyumuz sıradan bir soy değil. Atalarımızdan biri, Kazıklı Voyvoda diye bilinen Vlad Tepeş’in kanından geliyor. Ancak onun soyundan gelen herkes, bu laneti taşır. Binlerce insanın kanıyla yıkanmış bir ruhun mirası…”
Ali sözü devraldı. “Bu lanet sana inanılmaz bir güç verir, ama aynı zamanda kana susamış bir canavara dönüşme tehlikesi taşır. Eğer bu laneti kontrol edebilirsen, gücünle büyük işler başarabilirsin. Ama kontrol edemezsen… senin sonun olur.”
Ejder’in kafası karışmış ve korkmuştu. “Ama neden ben? Bu nasıl mümkün olabilir?”
Zeynep hafifçe gülümsedi, ama gözlerinde yaşlar birikmişti. “Çünkü lanet, soyumuzdaki belirli kişilere geçer. Sen, bu yükü taşıyan kişisin.”
Ejder yüzüğü avucunda tutarak derin bir nefes aldı. “Peki… bunu nasıl kontrol edeceğim?”
Ali’nin yüzü ciddileşti. “Bu senin savaşın olacak, oğlum. Bunu başarmak için hem gücünle, hem de aklınla savaşmalısın.”
Ejder, yüzüğü parmağına takarken artık eski hayatının bittiğini biliyordu. Onu bekleyen şey, hem bir lanet hem de büyük bir sorumluluktu.
Ejder, o gece uykusuzdu. Gümüş yüzük, parmağında adeta bir ateş gibi yanıyordu. Annesinin ve babasının sözleri aklında yankı yapıyordu. Kızıl Ejder Laneti… Kazıklı Voyvoda’nın soyundan gelen bu lanet, ne kadar korkunç olursa olsun, bir şekilde ona miras kalmıştı. Şimdi, bu laneti taşımanın yükünü taşıyan bir kişi olarak, hayatı tamamen değişecekti.
Sabah olduğunda, Ejder, gözlerini açar açmaz bir tür garip huzursuzluk hissetti. Bugün, alışık olduğu okul günlerinden farklı olacaktı. Üniversiteye gittiğinde, tıp fakültesinin labaratuvarında, kan örnekleriyle çalışırken bu lanetle yeniden yüzleşecekti. Kan… Kan, ona bir yandan huzur veriyor, diğer yandan onu içinden kemiren bir boşluğa sürüklüyordu.
Günü boyunca, kanla iç içe olmanın verdiği etkileri hissetti. Genellikle soğukkanlı ve mantıklı olan Ejder, bugün daha çok zorlanıyordu. Çeşitli biyoloji derslerinde, her kan örneğini mikroskop altında incelediğinde, içindeki susuzluk hissi daha da belirginleşiyordu. Parmaklarını, test tüpleri arasında gezdirirken, her bir damla kan ona yaklaşıyor gibi geliyordu.
Bir an, kalbinin hızlıca çarptığını fark etti. Gözlerinin kırmızılaşmaya başladığını hissetti ve hemen uzaklaştı, derin bir nefes alarak kendini toparlamaya çalıştı. Bunu kontrol edebilmeliydi. Her şeyden önce, insanlara yardım etmek için tıp okuyor, bu laneti bir kazanç değil, bir lanet olarak görüyordu.
Ancak, gün ilerledikçe, Ejder bu karanlık içsel mücadeleyle başa çıkmanın ne kadar zor olduğunu fark etti.
Bir ara, kantinde eski arkadaşlarından Burak ve Eda ile karşılaştı. Burak, eski arkadaşlarından biri ve şehrin ünlü semtlerinden birinde yaşayan, biraz eğlenceli ama güvenilir bir arkadaştı. Eda ise tıp fakültesinin en başarılı öğrencilerinden biriydi ve her zaman soğukkanlı bir tavra sahipti.
“Ejder, nasılsın? Çok sessizsin bugün,” dedi Burak, kaşlarını çatarken.
Ejder, gülümsemeye çalıştı ama bu gülümseme yapmacık oldu. Gözleri, her geçen dakika biraz daha kızarıyor, içine bir şeyler dolup taşarken, onları bastırmak için çaba sarf ediyordu.
“İyiyim… sadece biraz yorgunum,” dedi Ejder, hızla cevap vererek, gümüş yüzüğünü gizlemeye çalıştı. Yüzüğün soğuk metalini, parmağında fark edebiliyordu.
