Yeni Üyelik
17.
Bölüm

17. PİŞMANLIKLAR ve ZARARLAR

@diaryofanas

 

O günün üstünden tam tamına iki ay geçmişti.

 

Dağhan’a sorduğum sorunun ardından Dağhan cevap vermek için ağzını aralamıştı ancak yarıda kalmıştı çünkü Hazal yanıma gelmiş ve Mirza'nın yeniden ameliyata alındığını, kana ihtiyacı olduğunu söylemişti.

 

Benim kan grubumun uymadığını söylediğimde Dağhan kan grubunu sormuş, aynı olduğunu öğrenince kendisinin kan verebileceğini söylemişti.

 

Elmas kalır yanımda, siz gidin kardeşinizin yanına, diyerek Hazal'ı yollamıştı. Kan verme işlemini yaparken de, ben sana daha sonra bunları detaylı anlatırım. İstersen avukatın da olurum. demişti.

 

Gözlerim dolarken kafamı salladım. Dağhan kan alınmayan kolunu kaldırıp dudak büzerek sevimli bir şekilde bana bakmıştı. Ona yaklaşıp sarıldığımda ilk defa hissettiğim bir şey vardı.

 

Dağhan, ona yaslanabileceğim bir omuzdu. Güven veriyordu.

 

Tek kolunu beni rahatsız etmemek adına bana dolamazken ben beline sımsıkı sarılmıştım. Gözyaşlarım yanaklarımdan akarken Dağhan beni kaldırmış, ağlama ama, her ne ağlatıyorsa seni üstesinden gelmen için yanında olacağım, demişti.

 

Bu cümle beni daha çok ağlatırken başım yeniden dönmeye başlamış ve ben yeniden bayılmıştım.

 

Uyandığımda Dağhan yanı başımdaydı. Mirza'nın ameliyatı iyi geçmişti ve normal odaya alınmıştı.

 

Ondan sonraki iki haftada Mirza'nın uyanmasını beklemiştim ve beklerken de kolumla bacağım iyileşmeye başlamıştı. Kolumu hâlâ düzgün kullanamıyordum ancak bacağım sağlamdı.

 

Mirza uyanınca direkt olarak kendi evimize geçmiştik. Yaraları ve aldığı hasarlar nedeniyle hâlâ bazı şeyleri zorlanıyordu.

 

İyileşme sürecinde olduğundan dolayı da boşanma konusunu açamamıştım.

 

“Eline sağlık, döktürmüşsün yine.” Mirza önündeki tabağı hafifçe ileri itip kafasını arkasındaki sandalyeye yasladı.

 

“Doydun mu?” diye sordum şaşkınlıkla. Mirza'nın uyanmasını beklediğim dönemde bir doktorla görüşmüş ve kendime bir yemek programı yapmıştım. Üç öğünümü de düzenli bir şekilde yiyordum, iki ayda toplam beş kilo almıştım ve artık hastalıklı görünecek kadar ince değildim.

 

Vücudum kendi kendini toparlamaya başlamıştı. Doktorum istersem bir spor dalına yönelmemi söylemişti. Vücudum için biraz egzersiz de gerekiyormuş ve ben fazla hareketsizmişim.

 

Mirza tamamen iyileştikten sonra çocukluk hayalim olan voleybola yeniden yönelecektim.

 

“Doydum güzelim.” ayağa kalkıp dolaptan hızlıca ilaçlarını çıkardım ve bir bardak suyla birlikte yanına yaklaştım.

 

Vücudunun bazı bölgeleri hâlâ iyileşmiş değildi ve ilaç kullanmak durumundaydı. Bu durum Mirza'nın hoşuna gitmiyordu farkındaydım ama iyileşmesi de gerekiyordu.

 

Eve geldiğimizden beri o lanetli günü hiç konuşmamıştık. Mirza belki de çekindiğinden konuyu açamıyordu bense... Bense biraz bundan kaçıyordum çünkü sinirlenip bana vurması an meselesiydi.

 

“Bugün sanırım işe gideceğim.” dedi ilaçlarını içtikten sonra. Ellerini masaya dayayıp yavaş bir şekilde ayağa kalktı.

 

“Ama iyileşmedin ki tamamen.” yanına yaklaşıp kolunu tutarken yüzüne baktım. “Biraz daha bekle, en azından ayağa rahat kalkmaya başladığında gidersin işe. Agâh Bey sana bir şey demeyecektir.”

 

Mirza yüzüme acı çekiyormuş gibi bakarken bir yandan da bana karşı bir duvar örüyordu. Pişmanlığı onu altında eziyordu ve Mirza susmaktan başka hiçbir şey yapamıyordu.

 

“Demeyecek biliyorum ama oturmaktan o kadar sıkıldım ki. Bana kansermişim gibi muamele yapmanız da canımı sıkmaya başladı. O kazayı sen de yaşadın Elmas, ben iki hafta sonra uyanmama rağmen yüzündeki yaralar geçmemişti. Sen de yaralandın, sen neden kendini umursamıyorsun?”

 

Bakışları yüzümde gezindi. Sağ gözümün altında hâlâ bir morluk vardı ve geçmek bilmiyordu. Dudağımın sol üst tarafında küçük bir yırtık oluşmuştu ve dikiş izi gibi duruyordu. Alnımda bir dikiş izim vardı ve Mirza'nın gözleri bütün bu izlerim üstünde, sanki kendi hatası olduğunu biliyor gibi, gördükçe kendini suçluyor gibi gezindi.

