Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. ANLAŞMA

@diaryofanas

 

model, sarı kurdeleler

 

 

 

 

 

 

Hayat herkes için adil değildi.

 

 

 

Hayatta herkes masum değildi ama herkes kötü de değildi. Hayatın şartları insanları iyi veya kötü olmaya zorlayabilirdi.

 

 

 

İyi insanlar kötülükle tanışıp kalplerine şeytanın verdiği tohumları ekebilir, cehennemi içlerinde taşıyabilirlerdi. Bunun adı değişmek değildi, bunun adı kalbin kırılmasıydı.

 

 

 

Kalbi kırılan her iyi insan bir gün şeytanın tohumlarını kalbine eker ve kötülüğü kabullenirdi.

 

 

 

Kötü insanlarsa değişmezdi. Kalplerinde şeytanın ektiği tohumları büyütüp bir orman yaratan insanlar hayatları boyunca şeytana bağlı kalırlardı. Bunun adı saf kötülüktü.

 

 

 

Ektikleri ağaçları teker teker sökseler, yaksalar ya da yok etmeye çalışsalar bile kökleri kalbe tutunan dalları bir türlü içlerinden atamazlardı.

 

 

 

Melekler, cennetin tohumlarını her kalbe ekerlerdi ama kötülüğü seçen kalpler cenneti cehennem ateşine vererek yakarlardı.

 

 

 

Hiçbir babanın günahı çocuğun boynuna yazılmaz derlerdi. O hâlde yaşayan bu mutsuz çocuklar neyin cezasını çekiyordu?

 

 

 

Hayat çoğu zaman adaletsizdi. Yaşamaya çalışmak ve adaletsizliğe direnmek her geçen gün zorlaşıyordu ama bir şekilde yaşıyorduk.

 

 

 

“Önüne bak ulan.” omzuma çarpıp geçen bir tane ayyaşı umursamadan okul çantama iyice asıldım.

 

 

 

Bu mahalle böyleydi, gündüz vakti ayyaşlar size musallat olabilirdi. Keşler her an önünüzü kesip sizden madde dilenebilirdi. Alkolden beyin nöronları erimiş insanlar kadın erkek, küçük büyük demeden herkese laf atabilir, tecavüz edebilirdi.

 

 

 

Kafamı iki yana sallayarak adımlarımı hızlandırdım.

 

 

 

Her gün haberlerde gördüğüm insanların yerinde bir gün kendi adımın yazacağından ve insanların ekrandan yüzüme bakarak erkekleri nasıl tahrik ettiğimden bahsetmesinden, o saatte neden dışarıda olduğumu sorgulamasından, başımın açık olmasından ve her dar kafalı insanın aklına gelen binlerce bahaneden delicesine korkuyordum.

 

 

 

Tacizin, tecavüzün, ölümün bahanesini nasıl sunarlardı? Bir insanın canı giyiminden kuşamından dışarıya çıktığı saatten nasıl daha değersiz olabilirdi? Aklım bu soruları almıyordu ve yaşadığım dönemden ölesiye nefret ediyordum.

 

 

 

Kasım ayının çok da soğuk olmayan rüzgarı üstümdeki ince,eskimiş hırkadan içime sızarken tüylerimin havalandığını hissettim.

 

 

 

Hava soğuk değildi ancak üstümdeki kıyafetler beni ısıtmaya yetmiyordu.

 

 

 

Sokağın ortasında duran tek katlı, üç odası olan yıkık dökük mavi evimizi görünce iç çektim.

 

 

 

Adımlarım bu kez yavaşlarken kendimi olacaklara hazırlamaya çalıştım.

 

 

 

Hep aynı şey olurdu. Ben okuldan gelirdim, babam okuduğum için beni saatlerce döverdi. Sonra hızını alamayıp okumama izin verdiği için annemi döverdi. Ona ve bana kadın olduğumuz için küfürler eder, annemi erkek çocuk doğuramadığı için suçlar dururdu. Bütün bunların sonunda yine sinirlenir, kendini alkole verir ve sızıp uyandıktan sonra bizi yine döverdi.

 

 

 

Adımlarım evimize yaklaştıkça yükselen küfürler, annemin bağırışları ve mahalledeki meraklı çocukların hüzünlü gözleri önümde daha net bir şekle kavuştu.

 

 

 

Babamın sırtımda dün kemerin tokasıyla açtığı yaralar yetmiyormuş gibi bugün yenilerini açacağını bilerek evimizin düzgün kapanmayan kapısını tamamen açıp içeri geçtim.

 

 

 

“Kaltak karı! Öldüreceğim seni anlıyor musun beni? Saat altıda yemek hazır olacak dedim sana!” yutkunup kafamı duvardaki saate doğru kaldırdığımda altı olmasına bir saatten fazla süre olduğunu gördüm.

 

 

 

“Baba dur Allah aşkına.” çantamı salonun girişindeki kapının kenarına atıp annemi saçlarının diplerinden tutarak havaya kaldıran babama yaklaştım.

 

 

 

Annem gözyaşları içindeyken moraran yüzüne, ağlamaktan ve belki de aldığı darbeler yüzünden patlayan gözündeki damara rağmen bana yaklaşmamamı söylüyordu.

 

 

 

Gözlerindeki ifade bana kaçıp kurtulmam gerektiğimi söylüyordu ancak yapamazdım.