Eda, ona dikkatlice baktı. “Senin gözlerin… Kızıl mı? Ne oldu Ejder?”
Ejder’in içinde bir anda patlayan dürtü, ona açıklamalar yapmaktan alıkoyuyordu. Sadece başını salladı. “Bir şey yok, Eda. Sadece biraz uykusuzum.”
Ama bu yalan, hem kendi içinde hem de dışarıda olan her şeyle uyumlu değildi. Kanla iç içe olmanın yarattığı çatışmalarla, lanetin etkisi her geçen dakika biraz daha güçleniyordu. Gözleri kırmızı, kasları gergin ve her hareketi sertti. Tıp fakültesinde olmak, lanetin içinde bir yer edinmek, her geçen gün daha zorlaşıyordu.
Ders bitiminde, kafasına takılan tüm düşüncelerle kampüsten çıktı. O eski, antika yüzüğü bir kez daha hissetti. Bu yüzük, bir yandan onu bu lanetten korurken, diğer yandan onun içindeki canavarı daha da güçlü hale getiriyordu. Bir an, kendi içindeki bu mücadeleyi ve lanetini tam olarak kontrol edebilme fikrini düşünmek istedi. Ama bir şey vardı…
Eğer bu gücü bastırmazsa, bir gün kesinlikle kaybedecekti. Ejder, bu gücün, karanlık tarafını yakalamadan önce kendini nasıl kontrol edebileceğini çözmeliydi.
Ejder, eve dönerken sokaklarda yürürken, her adımda bedenindeki değişimi daha fazla hissediyordu. Adeta kasları, sinir uçları ve damarları birbiriyle uyum içinde titriyor gibiydi. İçindeki susuzluk, her an daha da artıyordu. Herhangi bir kan damlası gördüğünde, beyninde yankılanan o acımasız çağrıya karşı koymak gittikçe daha zorlaşıyordu.
Eve girdiğinde, annesi Zeynep onu hemen fark etti. Gözlerindeki kızarıklık, yüzündeki garip ifadeyi, tavırlarındaki tuhaflık hemen belirgindi.
“Ejder… Yine mi? Neden böyle bir haldesin?” Zeynep endişeyle ona yaklaştı.
Ejder, annesinin gözlerinin içine bakarken, kendini nasıl ifade edeceğini bilemedi. İçindeki karanlık, dilini boğuyor gibiydi. Gümüş yüzüğü parmağından çıkarıp masanın üzerine koydu. “Anne… Bunu daha fazla gizleyemem. Bir şeyler oluyor. Kendimi kaybediyorum gibi hissediyorum. Her gün biraz daha değişiyorum. Bir yerden sonra, kendimi tutamayıp… belki birini…”
Zeynep, sözlerini keserek derin bir nefes aldı. “Ejder, sen bu laneti taşımaya başladığından beri, her geçen gün biraz daha zorluk yaşıyorsun. Ama senin de bildiğin gibi, bu sadece bir başlangıç. Lanet, sana hem bir güç hem de bir lanet sunuyor. Eğer kana susamışlığını kontrol edemezsen, evet, bir canavara dönüşebilirsin.”
Ali, odaya girdiğinde, Ejder’in gözleri ona döndü. “Baba, ne yapacağım? Bunu nasıl durdurabilirim? Tıp okurum, insanlara yardım etmeye çalışırım, ama kendi bedenimdeki bu değişimi kontrol edemiyorum!”
Ali, oğlunun omzuna hafifçe elini koyarak, gözlerine sabırla bakmaya başladı. “Oğlum, bu laneti taşıyan bizden önceki nesiller de bununla yüzleşti. Zor zamanlar geçirdiğimiz doğru. Ama bu laneti kontrol etmenin bir yolu var. Tıp eğitiminle, insan anatomisini, biyolojik reaksiyonları anlaman sana yardımcı olabilir. Ama unutma, bu lanet sadece fiziksel değil, ruhsal bir mücadeledir de. Kana karşı hissettiğin açlık, seni bir canavara dönüştürmeden önce, onu içindeki irade gücüyle durdurmalısın.”