 

“Ben iyileştim çünkü. Kazadan sonra kalkıp ambulansı arayan da, seni arabadan çıkaran da bendim zaten.” omuz silktiğimde Mirza uzanıp kolumu tuttu. Bedenimi bedenine iyice yaslarken gözlerimi babasıyla aynı renk olan karamel rengi gözlerine çevirdim.

 

Az önceki duvarlar büyümüş, pişmanlık duvarların tepesinde kalan diğer duyguları esiri altına almıştı. Aralıklı ve kuru dudakları arasından derin bir nefes aldığında gözlerim hâlâ beni inceleyebilirsiniz gözlerindeydi. Yutkunduğunda sesi, sessiz mutfakta duyuldu ve benim gözlerim ademelmasına takılıp geri gözlerine çıktı.

 

Gözlerini kapatıp yüzüme doğru eğilirken dudaklarımı ıslattım. Burnu burnuma sürtündüğünde dışarı sesli bir nefes verip kendimi geri çektim. Kolumu tutan eli boşluğa kaydığında arkamı dönüp masayı toplamaya başladım. “İstemiyorum beni öpmeni, bana yakın temasta bulunmanı ve bana sevgi dolu sözler fısıldamanı. Bunları yaptığının ertesi günü yine kâbuslarımı süsleyen gecelere sürüklenmeme neden oluyorsun. Üstelik beni kâbuslarımdan koruyacağının sözünü vermişken.”

 

Ona bakmadan bulaşıkları tezgâha aldım, içi boş olanları direkt Mskineye dizip dolu olanları çöpe boşalttıktan sonra makineye dizdim.

 

Buna hakkı yoktu. Hayatımı mahvedip, beni ve hatta bizi neredeyse ölüme sürükleyip hiçbir şey olmamış gibi davranamazdı. Ben gurursuz bir kadın değildim, bana yaptığı her şeyi sineye çekemezdim. Yaptığı basit bir kıskançlık değildi biz ölümden dönmüştük.

 

Bana şiddet uygulmaya çalışması, kaba dille yanında tutmaya çalışması, kendi istedikleri için bana zarar vermesi... Bunların hiçbiri yenilir yutulur cinsten şeyler değildi. Her defasinda beni kurtardıkları hayata tutsak edileceksem burada kalmamın, bu insanlarla yaşamamın bir anlamı yoktu.

 

Ben babama tutsaktım ve şimdi Mirza'ya da tutsak olmak istemiyordum. Olamayacaktım da.

 

Mirza tamamen iyileştikten sonra Dağhan’la bir boşanma davası açacaktık. Mirza kabul etmek zorundaydı çünkü bana bir yaşam borcu vardı. Onu kurtardığım için değildi, onu kurtarmama gibi bir şansım da vardı.

 

Başkası olsa iyileşmesini beklemez giderdi ben beklemiştim. Başkası olsa hastanede kendi bile tedavi olmadan beklemezdi ben beklemiştim. Başkası olsa kazadan sonra sürekli bayılmasına rağmen yoğun bakımın önüne gitmez dinlenirdi ben bayılmadığım her an yoğun bakımın önünde kalmıştım. Bunları Mirza'nın yüzüne vuracak değildim o yüzden yapmamıştım.

 

“Elmas, ben,” sustuğunda arkamı dönüp yeniden masaya yaklaştım. Hâlâ yüzüne bakmıyor, sessizce masayı topluyordum.

 

“Hep sen Mirza. O gün yorulmuşsundur haklısın yorgunluğunu benden çıkarabilirsin. O gün işte bir şeyler yolunda gitmemiştir canın sıkkındır haklısın bütün stresini benden çıkarabilirsin. O gün sinirlerin bozuktur sinirlisindir haklısın sinirini benden çıkarabilirsin. O gün birine üzülmüşsündür haklısın üzüntünü benden çıkarabilirsin. Çünkü ben senin stres topunum değil mi Mirza? Bu kız nasıl olsa babasından dayak yemeye alışık, ben vurunca garipsemez diye mi düşünüyorsun? Bu kız nasıl olsa babasından görmüş şiddeti ben şiddet uygulasam çok mu, diye mi düşündün?”

 

Mirza susarken kafamı dizdiğim makineden kaldırıp yüzüne çevirdim. Yüzünde pişman ve dumura uğramış bir ifade vardı. Kaşlarımı kaldırıp yüzüne baktım. “Ben söyleyeyim Mirza. Ben senin oyuncağın değilim. Teşekkür ederim beni kurtardığınız için, ben bunu istemedim diyip nankörlük etmeyeceğim ama sen de sırf baban beni kurtardığı için bana istediğini yapamayacağını unutma.”

 

“Gerçekten,” dedi keder dolu bir ses tonuyla. Kalktığı sandalye geri çöktüğünde elleriyle yüzünü ovaladı. Derin bir nefesi içine çekerken karşımdaki yıkılmış bir adamdı oysa yaptığım hiçbir şey yoktu. “gerçekten böyle mi düşünüyorsun?”

 

Alayla gülüp kollarımı göğsümde kavuşturdum. “Diyelim ki düşünmüyorum, beni doğru olmadığına nasıl inandıracaksın Mirza? Ya da ben inandırmanı istiyor muyum?”

 

Mirza kırgın bakışlarla yüzüme bakmaya başladığında yüzümdeki ifadeyi bozmadan yüzüne baktım.

 

İnanmayacaktım, bu kez değildi. Ben o gün o arabada ölüm fermanıma imza atmıştım. Ben o gün o düğün gününde ölüm fermanıma imza atmıştım. Ben o gün o evden çıkıp Agâh Bey’in arabasına bindiğim günde ölüm fermanıma imza atmıştım. Bir kez daha ölüm fermanıma imza atmayacaktım. Bu kez beni kandıramayacaktı.