 

 

 

Babam annemin tuttuğu saçlarını bir çöpmüş gibi yere bıraktı. Yutkunup alkolden kızaran mavi gözleriyle bana bakan babama aynı şekilde Bakarken tıpkı kırmızı görmüş bir boğa gibi burnundan nefes verdi.

 

 

 

Dilini alt dudağının içinde gezdirip orayı şişirdi ve ani bir hareketle saçlarımı ensemde topladı. Bütün gücüyle ensemdeki saçları çekerken kafa derimin kafatasımdan ayrıldığını hissettim. Belki de ayrılan ruhumdu, bedenimi terk ediyordu. Bilmiyordum ama çektiğim acı katlanılmazdı.

 

 

 

 

 

İlk değil Elmas, dayanabilirsin. Birazdan bitecek. Dayan Elmas. Dayanmak zorundasın.

 

 

 

“Bırak kızımı adi herif! Hayatımı kararttın gencecik kızın hayatını rahat bırak!” annem güçsüz elleriyle babamın saçımı tutan koluna tutundu. Gözlerim morluklarla dolu kollarında gezindi.

 

 

 

Dayanmam gerekiyordu.

 

 

 

Sırtımda yeni oluşan ve henüz kapanmayan açık yaralarım sırtımın geriye doğru yatmasıyla sızladı.

 

 

 

Alt dudağımı ısırıp acımı belli etmemeye çalışarak dik durdum. Eğilmeyecektim.

 

 

 

“Kes sesini!” diye gürledi babam. Saçımdaki elinin baskısı arttı. Korkutucu bakan gözleri yüzme kilitlendi. Öfkeli yüz hatları yüzüme yaklaşmaya başladı.

 

 

 

Nefesindeki ucuz alkol kokusu burnuma gelecek kadar yakınımdaydı ve midem bulanıyordu. Saçımdaki eli ense köklerimi inanılmaz derecede acıtıyordu. Sırtımdaki yaralar hayatın yüküydü ve yanıyordu.

 

 

 

Gözlerim, inatla gözlerindeyken diğer eliyle üstümdeki hırkanın fermuarını açtı. Yırtarcasına çıkardı.

 

 

 

Annem hâlâ ağlıyordu, “Daha on iki saat geçmedi Allah'ın cezası. Yaraları kapanmadı daha, yapma.” dizlerindeki kuvvet çekildiğinde yere çöktü. Hıçkıra hıçkıra ağlarken elleriyle sökülmüş parkelere vuruyor, vücudunda yeteri kadar yara yokmuş daha çok yara yapıyordu.

 

 

 

“Kes sesini.” babam, yüzüme doğru tıslarken muhatabı annemdi.

 

 

 

Üstümdeki hırka parçalanarak yerle buluştuğunda kalbimde çocukluğum çığlık atmaya başladı. Sırtımdaki açık yaralar sızladı, belki de atmam gereken çığlıklar boğazıma dizildi, orayı düğümledi.

 

 

 

Ne olacağını biliyordum. Bu daha çok canımı yaktı.

 

 

 

Ense kökümdeki saçlarım rahat kaldığında kolumu tuttu. Sırtımı yüzüne doğru çevirirken yutkundum.

 

 

 

Gidiyordum. Çocukluğumun cehennemi olan o odaya yine tıpış tıpış gidiyordum ama bu sefer çığlıklar yoktu. Bağırışlar yoktu. Ağlamak yoktu. Acı belki de vardı ama hiçbir şey hissetmiyordum.

 

 

 

Hiçbir acı kalbimde çığlıklar atarak, baba ben senin kızın değil miyim neden beni hiç sevmiyorsun diye ağlayan çocukluğum kadar büyük değildi.

 

 

 

“Yapma. Yapma. Yapma Şahin! Allah’ın belası beni öldür kızı bırak, onun bir suçu yok!” annem hâlâ yalvararak babama beni bırakması için baskı uyguluyordu.

 

 

 

Sahi, benim ne suçum vardı? Senin ne suçun var anne?

 

 

 

Gözlerimi kapattım.

 

 

 

“Baba kolumu acıtıyorsun.” babam küçücük kolumu tutmuş kırmak istercesine çekiştirerek bedenimi içeri doğru sürüklüyordu.

 

 

 

“Anne! Anne babam kolumu acıtıyor yardım et!” annem elinden geldiğince hızlı bir şekilde yanımıza geldiğinde babam durmadı.

 

 

 

Yanaklarımdan yaşlar dökülürken ayağım yerdeki çıkık parkeye takıldı. Babam beni sürüklemeye devam ederken ayak bileğimden parmaklarıma kadar ayağım çizildi.

 

 

 

Bunun acısıyla daha çok ağlamaya başladığımda, “Şahin çok küçük yapma.” diyerek annem beni babamın elinden kurtarmaya çalışıyordu.

 

 

 

O zamanlar bu kadar bitkin değildi, gördüğü şiddet daha azdı. Şimdiyse çoğu gece nefes alamayacak kadar dayak yiyordu.

 

 

 

“Kes sesini kadın! Sen saldın başımıza bu iti!” it demişti. Kendi çocuğuna. Bana. Kızına.

 

 

 

Küçücük yaşıma rağmen beni sevmediğini anladığımda artık susmuştum.