Zeynep ise, “Ve unutma, o yüzük… Gümüş yüzük, seni güneşin zararlı etkilerinden korur. Eğer birini öldürürsen, kana dokunursan, güneşe çıkma gücün bile yok olur. Bu yüzüğü takarak, bu gücün sana zarar vermesini engelleyebilirsin. Ama dikkatli ol, Ejder… Yüzük sadece bir engel değil, bir uyarıdır da.”
Ejder, annesinin ve babasının sözlerini sindirerek başını salladı. Bütün hayatını değiştiren bu lanetle yaşamak zorundaydı ve kontrolü elinde tutmak, hayatta kalmak için bir tercih değil, zorunluluk olacaktı.
Bir gün, labaratuvarında testler yaparken, o garip hisleri tekrar hissetti. Kan örneklerini incelemek, mikropları, hücreleri gözlemlemek Ejder için zorlaşıyordu. Her şeyin ötesinde, o kırmızı sıvıyı görmek, kanın kaynağını hissetmek ona büyüleyici bir çekim gücü veriyordu.
Ejder gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı. İçindeki bu hislere karşı koymayı öğrenmesi gerekirdi. Ama bir şey daha vardı… Tıp eğitimi ona, hastalıkları, kanı ve yaşamı öğretmişti. Ama bu lanet, ona gerçek gücün ne olduğunu gösterecekti.
Bu karanlık yolu seçmek zorundaydı, çünkü başka hiçbir seçeneği yoktu. Ejder, ilk kez hayatındaki gerçek savaşı görmeye başlamıştı: Bu savaş, hem bedeninin hem de ruhunun savaşını temsil ediyordu. Ve bu savaşın sonunda, ya bir canavara dönüşecek ya da insan kalacak, karanlıkta kaybolmadan yolunu bulacaktı.
Ejder, geceyi bir türlü atlatamadan sabaha doğru yatağından kalktı. Odayı saran karanlık, içindeki boşlukla birleşerek ona daha da baskı yapıyordu. Bir yandan kanın kokusu, yavaşça zihnine girmeye başlıyordu; öte yandan, yüzüğün koruyucu soğukluğu parmağında, bu laneti kabul etmenin verdiği zorunlulukla yavaşça vücudunda yankılanıyordu.
Bir zamanlar, tıp okumayı, insanlara yardım etmeyi hayal ederken, şimdi vücudunun içinde bir yaratık büyütüyor gibiydi. Her geçen gün, her damla kan, onu biraz daha karanlık bir yola sürüklüyordu. Lanetin etkileri giderek daha belirgin hale geliyordu. Her şeyden önce, aklında bir düşünce vardı: Bunu durdurabileceği tek şey, iradesiydi. Ama bu irade, bazen yok olur gibi hissediyordu. Her geçen gün güç, ona bir yandan yetki verirken, diğer yandan onu tüketiyordu. İçindeki açlık, kontrol edilmesi zor bir şeydi.
Okula gitmek zorundaydı, ama o sabah, diğer günlere nazaran daha fazla zorlanıyordu. Yüzüğüne tekrar bakarken, güneşin ilk ışıkları odanın içini yavaşça aydınlatıyordu. Ama o ışık, bir zamanlar huzur verdiği kadar rahatlatıcı değildi. Her şey, tam tersi bir anlam taşıyordu. Güneşin, içindeki canavarı uyandırabilecek gücü vardı. O yüzden yüzüğünü parmağında tutarak, evden çıktığında, kendini daha fazla tutamayacağını hissetti.
Üniversitenin kapısından içeri adımını attığında, Burak ve Eda’yla tekrar karşılaştı. Eda, her zamanki gibi soğukkanlıydı, ama Burak’ın bakışları, biraz daha endişeli görünüyordu.
“Ejder, yine bir şeyler oluyor, değil mi?” Burak, şaşkın bir şekilde onu inceledi.
Ejder, Burak’ın bakışlarından kaçınarak başını hafifçe eğdi. “Bir şey yok,” dedi, ama sesi ne kadar soğuk ve boş bir şekilde çıktıysa, bu yalanı daha da derinleştirdi.
Eda, sanki hiç şaşırmamış gibi, soğuk bir şekilde yanına yaklaştı. “Bu kadar gizlemeni anlayamıyorum, Ejder. Senin gözlerinde bir şeyler değişiyor. Konuşmak istersen, seni dinlerim.”