 

“Yani ne demek bu?” diye sordu. Sesi kısılmıştı. Bakışları iyiden iyiye durgunlaşmış vücudu ağır yük taşımış gibi çökmüştü.

 

Kollarımı açıp cama doğru yaklaştım ve Fransız tarzda olan uzun camın kapısını açtım. “Bunu konuşmanın sırası değil. Sen iyileşip tamamen işine döndükten sonra konuşuruz.”

 

Mirza bir süre sustuğunda bana saygı duyup konuyu kapattığını düşünmüştüm ancak kolumda hissettiğim eliyle yanıldığımı fark ettim. “Elmas konuşalım, lütfen. Bitirme her şeyi içinde.”

 

Gözlerindeki pişmanlık büyüdü, kalbinde de aynı pişmanlık ekiliydi hissedebiliyordum. Kolumu yeniden elinden kurtarıp yüzüne bakmaya devam ettim. “Sen o hastane odasında yatarken ben kendimi suçladım, ölürsen diye vicdan azabından ölüp ölüp dirildim. Yatıp dinlenmem gereken zamanda ben bayılana kadar odanın kaldım, ölürsen haberim olsun diye. Konuşup neyi halletmeyi düşünüyorsun Mirza? Biz ölüyorduk senin saçma sapan kıskançlığın yüzünden.”

 

Sırtımı ona dönerken yeniden kolumu tuttu. Bu kez yüzüne bile bakmadan kolumu ondan kurtardım. Sakin adımlarla banyoya doğru ilerlerken mutfaktan bir bağırış sesi yükseldi ardından sandalyeye tekme atıldığı.

 

Umurumda değildi ben sinirlenip sandalye tekmele dememiştim. Henüz iyileşmemişti eğer bunun farkında değilse kendisi bilirdi.

 

Banyoya geçip kapıyı kapattım ve kilitledim. Sırtımı kapıya yaslarken derin bir nefes aldım. Aldığım kararın hâlâ arkasındaydım, boşanma kararım hâlâ geçerliydi.

 

Mirza'nın bu hâli kararımı etkilememişti. Ona aşık değildim ondan ayrılmak beni üzmezdi. Yalnızca bir anda bu kadar pişman olması... Biraz haline üzülmüştüm.

 

Derin bir nefesi daha ciğerlerime doldurup üstümü çıkarmaya başladım. Aynadan çıplak vücuduma bakarken birkaç ay önceki morluklar yoktu. Kazadan sonra oluşan ufak tefek yara izleri vardı ancak morluk yoktu.

 

Belim hâlâ inceydi, bacaklarım eskisi gibi hastalıklı derecede zayıf değildi. Biraz kilo almıştım ve aldığım kilolar beni sağlıklı göstermişti. Gülümseyip küvete doğru yaklaştım, sıcak suyu açıp içine girdim ve rengârenk, mis kokulu jelleri suya sıktım.

 

Kısa bir keyif yapıp bornozla odamıza geçtim. İç çamaşırlarımı giyinip siyah, kalın bir külotlu çorap giyindim. Krem rengi boğazlı üstüme tam yapışan bir bluz, siyah önünde ufak yırtmaçları olan mini bir etek giyindim. Kısa siyah botlarımı da ayaklarıma geçirip aynanın önüne geçtim.

 

Saçlarımdaki havluyu çıkardım ve kurutma makinesini elime alıp sakince saçlarımı kuruttum. Dalgalı bir şekil vermek için maşayı elime aldım ve ısınması için prize taktım.

 

Makyaj aynamın ilk çekmecesini açıp yeni aldığım makyaj malzemeleriyle yüzüme ufak tefek dokunuşlar yaptım. Dudak kalemimle dudağıma çerçeve çizip şeftali rengindeki bir ruju sürdüm. Üstüne şeffaf parlatıcı sürdüm ve dudaklarımı birbirine bastırıp dağıttım.

 

Makyajla işim bitince ısınan maşayı elime aldım. Saçımı nasıl yapacağım konusunda bir fikrim yoktu ancak bir şekilde yapmam gerekiyordu. Dışarı çıkacaktım.

 

Bir süre saçımla cebelleşip en sonunda istediğim gibi dalgalı bir şekil verdim. Önden kısa olan birkaç tutamı önde bırakıp arkadan küçük bir tokayla tutturdum. Yarım bir şekilde toplamış gibi görünüyordum.

 

Ayağa kalkıp salona, Mirza'nın yanına gittim. “Mirza.” kafasını kaldırıp bana baktığında gözleri büyüdü. Yutkunduğunda aralıklı dudaklarını kapattı ve ıslattı. Neden bu kadar şaşırdığını düşünmeyi sonraya bırakıp, “Telefonumu yaptıracağım, ondan sonra da kuaföre gideceğim. Rica etsem para verebilir misin?” diyerek konuya girdim.

 

Mirza hâlâ yüzüme aynı şaşkınlıkla bakarken baştan aşağı beni süzdü ancak bir cevap vermedi. “Mirza.” dedim hafif kızarak.

 

Silkenelip kendine gelirken, “Ha efendim?” dedi. Oflarken sorumu yineledim. “Cüzdanımdan gri kartımı alabilirsin de, kuaförde ne yapacaksın?”

 

“Saçlarımı kestireceğim.”

 

“Telefonu yaptırma direkt yenisini al daha mantıklı. IPhoneların tamiri telefon fiyatından daha çok oluyor.” kafamı sallayıp arkamı dönerken, “Ha bu arada.” dedi. Dönüp ona baktığımda gülümsedi ve kafasını eğip alttan bana baktı. “Çok güzel olmuşsun.”

