Yeni Üyelik
10.
Bölüm

10. KARIN BÜYÜSÜ

@diaryofanas

 

sia, snowman

 

 

Hayallerim, yalnızca üniversiteyi bitirmek ve mutlu bir hayata sahip olmaktı.

 

Belki öğretmen olurdum, belki herhangi bir konuda edebiyatçı olurdum belki de işssiz kalırdım ama mutlu bir hayata sahip olmayı isterdim.

 

Küçükken sürekli büyüyünce yakışıklı ve zengin biriyle evleneceğimi düşünürdüm. Bunu isterdim de çünkü bizim hiçbir zaman paramız yoktu, zengin biriyle evlenirsem hayatım düzene girerdi.

 

Evleneceğim kişinin nasıl biri olduğu beni hiç alakadar etmezdi çünkü babamdan şiddet görüyordum kocamın beni dövmesi beni üzmez ya da yaralamazdı. Beni aldatadabilirdi çünkü babam, her ne kadar küçükken anlayamasam da annemi aldatmıştı. Bir erkeğin birçok kadını olabilirdi ancak bir kadının tek bir erkeği olurdu.

 

Aileler çocukların ışığı, yol göstericisiydi. Küçükken düşündüklerime baktığımda babamın bende ne kadar büyük hasarlar bıraktığını yeni fark ediyordum.

 

Şimdi hiç kimse bana el kaldıramazdı. Travmalarım belki tetiklenirdi ama kimse bana vuramazdı çünkü reflekslerim gelişmişti. Bana kimse vuramazdı çünkü izin vermezdim. Kadınlık gururum vardı, insanlık gururum vardı.

 

Mirza bana vursa ne yapardım? Boşanırdım. Baba evine dönmezdim ancak Nilay ya da Gülcan’dan yardım isteyebilirdim. Sonra bir şekilde borcumu öder, hayatıma devam etmeye çalışırdım.

 

“Ne düşünüyorsun?” bakışlarımı bulutlardan ayırıp Mirza’ya çevirdim. Cam kenarındaki koltuğu bana bırakmış yanımdaki koltuğa kendi oturmuştu.

 

“Hayatı.” diye mırıldandım yeniden bulutlara dönerken. Mirza uzanıp kolçağa yasladığım parmaklarıma parmaklarını geçirdi. Baş parmağı yüzüğümü okşarken ona döndüm.

 

“Bir gün bana geçmişini anlatacak mısın?”

 

Gözlerim yüzüne döndüğünde onun gözleri yüzüklerimdeydi. Yüzünde düşünceli bir ifade vardı, bir şey onun canını fazlasıyla sıkıyordu. Gözlerimi yeniden pencereden dışarı çevirirken, “Ben kimseye geçmişimi anlatmam. Senin geçmişime erişmen gerekir.” diye mırıldandım.

 

Dün gece beni öpmesinden sonra hemen uyumuştum. Beni öptüğü için pişman değildim, ileride ne olurdu bilmiyordum ancak ilk öpücüğe önem veren birisi değildim. Birlikte olmadığımız sürece öpüşebilirdik.

 

“Peki geçmişins erişmem için bana kapılarını açacak mısın?”

 

Açar mıydım? Bilmiyordum. Bunu kendisinin yapması gerekiyordu. O geçmişime erişmeliydi. Ben kapılarımı açtıktan sonra yoldan geçen insan da geçmişimi öğrenebilirdi.

 

“Erişebilirsen neden olmasın?”

 

Parmaklarımı tutup dudaklarına yasladı, sıcak nefesini pürüzlü tenimde hissettiğimde yutkundum. “O kapılara erişmek için elimden gelen her şeyi yapacağım.”

 

Aklımdaki bütün düşünceler hislerime hücum ederken gözlerimi kapattım. Uyumak istiyordum, uyuyunca düşünmezdim.