Ejder, bir an Eda’nın söylediklerine kulak verdi. Evet, içindeki boşluk giderek büyüyordu. Herkesin kendini anlayabileceğini düşünmesi bile ona ağır geliyordu. Ama bir yandan, bu duyguyu bastırmak, gücünü kontrol etmek zorlaşıyordu.
“Gerçekten sorun yok, Eda. Yalnızca biraz uykusuzum. Birkaç gündür çok çalışıyorum,” dedi.
Ama içindeki karanlık, buna karşı koymakta zorlanıyordu. Aniden, aklında bir düşünce belirdi. Bir anda kanın düşüncesi, beyninin her köşesini sararken, vücudu onu kontrol edemediği bir şekilde harekete geçirmeye başlıyordu. Ejder, nehrin kenarına gitmek için hemen yola koyuldu. Kanla iç içe olmanın verdiği his, ona bir tür içsel huzur gibi geliyordu.
Bir an önce bu hislerden kurtulmalıydı. Yavaşça nefes alırken, içindeki boşluk, ona daha fazla baskı yapıyordu. Onunla yüzleşmeli, bu savaşın sonunu görmeliydi. Ama bu savaşı kazanmak kolay olmayacaktı. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Her şey bir adım ötedeydi…
Eda ve Burak’ın bakışları arkasında, Ejder bir kez daha içsel karanlıkla yüzleşmek zorunda kalacaktı. Ve bu kez, sadece fiziksel değil, duygusal bir savaşı da vardı.
Ejder, her adımda içindeki lanetin ne kadar güçlü olduğunu daha derinden hissediyordu. Nehrin kenarına vardığında, elleri titriyordu. Gümüş yüzüğü, parmağında bir güven unsuru gibiydi, ama bir o kadar da bir yük gibi. Kanın kokusu, rüzgarla birlikte ona doğru geliyordu; her bir nefeste içindeki açlık daha da büyüyordu. Kan görmek, her zaman olduğu gibi, onun içindeki en derin uyanışı tetikliyordu. Ama bu kez daha farklıydı. Her şeyden önce, bu açlık sadece fiziksel değil, ruhsal bir boşluk yaratıyordu.
Suda hareket eden balıklara bakarken, gözleri, daha önce hiç hissetmediği bir tür karanlığa büründü. Yüzeyde yüzen balıklardan birinin hareketi, onu yakından takip etmeye itti. Bir anda, durdu ve durgun suyun içinde balığın hareketini izlerken, aklında bir düşünce belirdi. “Bir an bile olsa, sadece bir yudum…” içindeki karanlık, onu çağırıyordu.
Gözlerini sımsıkı kapatarak, derin bir nefes aldı. “Kontrol etmelisin, Ejder. Kontrol et.” İçinde yankılanan ses, bir an bile dinlenmeden devam ediyordu. Kendi ruhuyla mücadele etmek, artık her geçen gün daha zorlu hale geliyordu. Bunu durdurabilecek güce sahipti, ama ona ulaşmak için içsel huzurunu bulması gerekiyordu.
Nehrin kenarında bir süre daha durmuş, sadece gökyüzünü izledi. Bu yalnızlık, ona her şeyin ötesinde bir anlam veriyordu. Ama aynı zamanda, onu daha karanlık bir yere sürüklüyordu. Bir zamanlar hayat dolu olan ve insanlarla sohbet etmekten keyif alan Ejder, şimdi bir yabancı gibi hissediyordu. Yavaşça, ellerini cebine soktu ve parmağındaki yüzüğü hissetti. Bu, onun son savunmasıydı.
Baba ve annesinin sözleri kafasında yankılanıyordu. “Kontrol et, Ejder. Eğer bunu yaparsan, gücünü özgürce kullanabilirsin.” Ama ya kontrol edemezse? Ya içindeki açlık daha da büyürse ve onu her şeyden, herkesten uzaklaştırırsa? İşte bu, onun en büyük korkusuydu.
Bir süre sonra, Ejder, içinde olduğu karanlıkla yüzleşmeye karar verdi. Burada durmak, daha fazla kaçmak, hiçbir çözüm getirmeyecekti. Geri dönmeliydi. Evet, belki güçlerinin kontrolünü sağlamak kolay olmayacaktı, ama bunu başarması gerekiyordu. İçindeki boşluğu, tekrar insanlara dönebilmek için doldurmalıydı.