 

Gülümsememe karşı koyamayıp, “Teşekkür ederim.” dedim. Utanmıştım. Odamıza gidip Mirza'nın cüzdanından gri kartını aldım ve geri salona girdim. “Şifresi neydi?”

 

“Temassız çekiyor. Çekmezse de 1907 şifresi.”

 

“Tamamdır çıktım ben.” bir şey demeyip kafasını salladı ve kafasını yeniden tabletine eğdi. Çizimlerini dijitale döküyor olmalıydı.

 

Evden çıkarken krem rengi blazer ceket ve siyah küçük çantamı aldım. Mirza'nın birkaç ay önce benim için tuttuğu özel şoförle birlikte önce kuaföre gittim.

 

Belimin biraz üstünd gelen saçlarımı göğüs hizama kadar kısaltıp kat verdik. Kadın saçlarıma mis gibi kokan bir sprey sıktı ve ödemeyi yapıp çıktım.

 

Arabaya binmeden önce adama, “Mirza'ya nereye gittiğimizin raporunu veriyor musun?” diye sordum. Merak etmiştim.

 

“Mirza Bey sorduğu sürece nereye gittiğimizi söylemekle yükümlüyüm efendim. Sormadığı sürece özel olarak gidip şuralara gittik diye söylemem.” kapımı açtığında arabaya bindim ve Dağhan’a mesaj attım.

 

Dağhan:

Selam. Müsait misin acaba?

 

Dağhan bana anında cevap verdiğinde şaşkınlıkla telefona baktım.

 

Dağhan:

Müsaitim, bir şey mi oldu?

 

Dağhan:

Hayır sadece...

Eğer uygunsan boşanma davam için konuşmak istiyordum. İki ay sonra ilk defa dışarı çıktım.

 

Dağhan:

Bana uyar konuşalım elbette. Neredesin?

 

Dağhan:

Omzumu yardığın alışveriş merkezine gidiyorum. Yeni telefon alacağım.

 

Dağhan:

Yemek yer miyiz ;)

 

Mesajına gülümsediğimi fark ettiğimde hızlıca yüzümü düzelttim. Aman tanrım neden böyle olmuştu?

 

Dağhan:

Sen onu unutmadın mı daha ya?

 

Dağhan:

Cık. Unutmadım.

 

Dağhan:

Mesajın sesi var şaka gibi.

 

Dağhan:

Yaw zöğwözğwmx

Yarım saat kırk beş dakikaya orada olurum, sen yine kitapçıda olursan seni daha kolay bulurum.

 

Dağhan:

Tamamdırrr telefonumu alıp geliyorum.

 

Dağhan mesajıma “👍🏻” ifadesini bıraktıktan sonra alışveriş merkezine yetiştik.

 

Teknoloji özürlüsü bir insan olduğumdan dolayı telefonumun yedeklemesini yeni telefonuma yapmışlardı. Aynı telefonun bu kez mor rengini almıştım.

 

İki aydır aile bireyleriyle neredeyse hiç konuşmamıştım. Bize geldiklerinde bile yalnızca Mirza'yı umursamışlar, beni yine yok saymışlardı.

 

Yalnızca Hazal bir kere yanıma gelmiş ve Dağhan’ın kim olduğunu sormuştu. Arkadaşım olduğunu söylediğimdeyse Mirza'nın bunu bilmemesi gerektiğini söylemişti. Sebebini sorduğumda susmuştu.

 

Beni ilgilendirmezdi. Arkadaşlarıma karışma gibi bir hakkı yoktu. Rahatsızlığını dile getirebilirdi ancak bunu kısıtlama olmadan yapmalıydı.

 

Hiçbir kadının özgürlüğü bir erkeğin iki dudağının arasında olmamalıydı.

 

Bu cümleyi senelerce babasına tutsak olan benim kurmam çok trajikomikti ancak öyleydi. Ben eşim olacak insanın beni kısıtlamasını kaldıramazdım.

 

Kafamı sallayıp düşüncelerimden sıyrıldım ve kitapçıda dolaşmaya başladım. Bugün kitapçı fazlasıyla kalabalıktı ve sırada bekleyen insanlar vardı. Kaşlarımı çatarak neler olduğuna bakarken bir tane kadın içeri girdi ve herkes çığlık atıp bir isim bağırmaya başladı.

 

“Üzgünüm hanımefendi bugün burada imza günü var da, biraz fazla kalabalık olabilir o yüzden.” bir tane çalışan bana açıklama yaparken ona dönüp gülümsedim.

 

“Hiç sorun değil. Ben de katılırım belki imza gününe.” gelen yazara baktığımda biz Hindistan'dayken sosyal medyada gördüğüm ve linç yiyen kız olduğunu fark ettim. Ben gördüğüm zaman yalnızca bir kitabı vardı, şimdi ise sanırım dört kitabı vardı.

 

Kafamı yeniden sallayıp dünya klasikleri yazan bölüme yaklaştım. Geçen sefer olduğu gibi gözlerimi kapattım, ellerimi kitapların üstünde dolaştırdım ve rastgele bir kitabı açtım.

 

Henry Fielding, Tom Jones.

 

Kıskançlık nasıl olsa kötü bir hırstır; ama kıskandığımız insanı hor görünce, kıskançlığın acısı büsbütün artar. Üstelik de kıskandığımız ve hor gördüğümüz bir de iyilik yapmışsa bize, bu üç duygunun karışımından minnet değil, öfke çıkar.