 

~~~ 

 

“Elmas.” gözlerimi araladım.

 

“Biraz daha.” diyerek inledim.

 

“Hadi acelemiz var.” oflayarak arkamı döndüm.

 

“Lütfen beş dakika daha. Aşırı uykum var.”

 

“Olmaz Elmas acelemiz var. Hadi kalk.” omzuma dokunan parmaklar hissettiğimde yüzümü buruşturdum.

 

“Söz beş dakika sonra kalkacağım.” sesim varla yok arasında gidip geliyordu. Uyumak istiyordum.

 

Omzumda hissettiğim parmaklar yanağıma doğru giderken tüy kadar hafif dokunuşlarla bedenimi ele geçiriyordu. Kıkırdayarak omuzlarımı kaldırdım.

 

“Demek uyumak istiyorsun.” gelen yumuşak ses, tehditkâr çıkmaya başlamıştı. Şüpheyle gözlerimi araladığımda yanağımı okşayan parmaklar boğazıma sarıldı.

 

Bedenimi ele geçiren uyku tohumları kökten koparken dehşetle gözlerimi büyüttüm.

 

Parmaklarımı Mirza'nın boğazımı sıkan eline götürürken gözlerim yaşardı. Yutkunmaya çalışırken Mirza boğazımı daha fazla sıkmaya başladı.

 

Nefeslerim kesik kesik ciğerlerime dolmaya başladığında Mirza boğazımı bıraktı, nefes almak için öksürerek doğrulmaya çalışırken Mirza elini kaldırdı. Yanağımda hissettiğim yanmadan sonra nefesim yeniden kesildi.

 

Hızla gözlerimi aralayıp doğrulduğumda nefeslerim fazlasıyla sıktı. Korkuyla elimi kalbimin üstüne koyduğumda gözlerim sol tarafıma kaydı.

 

Mirza, kafasını arkaya yaslamış, üstündeki ceketi omuzlarına sermiş kendine örtü yaparak uyumuştu. Ve sağ eli benim sol avucumun içindeydi. Parmakları parmaklarıma kenetlenmiş, baş parmağı elimin tersini okşarken uyuyakalmıştı.

 

Gördüğüm kâbusun etkisiyle elimi yavaş bir şekilde Mirza'nın elinden çektim.

 

Bu iki olmuştu, ikinci defa Mirza'yı rüyamda bu şekilde görüyordum ve bu korkunçtu. Neler oluyordu? Bana bunu yapan bilinçaltım mıydı?

 

Cebimden telefonumu çıkarıp saate baktım. 16.49’du. Saat birde uçağa binmiştik, Mirza uçuşun 6 saat 30 dakika süreceğini söylemişti. Saat sekize doğru inecektik.

 

Hafifçe oflayarak arkama yaslandım ve kafamı Mirza'ya doğru çevirdim. Kapalı göz kapaklarının ardında elmacık kemiklerine yansıyan kirpiklerinin gölgesi, yüzünü olduğundan masum göstermişti. Çok da dolgun olmayan dudakları, ikide bir yaladığı için kızarmıştı. Terlediği için küçük bir kısmı alnına yapışan saçlarını gördüğümde yutkunup elimi alnına doğru uzattım. Parmak uçlarımı minik tutamlara değdirip nefesimi tuttum. Mirza'yı uyandırmamak için çabalarken bir hostes yanımıza yaklaştı.

 

Kafamı kaldırıp hiçbir şey istemediğimizi belli ederken kadın bize garip garip baktı ve yanımızdan uzaklaştı. Tuttuğum nefesimi yavaş yavaş bırakırken telefonumu yeniden cebimden çıkardım ve kamerayı açıp Mirza'nın yüzünü çektim. Bir anlık gözüme çok masum görünmüştü.

 

Alnına yapışan saçlarını parmak uçlarımla nihayet çekip arkama yaslandım. Mirza'nın benim için açtığı Instagram hesabıma girip hikaye kısmına tıkladım. Çektiğim fotoğraflardan bir tanesini seçip üstüne, Uykunun en masum hali 🤎, yazarak Mirza'yı etiketledim. İnternet açılınca Mirza hikayemi görürdü.

 

Yolculuğun kalan saatleri boyunca ne yapacağımı düşünürken derin bir of çektim.

 

Sıkıcı geçecekti.

 

{}{}{}

 

Delhi’nin havalimanı İndira Gandi Uluslararası Havalimanı’na indiğimizde inanmaz gözlerle Mirza'ya baktım. Avuç içimi avuç içine hapsetmiş valizlerimizi bekliyorduk.

 

“Tercihlerinin kötü olduğunu beni beğenmenden anlamalıydım.” diye mırıldandım. Mirza bana dönüp gülümserken telefonumu cebimden çıkardım.

 

Uçak moduna aldığım telefonumu normal haline getirdikten sonra sırıtarak Mirza'ya baktım. Birkaç saniye sonra telefonuna bildirim düştüğünde kaşlarını çatarak telefonunu montunun cebinden çıkardı.

 

Hindistan'da hava aşırı sıcaktı, Türkiye’de baharda hissedilen hava sıcaklığı burada kışın hissediliyordu. Bugün hava 23 dereceydi, Aralık ayındaydık.

 

Ben sıcaklığımdan montumu çıkarmıştım ancak Mirza fazla üşüyen bir insandı. Kansızlığı olduğunu söylemişti.

 

“Beni uyurken çekmen hiç etik değil Elmas Hanım.” dedi sırıtarak. Hikayene ekleme yap kısmına basıp hikayesine ekledi. Güzel prensesin, uyuyan Prens’i ❤ yazarak ekledi.

 

“Çok masum görünüyordun ama.” dedim kaşlarımı kaldırarak. Dudak büzüp koluna girdim ve kafamı omzuna yasladım. Bu özgüven nereden gelmişti hiçbir fikrim yoktu ancak umurumda değildi. Mutlu hissediyordum.

 

“Normalde masum değil miyim anlamadım yani.” dedi burnumun ucuna vururken. Yüzümü buruştururken gülmekle yetindim.

 

“Otele mi gideceğiz? Gideceksek nasıl gideceğiz? Burada nereyi gezeceğiz? Hani kar olan yere gidecektik neden kandırdın beni? Buradam sonra nereye gideceğiz? Ben değişik değişik şeyler yemek istemiyorum özellikle şu baharatlı saçma saçma şeyler yiyemem midem bulanır. Ben hep kışlık kıyafet getirdim yanımda ama burası çok sıcak. Keşke yarım kol falan getirseydim. Burada normal kıyafet satan yer vardır değil mi? Bence vardır yani herkes o değişik rengârenk şeyleri giyecek diye bir şey yok.” nefesim ciğerlerime ağır geldiğinde Mirza valizlerimizi alıp kendiminkini bana uzattı.

 