 

 

 

Babam beni sevmiyordu. Bundan daha ağırı var mıydı?

 

 

 

“Yapma. Allah aşkına yapma. Ona yapma. Bana ne yaparsan yap ona yapma.” annem de ağlamaya başladığında babam dönüp ağlayan yüzüme baktı.

 

 

 

Beni bir odaya fırlatıp kapıyı üstümüze kapattı ve kilitledi. Annem dışarıda beni bırakması için yalvarıp ağlarken ben beni fırlattığı duvara iyice sindim.

 

 

 

Dizlerimi karnıma doğru çekip tir tir titreyerek ağlarken bana doğru geldi. Ellerimi kafama sarıp içimden ona kadar saydım.

 

 

 

Annem korktuğum zaman içimden ona kadar sayarsam korktuğum şeyin gideceğimi söylerdi.

 

 

 

Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on. Gitmedi.

 

 

 

Kolumda yine kocaman elini hissettiğimde daha çok titremeye başladım.

 

 

 

“Ağlama!” diye gürledi ilk başta. Ellerimi kulaklarıma doğru kapatıp daha çok ağladım. “Ağlama dedim!” diye yine bağırdığında geriye gidip yeniden duvara sindim.

 

 

 

İçimden yine ona kadar saydım, yine gitmedi. Gözlerini kapatıp yeniden ona kadar saydım, gitmeliydi. Gitmedi.

 

 

 

Ellerimde kocaman elini hissettiğimde gözlerini açmadım. Odada tiz bir ses yankılandığında küçük, kirli yanağımda büyük bir sızı hissettim.

 

 

 

“Ağlama dedim Allah'ın belası.” bir tokadı da öbür yanağıma attığında sustum. Ağzımın içinde metalik bir tat hissettiğimde bile gözlerimi açmadım.

 

 

 

Ağzımdaki kanı yuttuğumda üstümdeki ince kazağı yırttı. Başka kıyafetim yoktu ve o kazağımı yırttı.

 

 

 

Arkamı döndürüp beni yatağa doğru ittirdi. İtaatkar bir biçimde beni ittirmesine izin verdiğimde önce sırt üstü yatırdı küçük bedenimi, ellerimi kolumdan kalın olan bir halatla bağladı.

 

 

 

Gözlerimi yine açmadım. Açmazsam giderdi.

 

 

 

Kemer sesini duyduğumda gözlerim açıldı, gitmeyecekti.

 

 

 

Yutkunup ellerime bağlanan halatı daha sıkı tuttum.

 

 

 

İlk darbe geldi. Kemiklerimin sayıldığı karnıma deri kemeriyle vurdu. Çığlık attığımda ağzımda kalan kan boğazıma takıldı.

 

 

 

Öksürürken, “Bağırma seni orospu evladı!” diye bağırdı. Ben yana eğilip ağzımdaki kanı tükürmeye çalışırken karnıma yine, az öncekinden daha sert bir şekilde vurdu.

 

 

 

Yine çığlık attım.

 

 

 

Bileklerimdeki halata asıldıkça canım daha çok acıyordu ama bırakamıyordum. Bırakamazdım.

 

 

 

Karnıma kaç defa vurduğunu saymadım. Dokuzdan sonra gözlerim kapanmaya başlamış, canım artık yanmamaya başlamıştı.

 

 

 

Saçlarımda eller hissettiğinde gözlerimi açmadım. Biliyordum bunlar meleklerin elleriydi. Annem bana canımız yandığında meleklerin bizi koruduğunu söylerdi.

 

 

 

Melekler benimleydi ama beni korumuyorlardı. Canım acıyordu ama melekler sadece saçlarımı okşuyordu.

 

 

 

Annem bana bir keresinde meleklerin, eğer yeteri kadar acı çekersek bizi yanlarına alacağını da söylemişti. Bu melek beni almaya mı gelmişti?

 

 

 

O gece sadece karnıma değil, sırtıma da bir o kadar darbe almıştım ve bu bir hafta boyunca hasta şekilde yatmama neden olmuştu.

 

 

 

O gece aklıma düştüğünde gülümsedim. O gece ne kadar da üzülmüştüm babam beni sevmiyor diye.

 

 

 

“Geç içeri geç.” tıpkı o geceki gibi yere fırlattı beni, sırtım duvarla buluştu.

 

 

 

Tıpkı o geceki gibi kapıyı kapattı, kilitledi.

 

 

 

Her şey aynıydı. Değişen tek şey zamandı. Ve ben.

 

 

 

Korku yoktu. Acı yoktu. Muhtaçlık yoktu. Onun karşısında beş yaşındaki kızı yoktu.

 

 

 

“O geceki gibi sana yalvaracağımı mı düşünüyorsun?” ellerini pantolonuna uzattı, kemerini ağır ağır çıkardı ve yüzünde her zamanki gibi o iğrenç ifadesi oluştu.

 

 

 

“Yalvarırsan duracağımı mı düşünüyorsun kızım?”

 

 

 

Yüzümü buruşturdum gizleme gereği duymadan. “Nasıl da yakışmadı o kelime ağzına.”

 

 

 

Sırıttı pis pis. Kemerini birkaç kez elinde şaklattı. “Pantalonu da çıkar. İç çamaşırların hariç hiçbir şey kalmayacak.”