Yavaşça, yola koyulurken, yüzüğü parmağında sımsıkı tutarak, zihinindeki karanlık düşünceleri bastırmaya çalıştı. Belki de bu yalnızlık, ona ışık olacaktı; belki de bu lanet, hayatına yeni bir yön verecekti. Ama şunu biliyordu ki, her şey bir karar anıydı. Ve bu karar anında, doğru yolda kalmak, bir varlık olarak devam edebilmek, onun elindeydi.
Ejder, adımlarını hızlandırarak evine doğru ilerliyordu. Hava serindi, ama karanlık bir soğuk, içini donduruyor gibiydi. Hızla geçen zamanın ardından, beyninde yankı yapan düşünceler, onu yine aynı noktaya getirmişti. Nehrin kenarındaki yalnızlık, içinde duyduğu açlık ve huzursuzluk, her an biraz daha büyüyordu. Her bir adımda, sadece kanın kokusu değil, aynı zamanda kaybolan insanlık hissi de peşinden geliyordu.
Evine yaklaştıkça, kalbi daha hızlı çarpmaya başladı. Onun bu hali, ailesine karşı duyduğu korku kadar derin bir hissiyat uyandırıyordu. Bir zamanlar onlara her şeyini anlatan Ejder, şimdi bir yabancı gibiydi. Hem fiziksel hem de ruhsal olarak değişmişti. Fakat bir şekilde, bu değişimin kaynağını anlayamıyordu. Her şey, yüzüğün takılmasından sonra değişmişti. Ya da belki de asıl değişim, atalarının lanetini keşfetmesiyle başlamıştı.
Kapısını açarken, içeri giren soğuk havayla birlikte, evin sessizliği Ejder’in içine işledi. Annesi, mutfakta yemek hazırlıyordu, babası ise oturma odasında gazetesini okuyordu. Her ikisi de onu görmekten mutluydular, ama aralarındaki sessizliği kıran bir şeyler vardı. Onun gözlerindeki karanlık, onlara çok şey anlatıyordu.
“Ejder, yine geç kaldın. Ne oldu, bir şey mi var?” Annesinin sesi, normalde her zaman rahatlatıcıydı ama bu sefer Ejder’in içinde bir şeyleri tetikledi. Ne söyleyeceğini bilmiyordu.
“Yok, sadece biraz yorgunum,” dedi, dudakları kurumuş bir şekilde.
Babasının bakışları, içindeki garip değişimi fark etmiş gibiydi. Gözleri, geçmişte ona öğrettikleri bütün dersleri hatırlatıyordu. “Bunu saklamak zorundasın, Ejder,” dedi babası, sözlerini sert ama bir o kadar da sakin bir tonda dile getirerek. “Güçlerin seni kontrol etmeye başlamışsa, onlara hâkim olmalısın.”
Ejder, babasının söylediklerini tam olarak anlamıyordu. Güçler, bir zamanlar sadece hayal ettiği bir şeydi. Ama şimdi, vücudunda her an hissediliyordu. Her an. “Baba, ben hâlâ deniyorum, ama kontrol edemiyorum.” Bir anda, kelimeler ağzından dökülürken içindeki korkuyu da itiraf ediyordu.
Annesi, mutfaktan başını uzatarak, ona gözlerinde sevgiyle baktı. “Senin için her zaman buradayız, oğlum. Ama bu işin içinde eski bir sır var. Atalarımızın gücü… bu lanet… seni karanlığa çekebilir. Eğer çok derine inersen, geri çıkman zorlaşır.”
Ejder, annesinin gözlerinde kaybolan ışığı fark etti. Bir zamanlar bu evin içinde güvende hissettiği yer, artık ona korku veriyordu. Sanki her şey bir yanılgıymış gibi geliyordu. Tüm bu geçmiş, bu bağlar, ne kadar da kırılganmış.
“Bunu neden sakladınız benden? Neden bana her şeyi anlatmadınız?” Ejder, sesinde bir kırılma hissetti. O an içindeki karanlık güç, ona tam anlamıyla hükmetmeye başlamıştı. Gözlerinde, bilinçli olarak bastırmaya çalıştığı bir kırılganlık vardı.
Babası, derin bir nefes aldı. “Çünkü senin güvenliğini düşündük. Eğer bu güç seni aşarsa, dünyadan koparsın, Ejder. Bizim hikâyemiz de seni de kapsayabilir. Ama unutma, her gücün bir bedeli vardır.”