“Centilmenlik yapmak isterdim ama ikisi de büyük ve yetişemem.” dedi üzgün bir sesle. “Evet otele gideceğiz. Rezervasyon yaptırdım. Taksiyle gideceğiz, burada tanıdığım yok dolayısıyla özel aracımız da yok. Gezeceğimiz yerlerin listesini yaptım, internetten en turistik yerleri araştırdım. Merak etme seni sıkılacağın bir yere getirmedim.” derin bir nefes aldı ve yürümeye başladık. Kendi beyaz valizimi iterken yüzüne baktım. “Burada bir süre vakit geçirdikten sonra seni çok güzel bir yere götüreceğim. Eğer hava durumu doğru söylüyorsa kar yağacak ve güzel anlar yaşayacaksın. Midene ağır gelecek hiçbir yemeği yemeyeceksin, tatil diye getirdiğim yerde hastanelik olmana izin vermem. Normal kıyafet satan yer vardır herhalde. Özellikle turistik bölgelerde olduğunu düşünüyorum. Yoksa da benim bir kazağımı giyersin, beline kemer takar oh mis gibi elbise niyetine giyersin.”

 

Sırıtarak ona bakarken birlikte dışarı çıktık. Ana yola giden yolda yürürken Mirza uzanıp elimi tuttu. “Kaybolacaksın koskoca şehrin kalabalığında.”

 

Birleşen ellerimize bakıp gülümsememi bastırmaya çalışarak yüzümü diğer tarafa çevirdim. “Kaybolmam. Kaybolsam da bulmaz mısın beni?”

 

“Değil bir ülke binbir ülkenin karışımında bulurum seni ben.”

 

Bana aşık mıydı? Değildi. Bu kadar kısa sürede aşk olmazdı, sadece hoşlantıydı.

 

“Hint paran var mı? Türk Lirası kabul ederler mi?” diyerek konuyu değiştirdim. Bana karşı hisleri ne olursa olsun şu an bunu konuşmaya hazır değildim.

 

“Dolarla ödeme yapacağım.”

 

Kafamı salladım. “Euron var mı?”

 

“Euro mu istiyorsun?” dedi kıkırdarken. “Öyle yüzlerce milyonlarca değil ama gittiğim ülkelerin paralarını anı olarak saklarım. Türk Lirasını çeviriyorum, sonra üstüne tarih atıp saklıyorum.”

 

Kaşlarımı çattım. “Paradan başka anı yok mu saklayacak?”

 

Mirza omuz silkti. “Parayı severim.”

 

Bir şey demeden hafifçe omzuna vurdum ve ana yola çıktığımızda işlek caddeye karşı büyük bir hayrete düştüm. İstanbul'dan bile yoğun bir trafik vardı.

 

Geçen taksiyi Mirza elini kaldırarak durdurdu ve valizlerimizi ön koltuğa bıraktı. Yan tarafları açık küçük arabaya bindiğimizde kendimi garip hissettim.

 

Sarı-yeşil aracın iki tarafı açıktı, koltukları rengârenkti. Aşırı sevimli ama bir o kadar da değişik duruyordu. Normal taksilere o kadar alışmıştım ki bunu görmek kendimi ciddi anlamda tuhaf hissettirmişti.

 

Mirza yanıma oturduğunda şoföre, “Do you know English?” diye sordu. Aksanı yoktu, çok ağır İngilizce konuşuyordu.

 

Şoför aynadan bize baktığında, “Not a lot.” dedi. Mirza kafasını sallarken yavaşça omzuna dokundum.

 

“We want to go to Maidens Hotel. Can you take us there?” adam kafasını sallarken yüzünü buruşturdu. Otel buraya uzak mıydı?

 

(dostumlar otel ve havalimanı arası mesafeyi bulamadım o yüzden kendi kafamdan yazacağım.)

 

M

 

irza bana dönerken araç hareket etti. “Bizi kaçırmazlar değil mi?”

 

Yüzüme ciddi ciddi bakarken bir anda kahkaha patlattı ve kafasını geriye atarak karnını tuttu. Aralıksız dakikalarca güldükten sonra gözünden akan yaşı sildi. “Bizi neden kaçırsınlar?”

 

Yüzüne üzülerek baktım. “Ne bileyim adam çok ters baktı. Ürkmedim değil.”

 

Yüzüme çocuk seviyormuş gibi baktı ve olmayan yanaklarımı sıktı. Dudak büzüp yüzüme bakarken ellerine vurdum ve yüzümü ellerinden kurtardım. Kollarımı göğsümde bağlayıp yüzümü onu görmeyen tarafa çevirdim.

 

Yarım saat kadar süren bir yolculuktan sonra uzun, kaleyi andıran beyaz bir binanın önünde durduk. Mirza adama dönüp, “How much?” diye sordu.

 

Adam bize bakıp, “One, four, four.” dedi. Sanırım 144 demek istemişti.

 

“How much does it make in dollars?”

 

Adam burun kemerini sıktı. “One dollar, seven and three.”

 

“Bu kadar ucuz mu Rupi?” dedin şaşırarak.

 

Mirza elini cebine atıp cüzdanından 5 dolar çıkardı. “Leave the change as a tip.” adamın cevap vermesine izin vermeden araçtan indi.

 

Elimi tutup beni de indirmek istediğinde elimi elinden çekip diğer taraftan indim. Valizlerimizi araçtan indirip yüzüme bakarken saçlarımı savurdum. Kendi valizimi elime alıp önden yürürken, “Sonuç olarak aynı odaya gidiyoruz. Nereye kadar kaçabileceksin benden?” dedi arkamdan.

 

Arkamı dönmeden, “Başka oda istemek zor değil. Benim de param var ne de olsa.” diyerek cevapladım.

 

“Oda alamazsın çünkü rezervasyon yapmadan oda alamıyorsun.”

 

Olduğum yerde durakladığımda Mirza bana yetişti. Avuç içimi kendi avuç içine hapsedip otelden içeri girdi.

 

Hâlâ somurturken Mirza resepsiyon ile konuşuyordu. Oda numaramızın anahtarını alıp beni de asansöre götürürken sessizdi.

 

Birlikte odaya girdik, direkt olarak duşa girdim ve kapıyı kilitledim. Yavaş hareketlerle üstümü çıkarırken göğsümde oluşan morluğun aynısını karnımda gördüm. Göbek deliğimin iki santim kadar üstünde, işaret parmağım kadar uzun bir morluk vardı. Derin bir nefes alıp sıcak suyu açtım. Bedenimi gevşetmem gerekiyordu.

 

Sıcak su küvete dolarken aynanın dolaplarını açtım. Şampuan ve saç kremi arayışındaydım ancak ikisi de yoktu. Hareketlerim yavaşlayıp duraksarken yutkundum. Biz şampuan getirmiş miydik? Ben valizime koymuştum ama...

 

Kapıya yaklaşıp yavaşça kapıyı araladım. Mirza odanın içindeki küçük koltuğa oturmuş, kaşlarını çatarak televizyona bakıyordu. “Mirza?” diye seslendim cılız bir sesle.

 