 

 

 

Şok içinde yüzüne bakarken yanıma iyice yaklaştı, annem dışarıda hâlâ ağlıyordu.

 

 

 

“O neden?” yüzündeki pis sırıtış asla silinmiyordu ve bu beni korkuya düşürüyordu.

 

 

 

Korktuğum şeyi yapmazdı. Yapmazdı, değil mi?

 

 

 

O kadar ileri gitmezdi. Gitmezdi, değil mi?

 

 

 

O kadar iğrençleşemezdi. İğrençleşmemeliydi.

 

 

 

“O kaltak bedenin umurumda bile değil. Seni becerecek olsam bunu sen itiraz edemeyecek yaştayken yapardım.”

 

 

 

İçime su serpilmesi mi gerekiyordu? Serpilmemişti.

 

 

 

Gözlerim öfkeyle dolduğunda ellerimi kot pantolonumun düğmesine götürüp açtım. Ona itaat etmek hoşuma gitmiyordu ama canımı kurtarmak için itaat etmem gerekiyordu.

 

 

 

Ben kot pantolonumu bacaklarımdan çıkarırken arkasını döndü, dolabın içinden bir şeylere baktı. Pantolon bacaklarımdan tamamen çıktığında yutkunup odadaki yatağın üstüne bıraktım.

 

 

 

Ellerim, sanki çıplaklığımı örtebilecekmiş bedenimde gezindi. Utanıyordum. Bu halde olmak çok utanç vericiydi. Öz babamın karşısında bana tecavüz ermesinden korkmak, utanç vericiydi.

 

 

 

Nefret ediyordum. Bizi bu hale getirmiş olmasından nefret ediyordum. Annemin hayatını mahvetmiş olmasından nefret ediyordum. Beni bu dünyaya getirmek üzere annemle birlikte olmuş olmasından nefret ediyordum. Ondan nefret ediyordum. Annemden bu adamla evlendiği için nefret ediyordum.

 

 

 

“Gel şuraya.” tavandan sarkan kalın, yuvarlak şeklinde bağlanmış halatın önünde duruyordu.

 

 

 

Annemin aylar önce intihar etmek için hazırladığı ama bunu yaptığı için ölümüne dayak yediği halat.

 

 

 

Elindeki metal kelepçeyi halatın ortasına geçirdi. Gözleri anlık bir tereddütle doldu ancak bu çok kısa sürdü. Korkak adımlarım ona doğru gittiğinde elindeki kemeri omzuna astı.

 

 

 

Sağ bileğimi kibar sayılmayacak bir biçimde tuttuğunda dişlerimi sıktım.

 

 

 

Neredeyse bir haftadır ağzıma doğru düzgün bir besin maddesi girmemişti. Okulda yemekhanedeki kadın acıyıp bir parça ekmek bir kase çorba vermese ölüp gidecektim.

 

 

 

Bileğimi soğuk metale geçirdi, biraz zorlarsam bileğim kelepçeden çıkardı.

 

 

 

Sol bileğim için de aynı şeyi yaptığında ellerim havada asılı kalmıştı. Kaburgalarımın göründüğüne emindim.

 

 

 

“Organların var mı senin?” şaşkınlıkla vücuduma bakarken ben öfkeyle soluyordum.

 

 

 

“Adam olup sorumluluklarının farkında olsaydın belki açlıktan geberme noktasına gelmezdik.” bunu dememle odada o bilindik tiz sesin yankılanması bir oldu.

 

 

 

Alışıktım. Tokatları canımı yakmıyordu.

 

 

 

“Seni besler miyim zannediyorsun?” omzuna astığı kemer için alıp arkama geçti. Alt dudağımı dişlerim arasına alıp gözlerimi kapattım. Kendimi gelecek darbeye hazırlarken içimin acıdığını hissettim.

 

 

 

Sırtımda derin bir yanma hissi peyda olduğun'da sol gözümden bir damla yaş aktı. Kapanmamıştı. Yaram henüz kapanmamıştı ama o üstüne hâlâ vuruyordu.

 

 

 

Bir darbe daha hissettiğimde vücudum öne doğru savruldu. Bileklerimdeki kelepçeler zorlandığında bileklerim acıdı.

 

 

 

O adamın ağzından küfür dolu cümleler dökülüyordu, sinirlendikçe sırtıma daha çok abanıyordu.

 

 

 

Ağzımı açmadım. Bağıramazdım. Çığlık atamazdım. Çığlık atarsam daha çok vururdu sadece dayanmam gerekiyordu. Biraz sonra bitecekti. Bitecekti ve annem gelip yaralarımı soğuk suyla temizleyecekti.

 

 

 

Kasım ayının soğuğuna inat şakaklarımda terleri hissettiğimde gözlerimi araladım. Karşımdaki dökülen ve küften siyahlaşan duvara baktım.

 

 

 

Duvarda çocukluğumun acıları vardı. Duvarda çocukluğumun çığlıkları vardı.

 

Duvarda çocukluğumun gözyaşları vardı.

 

 

 

Karnımdan akan kanla duvara baba yazmıştım. Küçüktüm, babam beni sevsin istiyordum ama o beni asla sevmemişti.