 

Bu alıntı içime işlediğinde ve üzüldüğümü hissettiğimde kitabı kapatıp yerine yerleştirdim.

 

Neden her seferinde yaşadığım duruma uygun bir alıntı çıkıyordu? Evren bana bir mesaj göndermek istiyorsa bunu kitaplarla yapmamalıydı. Fazla kırıcıydı.

 

Başka bir kitap almak için gözlerimi kapattım. Elimi yine bir kitabın üstünde durdurdum ve kitabı çıkardım.

 

Honore De Balzac, Seraphita.

 

Bana öyle geldi ki, beni tanıyordu. Titredim. Beni ona inandıran, duyduğum dehşettir.

 

“Yine kitaplarlayız?” tanıdık bir ses duyduğumda yerimde sıçradım ve elimdeki kitap yere düştü.

 

Dağhan gülümseyerek eğildi ve kitabı kaldırıp adına baktı. “Demek Balzac. Çok severim.”

 

“Sen hep böyle habersiz mi geleceksin?” korkudan hâlâ hızlı hızlı atan kalbimin üstüne elimi koyup derin bir nefes aldım.

 

Dağhan bana bakıp kafasını eğdi. “Sessiz de gelmedim aslında. Sen nasıl odaklanmışsan artık.”

 

Omuz silkip kitabı elinden aldım. “Balzac’tan başka ne önerirsin? Ben bir tek Balzac’ı çok okumam.”

 

“Elbette öneririm ama şimdi daha önemli bir işimiz var.” parmakları elime uzanırken bir anda duraksadı, elimi tutmak yerine kolumu tuttu ve birlikte imza yapılan alana doğru ilerledik.

 

Kaşlarımı çatıp neler olduğunu anlamaya çalışırken Dağhan, “Sena!” diye seslendi. Yazar yanındaki bir çocuğun kitabını imzaladı ve bize döndü. Heyecanla el çırparken Dağhan’a doğru yaklaştı.

 

“Yaa Dağhan hoş geldin! Burada olduğunu bilseydim keşke.” kollarını açıp Dağhan’a sarılırken Dağhan da gülerek kollarını ona doladı.

 

Kolumu bırakan elini hissedince kendimi boşlukta gibi hissetmiştim. İçimde filizlenmeye başlayan küçük bir kıvılcım hissedince kaşlarımı çattım. Neler oluyordu?

 

“Başak nerelerde ya? Gelirim dedi ama göremedim daha.” kız ondan ayrıldığında Başak’ı sordu.

 

“Dersleri fazla yoğun bu aralar. Evde annemle babam bile yüzünü görmüyor neredeyse.” kız, biçimli kaşlarını kaldırdı. Çok dolgun olmayan ama güzel bir şekli olan dudaklarını ıslattıktan sonra dudak büzdü.

 

“Sonra konuşuruz bunu olur mu? Akşama kadar buradayım da ben.” göz kırpıp sırada onu bekleyen okurlarının yanına gitti.

 

“İmza bitince ara, çıkmadan bir hayranınla tanıştıracağım seni.” Sena elini kaldırıp baş parmağını gösterdi.

 

“Başak kardeşin mi?” diye sordum.

 

“Evet. Bu aralar dediğim gibi fazla yoğun tanıştırmak isterdim am-” cümlesini yarıda kesen benim konuşmam oldu.

 

“Sanırım tanıyorum onu. Eğer aynı kişiden bahsediyorsak benden yardım istemişti.” Dağhan kaşlarını kaldırdı.

 

“Hep bahsettiği ve yeni tanıştığı kız sen misin?”

 

Şaşkınlıkla yüzüne baktım. “Benden mi bahsediyor?”

 

Dağhan kafasını salladı. “Kültürlü ve bilgili olduğundan bahsetti. Uzun uzun sohbet etme fırsatı olmamış ama kısacık sohbetiniz bile bunu anlamasına yetmiş.”

 

Utandığımı hissettiğimde gülümseyerek kafamı eğdim. “Yemek yiyelim mi? Acıktım da.”

 

Kıkırdadı. “Ben yemek yiyelim dediğimde kötü oldum ama.”

 

“Sus şimdi acıktım.”

 

“Yeme düzeni oturtmuşsun kendine. Kilo almışsın, sağlıklı görünüyorsun. Seni ilk gördüğümde dokunsam düşecek gibiydin.” dedi birlikte kitapçıdan çıkarken.

 

“Belli oluyor mu o kadar?” bakışlarımı vücuduma çevirdim. Ben kendimi bildiğimden ötürü kilo alıp almadığımı anlayabiliyordum ancak dışarıdan birinin bunu görmesi, güzeldi.

 

“Belli olmuyor ama ben anlarım.” elini ensesine attığında gülümsedim. Birlikte yemek katına geldiğimizdegeldiğimizde, “Ne yemek istersin?” diye sordu.

 

Hiç düşünmeden, “Pizza.” diye yanıt verdim. Canım pizza yemek istiyordu.

 

“Sen otur ben alıp geleyim. Neyli olduğu fark eder mi?” kafamı iki yana sallarken dudaklarımı birbirine bastırdım. “İçecek bir şey?”

 

“Fanta olursa sevinirim.” Dağhan kafasını sallayıp pizzacının önüne giderken bakışlarımı yemek katının her yerinde gezdirdim ve boş bir yer aradım.

 

Cam kenarında boş bir yer gördüğümde direkt olarak oraya ilerledim ve çantamı masaya yerleştirip sandalyeye oturdum.