Gözlerini yavaşça televizyondan ayırıp kapıyla örttüğüm ve yalnızca kafamın göründüğü bana baktı. “Valizimde şampuan ve saç kremi vardı verir misin?”

 

Hiçbir şey demeden ayağa kalkıp yatakta duran ve açık olan valizime yaklaştı. Büyük bir özenle katladığım eşyaları yine büyük bir özenle yatağa dizip turuncu kutulu şampuanı ve aynı renkteki saç kremini eline aldı. Bana yaklaşınca gözlerini kapattı, elindekileri ileri doğru uzattı ve ben alınca hızla arkasını döndü. Bu düşünceli haline gülümseyerek kapıyı kapattım, sıcacık bir duş aldım ve üstümü giyinip odaya geçtim.

 

Mirza hâlâ televizyonla uğraşıyordu. Hiçbir şey demeden uzanıp eşyalarımı yeniden valizime yerleştirdim, valizi kenara koydum ve yatağa yatıp gözlerimi kapattım. Kapanış o kapanıştı, anında uyumuştum.

 

•••

 

“Mirza ya bir araba kiralayamaz mıyız? Paran varsa kiralayalım lütfen. Kalabalık ve bu taksiler beni aşırı rahatsız ediyor.” diyerek sızlandım.

 

Şımarık bir insan değildim ancak Delhi o kadar kalabalık bir şehirdi ki, yolda yürürken dirseklerimi iki yana açarak kendime alan yaratmam gerekiyordu.

 

Herkes aşırı derecede, özellikle erkekler, yoğun bir şekilde ter ve baharat kokuyordu. Midesi hassas bir insan olarak bu kokuları solumak beni aşırı rahatsız ediyordu.

 

Yüzümü buruşturup avuç içimi burnuma ve dudaklarıma kapattım. Mirza bana döndüğünde yüzünde sıkıntılı bir ifade vardı. Babasıyla aynı renk olan karamel gözlerinde derin bir üzüntü vardı. “Bugün halletmeyi deneyeceğim. Yarın başka bir semte gideceğiz, her şekilde arabaya ihtiyacımız olacak.”

 

Kafamı olumlu anlamda sallarken Mirza yüzümde olmayan elimi tuttu. Sokak lezzeti dolu olan sokakta en kalabalık sokak satıcısının önünde durdu. Sıraya girip beklerken, “Donut ve dolgulu ekmek yersin değil mi?” diye sordu. Sıranın başından çıkan birisinin elinde küçük, çukur bir tabak vardı.

 

Ne olduğunu anlamamıştım ama donuta benzemiyordu. “Donut değil ama ekmek yerim sanırım.”

 

“Sen kenarda dur istersen, ben ikimize alıp geleyim.” teklifi cazip gelince çok kalabalık olmayan bir köşeye geçtim ve Mirza'yı beklemeye başladım. Telefonumdan saate bakarken kamerayı açtım ve sokağı 0,5 moduyla çektim. Instagram hesabıma girip hikayeye tıkladım. Çektiğim fotoğrafı yerleştirip Mirza'yı etiketledim, konumu yerleştirdim ve üstüne, Delhi’nin bir masala ihtiyacı varmış :) 🤎 yazarak paylaştım.

 

Gelen bildirimlere bakarken beni takip eden bir isim dikkatimi çekti. daghansoysaal seni takip etmeye başladı. Kaşlarımı çatıp profiline baktım. Aynı kumral saçlar, aynı elamsı gözler ve aynı sima. Geri takip yaptıktan sonra ekranıma düşen bildirimle daha çok kaşlarımı çattım.

 

daghansoysaal:

Delhi’den sonra ben de bir masalınızı dinlemek isterim Elmas Hanım ;)

 

Dudaklarımı ıslatırken sırıttığımı fark edince hemen elimi dudaklarımın üstüne kapattım ve gülüşümü engelledim.

 

Delhi’den dönünce ilk işim size masalımı anlatmak olacak Dağhan Bey ;)

 

Diyerek cevap verdim ve aşağıda profilinin yanında yazıyor ibaresi görününce kafamı kaldırdım. Mirza bana doğru geliyordu.

 

Telefonumun ekranını kilitleyip siyah, dikişleri dışarıda olan kargo pantolonumun cebine sıkıştırdım. Mirza bana yetiştiğinde telefonuna bildirim düştü ve yüzüme baktı. “İyice influencer olmaya başladın. Yakında marka işbirliği falan da yaparsın.”

 

Elindeki tabaklardan birini bana uzattı. “Marka işbirliği yapmam. Reklam yüzü olmak benlik değil. Bu arada teşekkür ederim.”

 

Tek kaşını kaldırıp bana bakarken gülümsedim. Verdiği tabakta garip bir yemek duruyordu. Rengarenk bir şeydi, güzel bir kokusu vardı. Kenarındaki çatalı elime alarak üstten küçük bir parçaya çatalı batırdım. Ağzıma götürürken Mirza büyük bir dikkatle beni izliyordu. Dudaklarımı aralayıp sözde ekmek olan şeyi ağzıma alırken Mirza da dudaklarını araladı. “Sen ne yapıyorsun esek?” diye sormaktan alıkoyamadım kendimi.

 

Mirza silkelenip kendine gelirken ekmeği ağzıma attım. Yavaş bir şekilde çiğnerken hissettiğim yağ ve sebze tadı kaşlarımı çatmama neden oldu. “Ne oldu beğenmedin mi?” diye sordu Mirza merakla bana bakarken.

 

“Bunun içinde ne var?” çatalla küçük bi parçayı daha kesip ağzıma attım. Yoğun bir tattı ama hoşuma gitmişti.

 

Mirza derin bir nefes alırken çatalını ekmeğe batırdı. “Birçok ürün var aslında. Un, ghee, farklı baharatlar, sebzeler, demirhindi tozu, siyah kaya tuzu ve daha birçok şey. Tadını veren sebze ve ot tozları olmalı.”

 

“Ghee mi? O da nedir?”

 

Mirza kafasını sallarken çatalı yere atıp ekmeğin bir parçasını eline aldı ve ısırarak yemeye başladı. “Tereyağı ama işlenmemiş olan.”

 

“Anladım. Güzelmiş tadı biraz fazla yoğun ama damakta hoş bir tat bırakıyor.”

 

“Beğenmene ne kadar sevindiğimi anlatmak için kelimelerim yetmez. İlk defa bir şey yediğini görüyorum.” gülmeye başladığında yüzümü buruşturdum.

 

“Yemek yiyorum bir kere tamam mı? Bilmeden konuşma.” Mirza aynen dercesine kafasını sallarken kendi ekmeklerini bitirdi ve tabağını kenardaki çöpe attı. “Yediğin yemeğin ismini biliyor musun Mirza? Ekmek olduğunu zannetmiyorum.”

 

“Chaat papdi.” derken ben de tabağımda kalan ekmekleri tabakla birlikte çöpe attım. Her ne kadar ekmekleri çöpe atmak içimi acıtsa da her yere yanımda götüremezdim.

 