 

 

 

Yüzümdeki morluklarla okula gitmiştim. Öğretmenim ilk günden şiddet görüp görmediğimi sormuştu bende babamın beni sevdiğini söylemiştim. Buna inanmak istemiştim çünkü babalar çocuklarını severdi.

 

 

 

Annem beni okuldan almaya geldiğinde öğretmenim onun da yüzünde aynı morlukları görmüştü ve ertesi gün müdür bu okulda okuyamayacağımı söylemişti.

 

 

 

Küçükken anlamamıştım ama korkmuşlardı. Babam belalı biriydi ve hiç kimse buna karışmak istememişti.

 

 

 

Küçük bir çocuk ve bir kadının ölümüne gözlerini yummuşlardı.

 

 

 

Bedenimdeki kuvvet çekilmeye başladığında gözlerimi önündeki duvar bulanık görünmeye başladı. Boynum, başımı tutamamaya başladı. Vücudum daldan kopmamaya çalışan yaprak misali sallanırken son bir darbeyi hissettim.

 

 

 

Sonrasında yanıma yaklaştı, bileklerimi kelepçeden çıkardı ve ben yatağa bile gidemeden olduğum yere çöktüm.

 

 

 

Yanağım tavandan damlayan yağmur suyu yüzünden ıslanan yerle buluştu. Burnuma ağır bir toz ve küf kokusu doldu. Ellerim yosun tutmaya başlayan yere dokundu.

 

 

 

Gözlerimi daha fazla açık tutamayacağımı hissettiğinde kapattım.

 

 

 

Uyuyacaktım ve uyanınca geçecekti.

 

 

 

∆∆∆

 

 

 

“Özür dilerim güzel kızım.” bir hıçkırık sesi.

 

 

 

Sırtımda soğuk bir şey hissettiğimde inledim. “Geçecek kızım. İyileşecek bütün yaraların.”

 

 

 

Gerçeklik algım yavaş yavaş yerime oturmaya başladığında gözlerimi araladım. Şakaklarıma feci bir ağrı girdiğinde dudaklarımı birbirine bastırıp yeniden gözlerimi kapattım.

 

 

 

Saçlarımda eller hissettiğimde irkilip kafamı çektim. Gözlerimi aralayıp karşımda yere dizlerinin üstüne çökmüş annemi görünce rahat bir nefes aldım. “Korkma annem. Benim. Gitti o piç.”

 

 

 

Gözleri yeniden dolduğunda elini yerdeki kovaya attı ve havluyu sıkıp yeniden sırtıma dokundurdu. Dudaklarım arasından titrek bir nefes kaçtığında annem hıçkırdı. “Özür dilerim seni koruyamadığım için güzel kızım. Özür dilerim sana böyle bir adamı baba olarak seçtiğim için.”

 

 

 

Gözlerini kapattım. Yorulmuştum. Dudaklarım kurumuştu ve benim nefes almaya dahi yetecek gücüm kalmamıştı. “Sen,” demek zorunda kaldım çünkü sesim çatallı çıkıyordu.

 

 

 

Su içmem gerekiyordu. Boğazım kurumuştu. Annem yerde duran bardağı almadan önce doğrulmama yardım etti. Doğrulurken canım yandı ama umursamadım. Komidinde duran bardağı alıp dudaklarıma yasladığımda kuruyan dudaklarım sızlamıştı.

 

 

 

“Ver annem.” annem elimdeki bardağı alıp yeniden komidine bıraktı. Komidinde, bardağın yanında duran yara merhemini eline alıp kapağını açtı.

 

 

 

Bütün bu süreç içinde ağzımı açmadan onu izliyordum. Onu suçlamıyordum ama suçlu olduğunu düşünüyordum.

 

 

 

Yirmi üç senedir yapmadığı anneliği şimdi yapmasının benim için bir önemi yoktu. Hiçbir zaman benim için kendini ateşe atmasını ve dayak yemesini istememiştim ama boşanabilirdi. Kaçabilirdi. En kötü ihtimalle beni yetiştirme yurduna verip ondan ayrıldıktan sonra geri alabilirdi. Onun tek yaptığıysa ağlayıp beni dövmemesi için yalvarmaktı.

 

 

 

Boşu boşuna kendine eziyet ediyordu çünkü sonuç değişmiyordu. Gün sonunda dayak yiyip ayağa kalkamayacak hale gelen ben oluyordum.

 

 

 

Annemin dayak yemesini istediğimden değildi ama vücudum daha fazla şiddete dayanır mıydı, emin değildim.

 

 

 

“Sen özür dileyince yaralarım kapanıyor mu?” sorusu döküldü dudaklarımdan. Sormayı düşünmüyordum ama zihnimdeki düşünceler o kadar canımı yakmaya başlamıştı ki sormadan edememiştim.

 

 

 

Annemin kremi süren eli duraksadı. Derin bir nefes aldığını işittim ardından yeniden krem sürmeye devam etti. Saniyeler saniyeleri kovalarken dakikalar el ele tutuşup bir çember oluşturdu, bu çemberin adı zamandı. Zaman akıp giderken annemin cevap vermeyeceğini düşünüyordum ama o beni yanıltıp, “Geçmiyor.” dedi.

 

 

 

“O zaman neden her seferinde özür diliyorsun? Neden her seferinde canımı yakacak olduğunu bilmene rağmen benden özür diliyorsun?”