 

Yaklaşık on beş dakika sonra Dağhan yanıma gelip karşımdaki sandalyeye oturdu. “Tavuklu aldım yersin değil mi? Yemezsin diye bir tane de sebzeli aldım.”

 

İki tepsiyi de masaya yerleştirip gülümsedi. Karşılık olarak gülümserken tavuklu pizzanın bir dilimine uzandım. “Yerim canım teşekkür ederim.” Dağhan derin bir nefes alıp sebzeli pizzanın bir dilimine uzandı. “Dava açmak için ne yapmam gerekiyor?”

 

Ağzındaki lokmayı yutup içeceğinden birkaç yudum içti. “Anlaşmalı boşanmıyorsunuz değil mi?” kafamı iki yana salladım.

 

“Sanırım Mirza'nın boşanmak istediğimden haberi yok.” Dağhan kafasını salladı.

 

“O zaman dilekçe oluşturacağız. Dava uzamasın diye yazdığımız şeylerle ilgili geçerli kanıtlar sunacağız. Mirza'nın boşanmak istemediğine emin misin?”

 

Bakışlarımı kaçırıp yutkundum. Daha bu sabah bana her şeyi bitirme demişti, bense dava açmak için çabalıyordum. Neden ayrılmayı istemiyordu? İstemeliydi. İkimiz için de doğru olanı buydu. “Sanırım ayrılmak istediğimden haberi yok. Tahmin ediyordur, bu sabah bana her şeyi bitirme dedi.”

 

“Aranızda şiddet, kaba kuvvet, tehdit vesaire var mı? Yani umarım yoktur ama varsa bunların kanıtları dava sürecini hızlandırır.”

 

Dağhan'ın dudakları arasından çıkan şiddet kelimesi kalbimin korkuyla hızlanmasına ve gözlerimin dolmasına neden olduğunda yeniden yutkundum.

 

Gözlerimi kapatıp kendimi andan soyutlamaya çalışırken zihnimde çocukluğumun çığlıkları çınladı.

 

Bir tokat sesi duyduğumda irkilerek kendime geldim. Şaşkınca etrafıma bakıp sesin nereden geldiğini anlamaya çalışırken bir tokat sesi daha duydum ve yeniden yerimde sıçradım. Lanet olsun nereden geliyordu bu ses?

 

Gözlerimin yandığını ve yanaklarımın ısınmaya başladığını hissettiğimde küçük bir çocuğun çığlığı kulaklarıma doldu. Hızlı bir şekilde ayağa kalktığımda başım döndü.

 

Yanaklarımın ıslandığını hissettiğimde hıçkırdım. Küçük çocuk hâlâ bağırıyordu, neredeydi? Babası çocuğu dövüyordu kurtarmam gerekiyordu.

 

“Elmas?” kolumda bir el hissedince hızla kolumu geriye çektim.

 

“Çocuk.” dedim. İleri doğru bir adım atmaya çalıştığımda ayaklarım birbirine girdi, tökezledim. Dağhan belimden beni tutarken, “Çocuk Dağhan kurtaralım.” gözyaşları bardaktan boşalırcasına yanaklarımdan akarken dizlerim bedenimi taşıyamadı. Yere çökerken Dağhan beni daha sıkı tuttu.

 

“Ne çocuğu Elmas, ne oluyor?” nefes alamadığımı hissettiğimde ve nefes almak için elimi boğazıma götürdüğümde bir kez daha tokat sesi işittim.

 

Çocuk ölecekti. Artık bağırmıyordu, kurtarmam gerekiyordu. Bir başka çocuk zarar görmemeliydi. Çocuğu kurtarmam gerekiyordu, ölemezdi.

 

“Çocuk Dağhan ölecek.” Dağhan beni iyice yere yatırırken nazik bir şekilde çenemden tuttu. Mirza'nın tuttuğu gibi değildi, nazik tutuyordu.

 

Bakışlarım Dağhan'ın elayı andıran gözlerine iliştiğinde yavaş bir şekilde kafasını salladı. Dudaklarını ıslatırken, “Bana bak Elmas, yüzüme bak. Gözlerini gözlerimden çekme.” dedi. Etrafta küçük bir çocuğun çığlıkları vardı. “Burada çocuk yok. Kurtarman gereken kimse de yok. İkimiz varız başka kimse yok.” bakışlarımı etrafa çevirmek istediğimde Dağhan çenemden tuttu. “Hayır etrafa bakmak yok. Gözlerime bak yalnızca. Dudaklarını arala, derin bir nefes al.”

 

Dediğini yapıp nefes almayı denediğimde yapamadım, gözlerimi kapatırken elimi Dağhan'ın çenemi tutan eline götürdüm. “Ne-Nefes.”

 

Dağhan başparmağını çeneme yaslarken, “Aç ağzını, ciğerlerine oksijen girsin.” dedi. Gözlerimi kapatıp ağzımı araladım. Rahatladığımı ve nefes almaya başladığımı hissettiğimde gözlerimi araladım.

 

“Çocuk.” Dağhan kafasını iki yana salladı. “Çocuk yok Elmas. Sadece ikimiz varız. Korkma, kimseye bir şey olmuyor. Sakinleş ve nefes al.” aldığım nefeslerle göğsüm hızla inip kalkarken gözlerimi kapattım.

 

Çocuk yoktu, ikimiz vardık. Kimse ölmüyordu. Kimse çığlık atmıyordu, herkes iyiydi. Zaten kimse yoktu. Sadece Dağhan vardı.

 

Yavaş bir şekilde sakinleşmeye başladığımı hissettiğimde elimi Dağhan'ın çenemi tutan elinden uzaklaştırdım. Vücudumdaki his anlık olarak beni terk edip geri gelirken elimi yere yasladım.