“Şimdiki durağımız neresi?” avuç içimi avuç içinde hissettiğimde arkasını döndü.

 

“Eski Delhi antik pazarlarını gezeceğiz. Beğendiğin bir şeyler olursa alırız.”

 

Kafamı salladım. “Hep Delhi’de olmayacağız değil mi? Başka bir semt derken ondan bahsettin?”

 

“Hayır tabii ki. Bugün Delhi turumuzu tamamlayıp yarın Bangalore’ye geçeceğiz.”

 

“Hindistan'ın teknoloji şehri mi?” diye sordum.

 

“Aynen öyle. Orada alış veriş merkezi var belki kendine uygun bir şeyler bulursun.”

 

--- 

 

Metroyla Eski Delhi’nin antik pazarlarına geldiğimizde derin bir nefes aldım. Az önce gördüğüm kalabalık hiçbir şey değildi. Buradaki insan sayısı, İstanbul'un bütün nufüsü kadardı.

 

Pazar tezgâhlarının önünde duran insanlar tezgâhları gizliyordu ve ben bu kalabalığa girmenin sağlıklı bir fikir olup olmadığından emin değildim. “Mirza.”

 

Mirza yüzünü buruşturup bana döndü. “Bence de gidelim artık.” Geldiğimiz gibi geri dönerken Mirza elimi tuttu. Birlikte kalabalıktan uzaklaşırken, “Alış veriş merkezine geçelim en aızndan. Mete ve tipsize bir şeyler alayım.” dedi.

 

Kafamı sallarken metroya binerken elimi Mirza'nın elinden çekmedim. Metro bizi bindiğimiz yere geri götürürken kafamın içinde bir sürü düşünce dolanıyordu, ben altında eziliyor gibi hissediyordum.

 

Kendimi bu hayata ait gibi hissediyordum. Evimde gibi değildim ancak buraya aittim. Ait olduğum yerde ama ait olduğum insanlar olmadan.

 

Bir şeyler ters gidiyordu, emindim. İçimden geçen kötü bir şeyler olacak hissi de bunu kanıtlar nitelikteydi ancak ne olduğunu bilmiyordum.

 

Zihnimin derinlerinde puslu bir ses yankı yaptı, daha kötü ne olabilir, diyerek. Kaşlarımı çatıp düşündüm. Ne olabilirdi? En kötüsü ölürdüm bunun da kimse için bir önemi olmazdı. Annemin haberi olmazdı Agâh Bey bu haberi anneme verip hayatını daha da karartmazdı. Babam? Babamın işine gelirdi. Belki Agâh Bey’in şimdilik ona verdiği para kesildiği için benden bir kere daha nefret ederdi. Bu hayatımda belki Mete ardımdan üzülürdü. Çok temiz bir çocuktu, kalbi fazlasıyla temizdi ve onun üzülmesini istemezdim. Peki ben ne hissediyordum?

 

Ölmeyi istemiyordum hiç istememiştim. Hayat kolay bir kurmaca değildi, hiç kimse için değildi. Benim hayatımdan daha iyi hayatlar olduğu aşikardı ancak daha kötüleri vardı ve bana göre hayat bir gün herkesin yüzüne gülecekti.

 

Belki aptallıktı, belki saflıktı belki de sadece inançtı ve umuttu. Gerçekleşmediği sürece umut etmek insanı yaralardı ama bir gün gerçekleşme ihtimalini göz önünde bulundurmak gökyüzünde yeniden güneşi görmek demekti.

 

Nice şairler nice yazarlar ve nice şarkıcılar umut üstüne eser verdi, hepsinde de umut vardı. Her acı bir gün geçerdi, her yara bir gün kapanırdı, her karanlık bir gün biterdi.

 

“Ne düşünüyorsun öyle kara kara?” dedi Mirza daldığım yerden bana seslenerek.

 

Derin bir nefes alıp yanan gözlerimi kırptım. Dakikalardır göz kırpmıyordum gözlerim sulanmıştı. “İnanç ve umudu.”

 

“Edebiyat okuyan bir insana göre hayata fazla felsefî bakıyorsun sanki.” dedi.

 

Omuz silktim. “Bütün bilimler ve felsefe birbiriyle ilişkilidir. Ben daha çok dramatik olan taraftayım.”

 

“Dramatik değil de daha çok var oluş çabası gibi yaptığın.” dedi düşünceli bir sesle. “Senin yerinde başkası olsa çoktan bileklerini keserdi, yoldan geçen arabanın önüne atlardı, ne bileyim uyanmayı istemezdi ama sen ş

her seferinde daha dik durmak için çabalıyorsun.”

 

Bakışlarımı yüzüne çevirdim ve babasının aynısı olan karamel rengi gözlerinde daha açık olan sarı çizgilere odaklandım. Göz bebekleri hareketlendiğinde dudaklarımı ıslattım. “Çünkü ben bir aptalım ve hayatın bu kadar kötü bir yer olduğuna inanmıyorum. Herkes kötü olmamalı, herkes bu kadar bilmiyorum Mirza. Tek bildiğim aptal olduğum.”

 

Gözlerimi yüzünden çekerek ellerime indirdim ve ellerimi kucağımda birleştirdim. Bir tutam saçım yüzümün önüne gelirken gözlerinin dolduğunu hissettim. Bu kadar umut hissetmek gerçekten aptallık mıydı?

 

Küçük tutamın yüzümden çekildiğini hissettiğimde kafamı kaldırmadan gözlerimi Mirza’ya çevirdim. “Umutlu olmak aptallık değildir aksine insanı hayatta tutar. Sana masal prensesi dediğim için kızıyorsun bana ama kendi hayatının prensesi olabilirsin. Söyle hadi hangi konuda umut ediyorsun? Birlikte yapalım ne istiyorsan, maddi manevi ihtiyacın olan her şeyde sana destek çıkacağım.”

 

Dolan gözümden akmak için direnen yaşı zorlukla göz kapaklarım arasında tutarken titrek bir nefesi dışarı verdim. “Mirza.” yutkundum. “Teşekkür ederim.” diyerek fısıldadım.

 

Mirza'nın bir şey demesine fırsat kalmadan ineceğimiz durağın ismini duyduk ve ayaklandık.

 

Düşüncelerim zihnimin bile ötesindeydi ve ben bayılacak gibi hissediyordum. Bacaklarımdaki kuvvet çekilmişti, kollarımda güç yoktu ve başım dönüyordu. Kolumu Mirza'nın koluna sarıp düşmemek için bedenimi benim bedenimden iri olan bedenine yasladım.

 

Mirza elini belime yaslayıp diğer eliyle kafamı omzuna yasladı ve birlikte metrodan indik. Yavaş adımlarla metro durağından çok da uzak olmayan otele giderken kokusunu içime çektim. “Mirza.”

 

“Efendim?”

 

“Bana da parfüm alır mıyız?”

 

