@devranemirdevran
|
Havanın soğukluğuna aldırmadan, o eski atölyede, yerle bir olmuş bir dünya içinde, yalnızca kendi kalbinin atışlarını duyuyordu. Ellerindeki metal, ruhunun sığındığı bir sığınak, ama ne kadar sıksa da, soğukluğu geçmiyordu. Gözleri, bakmak istemediği bir yere kilitlenmişti, ancak oraya bakmadan da edemiyordu. O eski projeleri, onlar birlikte yaratmışlardı… Birbirlerinin eksik yanlarını tamamlayan iki zihin, birbirlerini anlamadan, birbirlerinin ruhunda kaybolarak, bir bütün olmuşlardı. Ama o gün, o andan sonra her şey kırıldı. “Dayanamıyorum,” demişti. Evet, öyle demişti. “Dayanamıyorum,” ve ardından her şeyin sonu gelmişti. Ne yazık ki, o anın her kelimesi, her cümlesi, onun içindeki derin çukurlara daha fazla toprak eklemişti. İhanet değildi, hayır, hayır. İhanet, en azından dışarıdan bir şeyler gelmiş olsaydı belki anlaşılabilirdi. Ama o, bir yıkımın ifadesiydi. Kendi dünyasını yıkmaya karar vermişti. Kendisini, ona ait olan her şeyi içinden atmaya, her şeyin aslında hiç var olmamış gibi bir yokluk içinde kaybolmasına karar vermişti. Bir zamanlar bu odada, birbirlerini tamamladıkları projeleri düşündü. O kadar berraktı ki her şey. Mekanik bir deha olarak, belki de mekanik parçaların birleşimindeki incelikleri, her dişi vida, her vida yuvası onun için bir şiir gibi anlam taşırdı. Ama şimdi? Şimdi o şiirleri kimse duymuyordu. O projelerin hiçbir değeri yoktu. Hiçbiri. Ne de olsa her şey bir yalandı. Sevdiği kişiyle birlikte gerçekleştirdikleri her şey, şimdi ona birer sis bulutu gibi geliyor. Yavaşça siliniyorlar. Her biri birer hatıra, her biri geçmişin çökmüş birer kalıntısı. İçinde bir boşluk büyüyordu. İçini hırsla, öfkeyle, ölüme olan arzu ile dolduran bu boşluk, hiçbir zaman eski haline dönmeyecek gibiydi. Bir zamanlar sevdiğiyle ortak hayaller kuran bu kişi, şimdi tek başına, karanlık bir boşluğun ortasında duruyordu. Şimdi, o sevdiği, onu terk etmişti ve o terk edişin soğukluğu her şeyi sarmıştı. Ama terk eden, bir zamanlar o kadar yakın olduğu insandı. O kadar yakın… “Niçin?” diye düşündü. Niçin? Neden bir dakika önce yanındayken, neden bir dakika sonra gitti? Hiçbir şeyin mantıklı bir açıklaması yoktu. Evet, belki de mantık diye bir şey yoktu zaten. Belki de bu kararı vermek, sadece bir kaçıştı. Ama bu kaçış, sanki tüm varlığını silmiş gibiydi. O eski sıcaklık, o ortak ruh, o birlikte inşa ettikleri dünyanın kayboluşu… Her şey şimdi, hiç olmamış gibi duruyordu. Zihni, akıl almaz bir hızla dönmeye başladı. Her şey birbirine karıştı. Sevdiği, ona sahip çıkmaya çalıştığında, elini bir şekilde uzattığında, o elin içindeki samimiyetin izleri çok uzakta kalmıştı. Ve şimdi, bu kalp, her şeye yabancıydı. Hangi yönüyle baksa da, yalnızca kayıplarıyla karşılaşıyordu. Yalnızlık, daha önce hiç bu kadar derin olmamıştı. Hayatındaki hiçbir şey, kendisini bu kadar yalnız hissettirmemişti. Hayat, o kadar boş, o kadar anlamsız, o kadar çürük bir yerdir ki. “Bir insan, başka bir insana neden bu kadar değer verir?” diye düşündü. Ama sorunun cevabı o kadar basitti ki: Sevgi. O sevgi, ona her şeyi, her projeyi anlamlı kılıyordu. O sevgi, onu ayakta tutuyordu. Ama o sevgi şimdi yoktu. Yavaşça oturdu, elleriyle kafasını kavrayarak, odanın karanlık köşelerinde kaybolmuş duvarları inceledi. O eski projeler, o eski yüce hayaller… Hepsi şimdi birer boşluk. Tek bir solukla silinmiş, yok olmuşlardı. “Dayanamıyorum,” diyordu, bu cümle, bir ölüme, bir ölüme ne kadar yakın olduğunu anlatan bir cümleydi. Kendi ölümüne… Hayatına, kaybolan zamanlara… Kendini terk etmişti. O kadar yakın olduğu insan onu terk etmişti. Ama ne kadar yakın olsa da, her şeyin geriye dönmeyeceği kadar uzak olduğu düşüncesi içinde sıkışıp kaldı. Ne yapmalıydı? Hayatta kalmak için bir sebep var mıydı? Her şeyin sonunda kaybolduğunu fark etti. Ama bu kayboluş, bir anlık değildi. O kaybolmuş, kaybolmuş ve kaybolmuştu. Şimdi, her şeyin sona erdiği yerde bir tek şey vardı: bir karanlık. Ve bir tek soru: “Neden?” |
0% |