 

Doğrulurken Dağhan elini sırtıma ve koluma yerleştirip bana yardımcı oldu. Etraftaki meraklı gözlerin bize döndüğünü hissetsem de umursamadım. Ellerimi yanaklarıma atıp sakince sildim. “Makyajım akmış mı?” Dağhan'ın yüzüne bakarken Dağhan şaşkınlıkla yüzüme bakıyordu. Dudakları aralık gözleri kocamandı.

 

“Az önce kriz geçirdin, farkında mısın?” kafamı salladım.

 

“Evet farkındayım ama makyajım akmış mı?” kafasını iki yana salladı.

 

“Akmamış. Biraz yüzün kızarık sadece.” sandalyeme geri oturup pizza dilimini elime aldım.

 

Şu an tek dileğim Dağhan'ın bana bu konu hakkında soru sormamasıydı. İştahım kaçmış olsa da yemem gerekiyordu çünkü konuşmak istemiyordum.

 

“İstersen yani kendini iyi hissetmiyorsan dava konusunu sonra konuşabiliriz. Ayrıca konuşmamak için kendini zorlamana gerek yok kendin anlatmak istemediğin sürece seni anlatman için zorlamam.”

 

Anlayışı için içimden ona defalarca teşekkür edip çiğnemekte zorlandığım lokmayı yuttum. “Teşekkür ederim.”

 

Dağhan karşıma oturduğunda yemeğine devam etti. “Teşekkürlük bir şey yok ki. Olması gereken bu.”

 

Hiçbir şey demeyip fantayı elime aldım ve onu içtim. Dağhan yemek yerken fazla iştahlı yemişti, canım çektiğinden ben de pizzamın yarısını yemiştim.

 

“Biliyor musun,” diye mırıldandım birlikte alış veriş merkezinden çıkarken. “hayatımda yalnızca üç kere pizza yedim ve birinin sonunda kendimi gözyaşları içinde buldum. Çocukluğumdan sonra huzurlu bir şekilde pizza yememe sebep olduğun ve beni pizzadan soğutmadığın için teşekkür ederim.”

 

Kurduğum cümlenin uzunluğuyla derin bir nefes alırken Dağhan'a döndüm. Dudaklarında küçük bir tebessüm varken kafasını hafifçe yana eğdi. “Eğer istersen,” dedi ve sustu. Devam etmesini beklerken kaşlarımı çattım ancak Dağhan devam etmedi.

 

“Eğer istersem?” diye sordumsordum belki devam eder diye.

 

“Önemi yok.” derken elini saçlarına atıp karıştırdı. “Belki başka bir zamanda bunu sana söylerim.”

 

Dudaklarımı birbirine bastırırken kafamı salladım. “O hâlde, sonra görüşürüz?”

 

Kollarını açıp bana bakarken, “Görüşürüz elbette.” dedi.

 

Beni bekleyen arabaya doğru yaklaşırken içimde bir sıkıntı belirmeye başlamıştı. Hiç eve gidesim yoktu ancak artık eve gitmem gerekiyordu.

 

Oflayıp arabaya bindim ve eve gitmeye başladık. Eve yaklaştıkça içimdeki sıkıntı büyümeye başlamıştı, kötü bir şey olacaktı ve ben korkuyordum.

 

🥱

 

Kendime ait anahtarımla kapıyı açarken saat akşam dokuz sularına geliyordu. Hayatımda ilk defa bu kadar çok dışarıda kalmıştım.

 

İçeri adımladığımda etraf karanlıktı, holden geçerken ışığı yaktım. “Mirza? Evde misin?”

 

Kaşlarımı çatarken yatak odamıza yaklaştım ve kapıyı açıp içeri baktım. Karanlıktı ancak içeride birinin olmadığı belliydi.

 

Evden çıkacak olsaydı mesaj atar benim de gittiği yere gelmemi isterdi. Tek başına araba kullanmaya korkuyordu, Agâh Bey’in çalışanlarından biriyle gidip geliyordu.

 

Adımlarımı banyoya doğru çevirirken bir anda boynuma bir kol dolandı. Gözlerim kocaman olurken ellerimi kolun sahibine götürdüm.

 

Nefesim anında kesilirken gözlerim yaşarmaya başladı. Kalbim korkuyla kasılıp gevşerken dudaklarımı aralayıp çığlık atmaya çalıştım.

 

Neler oluyordu? Lanet olsun nefes alamıyordum.

 

Öksürmek için dudaklarımı araladığımda sırtım duvara çarptı. Ciğerlerime hava dolmasına kalmadan elin sahibi, beni bozguna uğratan kişi Mirza, yeniden boynuma sarıldı.

 

Parmakları boğazımı sıkıca kavrarken burnundan soluyarak yüzüme bakıyordu. Ellerimi boğazımı sıkan eline götürüp tırnaklarımı batırdım ancak bir faydası yoktu.

 

Mirza öfkeyle yüzüme yaklaşırken mümkünmüş gibi boğazımı daha çok sıktı. Nefesim iyiden iyiye kesilirken zihnimin içinde babamın sesi yankı yaptı.

 

Gebersen de rahatlasam küçük şeytan.

 

Gözlerimden yaşlar durmaksızın akarken kalbim acının her tonuyla kasıldı, her tonunda ben yeniden öldüm ve yeniden dirildim.

 

Tanrı bana yaşama şansı vermişti, hayatta tutmuştu ancak Tanrı bana hiçbir zaman bir hayat sunmamıştı. Ben hiçbir zaman nefes alamamıştım.