“Alırız tabii neden almayalım da neden bugüne kadar almadın ki? Hazal’a alış veriş de başka da bir şey deme.” dedi kıkırdarken.

 

Kıkırdayışına karşılık verip gülerken, “Hiç ihtiyaç duymadım. Duş jeli yeterli oluyordu ama sen güzel koktukça ben,” devamını getirmedim.

 

“Sen ne Elmas?”

 

“Hiçbir şey değil. Önemi yok yani.”

 

“Önemi var ve söyleyeceksin. Söyle hadi ne oldu? Sen ne?” kafasını yana eğip yüzüme bakmaya çalışırken kafamı yana çevirdim. Gözleri meraklı bir parıltıyla bana bakarken yüzümü ondan gizleyip omzuna yasladım.

 

“Eşin olarak yetersiz ve,” yutkundum. Bunu söylemek ağır geliyordu. “sana layık değilmiş gibi hissediyorum. Sen çok normalsin Mirza. Gençsin, yakışıklısın, maddiyatın yerinde ve bakımlı bir erkeksin. Bir de bana bak, dön evlendiğin kadına bak.”

 

Mirza bir süre sustu. Bu suskunluğunda haklı olduğumu anladım. Haklı olmak canımı yaktı ve sol göğsümde kafes içinde duran kalbimin köşesine çekildiğini hissettim.

 

“Kendini küçük görmeyi bırak artık Elmas. Neden senden iyi olayım? Ben gencim de sen nesin? Benden gençsin aramızda iki yaş var. Güzelsin, gözlerinin güzelliğinin farkında mısın? Boş bakmıyorsun her şeye rağmen gözlerin gerçek birer safir gibi parlıyor. Sana rağmen parlıyorlar. Maddi durumunuzun bugüne kadar kötü olması da senin suçun değildi. Şimdi benim olan her şeyde söz hakkın var. Bakım mı istiyorsun? Al bakım ürünü mağazası alayım sana. Makyaj mı istiyorsun? Dünyanın en iyi makyözlerini getiririm ayağına. Kuaför mü istiyorsun? İstediğin yere gider istediğin kuaförü buluruz birlikte. Bir kadını güzel yapan dış görünüşü değil kalbinin güzelliğidir. Fiziksel güzellik gelip geçicidir ama kalbinin güzelliği bakidir.”

 

Uzun cümleleri biraz önce üzülüp köşesine çekilen kalbimin yerinden çıkarıp göğüs kafesimin parmaklıklarına yaklaşmasına neden olduğunda nefesimi tuttum. Neden bu kadar etkilenmiştim?

 

“Ben-” ne diyeceğimi bilemedim. Yüzüne bakmak istiyordum, ancak o kadar utanmıştım ki kendimi çok... tarifi yoktu. Hislerimin tarifi yoktu.

 

“Zorlama kendini cevap istemiyorum senden. Sen olduğun gibi kıymetlisin ve kıymetinin farkına varmanı istiyorum. Bir gün kendini kaybedersen kendine değer vermek için geç kalacaksın. Bunun pişmanlığını yaşamanı istemiyorum.”

 

Kendimi kaybeder miydim? Daha doğrusu kendimi bulmuş muydum da kaybedecektim?

 

Bir süre sessizce yürüdükten sonra otele geçtik. Mirza iyi olup olmadığımı sorarak duşa girdi. Yatağa uzanıp telefonumu elime aldım ve sosyal medyada dolaşmaya başladım.

 

Yeni bir genç yazar kitap çıkarıyordu. Kız henüz on sekiz yaşındaydı ve yayıneviyle sözleşme imzalarken fotoğrafı paylaşılmıştı.

 

Kaşlarımı merakla kaldırarak gönderinin yorumlarına girdim. İki bin küsür yorum vardı ve ilk başlar kalpli yorumlar doluyken biraz aşağı kaydırınca kızı linçlemeye başlamışlardı.

 

Eli kalem tutan yazar oluyor şaka gibi.

 

Gel Tolstoy gel bak bunlardan biraz yazarlık öğren :d

 

Çöp.

 

Ne yazmış iki üç tane içi boş diyalog ve sevişme sahnesi mi? Bu devirde başka bir kitaba yer verilmiyor da.

 

Ergenler artık büyüyebilir mi? Her yerde böyle boş insanlar görmekten çok sıkıldım.

 

Gidin biraz klasik okuyun.

 

Dostoyevski bunları görse keşke yazmaya başlayıp bana böyle hakaret edilmesine izin vermeseydim diyerek dava açardı. adamın kemikleri sızlıyordur bunları gördükçe.

 

Kötü yorumları gördükçe kitabı iyice merak etmeye başladım ve whatsapp’a girip Hazal’ı görüntülü aradım.

 

“Beeeeee-beeeeee-ğiiiiiimmmmm!” diye şakıyarak telefonu açtı Hazal. Üstünde 2000’lerden fırlamış gibi duran bir bornoz vardı. Kolları tüylüydü, boyun kısmında da tüyler vardı. Saçları pembe bir havluyla sarılmıştı. Yüzünde beyaz bir yüz maskesi, elinde törpüsü vardı ve tırnaklarına bakarak dudak büzüyordu.

 

Bu haline gülerken kafamı iki yana salladım. “Duştan yeni mi çıktın?”

 

Hazal tırnağını bırakıp bana döndü. “Hayır bebeğim. Bir yarım saat falan oldu çıkalı. Banyo sonrası bakımımı yapıyorum. Şimdi takipçilerime kullandığım ve beğendiğim ürünlerin linkini vereceğim. Bazı influencerlar gibi ürünü kullanmayıp çok beğendim diye paylaşmak istemiyorum.”

 

“Ben de influencer olacakmışım yakında. Kardeşin öyle dedi.”

 

Hazal kaşlarını kaldırıp yüzünü buruşturdu. “Kardeşim çok biliyor çünkü. Söyle ona bu kadar zeki olmasın.”

 

Tam o sırada Mirza banyodan çıktı ve gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırırken yüzüne baktım. “Bu kadar zeki olmayaymışsın Mirza.”

 

Mirza anlamaz gözlerle yüzüme bakarken geri Hazal’a baktım. “Hazal ya ben şey diyecektim. Bir kitap çıkmış yeni, İnstagram’dan sana postu gönderdim. Onu benim için sipariş verir misin?”

 

“Tamamdır bebek veriyorum hemen. Başka istediğin bir şey var mı?”

 

“Yok kuzum teşekkür ederim. Çocuklara ve evdekilere selam söylesen yeterli.” öpücük gönderdiğimde o da bana öpücük gönderdi ve telefonu kapattık.

 

“Hayırdır neden zekiymişim anlamadım?” diye sordu Mirza aynanın önünde saçlarını düzeltirken. “Kurutma makinesi yok ki burada.”

 

Kıkırdadığımda bana döndü. “Hiç. Hazal’la aramızda bir espri.”

 

“Ben öğrenirim nasıl olsa.” diyerek sırıttı.

 

Yüzümü buruşturdum. “Tabii öğren.”

 