 

 

 

“Çünkü elimden başka bir şey gelmiyor. Seni bunca yıl koruyamadım ondan. Şimdi ise bunu yapacak gücüm yok.”

 

 

 

“Zamanında neden boşanmadın? Bundan korktuysan bile polise gidebilirdin. Hastaneye gidip darp raporu çıkartabilirdin. En kötü ihtimalle kaçabilirdin anne. Ama sen korktun.” komidindeki suya uzanıp birkaç yudum içtim. “Her şeyi affetsem bile bu korkaklığını ömrüm boyunca asla affetmeyeceğim. Ben değil gecelerce dayak yemesine rağmen babasını seven ve baba beni neden sevmiyorsun diye ağlayan çocukluğum affetmeyecek.”

 

 

 

Ağırdı ama gerçekti. Yapamazdım. Affedemezdim.

 

 

 

“Sen yapsaydın kolaysa.” suçlama değildi. Kızmıyordu. Benim de ondan bir farkımın olmadığını göstermeye çalışıyordu. Sesi titriyordu. Sırtıma krem süren eli titriyordu ve emindim kendini o da hiçbir zaman affetmeyecekti.

 

 

 

Bu içimde küçük bir parçanın sızlamasına neden olduğunda yutkunma ihtiyacı hissettim.

 

 

 

“Kaçmak isteseydim bunu yapardım.” yalandı yapamazdım. Annemi bırakamazdım. Bunca yıl acı çekmişti ve ben de ona sırtımı dönemezdim. “Eğer yapmak isteseydim emin ol yapardım. Üniversite son sınıfım bir iş bulup kendime bakabilirdim. Maddi gücüm kendime yeterdi.”

 

 

 

Sırtıma krem süren elinden uzaklaşıp ona yüzümü döndüm. Birer elmas gibi parlayan gözlerinin altı yorgunluktan çökmüştü. Güzel yüzü zayıflamıştı ve kemik gibi kalmıştı. Sersefil duruyordu ve emindim benim de ondan farkım yoktu.

 

 

 

“Ama benim amacım hiçbir zaman kendime yetmek değildi. Bu sürdüğün sefil hayattan seni kurtarmak istedim. Seni kaçırabilirdim, bunu yapabilirdik ama aynı şeyleri yaşardık. Açlıktan ölecek raddeye gelirdik. Kışın üstümüze giyecek bir parça kıyafeti zor bulurduk. Evimiz belki bundan bile kötü olurdu.”

 

 

 

Ellerim onun nasır tutmuş ve sertleşmiş elleriyle buluştuğunda ellerimi öptü. “Kaç kızım. Yapabilirsen yap. Hayatını kur. Bir adamı sev ya da bir kadını hiç fark etmez ama mutlu ol.” avuç içlerimde sıcak bir ıslaklık hissettiğimde gözlerimi kapattım.

 

 

 

“Anne-” sözümü kesip yeniden avuç içimden öptü.

 

 

 

“Beni umursama tamam mı? Ben zaten ölüp gideceğim bu evde.” pürüzlü yanakları parmaklarıma sürtündüğünde dudakları arasından bir hıçkırık koptu.

 

 

 

Kalbimde, sol göğsümün içinde kan pompalayarak yaşamını sürdüren organımda bir sızı belirdi.

 

 

 

Sızı büyüdü, büyüdükçe boğazıma yumru olarak oturdu yutkunmakta zorlandım.

 

 

 

Hayat her şeye rağmen yaşamaya değerdi. Değmeliydi. Zorlu geçen günlerin ardından güzel günler gelirdi. Gelmesi gerekiyordu. Herkes mutlu olurdu, olmalıydı bu bir lütuf ya da lüks olmamalıydı.

 

 

 

“Anne,” sesim titremeye başlamıştı. Ben babam beni her gün düzenli olarak dövmeye başladığından beri duygulandığım için ağlamamıştım.

 

 

 

“Hadi git. Yapabilirsin. Ben sana güveniyorum. Eğer şansın olursa, polise haber verir misin? Ben ölece-”

 

 

 

“Anne.” diyerek sözünü kestim. Avuç içlerinde olan ellerimi ellerinden kurtarıp sırtımdaki yaraların acıyacağını umursamadan ona sımsıkı sarıldım.

 

 

 

Onun da elleri bacaklarımın yanından canımı yakmamaya özen göstererek bana sarıldığında gözlerimden yaşlar durmaksızın firar etmeye başladı.

 

 

 

Böyle olmamalıydı. Bunca sene kahrını çektiğimiz bu hayattan birlikte kurtulmalıydık. Adil değildi.

 

 

 

“Şahin!” gür bir ses duyduğumda hızla annemden ayrılıp yüzümü ellerimle kuruladım.

 

 

 

“Ne oluyor?” annem merakla ayağa kalktığında o da yüzünü kuruladı. Ayağa kalkıp yavaş adımlarla odadan çıktım. Kendi odama geçip üstümdeki sütyeni çıkardım. Sırtımdaki yaralara değiyor, canımı yakıyordu.

 

 

 

Beyaz sütyenim kanımın değdiği yerler boyunca kırmızı rengine boyanmıştı. Yüzümdeki hüzünlü tebessümle eskimiş dolabıma yaklaşıp kapağı yerinden çıkardım.