Ejder’in başı ağrıyordu. Sözlerin anlamı, bir kısımda ona rehberlik etse de, bir yandan da bu bedeli göğüslemek çok korkutucuydu. Güç, ona cazip gelse de, kendi insanlığını kaybetmekten korkuyordu. Her gün, bu korku biraz daha büyüyordu. Babası haklıydı; her şeyin bir bedeli vardı. Ama bu bedel, onu sevdiklerinden uzaklaştıracaksa, buna nasıl dayanabilecekti?
“Peki, nasıl kontrol edeceğim?” dedi, elleri titreyerek.
Annesi ve babası birbirlerine bakarak, içlerinde uzun yıllar önce çözülemeyen bir meseleye daha göz attılar. Babası, son bir kez derin bir nefes aldı ve yavaşça konuştu: “Yüzüğün seni korur. Ama kontrolü kazanman lazım, Ejder. Gücünü kullanmak istiyorsan, onunla barış yapmalısın. Aksi halde, sadece bir canavara dönüşürsün.”
Ejder, biraz daha uzaklaştı. O an, her şeyin zorlaştığını, her şeyin çok daha farklı bir yön alacağını fark etti. Gözlerinde, hem bir kayıp hem de bir umut vardı. Belki de ailesinin söyledikleri doğruydu. Belki de güçle barışmak, kendini kaybetmeden bu karanlık yolda yürüyebilmenin tek yoluydu.
Ama içindeki yaratık, her geçen gün biraz daha büyüyordu.
Ejder, odasında yalnız kalınca, tüm dünyadan bir adım daha uzaklaştığını hissetti. Kapı kapandığında, dışarıdaki sesler bir anda kayboldu. Evin sessizliği, her zamankinden çok daha derin ve boğucu bir hale gelmişti. O kadar karışıktı ki, hangi duygunun daha ağır bastığını bile anlamıyordu. İçindeki lanet, güçle birlikte gelen o aç gözlülük, ona acı veriyor ama bir yandan da tatmin olma isteği uyandırıyordu.
Yüzüğüne, parmağında sıcak bir şekilde parlayan gümüş yüzüğüne bakarak, kendini korumaya çalıştı. Nehrin kenarındaki o uğursuz düşünceler geldi aklına: “Bir yudum… sadece bir yudum…” Yavaşça, gözlerini kapatarak derin bir nefes aldı. Bunu engellemek, her geçen an daha zorlaşıyordu.
Saatler geçtikçe, bedenindeki ağrı ve huzursuzluk artıyordu. Kanın kokusunu duyduğunda, kalbinin hızla çarptığını hissetti. Artık bu güç, ona sadece fiziksel değil, ruhsal anlamda da saldırıyordu. Ve bir yandan da kendini her geçen gün kaybediyordu. Annesinin ve babasının söylediklerini düşündü: “Kontrol et.” Ama ne kadar çabalarsa çabalasın, kontrolü kaybetme korkusu her an daha fazla ağırlık yapıyordu.
Kendini bir an daha yalnız hissetti. Üniversiteye başladığı ilk günlerdeki o neşeli, sosyal, insanlarla kolayca iletişim kuran genç, şimdi kendi içindeki boşlukla baş başa kalmıştı. İnsanlarla olan ilişkileri, birer anı gibi uzaklaşıyor, her geçen gün daha soğuk ve yabancı bir hal alıyordu. Bunu fark etmek, ruhunu daha da zorluyordu. Çevresindeki insanlar hala ona gülümsüyor, hayatına devam ediyorlardı ama o, içindeki o karanlık hissi, bir tür boşluk gibi her an daha çok hissediyordu.
Bir gece, ders çalışmak için bilgisayarını açtı. Gözleri ekrandaki metni okumuyordu. Aklı, yine lanetin gölgesine kaymıştı. Her şey, her an daha karmaşık hale geliyordu. “Bu kadarını kimse anlayamaz,” diye düşündü. “Belki de bu güçle başa çıkmak için tek bir yol var; o da kabullenmek.”
Birden, geçmişi tekrar zihninde beliriverdi. Gençken, ailesinin yanında her şey çok daha basitti. O zamanlar, kaybolmuş hissetmezdi. Fakat zamanla değişen dünya, içindeki boşluk ve güç onu yavaşça yutmuştu. O eski haline geri dönmek istiyordu ama o hal bir daha hiç geri gelmeyecek gibiydi.