Mirza bana çocuk gibi dilini çıkarıp saçlarını taradı ve kurutup şekil veremediği için söylenip durdu.

 

“Mirza.” diye seslendim.

 

“Efendim piremses?”

 

“Benim,” diye mırıldandım. “üniversitem ne olacak?”

 

Mirza bana yaklaşıp yatağa oturdu ve kafasını yastığa yaslayıp ellerini kafasının altında birleştirdi. “Babam halletti.”

 

Kaşlarımı çatıp ona döndüm. “Nasıl halletti?”

 

Omuz silkti ve gözlerini kapattı. “Bize geldiğin ilk hafta halletmiş. Mezun olup diplomanı alacaksın. Diplomanı aldıktan sonra da istersen özel sektör istersen devlet kurumunda çalışabilirsin.”

 

“İyi de benim derslerim-”

 

Sözümü kesti. “Hocaların yeterli donanıma sahip olduğunu söyledi. Geri kalanı kendi araştırman ve merakınla ilgiliymiş.”

 

Hiçbir şey demeden sırtımı yatak başlığına yasladığımda telefonumu elime alarak boş boş sosyal medyada dolandım.

 

💅🏻

 

 

Bu saçma sapan şeyi ben giyinmeyeceğim değil mi Mirza? Bu yüzden almadın değil mi Mirza? Hazal’a falan aldın değil mi Mirza?”

 

Mirza elimde tutup dehşetle baktığım lacivert şeye baktı ve sırıttı. Gülmemek için kendini zor tutarken, “Hazal’a da aldım merak etme.” dedi.

 

Kafamı kaldırıp yüzümdeki dehşetle yüzüne bakmaya devam ettim. Bakışlarımı elimdeki şeye çevirip yüzümü buruşturdum. “Ben bunu giymem. Benden ağır zaten Mirza bu!”

 

Mirza kıkırdarken, “Hadi Elmas hadi. Uzatma dene en azından üstünde görmek istiyorum.”

 

“Ama-”

 

Mirza omuzlarımdan tutup beni elimdeki saçma lacivert şeyle banyoya doğru ittirdi. “Aması maması yok. O kıyafet denenecek, bitti.” beni banyoya ittirip kapıyı üstüme kapattı ve kolu tuttu, çıkmamam için.

 

Oflayarak üstümdeki pijama takımını yavaş yavaş çıkarmaya başladım ve Hindistan'ın geleneksel kıyafetlerinden olan lacivert şeyi giyinmeye başladım.

 

Hafif büstiyer gibi duran kolsuz üstü giyinirken sayılan kaburga kemiklerim, göğsümün yanı sıra karnımda oluşan morluklar dikkatimi çekti. Yutkunup hızlıca üstümü giyindiğimde bakışlarımı aynadan ayırdım.

 

Vücudumun bu kadar morarması normal değildi, sağlık kontrolü yapmam gerekiyordu. İstanbul’a dönünce ilk işim bir hastaneye gitmek olacaktı.

 

Lacivert üstü göğüslerimin üstünde kaydırıp yuvarlak kısımları yerine yerleştirdikten sonra pijama altımı da çıkardım. Uzun eteğin bel kısmını bacaklarımdan geçirip altın renginde olan kemerli kısmı belimde durdurdum. İnce belimden kayan eteğe oflayıp kemiklerimde durana kadar kaymasına izin verdim.

 

Lacivert tülü de omzumdan belime doğru çapraz şekilde sarkıtıp aynaya yeniden döndüm.

 

Mavi gözlerim elbisenin rengiyle daha fazla belli olurken vücuduma baktım. Zayıftım, fazlasıyla zayıftım. Elbise vücudumda fazlasıyla saçma durmuştu. Benden büyük ve ciddi anlamda benden ağırdı.

 

“Bayıldın mı içeride Elmas?” diye seslendi Mirza.

 

Onun sesiyle kendi vücudumu izlemeyi bırakıp yavaş adımlarla kapıya yaklaştım. “Hazırım. Bırakabilirsin kolu.”

 

Kapı açıldığında yavaş adamlarla içeri doğru geçtim. Tam ortaya yetiştiğimde derin bir nefes alarak gözlerimi kapattım.

 

Bir süre ortam tamamen sessizleşirken içimi derin bir huzursuzluk kapladı. Yavaş yavaş gözlerimi aralarken Mirza karşımda durmuş, aralık dudaklarla bana bakıyordu.

 

Yutkunup yüzüne baktım. O ise baştan aşağı beni inceliyordu. Elbisenin çıplak bıraktığı tenimde gezinen bakışları beni huzursuz hissettirdiğinde ellerimi karnıma örtmek istedim.

 

“Zorla giydirdiğin elbise hakkında bir yorumunuz var mı Mirza Efendi?”

 

Bana hayranlıkla bakmaya devam ederken dudaklarını ıslattı. Bakışları gözlerime tırmandığında, “Var. Var yorumum.” dedi ama kelimeleri tükenmiş gibiydi. Söyleyecek tek bir sözü bile yok gibiydi ve bu utanmama neden olmuştu. “Kemiklerin Elmas. Kemiklerin bile yok. Bir insan nasıl bu kadar zayıf olabilir?”

 

“Zayıf doğmuşum. Doğuştan yani bu zayıflık sonradan elde edilen bir şey değil.”

 

Yanıma yaklaştı ve elbisenin tülünü kaldırdı. Karnımda yeni oluşan morluğa baktı, soğuk parmakları sıcak tenime değince karnımı içime çektim. Bakışları kkarnımdan gerdanıma kaydı, gerdanımda oluşan ve geçmeye yüz tutan morluğa baktı. Canı acıyormuş gibi bakıyordu, anlıyormuş gibi bakıyordu ama anladığı hiçbir şey yoktu.

 

Bakışları açıkta kalan kollarıma kaydı, bileklerimdeki kelepçe izlerini gördü ve parmakları oraya yöneldi. Narin hareketlerle izlerimi okşadı. Dirseğimi tutup beni etrafımda döndürdü. Bakışları sırtımda gezindi, babamın omzumun yanında sıcak demirle bastırdığı şeklinin ne oldugunu bilmediğim ize baktı. Parmak uçları oraya dokunacakken parmaklarımın titrediğini hissettim. “Bunlar,” diye fısıldadı. Sesi titriyordu, yalnızca parmakları değil sesi de titriyordu.

 

“Dokun.” sesim ama sesim kendime bile yabancıydı. Fazlasıyla soğuktu, acı yoktu. Acıyı yaşarken çekmiştim artık acımıyordu.

 

“Acımaz mı?” onun sesi benim aksime acı dolu çıkıyordu. Acının dehşetle birleştiği noktada cehennem ateşi Mirza’yı yaktı. Benim cehennemimdi ama Mirza yanıyordu.

 

“Acımıyor artık.”

 

“Baban olacak o,” sustu. Neden sustuğunu anlayamadım.

 

“Şerefsiz de. Küfür et. Hak ediyor.”

 

Mirza yavaş hareketlerle yanığa dokundu. Yandığı için buruşan etimi okşadı. Gözlerimi kapatıp o anı düşündüm.

 