 

Küçücük bir çocuk Tanrı’yı kızdıracak ve bu kadar ceza çekecek ne yapabilirdi? Neden günahsız doğması gereken çocuklar acının içind doğardı?

 

“Kimdi o?” diye resmen tısladı Mirza. Boğazımdan tutup beni yere fırlattı. Ellerim parke zemine çarpınca kafamı eğip deli gibi öksürmeye başladım. Öksürürken boğazım, ciğerlerim deli gibi ağrıdı.

 

Cevap vermeme kalmadan Mirza saç köklerimi tuttu. Sabah çok güzel olduğunu söylediği saçlarımı yolarcasına tuttu.

 

Saç köklerimin derimden koptuğunu hissederken öksürmeye devam ediyordum ancak bu Mirza'nın umurunda değil gibiydi. Saçlarımdan tutup beni ayağa kaldırırken yüzümü buruşturdum.

 

Kökten koparacağım o saçlarını da.

 

Elimi saçlarıma atmaya çalıştığımda Mirza saçlarıma daha çok asıldı ve beni resmen havaya kaldırdı.

 

Gözlerimden akan yaşların haddi hesabı yapılmazken boğazımdan acı dolu bir feryat koptu. “Bırak beni!”

 

Göğsümdeki, sol tarafımdaki acı büyüdü. Acı boğazıma dolandı, boğazıma zehirli dikenlerin battığını hissettim. Kan tadı ağzıma doldu, dikenler dilimi ve boğazımı kesti.

 

“Kimdi o?” dedi yine. Kimden bahsediyordu, neler oluyordu?

 

Yanağımda hissettiğim yoğun yanma hissiyle beraber bedenim yeniden yerle bir oldu. Yüzümü oda kapısının kenarına çarptığımda acıyla inledim.

 

Ellerimden destek alarak doğrulmaya çalıştığımda Mirza ayağıyla karnıma vurdu, sırtımın üstüne düşmem için.

 

Karnım yediğim darbeyle ağrırken sırtımı yere çarptım, Mirza bu kez bel boşluğuma bir tekme attı. Darbenin etkisiyle sağlam olmayan kolum duvara yeniden çarptı ve ben yeniden acıyı hissettim.

 

Göğsümdeki acı, artık büyümüyordu ancak hissediyordum ölecektim. Bu acı katlanılmazdı. Bu acı dayanılmazdı ve ben dayanamıyordum.

 

“Bırak beni. Yardım edin!” çığlık atarken Mirza eğilip kollarımdan beni tuttu ve ayağa kaldırdı. Sonuçlarını umursamadan ayağımı kaldırıp iki bacağının arasına kalan gücümle bir tekme attım.

 

Yalpalayarak da olsa dış kapıya ulaştığımda kapıyı araladım ancak çıkmama kalmadan Mirza kolumdan tuttu, bir çöp poşeti gibi beni içeri savurdu ve sırtım salona inen dört basamak merdivenle buluştu.

 

Yüzümü buruştururken ağzıma kan tadı doldu. Mirza gelmeden ayağa kalkmaya çalışırken başım döndü.

 

Bayılacaktım, şu an hiç sırası değildi. Ya da tam zamanıydı. Ya ölecektim, ya bayılacaktım ama gözlerim kapanacaktı.

 

Ölmem durdurur muydu onu? Nefesimi kesmek alır mıydı gözlerindeki öldürme isteğini? Canımı almak bitirir miydi içindeki öfkeyi?

 

Başım iyiden iyiye dönerken Mirza bana yaklaştı, saçlarımdan tuttuğu gibi beni yerde sürüklemeye başladı.

 

Gel vereyim cezanı küçük şeytan seni. Nefret ediyorum senden, ne olurdu geberip gitseydin?

 

Sırtım o dört merdivende yeniden acı çekerken ayaklarım birbirine girdi. Kaçmıyordum, direnmiyordum yalnızca kabulleniyordum.

 

Ben Elmas Arıcı’ydım. Benim için bu hayatta bu kurtuluş yoktu.

 

Ben Elmas Arıcı’ydım. Ben şiddete ve dayak yemeye tutsaktım, başka bir yolum yoktu.

 

Ben Elmas Arıcı’ydım. Ölesiye dayak yiyip ölüme terk edilmekten başka bir şansım yoktu.

 

Mirza beni misafir odasına fırlatıp kapıyı kapattı, kilidi çevirirken küfürler ediyordu, beni öldüreceğini söylüyordu, bir daha dışarı çıkmayacağımı söylüyordu ancak hiçbiri umurumda değildi.

 

Düştüğüm yerden gram kımıldamadan dizlerimi kendime çektim. Karnım bu hareketim karşısında acımıştı ancak umursamamıştım. Benim canım hep acımıştı, hiç geçmemişti ki zaten.

 

Titrmeye başladığımda, “Annem.” diyen annemin sesini duydum. Ardından az önce Mirza'nın çekiştirmekten yolduğu saçlarımda narin parmaklar hissettim. “Geçecek hepsi. Söz veriyorum.”

 

Gözlerimi açmadan kendimi annemin narin parmaklarına bıraktım. Sesimin titremesini umursamadan, “An-Anne. Çok üşüyorum, sarılıp ısıtır mısın?” diye mırıldandım.

 

Kendimi kaybetmeden önce kurduğum son cümle bu olmuştu. Devamı yoktu, bilincim belki de açılmamak üzere kapanmıştı.

 

~~~

 

Aman. Tanrım. O neydi öyle ya? Yazar sen n'aptın?

Loading...
0%