Bir anda, bilgisayar ekranındaki kodlar, ona bir şeyler fısıldar gibi oldu. Sanki bir şeyler, onun içinde daha derin bir anlam kazanıyordu. Kodların her bir satırını gözden geçirirken, bir yanda da içindeki güçle mücadele ettiğini fark etti. Güç, ona bir yandan özgürlük sunarken, diğer yandan içindeki karanlık düşüncelerle onu tamamen tüketmeye çalışıyordu. Bu ikilik, onu daha da parçalı bir hale getiriyordu.
Yavaşça ekranı kapattı, bilgisayarını kapatırken elleri ter içinde kaldı. Annesinin ve babasının söyledikleri bir kez daha kulağında yankılandı: “Bir karar anı.” Evet, bu gerçekten bir karar anıydı. Eğer artık kaybedecek bir şey yoksa, o zaman belki de bu gücü kabullenip kontrol etmeyi öğrenmeliydi. Ama eğer içindeki aç gözlülüğü yenemezse, o zaman güneşin altına bile çıkamayacaktı.
Gümüş yüzüğünü parmağında sımsıkı tutarak, yatak odasına yöneldi. Yavaşça ışıkları kapattı ve derin bir nefes aldı. Kararını verdiği an, içindeki karanlık daha da güçlendi, ama Ejder, bir şekilde onu fethetmeyi başarabileceğine inandı. Gecenin sessizliğinde, gözlerini kapatarak, yarının ne getireceğini merak etti. Fakat içindeki gücü, bir şekilde doğru yolda kullanmak zorunda olduğunu biliyordu. Bu yolun ne kadar karanlık olursa olsun, onunla yüzleşmek zorundaydı.
Ejder, yatağına uzandı ve gözlerini kapatırken, bir an için dünya tamamen yok oldu. Derin bir sessizlik vardı; sadece kalp atışlarını duyabiliyordu. Fakat o kalp atışları, artık eskisi gibi huzur verici değildi. İçindeki güç, bir yandan onu savunmasız bırakıyor, diğer yandan derin bir boşluk hissiyle yutuyordu. O boşluk, gözlerini kapalı tutmasına rağmen her an daha büyüyordu.
Bir zamanlar, bu odada rahatça uyur, sabahları uyanıp üniversiteye gitmeye hazırlanırdı. Ama artık her şey değişmişti. Güç, sadece bedenini değil, ruhunu da ele geçirmeye başlamıştı. Yüzüğünü sıkıca tutarken, parmağındaki metal soğukluğu ona bir nebze rahatlama sağlıyordu. Ama bu rahatlama, geçici bir ilüzyon gibi hissediliyordu. Yüzüğün gücü, ona sadece bir savunma sağlıyordu. Gerçekten huzur bulduğu bir an yoktu.
Gözleri karanlıkta dalgın şekilde gezinirken, zihninde geçmişe dair birkaç anı canlanıyordu. Annesinin onu okula götürdüğü sabahlar, babasının yaptığı şaka ve o neşeli kahkahalar. O günlerde her şey basitti. Ama şimdi… her şey karmaşıklaşmıştı. İçindeki aç gözlülük, kanın kokusu her an burnunda. Bu duygu, her geçen gün daha fazla baskı yapıyordu.
Birden, kulağında bir ses duydu. Yavaşça başını kaldırdı ve odayı taradı. Hiç kimse yoktu. Fakat sesi hissetmişti. İçinde, kendi derinliklerinde yankı yapan bir şey vardı. Lanetin sesiydi bu. Bir hayalet gibi, tüm vücudunda yankılanarak artan bir hissiyatla büyüyordu.
O an, bir şeyi fark etti: Bu güç, onu daha çok yalnızlaştırıyordu. Kendini kontrol etmek için ne kadar uğraşırsa uğraşsın, bu yalnızlık hissi gitgide derinleşiyordu. Bir zamanlar hayal ettiği insanlarla bir arada olma duygusu, yerini karanlık bir yalnızlık duygusuna bırakmıştı. Duygularını başkalarına aktarabilmesi gittikçe zorlaşıyor, her geçen gün daha çok kendi içine kapanıyordu.