 

 

 

Birkaç gün önce kendime kazak seçerken ayağıma düşmüştü. Tamir ettirecek hem paramız yoktu hem de babam izin vermezdi. Üstüne kırdığım için bir güzel dayak yerdim.

 

 

 

Düşüncelerime dalmayı bırakıp dolaptan kendime lacivert, örme bir kazak çıkarıp hızlıca giyindim.

 

 

 

Yünler açık yaralarıma değince canımı yaksa da umursamadım.

 

 

 

Altıma siyah bir eşofman altı bulup bacaklarımdan geçirdim. Belindeki lastiği uzatıp içten bağladıktan sonra odadan çıktım.

 

 

 

Eve derin bir sesizlik hakimdi ve bu hiç hayra alamet değildi.

 

 

 

Kaşlarımı çatarak salona girdiğimde, takım elbiseli kısa boylu bir adamın ayakta dikildiğini gördüm. Karşısında babam iki büklüm olmuş bir şekilde duruyordu.

 

 

 

Bize yıllarca korkudan boyun eğdiren adam yabancı birinin karşısında boyun eğiyordu. Korkusundan.

 

 

 

Ondan korkuyordu.

 

 

 

“Sence benimle oynadığın kumar bu ucuz mahallende oynayıp ödemediğin kumarlarla bir mi?” kaşlarımı daha çok çatıp kapı pervazına yaslandığımda babam kafasını kaldırdı. Karşısındaki adama bakarken gözleri korkuyla dolmuştu.

 

 

 

Çok ironik değil miydi, yıllardır bizi şiddetiyle korkutan adamın şimdi başka bir adamdan bu kadar korkuyor oluşu?

 

 

 

İronikti.

 

 

 

Dudaklarımdaki alaycı gülümsemeye aldırmadan içeri doğru adımladım.

 

 

 

Sırtım sızladı, kalbim sızladı, çocukluğumun parçalanmış ellerindeki yaralar sızladı, annemin kremler sürdüğü dizlerim sızladı. Bugüne kadar açılan bütün yaralarım yeniden sızladı.

 

 

 

“Şahin Arıcı’nın korktuğu bir şeyler de varmış.” dudaklarımda gülümseme büyüdü.

 

 

 

İçimde korku yoktu. Şüphe yoktu. Tereddüt yoktu. Sadece içimden geldiği gibi davranacaktım.

 

 

 

Beni öldürecek miydi? Öldürebilirdi artık bir önemi yoktu. Daha fazla katlanamazdım. Daha fazla boyun eğemezdim. Canımı yakmasına izin veremezdim.

 

 

 

“Kes sesini.” gözlerimi yüzüne çıkardım. Gözleri yırtıcı bir hayvan gibi gözlerimi delip geçiyor, âdeta biraz sonra canımı alacağını haykırıyordu.

 

 

 

“Çok komik ama.” daha çok gülmeye başladığımda gülüşüm büyüdü, kıkırtıya dönüştü ve sonra kahkahaya.

 

 

 

Herkes bana bakarken elimi karnıma yerleştirip gülüşümü durdurmaya çalıştım.

 

 

 

“Annem gel biz kahve yapalım.” annem kolumdan tutarken adama döndü, “İçersiniz değil mi?” diye sordu.

 

 

 

Gözlerim adama kaydığında onun da gözleri benim üstümdeydi. Tepeden tırnağa beni süzdü, koyu renkli gözleri gözlerimde durdu. Dudaklarını ıslatıp araladı. “İçerim.”

 

 

 

Annemle birlikte mutfağa girdiğimizde annem hızlıca kahveyi ocağa koydu. “Canına mı susadın Elmas?”

 

 

 

Az önce giden gülüşüm yeniden dudaklarımda yer bulduğunda elimi dudaklarıma bastırdım. “Nasıl korktu gördün mü? Yıllarca bize çektirdiğini az da olsa çeksin.”

 

 

 

Annem kafasını iki yana sallayıp cezvedeki kahveyi karıştırıyordu. “Adam gidince yine dayak yiyeceksin. Değer mi be kızım?”

 

 

 

Gözlerimi mutfağın girişinden salona çevirdim. İçerisi fazla sessizdi ve bu pek hayra alamet gibi değildi.

 

 

 

“İsterse öldürsün gram umurumda değil.”

 

 

 

“Demek şu melek kızın buymuş ha?” adamın sesini duyduğumda kapıya yaklaşıp salondaki konuşmayı dinlemeye başladım.

 

 

 

“Meleğe benzer tarafı mı var?” babam benden tiksiniyordu.

 

 

 

“Güzel bir kız. Fazla bakımsız sadece.” babam alay eder gibi güldü.

 

 

 

“Eve ekmek alacak param yok bir de bakım mı yaptıracağım?”

 

 

 

Adamın hareketini görememiştim ama burnundan güler gibi bir ses çıkardığını işitmiştim. “Ekmek alacak paran yok ama kumara yatıracak milyonların var Şahin. Bu işte sence de bir terslik yok mu?”

 

 

 

Babamın kulaklarına kadar morardığına şahit oldum. Yüzümde önünü alamadığım bir gülüş daha peyda oldu.

 

 

 

Biliyordum her zaman parası vardı. Parası vardı ancak harcamak istediği yer bizim ihtiyaçlarımız değildi.