“Anne çok üşüyorum.”

 

“Gel kızım, gel sarıl bana ben ısıtırım seni.”

 

“Babam da bize sarılırsa daha çok ısınmaz mıyız anne? Babamım kocaman elleri var, kocaman kolları var.”

 

“Baban bize sarılmaz kızım. Söyleme bunu ona da.”

 

“Ama belki sarılır? Sınıftan bir kızın babası sürekli ona sarılıyor güzel kızım diyor. Babalar kızlarını sevmez mi anne? Babam da bence beni seviyordur.”

 

“Seviyordur tabii kızım ama sen yine de konuşma çok onunla.”

 

“Bize sarılmasını isteyemez miyim anne? Sarılsın bir kere söz veriyorum akıllı bir çocuk olacağım.”

 

“Sen zaten çok akıllı bir çocuksun Elmas duymayayım böyle şeyler.”

 

“Ama o zaman babam neden vuruyor bana? Neden hep şeytan diyor? Şeytan kötü bir şey değil mi anneciğim? Ben kötü bir çocuk muyum?”

 

Babam o an eve gelmişti. Çocukça bir heyecanla, “Baba!” diye kapıya koşmuştum. Yine alkollüydü. “Çok üşüyorum baba, bana bir kez sarılır mısın?” diye sormuştum. Çocuk aklıydı, sarılır sanmıştım.

 

Alaylı bir şekilde gülmüştü. “Üşüyor musun küçük şeytan?” diye sormuştu.

 

“Evet çok üşüyorum. Lütfen sarılır mısın?” diye sormuştum.

 

Kolumdan tutup beni işkence ettiği odasına götürmüştü. Üstümdeki ince kazağı bir hışımla yırtmıştı ve beni yatağa bağlayıp sırtıma demiri bastırmıştı.

 

Çığlıklar atmıştım, ağlamıştım, bağırmıştım ve ben bağırdıkça kızgın demiri tenime daha çok geçirmişti.

 

Mirza'nın sıcak nefesini sırtımda hissettiğimde dudaklarını buruşmuş tenimde hissettim. Kasıldığımda Mirza elini belime attı. Hareket alanımı kısıtladığında daha derin bir öpücük kondurdu yanık tenime. “Mirza.”

 

Parmağını karnıma bastırdı. “Bir şey deme. Her yara öperek geçmez biliyorum ama izler öperek güzelleşir. Senin için bir şey ifade etmiyor olabilir ama benim için ediyor.”

 

Ağlamamak için dudaklarımı birbirine bastırdım. “Anısı kötü olan hiçbir iz öperek güzelleşmez. Benim için bir şey ifade etse de etmese de.”

 

Yeniden öpücük kondurdu. “Geçecek. Geçireceğim. Hazırsan gidelim, başlıyorum kan kokan geçmişini huzur kokan geleceğinle tanıştırmaya.”

 

 

Masallar gerçek miydi? Masallardaki prensesler?

 

Çocukluğumdan beri hep prenses olmak isterdim üstelik prenses ne demek bilmeden. Kimse bana masal anlatmamıştı, benim uykularıma eşlik eden hep kan, gözyaşı ve acıydı. Annemin hıçkırıklarıydı.

 

Karşımdaki manzara beni dumura uğratmıştı. Görüşüm bulanıklaştığında hıçkırdım. Mirza kollarımdan tutup beni göğsüne yasladığında kendimi tutmadan hıçkırarak ağlamaya başladım.

 

Disneyland karşımdaydı.

 

Çocukluğumda kurduğum prenses olma hayali şimdi gerçekti. Bir masal şatosunun karşısındaydım.

 

Ağlayarak kafamı kaldırdım. Şatoya yeniden baktım, sanki gidecekmiş gibi.

 

“Mirza.” sesim titredi, dizlerim titredi, içim titredi ve ben Mirza'ya sıkıca tutunmak zorunda kaldım.

 

“Sana masal prensesi derken hep burada olmanı hayal etmiştim. Benim masalımın prensesisin ama eminim Disneyland senin gibi bir prenses daha görmemiştir.” dedi.

 

Saat akşam vakitlerine geliyordu, hatta belki de gece olmak üzereydi. Etraf fazlasıyla aydınlıktı.

 

Mirza saatine baktı. “Otuz saniye sonra sana bir sürprizim olacak.” kaşlarımı çatıp yüzüne bakarken, saatine bakmaya devam etti. “Yirmi bir, yirmi, on dokuz, on sekiz, on yedi, on altı, on beş, on, dört, on üç, on iki, on bir.”

 

Ondan geri sayıma başlarken etraf kararmaya başladı, şatonun arkasından havai fişekler çıkmaya başladığında hayranlıkla ellerimi çenemin altında birleştirdim.

 

Kendi etrafımda dönerek bu büyülü yeri izlerken kafamı gökyüzüne kaldırdım. Lacivet gökyüzünü aydınlatan ışıklar vardı, yıldızlar vardı. Gözlerimi kapatıp ellerimi iki yanıma doğru açtım. Kahkaha atarak kendi etrafımda dönerken huzuru hissettim.

 

Sihir vardı, eskiden olmasa da şu an vardı. Hiçbir yerde olmasa da burada vardı.

 

Burnumun ucuna soğuk bir şey değdiğinde gözlerimi araladım. Gökyüzünden yere dökülen küçük kar tanelerini gördüğümde mutluluktan daha fazla ağlamaya başladım.

 

“Mirza! Diye bağırdığımda ona döndüm ve telefonuyla beni çektiğini gördüm. Heyecanım eksilmeden bağırmaya devam ettim. “Bak kar yağıyor! Mirza kar yağıyor. Çok güzel yağıyor.” kendi etrafımda dönerken yeniden gözlerimi kapattım ve yeniden kahkaha attım.

 

Huzurdu, mutluluktu belki de umuttu. hayır bu sihirdi, büyüydü. Her şeyden öte ne olduğu umurumda değildi ve ben sadece dans etmek istiyordum.

 

“Mirza dans edelim mi? Yağsın karlar üstümüze yapışsın beyaz taneler saç tellerimize ve biz dokunalım birbirimizin kalplerine.”

 

Mirza gülümsedi, telefonunu alıp bir şarkı açtı ve kenardaki duvarın üstüne telefonu sabitledi.

 

Bana doğru yaklaşırken sırıttı. Elleri belimi buldu ve gözlerime büyük bir mutlulukla bakarken tek elini avuç içimle birleştirdi.

 

“Dans edelim masal prensesi, ait olduğun yerde bir masal şatosunun önünde.”

 

~~~

 

Helllooooooo

 

tahmin ettiğim gibi uzun bir bölüm yazmadım size çünkü gerçekten asla bilgi sahibi olmadığım yerler hakkında yanlış bilgi vermek istemedim.

 

Son sahne aslında üç bölümdür yazmayı hedeflediğim ancak bir türlü yazamadığım bir kısımdı. SONUNDA BAŞARDIM!

 

Sizleri seviyorum canlarım.

 

Instagram diaryofanas

Loading...
0%