Yavaşça yerinden kalktı ve pencereye doğru ilerledi. Geceyi izlerken, dışarıda sessizlik hâkimdi. Her şey durağan gibiydi. Fakat Ejder, o sakinliğin içinde bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordu. Sanki dünya, kendi etrafında dönerken, bir yandan da ona karşı dönüyordu. Belki de bu gücü kullanmak, ona bir yandan da bu boşluğu doldurmanın bir yolu gibi görünüyordu. Ama ya bu güç, ona geri dönülmez bir şekilde zarar verirse? Ya karanlık onu tamamen yutarsa?
Gümüş yüzüğünü tekrar parmağında hissederken, bir an için yüzüğün onu koruduğu duygusuna kapıldı. Ama koruyan sadece yüzük değildi; bir yandan, kendi iradesiyle mücadele edebilme gücü de ona ait olmalıydı. Kendi kararlarını veremezse, bu lanet onu sonsuza dek kontrol ederdi. Bunu kabullenmek, her şeyin sonu olurdu.
Derin bir nefes alarak, odadaki gölgelerle yüzleşmeye karar verdi. Yavaşça, eski kitaplardan birini çekerek sayfalarını karıştırmaya başladı. Atalarının yazdığı eski metinler, ona güç verebilirdi. Belki de orada, bir ipucu vardı. Bir şekilde bu laneti yönetmeyi öğrenebilirdi. Ancak içindeki şüphe, her geçen dakika daha da güçleniyordu.
Fakat artık başka bir seçeneği yoktu. Gümüş yüzüğü, gücünü bastırmak için son çare olarak kullanabileceğini biliyordu. Ama bu sadece bir araçtı. Gerçek çözüm, onu içinde tutan gücü kabullenmek ve ona hükmetmekti. Ancak bunu başarabilirse, özgür olabilirdi. Ama ya başaramazsa? O zaman, karanlık güçler onu sonsuza dek yutardı.
“Bunu yapmalıyım,” diye fısıldadı kendi kendine. “Geriye dönmek yok.”
Ejder, odasının loş ışığında son bir kez daha derin bir nefes aldı. Zihninde yankılanan tüm o karanlık düşünceleri, gücünü kontrol etme isteğiyle bastırmaya çalıştı. Gümüş yüzüğünü parmağında sımsıkı tutarak, bir an için geleceği düşünmeye başladı. Belki de bu, yalnızca bir başlangıçtı. Kendini kontrol etmek, bu gücü kabullenmek ve ona hükmetmek, ne kadar zor olursa olsun, tek çıkar yoluydu.
Yavaşça pencerenin önüne geçerek dışarıdaki geceyi izledi. Gecenin karanlığı, bir yanda ona korku verirken, diğer yanda ona güç de veriyordu. İçindeki mücadele, bir sona yaklaşırken, Ejder, ne kadar yalnız olduğunu bir kez daha fark etti. Ama bu yalnızlık, onu daha güçlü kılmak zorundaydı. Bir şekilde, bu lanetle yaşamanın yolunu bulmalıydı. Başka bir yolu yoktu.
“Bunu yapmalıyım…” diye fısıldadı tekrar. “Artık başka bir seçeneğim yok.”
Ve bu düşüncelerle, Ejder odasında bir süre daha kaldı. Zihninde büyüyen karanlık, gözlerinin önünde şekil alırken, yüzüğün soğuk metalik dokusu, ona soğukkanlılık ve bir tür güven veriyordu. Bir an, geçmişindeki sıcak günleri hatırlayarak, o eski halini düşündü. Ama artık o zamanlar geride kalmıştı. Şimdi yeni bir yol başlamıştı, ve o yol, sadece ona ait olacaktı.
Karanlık içindeki sessizliği biraz daha içine çekerek, Ejder derin bir nefes aldı ve sabaha doğru odasının ışığını kapattı. Yavaşça yatağına yattı, gözlerini kapatarak, yalnızca kendi karanlık yolculuğuna odaklandı. Her şey, her an, sadece bir adım daha yakındı.
Bu, bir sona değil, bir başlangıca işaretti. Ve Ejder, yolunun sonunda ne olacağını henüz bilmiyordu. Ama bir şey kesindi: Bu karanlık güç, bir gün onu özgür kılacak, ya da onu tamamen yutacaktı.
Ve o gece, Ejder, bu gerçeği tamamen kabullenerek uykuya daldı. |
0% |