 

 

 

“Elmas!” annemin seslenmesiyle arkamı döndüğümde elindeki tepsiyi bana uzattı. “Hadi sen servis et. Bir şey deme ama.” gözlerini büyüterek beni uyardı.

 

 

 

Kafamı olumlu anlamda sallayıp tepsiyi aldım ve salona geçtim. Önce yabancı adama kahvesini ikram edip babama yöneldim. Bana iğreniyormuş gibi bakarken kahveyi aldı.

 

 

 

Nefret dolu bakışlarımı yüzüne dikip yavaş yavaş doğruldum ve tepsiyi mutfağa bırakıp geri salona döndüm.

 

 

 

Herkes sessiz bir şekilde pür dikkat karşımızdaki adama bakarken adamın gözleri benim üzerimdeydi.

 

 

 

Beni bu kadar dikkatli incelemesinin beni rahatsız etmesi gerekiyordu ama rahatsız olmuyordum.

 

 

 

“Borcunu kapatacak mısın?”

 

 

 

Babamın içtiği kahve boğazında kaldı. “Şu an o kadar param yok.” gözleri irileşti, korku bedenini sardı. İçimde yine huzura eren bir taraf peyda oldu.

 

 

 

Adamın gözleri benim üzerimde birkaç saniye gezinip yeniden babama döndü. “Belki de paraya ihtiyacın yoktur.”

 

 

 

Babam şaşırdı, gözleri bu kez şaşkınlıkla irileşti. “Ne demek istiyorsun?”

 

 

 

Adamın yüzünde sevimli bir gülümseme oluştu. “Bir anlaşma yapacağız. Eğer kabul edersen, bütün borcunu sileceğim. Zaten senden alacağım iki buçuk milyon dolara ihtiyacım.”

 

 

 

Gözlerim hayretle irileşti ve aynı zamanda annemin de. İki buçuk milyon doları ömrümüz boyunca görmeyi geçeyim duymamuştık bile. Babamın kaybedecek o kadar parası var mıydı?

 

 

 

“Kabul ediyorum.” dedi babam hiç düşünmeden.

 

 

 

Adam tek kaşını kaldırdı. “Daha teklifimi sunmadım.”

 

 

 

“Sana para vermek yerine önüme koyacağın her türlü teklifi kabul ederim.”

 

 

 

“Kızını istiyorum.”

 

 

 

“Ne?” döküldü dudaklarımdan. Beni mi istiyordu?

 

 

 

“Yaşından başından utan çocuğun yaşındaki kızla mı-” annem tepki gösterdiğinde adam elini kaldırıp annemi susturdu.

 

 

 

“Evliyim, hanımefendi.” elini kaldırıp yüzüğünü gösterdi. “Kızınızı oğlum için istiyorum.”

 

 

 

“Veriyorum. Al senin olsun.” babam heyecanlanmıştı. Tabii heyecanlanırdı zengin bir adamla anlaşma yapıyordu.

 

 

 

“Ben istiyor muyum diye sormanız gerekmez miydi önce?” sesimi bulduğumda adam bana dönüp gülümsedi. Samimi bir gülümsemeydi.

 

 

 

“Kızınızı alacağım ancak aldıktan ve soyadımı resmen taşımaya başladıktan sonra sizinle hiçbir bağı kalmayacak. Sen Şahin, özellikle sen kızın varlığını bile unutacaksın.”

 

 

 

Babam küçük dilini yuttuğunda annemin gözleri doldu. Benimse içime umut doldu.

 

 

 

Kurtulabilirdim. Babamdan kurtulabilirdim. Rahat bir şekilde okuyabilir hatta biraz birikim yapıp o adamdan ayrılabilirdim. Bu adam beni kurtarabilirdi. Bana yardım edebilirdi.

 

 

 

İçimden gelen kurtuldum diye bağırarak ağlama isteğimi bir kenara bırakıp adama baktım. Herkes babama bakarken ben içimdeki umutla o adama bakıyordum.

 

 

 

Cehennemden kurtulup cennetin çiçekli bahçesinde mi dolaşacağımı yoksa içimdeki cehennemin daha mı çok harlayacağım hakkında bir fikrim yoktu.

 

 

 

Sadece kurtulmak istiyordum.

 

 

 

“Evet Şahin kabul ediyor musun? Etmiyor musun?”

 

 

 

&&&

 

Aslında bu bölüm wattpad’te yayınlanmıştı. Wattpad maalesef artık olmadığı için buraya gelmek zorunda kaldım. Uygulamaya şimdiden bir soğukluk hissediyorum, maalesef burası alışabileceğim bir yer değil. Aşağıdaki açıklalamalar, sözler ve tepkiler hepsi wattpad'ten olduğu gibi alındı. Hiçbir değişime uğramadı ona göre okursanız sevinirim. Keza kitaptaki yazım hataları, kelimeleri yanlışları da aynı şekilde olduğu gibi wattpad'ten alındığı için var olabilir.

 

&&&

 

Eveeettt. Selam arkadaşlar. Yeni bir kitapta buluşuruz diye söz vermiştim.

 

 

 

Yeni gelmedik geri geldik :)

 

 

 

Yorum ve oylarınızı bekliyorum.

Loading...
0%